13.08.2010

oz

sevgi ve nefret arasında ince bir çizgi vardır.

evlendiğimde karımın ismini koluma dövme yaptırmıştım. bayağı aptalca, değil mi? sanki bir evlilik, lanet bir dövme kadar uzun kalabilirmiş gibi.

bir aile babası için sevdiklerinin acı çektiğini görmekten daha zor bir şey yoktur.

maratonlar saçmadır. abartılıdır. bir yetkili rastgele bir gün seçer; yağmurlu ya da karlı da olsa, yanında 50 bin salakla beraber kaldırımı aşındırırsın. hayır, kendi başına yapmanın daha güzel olduğu bazı şeyler vardır.

gerçek güçlü bir şeydir. bir doğruyu yanlışa çevirebilir veya kötüyü berbata. ama oz'da, gerçek şudur ki eğer olgular gerçeğe uymuyorlarsa siktir edilir.

evlilikte işlemediğiniz suçların bedelini ödersiniz.

booker t. washington: sırtını gerçeklere dayamayan bir şeyin devamlılığı nadirdir.

kötü adamların da etkileri olmuştur. ama bunun için gerçekten çok kötü olman gerekir: korkunç ivan, karındeşen jack, adolf hitler. evet, ihtiyar adolf tam bir şeytandı; ama kabul etmek lazım, son 1000 yılda bütünlüğünü koruyabilmiş tek varlık da şeytandı. 

aristoteles: umut etmek, rüyadan uyanmaktır.

biz bu dünyaya ailelerimizin kayıtsız şartsız sevgisi için geliyoruz ve bunu alamadığımızda da birisini buluyoruz, herhangi birisini ve onunla evleniyoruz. ilk başta kayıtsız şartsız sevgiyi hak etmediğimizi kanıtlamak için birbirimizi delirterek ömrümüzün geri kalanını beraber geçiriyoruz.

lades

cevdet kudret

ibrahim'in evine, çevresi tahta perde ile çevrilmiş küçük bir bahçeden geçildikten sonra girilirdi. kapıdan girer girmez göze ilk çarpan şey, geniş bir sofadır. ibrahim uzun kuşağını işte bu sofada beline sarardı. yemek orada yenir, misafir orada kabul edilirdi. ibrahim kime ne verecekse orada verir, neye kızacak ya da sevinecekse orada kızar ya da sevinirdi.

karşıda ortasından bir duvarla bölünmüş geniş bir bodrum katı, bunun üstünde yan yana iki oda vardı. odalardan sofaya, sağlı sollu iki ayrı merdivenle inilirdi. dipte, bodrum katına giden beş altı basamaklı başka bir merdiven daha vardı.

bodrum katı, ortasından bir duvarla bölünerek 2 bölüme ayrılmıştır. sağdaki bölüm kiler işini görmektedir; soldaki bölüm odunluktur. buralara, yan yana duran 2 ayrı kapıdan girilir.

ibrahim'e göre evin en önemli yeri, bu iki kapıdan sağdakidir. ibrahim onun anahtarını hep yanında taşır. bu çok önemli kapı sabahtan sabaha erzak çıkarmak için ibrahim'in eliyle açılır, sonra gene kilitlenir, anahtarı gene ibrahim'in kuşağı arasına girerdi.

insanlar, yağsız, etsiz, şekersiz vb. yaşamaya başladıkları zaman, ihtiyar adamın kuşağı arasındaki anahtar daha büyük bir önem kazanmıştı. ibrahim şimdi bir hasis değil, hasisten daha ileri bir şeydi. yokluk içinde başlayan hayatını gene yokluk içinde bitirmemek için, eline geçen her türlü yiyeceği kilerine saklıyor, oradan pek az şey çıkarıyordu.

süleyman'la ayşe geldikten sonra, karısı:

"efendi" dedi, "şimdi 4 kişiyiz."

"ben de öyle hesaplamıştım."

"ama sen gene 2 kişilik erzak veriyorsun."

"2 kişiliği ortasından bölünce 4 kişilik eder."

yemek masada yenmezdi. yere bir sofra bezi serilir, üstüne bir hamur açma tahtası konur, ev halkı bu yer sofrasının çevresinde bağdaş kurar, herkesin altına birer minder.. o kadar!

4 kaşık, 4 dilim ekmek, 1 kap yemek. herkes aynı kap içinden yerdi. sahana ilkin ibrahim elini uzatır, ondan sonra ötekiler.

ibrahim hem kendi lokmasını çiğnemek hem de ötekilerin lokma sayısını denkleştirmek zorundaydı. bir kişi bile bir lokma fazla alacağı zaman:

"sen dur!" derdi. sonra, herhangi bir toplantıda hatiplere sırasıyla söz veren bir başkan gibi, başka birisine işaret ederdi:

"sıra sende!"

ve sıra sahibi sahana elini uzatırdı.

sabahları ortaya 12 zeytin konurdu. sadece 12 zeytin ve yarımşar dilim ekmek.

adam başına 3 zeytin düşerdi. bunları yarımşar yarımşar yemek zorunluluğu vardı. böylelikle 3=6 ederdi. eh, 6 lokma da insana sabah kahvaltısı için yeterdi. süleyman bir gün çocukluk edip ikinci zeytini bütün olarak ağzına attığı için ibrahim o kadar kızdı ki, bağırdı, gözlerini açtı, yumruklarını sıktı ve ceza olarak, çocuğa üçüncü zeytini yedirmedi.

kuşağının arasından bir anahtar çıkardı, kiler kapısını açtı, geri kalan o tek zeytini büyük bir özenle götürdü, gene kilere koydu. artık kızgınlığı geçmişti; çünkü o gün için hiç yoktan bir zeytin kazanmıştı. bu fena olmamıştı. ibrahim artık sofrada hiç ses çıkarmamaya, önceden tembih etmemeye başladı. şimdi herkesin doğru hareket etmesini değil, tersine, yanlış hareket etmesini istiyor, atılmaya hazır bir halde bekliyordu. fakat o günden sonra evde hiçkimse yanılıp da bir daha öyle bir suç işlemedi; hatta süleyman bile.

o zaman ihtiyar adam başka bir şey yaptı.

bir gün süleyman'la "lades" tutuştu. yenilen, 1 hafta zeytin yemeyecekti. ertesi sabah ibrahim, daha kahvaltıya başlamadan, kuşağının arasından bir elma çıkardı. büyük, parlak, kıpkırmızı bir elma. süleyman, kısacık ömründe daha bu kadar kırmızı ve parlak bir elma görmemişti. "dedeciğim! dedeciğim!" diye el çırpmaya başladı.

