10.11.2014

boğaziçi şıngır mıngır

salah birsel

sultan murat han, hezarfen ahmet çelebi'ye bir kese altın bağışlayarak "bu adam pek korkulacak bir adamdır. her ne istenilse elinden geliyor. böyle kimselerin yaşaması doğru değildir." diye cezayir'e sürmüştür. anda merhum oldu.

iv. murat, revan'ı ele geçirdikten sonra, emir gûne yusuf han'ı istanbul'a getirmiş, emirgan'da bir bahçe yaptırarak, onun yemesine içmesine bırakmıştır. bahçedeki bütün yapılar acem yüzlüdür. dört duvarı billur bir hamamı da vardır. bülbüllerin yuvalarında yavrularını fırt fırt beslemeleri ta buradan görünür. o zamanlar ağzı laf yapan herkes emir gûne bahçesinden açar. bahçe silme güllüktür. pulat yapılı sultan murat'ın ölümünden sonra 1640 yılında, osmanlı tahtına çöken deli ibrahim de bahçenin güzelliğine vurgundur. sadrazam kemankeş kara mustafa paşa bahçeyi padişah mallarına katmak için yusuf han'ı öldürtmekten başka çare bulamaz. bunun için sağlam bir nedeni de vardır. yusuf han'ın iran'a kaçabilme olasılığını, oh ki oh, kökünden kazıyacaktır. ne ki, sultan ibrahim, emir gûne'nin 14 temmuz 1641 günü idam edilmesinden sonra burayı, içindeki görkemli sarayla birlikte sadrazamına bağışlamayı yeğ tutar.

dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmak konusunda da gösterebilmiş olsun.

insanları en iyi nişanlar uyutur.

bülbül: bülbüller içkiye düşkündür. buldular mı bir dolu içerler. ama bu gerçeği bilginler değil, tarihçi reşat ekrem koçu'nun annesi zağralı hacı fatma hanım saptamıştır. bunun için de bülbülleri günlerce, göztepe'deki evinin bahçesinde, dürbünüyle gözetlemiştir. fatma hanım gözlemlerini şöyle dile getirir: "bir bülbül ala sabah, sözgelişi bir vişne ağacına gelip konar. yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider. akşam, yine gelir. vişnenin kuş gagasıyla deşilen yerinde meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap oluşmuştur. kuş, akşamın "garipler sersemliği" denilen bu son saatinde bir iki vişneden kendi elceğiziyle hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir, birkaç külhani ıslık öttürür. kadehler beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. ortalık iyice karardığı için küçük esmer kuş göze görünmez ama sesi ağaçtadır. belki de içkiyi sürdürmektedir. artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar."

sözüne inanılmayacak kişiler, ozanlar değil, tarihçilerdir.

pierre loti: ömürleri boyunca türkiye'ye ayak atmamış ve türkleri tanımamış olan batılıların, önyargılara dayanarak türklerin yaşamı üzerine düşünceler ileri sürmeleri insanı çileden çıkarıyor. yeni döndüğüm amerika'da da durum bundan başkası değil. orada da türklerden açıldığı vakit "asya aşiretleri", "barbarlar" gibi sözler kullanılıyor. oysa yeryüzünde türklerden daha yürekli, daha gözüpek, daha dürüst ve kendi halinde bir ulusun varolduğunu sanmıyorum. ne ki, okullarımızda okuyan, bulvarlarımızda kişiliklerini yitiren kimi türkleri hesaba katmıyorum. ama halk, gerçek halk, küçük esnaf ve köylüler.. bunlardan daha iyi insanlar bulunabileceğini düşünemiyorum. hiçbir yerde türkler kadar yoksullara, güçsüzlere, küçüklere acıyan ve sevgi duyan, ana babaya saygı gösteren birine rastlayamazsınız. onlar hayvanlara acımakta da bizden ileridirler. istanbul'un başıboş köpekleri büyük bir hoşgörü ile yüzyıllardan beri rahatça ömür sürmektedirler. türkler, yağmur altında kalmış bir köpek yavrusu gördükleri vakit, hemen sokağa fırlar, üstünü kilim parçalarıyla örterler. kedilere gelince, bunlar hiçbir zaman sokaktan gelip geçenlerin önünden çekilmez. çünkü türkiye'deki insanların kendilerine ilişmemek için yollarını değiştireceklerini bilirler.

hoca hayret efendi: fuhuş iyi şiire engel değildir.

"nevcivanım efendim, zülf-ü kemendim, meyhane dükkanında şehlevendim, oruç ve namazın kazası var, sıkıntılarla geçen içkisiz günlerin kazası yok. siz civanım meyhane miçosu ile yolladığınız çağrı, kulunuz için ağız miski olmuştur. gerçek şudur ki, kapımızda, duziko dolu taze bardak, yalın ayaklı, yarım pabuçlu içki bulunmaz. efendim, kalpten kalbe yol vardır. bu kulunuza haberiniz geldikte, gönül evimize sevinç gülsuları saçılmıştır. anzarot efendi, kaygıya ne gerek, ayağınıza yüzüm, gözüm sürerim, sizinle elbet murada ererim. bizim dahi aklımız sizin yanınızdadır. yiğitler içinde, yaptığı iyiliği başa kakmayan güzelim, bugünkü akşam, iskele gazinosu'nda zanu-ber zanu (diz dize) içmek edelim. durmaz ağlar gözlerim, siz civanımı özlerim. ahu bakışların merdane, kadehe dökülüşün levendane, içkiler arasında bir tane, mavi camlar içinde gördüğüm deli pehlivana yazıldı bu name. gözümün ışığı, gönlümün sevinci, aşk yarasının kafuri merhemi efendim, tez gelelim, tez buluşalım. bir altın mineli saat, kordonuyla birlikte, yanıklığımızın küçük bir armağanı olmuştur. bu saatin akrebi yedinin, yelkovanı da on birin üstüne geldi mi, bilin ki, biz de iskele gazinosu'ndayız."