"bunu kime vereyim?"

"bana ver dedeciğim! bana ver dedeciğim!"

"al bakalım!"

süleyman ellerini uzattı. dede bağırdı:

"lades!"

elma yere düştü. ibrahim onu gene kuşağının arasına soktu ve zeytinleri aldı, az önce kilitlediği kileri açmak için uzaklaştı. merdivenlerden inerken düşünüyordu: "günde 3 zeytin, 7 günde, 3 kere 7 yirmi bir; hiç de fena değil!"

12.08.2010

david strauss

nietzsche

insan doğası yenilgiden çok zaferi hazmetmekte zorlanır; gerçekten de, zafere ulaşmak onu dönüp dolaşıp sonunda bir yenilgiye çevirmeyecek şekilde hazmetmekten daha kolaydır.

kültür, her şeyden önce, bir halkın yaşam ifadelerinin tümündeki sanatsal tavrın birliğidir.

"arayış bitmiştir." görgüsüzlerin bir düsturudur.

düşes delaforte: itiraf etmeliyim ki, sevgili dostum, kendimden başka her zaman haklı olan birini tanımıyorum.

"yaşam onun yüzüne insanlığın zayıflıklarını bu kadar hafif ele alacak kadar neşeli bir bakış açısı benimsetecek şekilde gülmemiştir."

"dünyaya duymak istediği en son şeyi söylemek, kesinlikle can sıkıcı ve nankör bir görevdir.

david strauss: tüm ahlaklı davranışlar, bireyin tür fikrine göre kararlılığıdır.

hata yapan tanrı fikri mucizeler yaratan bir tanrı fikrinden daha etkileyicidir. çünkü görgüsüzün kendisi de hatalar işlemektedir; ancak henüz bir mucize gerçekleştirememiştir. tam da bu nedenle görgüsüz dehadan nefret eder; çünkü dehanın mucizeler yaratma konusunda kanıtlanmış bir ünü vardır.

georg christoph lichtenberg: dürüst bir adam söyleyeceklerini yapay bir özene bağlamayacağından basit üslup öncelikle önerilir.

ancak gerçekten yaratıcı bir şey saldırgandır.

almanya'da sürekli tekrar edilen bir gezgin hikayesi vardır: gezgin kamburlar ülkesine varır ancak sözümona kusurlu fiziği yüzünden ona sürekli hakaret edilir. nihayet papaz ona merhamet eder ve halka şöyle der: "bu zavallı yabancıya acıyın ve sizi güzel bir kamburla süsledikleri için tanrılara kurbanlarla şükranınızı sunun."

stendhal, seçkin bir topluluğa girerken işe bir düelloyla başlamayı önerir.

hayat atölyesi

murathan mungan

bir kafede iki kişi konuşuyorlar. biri, diğerine soruyor: "elif şafak'ın bit palas'ını okudun mu?" diğeri, kendini beğenmiş bir tonla yanıtlıyor: "ben, medyatik yazarları okumuyorum." bunun üzerine diğeri, "peki hasan ali toptaş'ı okudun mu?" diye soruyor. bu sefer de kendi tanımadığı biri zaten değmezmiş gibi yanıtlıyor: "o da kim? hiç duymadım!" kendini edebiyatın sahibi ve ölçütü sanan, gürültüsü çok; ama allahtan sayısı az böyle bir okur cinsi var ortalıkta.

jose saramago: okumak her zaman azınlık içindi, her zaman da öyle olacak.

benim için, oyun okumayı bilmek, kitap okumayı bilmenin bir ölçüsüdür ve bu, tiyatroyu sevip sevmemekten bağımsız bir şeydir. oyun okumak size boşlukları doldurmayı öğretir.

yazarlık biraz da atıldığımız şu dünyayı bağışlamak içindir.

michel de castillo: yüzüne tükürüldüğünde, bu tükürüğü küçük bir şişeye koyup şık bir biçimde ambalajlayarak iyi bir fiyata size geri satan adama kapitalist denir.

ham halde içimizde bulunan bir duygumuz değildir hüzün. hüzünlenmeyi bilmek kendi içimizde incelik ve işçilik gerektirir. kalbimiz de emek ister. çürük içlenmelerle soylu hüzünleri ayıran şey biraz da budur. her şeye karşın yaşamayı sürdürmek için hüznü sağlam kılmak gerekir. böylelikle onu bizi kemiren bir şey olarak değil, bizi güçlü kılan bir şey olarak yaşamayı ve taşımayı öğreniriz.

kendine yabancılaşmanın en hazin, en sızılı örneği, gövdenin hareket kabiliyetine çizilen sınır alanlarında yaşanır. insanın ham doğasıyla kendisi arasında açılan uçurum kolay kapanmaz çünkü.

hayat, bazı sorularımızı elimizden aldığıyla da hayattır.

beyoğlu'nu fethetmek yalnızca taşralı çocukların hülyası değil, genel olarak türkiye'nin meselesidir. aslına bakılırsa, beyoğlu, 1453'ten beri hala fethedilememiş bir vatan parçasıdır. yeterince türkleştirilememiş, yeterince müslümanlaştırılamamıştır. dolayısıyla, necip türk sağının bağrında bir yara olan "taksim'e cami yaptırmak", hala siyasi bir "dava"dır.

kim ne derse desin, zaman geçer. zamana direnenler yalnızca kendilerine kötülük etmekle kalmaz, dünyanın geri kalanına da zaman kaybettirirler. dünyaya yetişmek istiyorsanız, ona dokunmak zorundasınız. dünyayı ancak dokunduğunuz yerden yakalayabilirsiniz. türkiye, kasabalılaşarak değil, dünyalılaşarak kendisine dünyada bir yer açabilir. beyoğlu, hala hayattan kurtarılmış bir metropol bölgesi, bir türkiye imkanı.

zaman geri gelmez; yalnızca siz onunla hesaplaşmayı sürdürürsünüz; hem de bunun çoğu kez beyhude olduğunu bile bile.

bütün yanıtlar aynanın öbür tarafında da değildir. aramayı sürdürmek gerekir.

bütün büyük sanatçılar bizim bugün metafizik dediğimiz şeyin, yarının fiziği olacağını bilecek kadar ileri görüşlüdürler.

sanat, insanın doğrulanmasıdır.

sanatın kendisi bir dindir, bilinmezi konu edinir. üstelik din kadar sınırlayıcı kesinlemelere sahip olmadığından çok daha zengin olanaklar barındırır. sanatçıya cazip gelen de budur.

medeniyet, mesafe bilgisidir.

her şeyi zaman varken yapmak gerek. geciktirilmiş sözler, askıya alınmış hayaller, ertelenmiş itiraflar, gerçekleştirilmeyen buluşmalar; bir gün hepsi size pişmanlık olarak geri dönmeden önce, henüz vakit varken..

kendi falınıza bakmaya doğru yerde karar verip doğru zamanda kaderinizi çizmelisiniz. çünkü zaman her zaman önünüze geçer.

şehirlerin bir ruhu olduğunu bize öğreten, edebiyatçılardır. bir şehrin bütün zamanlarını kendi zamanımızla anlamlandırırken onlardan yardım alırız.

büyük kalmak, sadakatin belki de en zor olanıdır.

sahaflar edebiyatın zaman aynasıdır.

kayıtdışı ekonomi, sistemin kendine ödediği haraçtır.

bu sayfa pozitif ışığa sahip olsun istedim. ışıklı, aydınlık şeylerden sözetmeye; gözden kaçana, atlanmış olana, uzak durana dikkat çekmeye çalıştım. hayatın kültür ve sanat olmadan nasıl yoksullaştığına, yavanlaştığına iz düşürmeye; hayata, kültür ve sanata olan iştahımı azıcık da olsa okurlara bulaştırmaya çalıştım.

gece

maurice blanchot

gece ona, herhangi bir geceden daha karanlık göründü, sanki gece düşünmeyen düşüncenin bir yarasından çıkmış, ironik olarak düşünceden başka bir nesne gibi ortaya konmuş düşünce gibi. bu, gecenin kendisidir. karanlığını oluşturan imgeler geceyi dolduruyorlar ve şeytansal bir tine dönüşmüş beden o imgeleri gözünde canlandırmaya çalışıyordu. beden hiçbir şey görmüyordu ve bitkin hale gelmeksizin görünümlerinin yokluğundan, bakışının en yüksek noktasını oluşturuyordu. görmek için yararsız olan gözü, olağan dışı boyutlar kazanıyor, ölçüsüz bir şekilde gelişiyor ve ufkun üzerinde yayılırken gözbebeğini yaratmak için gecenin merkeze girmesine izin veriyordu. bu boşlukta birbirine karışanlar bakış ve bakışın nesnesidir. hiçbir şey görmeyen bu göz sadece görmesinin nedenini yakalamıyor. aynı zamanda görmemesini oluşturan şeyi bir nesne gibi görüyordu. içinde kendi öz bakışı, bu bakışın her imgenin ölümü olarak kabul edildiği trajik anda imge şeklinde yer alıyordu.

11.08.2010

denek istismarı

david b. resnik

1940'lı yılların sonlarında vanderbilt üniversitesi'nde, cenin gelişiminde radyoaktivitenin etkisini saptamak amacıyla hamile kadınlara radyoaktif demir verildi. bu çalışmanın sonunda deneye tabi tutulan çocuklarda normalden fazla kanser oranı görüldü.

1963-1971 yılları arasında oregon devlet hapishanesi'nde, radyasyonun sperm fonksiyonları üzerindeki etkilerini incelemek amacıyla, çoğu afrikalı-amerikalı olan 67 erkeğin erkeklik organları, 200 dolar karşılığında x ışınlarına maruz bırakıldı. bu kişiler daha sonra vasektomi oldular. bu araştırmaların bazı riskleri onlara söylendiyse de, kanser olacaklarını bilmiyorlardı.

1950'li yılların sonunda, colombia üniversitesi ve montefiore hastanesi'ndeki 20 ölümcül kanser hastasına, insan dokularınca emilen radyoaktif madde oranını ölçmek amacıyla radyoaktif kalsiyum ve stronsiyum verildi.

berkeley'deki california üniversitesi'nde bir araştırmacı olan joseph hamilton, kanser olduğu kesin olan 18 hastaya plutonyum enjekte etti.

1950'lerde federal bilim adamları, nükleer zerrelerin atmosferdeki inişini gözlemlemek amacıyla, washington'ın doğusunda radyoaktif bir iyot bulutu oluşturdu. bu bulutta, 1979'da meydana gelen three mile island nükleer reaktör kazasında ortaya çıkan buluttan yüzlerce kat fazla radyasyon vardı.