"fikret ey dil ki doğduğun vakit
halk handan idi ve sen giryan
ana say et ki öldüğün vakit
halk giryan ola ve sen handan"

ahmet mithat efendi'nin kütüphanesinde çerkezce, arapça, farsça, fransızca, ingilizce, italyanca, bulgarca, latince, yunanca, her dilde kitaba rastlayabilirsiniz. ahmet mithat efendi çerkezce, farsça, arapça ve fransızcayı kendi dili gibi konuşur ve yazar. öteki dilleri ise sadece okur ve anlar. bu kitaplığa her hafta, dünyanın çeşitli yerlerinden, kocaman paketler içinde, yeni yeni kitaplar, dergiler, gazeteer gelir. ahmet mithat kitapları dikkatle okur, kimi satırların altını çizer. sonra da onları numaralayarak, büyük bir özenle, kitaplığının raflarına yerleştirir. böylece istediği bir kitabı, istediği vakit şaşılacak bir hız ve kolaylıkla bulur. yaşamında en sevdiği şey kitaptır. parasını, pulunu, malını herkese dağıtır; kitaplarını ise okumak için bile kimseye vermez. "gelin burada istediğiniz kitabı çekin okuyun. ama götürmece yok." der.

kethüdazade mehmet arif efendi köpeklere pek düşkünlük gösterir. onları kedilerle bir çatı altında barındıramadığı için de çokluk sokakta besler. evden çıkarken cebini ekmekle doldurur, yolda önüne çıkan köpeği "oh, afiyetler olsun. oh, yağ olsun." diyerek doyurur. bir gün, bir köpeğe bir ekmek parçası fırlatmıştır ki, kıtmir'in torununun torunu ekmeği ağzına alıp bir iki adım uzaklaştıktan sonra durmuş, geriye dönüp arif efendi'ye acıklı kuyruklar sallamaya başlamıştır. kethüdazade yanına yaklaşınca da yeniden ilerlemiş, yine durup arif efendi'ye zulümlü bir bakış zula etmiştir. arif efendi de "bunda bir iş var." diyerek hayvancağızı izlemeye koyulmuştur. köpek gitmiş, arif efendi gitmiştir. köpek gitmiş, arif efendi gitmiştir. ıhlamur deresi'nin ordaki köprüye gelinmiştir. meğer köpek köprü altında yavrulamış, onları kethüdazade ile tanıştırmak istiyordur. o günden başlayarak, yavrular büyüyünceye değin, arif efendi ıhlamur'a taşınır. hazret, hacca giderken de kedilerini unutmamış, seyit ağa adıyla anılan bir dostuna bolca para bırakarak, onların ciğerlerini eksik etmemesi için sıkı tembih geçmiştir.

padişahların sarayına giren en güç şey doğruluktur. onların çevresindeki kişiler, doğruluğu kendilerinden bile saklarlar. bunların ilgisini çeken şey sadece buyurganlığın tadı içinde ve ortasında yaşamaktır. halkın çektiği acı, yine halkın tembelliğindendir sanırlar. ve devletlerin güçten düşmesini, çaresi bulunmayan doğal olaylara bağlarlar.

i. ahmet sık sık beşiktaş bahçesi'nde görülür. orada "çinili köşk" diye anılan yedi kubbeli bir köşk yaptırırsa da (padişahlığı 1603-1617) oturmaya pek vakit bulamaz. ama oğlu ıv. murat -ki güreşte kırk fen, yetmiş bend, yüz kırk hava bilir- burayı pek çok keşkeklemiştir. 25 haziran 1629 salı günü de, yine köşkte iken, yanı başına korkunç bir yıldırım düşmüş, kendisine feleğini meleğini şaşırtmıştır. enderun ağaları ise yüzleri üzerine düşüp meclite büyük bir ürküntü yaratmışlardır. o gün huzurda hekimbaşı emir çelebi ile şair nefi de vardır. dahası, nefi'nin siham-ı kaza (kaza okları) adlı şiiri sultan murat'ın elinde bulunmaktadır ki, bu onun okunduğu anlamına gelir. yıldırım ortalığı birbirine katınca, sultan murat bu işlerin şair nefi'nin yergisi yüzünden başlarına açıldığını düşünerek hemen oracıkta şu ikiliği fırlatır:

gökten nazire indi siham-ı kazasına
nefi diliyle uğradı hakkın belasına

nefi bu şiiri gıkı çıkmadan kucakladıktan sonra padişah'tan bir de zılgıt yemiştir ki, bu zılgıtın içinde bir daha böyle yergiler yazmaması tembihi de vardır.