1940'lardan 1960'lara kadar, 1500 pilot ve denizci, birkaç dakika süresince burun deliklerine radyum soktu. deneyin amacı ve neden seçildikleri onlara söylenmedi; ancak bu deneyden sonra şiddetli baş ağrıları çekmeye başladılar.

house m.d.

bilmek her zaman bilmemekten daha iyidir.

insanlar neden diğerlerine karşı nazik olurlar, biliyor musun? çünkü insanlar ya iyi, saygılı ve yardımsever oldukları için ya da korkak oldukları için böyle davranır. sana karşı nasıl davranırsam, sen de bana karşı öyle davranırsın. karşılıklı yok ediş güvencesi.

mutsuz olmak seni diğerlerinden daha iyi yapmaz. seni daha da mutsuz kılar.

16 yaşındaki herkes birilerine bir şey söyler. aileleri hariç.

nasıl oluyor da biri bu kadar yalnız olabiliyor?

"son sözü her zaman kainat söyler."

iki insan seks yaptıktan sonra, eğer berbat olmadıysa ve tekrar yapabiliyorlarsa, yine yapacaklardır. işte olaylar tam da bu noktada karmaşıklaşır.

yaptığımız her şey bizlere dikte edilmiş hareketlerdir.

iyi bir insan öldüğünde dünya üzerinde bir etki yaratmalı. birileri bunun farkın varmalı ve bunun için üzülmeli.

dindar davranışların deliliğin sınırında olması çok ilginç değil mi? birbirinden ayırt edemiyorsunuz: tekrarlama, tepki vermeme ve farkında olamama.

eğer evreni yönetene karşı yüksek bir irade varsa bu, insanlığın tasavvur edebileceğinden çok farklıdır. onun hakkında düşünmemizin herhangi bir yolu yoktur.

10.08.2010

anne frank'in hatıra defteri

anne frank

sevgili kitty,

kağıt insandan sabırlıdır.

bu arada bir şey de öğrendim. bir insanı onunla iyice bir kapışmadan tanımaya, ne mal olduğunu anlamaya imkan yok. o zaman iç yüzlerini ortaya koyuyorlar.

bir yerde üzüntü de yıpranıp aşınıyor.

insan ruhu ne kadar yüce de yaptıkları ne kadar aşağılık!

gökler katında ya da umutsuzluğun derinliklerinde (goethe)

insan birçok kimse tarafından sevilse bile sadece kendisini seven birisi olmadı mı gene de yalnızlıktan kurtulamaz.

gökyüzüne gözlerini korkusuzca kaldırabildiğin, içinin temiz olduğuna inandığın sürece mutluluk yitirilmiş değildir.

birini sevmem için her şeyden önce ona hayranlık beslemem gerek.

öldükten sonra da yaşamak istiyorum.

büyüyünce haydut, kumarbaz olacağından söz ediyor. bunlar onun kendi güçsüzlüklerinden ürktüğünü gösteriyor.

her defasında onun nasıl yalnız, hınçlı, nasıl derme çatma bir insan olduğunu görüp üzülüyorum.

işin derinine gidilirse, gençler yaşlılardan çok daha yalnızdır.

4 ağustos 1944'te grüne polizei gizli bölmeye bir baskın yaptı. bütün takım toplama kamplarına gönderildi. 1945 martında anne, hollanda'nın kurtuluşundan iki ay önce bergen-belsen kampında öldü.

8.08.2010

kusursuz nihilist

keith ansell-pearson

soylular, yönetilenler üzerindeki hakimiyetlerinin kendilerine sağladığı menfaati hesaba katarak, yaşamı kabına sığamayan bir güç duygusu olarak kavrarlar. vermek ve bahşetmek isteyen bir zenginlik bilincine sahiptirler. soylu insan, kendi üzerinde güç uygulayan bir varlık olarak kendisinden gurur duyabilir. ama bunu yalnızca, kendisini daha düşük düzeylerden ayıran mesafe pathosu aracılığıyla başarabilir. oysa köle ahlakı tipi, yani zayıf ve ezilmiş olanın ahlakı, tüm insansı koşullar hakkında kötümser bir kuşkuculuğa yol açar. köle, güçlünün erdemlerine kötü gözle bakar; varoluşunu kolaylaştırmaya hizmet edecek olan acıma, tevazu ve sabır gibi vasıflara saygı duyar.

modernliğin son derece muğlak bir bireycilikle karakterize edildiği göz önüne alınırsa yeni bir etik yaşam nasıl mümkün olabilir? bir yandan, herkes için bireysel özgürlüğün sağlanması ilerici bir atılımı yansıtır. ama öte yandan, potansiyel olarak yıkıcı ve baskıcıdır; değerleri ve inançları yalnızca kendi dar perspektifinden yorumlayan burjuva bencilliğinin saltanatıdır.

devletin, yasanın ve adaletin varoluşu, saf ahlaka dayanmanın yetersizliğinin bir sonucudur. devlet basitçe egoizme son vermek için kurulmaz; bunun yerine bencil bireylerin çoğulluğundan kaynaklanan zararlı sonuçları etkisiz hale getirmek üzere kurulur.

7.08.2010

sosyete

virginia woolf

o zamanın, daha doğrusu herhangi bir dönemin londra sosyetesinin gerçekçi bir tanımı yaşamöykücünün ya da tarihçinin yeteneklerini aşar. yalnız gerçeği pek gereksinmeyip ona hiç saygı duymayanlara -şairlerle romancılara- güvenilebilir bu konuda; çünkü bu gerçeğin zaten var olmadığı durumlardandır. hiçbir şey yoktur. her şey bir miyasmadan, seraptan ibarettir. bunu şöyle açıklayabiliriz: orlando sabahın üçünde ya da dördünde bu şölenlerin birinden eve yanakları bir noel ağacı, gözleriyse yıldızlar gibi gelebilirdi. korsesinin bir bağını çözer, odayı yirmi kez arşınlar, ikinci bağı çözer, durur, odayı yine arşınlardı. çoğu kez o yatmaya karar verdiğinde güneş southwark bacalarının üstünde ışıyor olurdu ve sonunda uyuyakalmadan önce bir saat ya da daha uzun bir süre bir o yana bir bu yana döner, gülüp şarkı söylerdi. tüm bu heyecanın nedeni neydi dersiniz? sosyete. peki sosyete aklı başında bir hanımı böylesine heyecanlandıracak ne demiş, ne yapmış olabilirdi? açıkçası, hiçbir şey. ertesi gün orlando ne kadar kafa patlatırsa patlatsın, "bir şey" nitelemesini hak edecek tek bir sözcük bile anımsayamazdı. lord o. pek nazikti. lord a. pek terbiyeli. c. markisi pek hoş. bay m. eğlenceli. ama sıra onların nezaketinin, terbiyesinin, hoşluğunun ya da nüktedanlığının ne içerdiğine gelince, belleğinin yanıldığını düşünmekten başka çaresi kalmazdı; çünkü tek bir şey bile gelmezdi aklına. bu her zaman böyleydi. ertesi güne hiçbir şey kalmıyordu; ama onu heyecanı yoğundu. demek sosyetenin, hani şu marifetli ev sahiplerinin, noel zamanı sıcak sıcak sundukları, tatları bir düzine farklı maddenin kıvamınca birleştirilip karıştırılmasına bağlı içkilerden biri olduğu sonucuna varmak zorundayız. bu maddelerden birini ayıracak olursanız, kendi özünde yavandır. lord o.'yu, lord a.'yı, c. markisi'ni ya da bay m.'yi ayırın, her biri kendi başına bir hiçtir. hepsini birbirine karıştırın, birlikte tatların en esriticisini, kokuların en baştan çıkarıcısını yayarlar. yine de bu esrime, bu baştan çıkarıcılık hiçbir biçimde çözümlenemez. demek ki sosyete hem her şeydir hem de hiçbir şey. sosyete dünyanın en güçlü iksiridir ve sosyete diye bir varlık kesinlikle yoktur. bu tür hilkat garibeleriyle ancak şairler ve romancılar başedebilirler; onların eserleri böyle bir şey-hiçbir şey-lerle tıka basa doludur ve bu konuyu en iyi dileklerimizle onlara havale etmekten mutluluk duyarız.

ona girebilmek her iyi aile çocuğunun hedefiydi. kibarlıktan geçilmiyordu. babalar oğullarını, anneler kızlarını yetiştiriyorlardı. her iki cins için de adabımuaşeret bilimini, baş eğme ve diz kırma sanatlarını, kılıç ve yelpaze kullanımını, diş bakımını, bacakların yönetimini, diz esnekliğini, bir odaya girip çıkmanın yolunu yordamını ve kendi de sosyetede bulunmuş herhangi bir kişinin anında aklına gelebilecek binlerce başka şeyi içermeyen bir eğitim eksik sayılıyordu.

kanser

truman capote

bütün astroloji kitaplarımı attım. tanrının belası gezegendeki her yıldız için bir dolar harcamışımdır. çok sıkıcı; ama iyi olursan, aldığın cevaplar da iyi oluyor. iyi ile demek istediğim, daha doğru.. ama yasalara uygun doğruluk değil bu -eğer günün neşesine bir şeyler katacak diye düşünürsem, mezar hırsızlığı yapıp, ölü bir adamın gözlerini de çalabilirim. her şey olabilirim, fakat bir korkak, bir gösterişçi, heyecanlı bir dolandırıcı ve bir orospu değil. namussuz bir kalbim olacağına kanser olayım daha iyi. bu söylediğim dindarca bir şey değil. yalnızca hayat dersinden öğrendiğim bir şey. kanser insanı soğuklaştırır, ama öbürü de muhakkak aynı şeyi yapar.

6.08.2010

ruhul kudüs

ercüment behzat lav


avrupalı isa sırasına göre ihtilalcidir
içlidir sofudur sırasına göre
affeder geldi mi işine
kin güder gelmedi mi de
zulmü sevmez çekinmez zulümden de

dostluğu düşmanlığı da açıktır
ara sıra haksızlığa başkaldırır
her şeyi bağlamaz oluruna
ama iş afrika'ya geldi mi han-ı yağma

2
ne devrimcidir ne de ihtilalci amerikalı isa
makine insan tipi iş adamı
hasmını kündeden atmak günah mı

sandık başında oy pusulası
birdir yeni dünya'nın siyahıyla beyaz'ı
bir yanıl da sandığa yaklaş
biter ensende beyaz'ın sopası
yaşasın insan hakları beyannamesi
sonsuz hürriyet içindeler
karası kızılderilisi melezi

3
afrikalı isa tam isa'dır
kin gütmez affeder unutur
sabrı sonsuzdur

hoş görmeli fenalığı
böyle buyurmuş beyaz tanrı
sefalet onun cilvesi
lütfu inayeti hediyesi
bu çilenin mükafatını kara böcekler
ahrette görecekler
ruhlarının akıyla çıkarlarsa bu sınavdan
cennet bahçelerinden derecekler
dünyada erişemedikleri nimetleri
kara böcekler

hak teala hazretleri
karaları sınamak için yarattı
beyaz efendileri

peygamber'in son beş günü

tahsin yücel

devrim, insanlık tarihinin henüz doğmamış güneşidir.

devrimcilik kafa işidir. devrimci kuramı anlamak için tarih, ekonomi, felsefe, toplumbilim; hatta matematik bilmek gerekir; ama bir yerde de haksızsınız; çünkü kılgısal olarak, devrim hepimizi ilgilendirir; çünkü devrim hepimizin kurtuluşu demektir.

duyarlılık şiirin en büyük düşmanıdır.

böyle pek geç sayılmayacak bir saatte sokaklarda kendisinden ve köpeklerden başka kimse bulunmamasını, kenterlerin, belki de başlarına geleceklerden korkarak, erkenden inlerine çekilmelerini devrim açısından umut verici ama insanlık açısından yüz kızartıcı buldu. kendisi hep dışarıda, alabildiğine devingen bir yaşam sürermiş gibi, "böyledir bunlar" diye mırıldandı, "hep köşelerine çekilirler. her şeyden korkarlar, ödleri kopar. bunun için, yeryüzünde bugüne dek faşizmin kol gezmiş olmasına şaşmamak gerekir: kenter eşit bencillik, bencillik eşit faşizm."

devrimcidir, bir kavganın adsız neferidir; ölen babasından ileri, doğacak çocuğundan geridir.

o yaman devrimciler, o mangalda kül bırakmayan kuramcılar en güzel arabalara binip gittiler. çokları yeni efendilere bağlandı, bağlanmayanları da öldü ya da içerde. türk proleteryasının o yiğit insanları ise almanya'da, hollanda'da, belçika'a, fransa'da sokakları süpürüyorlar, o güzel arabalara binip buraya geldikleri zaman da patron ayaklarına yatıyorlar. burada kalanlar, yani gerçek türk proleterleri ise, kendilerine proleter demeye kalkarsan, "sen soylu türk işçisine nasıl proleter dersin?" diye üstüne yürürler, belki de mahkemelerde süründürürler seni.

ozanlığın emekliliği yoktur, yaşam boyu sürer, tıpkı devrim gibi.

komünistler insanların zararına değil, yararına çalışmışlardır her zaman, her zaman da çalışacaklardır.

ruhu güçlendirmek

konstantinos kavafis


ruhunu güçlendirmek isteyen
aşmalı bağlılık ve saygıyı
kimi yasalara uysa da
çoğu çiğneyecek
yasayı ve alışılmışı, çiğneyip geçecek
yerleşik, dar kalıpların ötesine
tensel hazların öğreteceği çok şey var ona
yıkıcı eylemden korkmamalı
(evin yarısı yerle bir olacak elbet)
bu yoldan erdemle boy verilir bilgeliğe

5.08.2010

otobiyografi

orhan veli kanık



ben orhan veli
"yazık oldu süleyman efendiye"
mısra-ı meşhurunun mübdii
duydum ki merak ediyormuşsunuz
hususi hayatımı
anlatayım
evvela adamım, yani
sirk hayvanı falan değilim
burnum var, kulağım var
pek biçimli olmamakla beraber

evde otururum
masa başında çalışırım
bir anne ile babadan dünyaya geldim
ne başımda bulut gezdiririm
ne sırtımda mühr-ü nübüvvet
ne ingiliz kıralı kadar
mütevazıyım
ne de bay celal bayar'ın
ahır uşağı gibi aristokrat
ıspanağı çok severim
puf böreğine hele
bayılırım
malda mülkte gözüm yoktur
vallahi yoktur

yayan dolaşırım
mütenekkiren seyahat ederim
oktay rifat'la melih cevdet'tir
en yakın arkadaşlarım
bir de sevgilim vardır, pek muteber
ismini söyleyemem
edebiyat tarihçisi bulsun

ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım
meşgul olmadığım "ehemmiyetsiz"
sadece üdeba arasındadır

ne bileyim
belki daha bin bir huyum vardır
amma ne lüzum var
hepsini sıralamaya
onlar da bunlara benzer

fırtınaya hazırlık

baki ayhan t.



kadını bilene her ten yeni bir mucizedir

hayat, bir sarmalın izini sürmektir
tırmanmak basamaksız merdivenlerden
geleceği boşluklarda görmektir

ne kayıt ne bilgelik ne erdem ne gökyüzü
dağılıyor her şey suçun ağırlığında

tarih uzundur, uzun bir sonsuzluktur
şimdi: geceye direnen uykusuzluktur

kendini arar gecenin ısrarcı uğultusunda
zamanları şaşırmış bir nöbetçidir insan

durup dururken değişir nesnelerin dili
pencereye gökyüzü denir kapıya zaman
ve dudaklardaki çatlağa dolar sevgili

zamanın mevsimlere saldırısıdır
yokluk güldürüsüdür şimdilerde hayat

bozulur büyü, yavaş büyür alışkanlıklar
uzaklar yakın olur düşteki sarsıntıya

kendi yağmuruyla ıslanan ten yalnızlığı
dağınık gökkuşağı altında ölü bir kuş

kadın: bir şey değildir değilse kendi

4.08.2010

müzik ve muhalefet

halil turhanlı

gerçek çocuklar olabildiğince çabuk büyümek, yetişkinler dünyasına bir an önce tutunmak isterler. bilge ise, içinde hep bir çocuk taşıyan adamın öteki adıdır.

yeni sol için müzik yapmak, düşünce beyan etmekti. bir şiir/şarkıyı herkes anımsayabilirdi. bir bildiride yazılanları ise çok az kişi. rock, avant-garde'ın kıyılarına ulaştığında, iktidarla sıkı ilişki içindeki teknolojiye meydan okuyuş iyiden iyiye belirginleşiyordu.

parti politikalarına politikacı ve ideologlar yön verir, hareketlere ise azizler.

beat, değişik anlamları olan bir sözcük: hırpalanmış, toplum dışına sürülmüş. mutluluk veren ya da kutsal huzur anlamlarına gelen "beatific" ve "beatitude" sözcükleriyle de ilişkili. fakat "beat" aynı zamanda bir hayat tarzını, bir yazın ve sanat akımını, kültürel bir fenomeni, bir protesto hareketini ifade ediyor. bir diğer anlatımla, 1950'lerin amerika'sında bir kuşağın ruh halini, topluma karşı tavrını açıklıyor. jack kerouac tartışmasız, bu kuşağın "vaftiz babası" ve önde gelen sözcüsü.

mccarthy döneminde "yola çıkmak" başlı başına bir protestoydu. yolculuk, o budala ve baskıcı toplumdan firar etmekle eş anlamlıydı ve doğrudan eylemin yerini almıştı.

rock; bir tavır, daha açık bir deyişle, bir kafa tutma, "challenge" olarak doğdu ve muhalif bir kesimin duygu ve düşüncelerinin taşıyıcısı oldu. 1960'larda ingiltere'de önce işçilerin meyhanelerinde duyulmaya başlandı ve kısa süre içinde ana babaların dayattığı özlemleri reddeden, yerleşik toplumsal ilişkilere tepki duyan, toplumdaki yabancılaşmadan kurtulmak isteyen, yeni bir dünya düzeni kurmayı düşleyen geniş bir gençlik kitlesini kendisine çekti.

punklar, 1970'lerin yitik çocuklarıydılar. onları işsizlik oranının yükselişi ve sterlinin değer yitirişi doğurmuştu. punk toplulukları ise müziklerinde bu yabancılaşmış gençliğin öfke ve enerjisini birleştiriyorlardı.

alex cox'a göre, sid ve nancy'nin ölümleri birbirini tutkuyla seven iki eroin bağımlısının aralarında vardıkları bir intihar anlaşmasıydı. yönetmen, intihar anlaşması varsayımında, luis bunuel'in öz yaşam öyküsünde sözünü ettiği öğrenci çiftin karşılıklı intiharlarına dayanıyor: "belki de gerçekten tutkulu bir aşk, yoğunlukta doruğuna ulaşmış yüce sevgi, yaşamın kendisiyle bağdaşamıyor. belki de çok büyük, çok güçlü. yalnızca ölümde var olabiliyor."

demir parmaklıkların, dikenli tellerin ve işkence odalarının dört bir yanı kapladığı, işlerin gün be gün boktanlaştığı şu dünyamızda kör ve sağır olmayan, eşitlik düşü kurabilen kaç kişi kaldı?

3.08.2010

arayış

zülfü livaneli

insanlar neyi niçin yaptıklarını bilmezler. onları hormonları yönetir ama bunun farkında olmazlar, kendi iradeleriyle davrandıklarını sanırlar.

sağlıklı bir kızsın, beynin durmadan hormon salgılıyor ve bu yaşta yoğun biçimde bu hormonların etkisi altındasın. bu da çok normal. sen özgür olduğunu, kararlarını kendinin aldığını sanıyorsun ama mutlak bir kölesin aslında. o küçük bir soğana benzeyen organın kölesi.

beynindeki hipofiz bezinden söz ediyorum. neslin devamı için sana çocuk yaptırmak istiyor. bunun için de çiftleşip çocuk yapacak uygun bir erkek arayışı içindesin. yana yakıla bebek istediğini sanıyorsun ama aslında isteyen sen değilsin, o.

bütün kadınlar çocuk sahibi olmak ister; ama belli bir yaşta. sonra o ihtiyaç ortadan kalkıverir. bebeği yaptıktan sonra da hipofiz, seksten çok, beslenme, koruma, sahip çıkma talimatları yağdırır. ta ki menopoza kadar.

o zaman diktatör talimatlarını yine değiştirir ve artık kadının bencilleşmesini, kendi rahatına bakmasını emreder. zaten doğa açısından, yaşamasıyla yaşamaması birdir artık. çünkü görevini yerine getirmiş, neslin devamını sağlamıştır.

2.08.2010

semerkant

amin maalouf

hiçbir şeye şaşırma, hakikatin de insanların da iki yüzü vardır.

öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir.

ömer hayyam: cennet de sende, cehennem de.

titanic 1912 yılında nisan'ın 14'ünü 15'ine bağlayan gece, newfoundland açıklarında battığında kurbanların en ünlüsü bir kitaptı: iranlı şair, gökbilimci, bilge ömer hayyam'ın rubaiyat'ının mevcut tek yazma nüshası.

var mı dünyada günah işlemeyen, söyle
yaşanır mı hiç günah işlemeden, söyle
bana kötü deyip kötülük edeceksen
yüce tanrı, ne farkın kalır benden, söyle (ömer hayyam)

dört şehir; semerkant, mekke, şam ve palermo isyan yıldızı altında doğmuştur! yöneticilerine asla kendiliklerinden boyun eğmez, olsa olsa zorla hizaya sokulurlar; kılıçla çizilmedikçe hak yoluna girmezler. peygamber mekkelilerin kibrini kılıç zoruyla alt etti.

ömer hayyam: zamanın iki yüzü var, iki boyutu; uzunluğunu güneşinseyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular.

tıp, sıhhatlerini koruyup ömürlerini uzatmak; astroloji de bahtlarını kollamak için gerekli olduğundan, hükümdarlar bu iki ilmi hep el üstünde tutmuşlardır.

"denizden komşu, hükümdardan dost olmaz."

"alimlerin yazılarından yarına ne kalacak? sadece kendilerinden öncekiler hakkında söyledikleri kötü şeyler. ötekilerin kuramlarında çürüttükleri ne varsa, hatırlanacak; ama kendi tasarladıkları da kaçınılmaz bir şekilde onların ardından gelecekler tarafından yok edilecek, gülünç duruma düşürülecek. ilmin kanunu budur; şiirde ise böyle bir kanun yoktur, kendinden önce gelmiş hiçbir şeyi yadsımaz ve ardından gelenler tarafından da yadsınmaz, huzur içinde aşar geçer yüzyılları."

kim görmüş bu cenneti, cehennemi
kim gitmiş de getirmiş haberini (ömer hayyam)

bir şehirden geriye, yarı sarhoş bir şairin onun üzerinde dolaşan umursamaz bakışlarından başka bir şey kalmaz.

hayyam, üçüncü dereceden denklemleri ele alan çok ciddi bir eser yazmaya girişti. bu cebir eserinde hayyam, bilinmeyen sayıyı göstermek için arapçadaki "şey" terimini kullanmış; ispanyolların ilmi eserlerine "xay" olarak geçen bu kelime zamanla kısaltılıp sadece ilk harfine indirgenmiş, sonra da "x" tüm dünyada bilinmeyen sayının simgesi haline gelmişti.

ömer hayyam: bazen camiye giderim, orası gölgeliktir, güzel uyku çekilir.

tecavüzden daha kötüsü önceden haber verilerek yapılan tecavüzdür; önüne geçilemeyen canavarı edilgen, alçaltıcı bir biçimde beklemektir.

"ne adımdan dolayı yolumu ne de yolumdan dolayı adımı değiştiririm."

islam şehirlerinin; mekke, medine, ısfahan, bağdat, şam, buhara, merv, kahire, semerkant'ın aslında ne olduklarını hiç unutma: bir anlık gafletle yeniden çöle dönecek vahalardan başka bir şey değil onlar. her an çıkabilecek bir kum fırtınasının insafına kalmışlar!

"hayat yangın gibidir. yoldan geçenin unuttuğu alevler, rüzgarın önüne katıp savurduğu küller; işte bir insan ömrü gelip geçmiştir."

"benim gözümde adam öldüren her dava cazibesini yitiriyor. ne denli güzel olursa olsun, çirkinleşiyor, bozulup alçalıyor. ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz."

ne bilginler geldi, neler buldular
mumlar gibi dünyaya ışık saldılar
hangisi yarıp geçti bu karanlığı
birer masal söyleyip uykuya daldılar (ömer hayyam)

ömer hayyam: şu alacalı bulacalı yeryüzünde bir adam dolaşır; ne zengin ne yoksul, ne mümin ne kafir, yaltaklanmaz hiçbir hakikate, saygısı yok hiçbir kanuna.. şu alacalı bulacalı yeryüzünde, bu yiğit ve hüzünlü adam kim ola?

dara ile büyük iskender'in orduları karşı karşıya gelince, makedonyalı'nın danışmanları pers askerlerinin çok daha kalabalık olduğunu hatırlatmışlar. iskender güven içinde omuz silkmiş: "benim adamlarım yenmek için, dara'nınkiler ölmek için savaşıyor!" demiş.

cemaleddin afgani: zorbalık doğu'nun halklarını ezmeye ve yobazlık onların özgürlük çığlığını boğmaya devam ediyor. ve sen, büyük umutlarımı bağladığım iran halkı, bir adamı ortadan kaldırarak özgürlüğüne kavuşabileceğini sanma. yüzlerce yıllık geleneklerin ağırlığını sarsmayı göze alman gerek.

bir felaket ne kadar geç gelirse o kadar iyidir!

günümüzde seyyahların hep acelesi var; telaş içinde, her ne pahasına olursa olsun diyerek geliyorlar; ama gelmek bir yolun sonuna varmak demek değil. insan her menzilde bir yere varır, her adımda gezegenimizin gizli kalmış bir yüzünü keşfedebilir; bunun için bakmak, istemek, inanmak, sevmek yeterli.

yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun
çok uzun bir hikayeyi özetlemek gerekirse
derim ki çıkmış ummanın derinliklerinden
sonra umman yutuvermiş onu yeniden (ömer hayyam)

insan kendini ne kadar hazırlamış, bir duvarın ardına ne kadar iyi mevzilenmiş olursa olsun, ölüm diye uluyarak dosdoğru üzerine yürüyen zincirlerinden boşanmış bir kalabalığın görüntüsü herhalde yaşanabilecek en ürkütücü deneyimdir.

kralına karşı haklı olan bir vekil, kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir nefer; bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılmaz mı? zayıflar için, haklı olmak bir suçtur.

içinden çıkılmaz kaotik bir durum karşısında, hep bundan kurtulmak için yüzyıllar gerek, diye düşünülür. ama birdenbire bir adam ortaya çıkar ve ölüme mahkum olduğu düşünülen ağaç sanki sihirli bir değnek değmiş gibi yeniden yeşillenir, yaprakları biter, meyve verir, dibine gölgesi düşer yeniden.

1.08.2010

şehir

konstantinos kavafis


"bir başka ülkeye, bir başka denize giderim" dedin
"bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet
her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim
aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede
yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede"

yeni bir ülke bulamazsın, bir başka deniz bulamazsın
bu şehir arkandan gelecektir. sen aynı sokaklarda
dolaşacaksın gene. aynı mahallede kocayacaksın
aynı evlerde kır düşecek saçlarına
dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. başka bir şey umma
ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de

geceyarısı ansızın duyarsan
eşsiz ezgilerle, naralarla
görünmeyen bir alayın geçtiğini
boş yere ağlama, talihin döndü
hiçbir iş başaramadın, her düşün boş çıktı diye
nicedir hazırmış gibi, bir yiğit gibi
veda et ona, o iskenderiye'ye
hele kendini aldatmaya kalkma, deme ki
bir düştü bu, belki yanlış duydum
böyle boş umutlara kapılacak kadar alçalma
nicedir hazırmış gibi, bir yiğit gibi
böyle bir şehre layık olan sana yaraşırcasına
kararlı adımlarla yaklaş pencereye
duygulanarak dinle; ama korkakların
yanıp yakılmalarıyla değil
son bir kez doya doya dinle o sesleri
o gizli alayın eşsiz çalgılarını
sonra veda et ona, yitirdiğin iskenderiye'ye