29.05.2012

sahipsizler *

bekir yıldız

ilkin kara bir yel esti günlerce. hafifi önüne kattı, güçsüzü yere yıktı. ardından ince, sonra kalın yolları sildi kar, bir bir. karadağın sivri doruğu düzleşince de, kurtlara yol göründü, meçmenbahir köyüne doğru.

bedrana, dizlerini örten yorganı kaldırdı. tandır ateşini eşeledi. yorgundu ateş.

"ben yatacağım" dedi.

naif, başını kaldırdı. bir süre baktı karısına. konuştuğunda dudakları titredi nedense.

"tandıra ataş bas" dedi. "bu gece, o mesele çözümlenecek."

bedrana korktu. şekeri suya düşmüş gibi, aceleciliğe yöneldi:

"viş" dedi. "ne meselesiymiş? he.. gözünün yağına kurban olduğum, gene indirip kaldırma."

başı öne düştü bedrana'nın. yüzü sarardı. korkudan yüreği pır pır etti.

naif, tandırdan çıktı. sıcağa alışmış ayakları üzerine dikilemedi hemencecik. keçeleşmiş bacaklarını ovaladı. bedrana'nın başı dikilmişti şimdi. kocasını izlerken, bedeni bir pençe korkuyla karılmıştı nedense. ilk gece bile böyle olmamıştı oysa. kocasının yumuşak davranışı umutlandırmıştı belki de onu. "hıı" demişti naif. "zorla olduysa, aceleye gelmesin bu iş. şehir kanunlarını belledik gayri."

naif, odanın kapısını açtı. geceyi, kar ışıklandırmıştı. bir hafta önce jandarmaya saldıkları adamın gittiği yöne doğru baktı. kurtlar uluyordu. dün geceye göre, daha beriye gelmişlerdi.

karın ak rengi kara oldu ansızın. dişlerini sıktı naif. tüm umutlarını yüzüne kapatırcasına, kapıyı çarptı.

eşitlikten bir parça tezek alıp tandıra vardı. yıkılmış ateş yavaş yavaş ayağa kalkıyordu şimdi.

naif, tandıra sokulduğunda, bedrana'nın uykudan arınmış gözleri üzerindeydi. bir süre bakıştılar. yel, odanın duvarlarını kudurgan deniz dalgaları gibi hırpalamamış olsaydı, belki de nefeslerini bile duyacaklardı birbirlerinin.

"gözlerin niye faltaşı gibi ayrıldı?" diye sordu naif ansızın.

bedrana'nın başı, kollarıyla kucakladığı ayakları üzerine düştü. tandırdan sıcak nefesi, yorganın bir tutamına yayıldı.

"senden korkmaya başlamışam" dedi. "gözlerin, benden bir şey alacakmış gibisine."

"he.." dedi naif. "ölmelisen gayri. günler var ki evden dışarı çıkamaz olmuşam. herkesin kulağı bizde. ha patladı, ha patlayacak. saldığımız adam da gelmedi. besbelli yollar kapandı."

"sabah olsun kurban olduğum. bakarsın hızır gibi çıkıp geliverir. hemin de iki candarmaylan."

naif, yüzünü buruşturdu.

"günlerin ardı yitti" dedi. "bu karda, kışta hökümat adamı kıpırdamaz yerinden. belkim de haberci ulaşamamıştır şehre. kurtlar, kuşlar ne güne.."

"suç bende mi ağam? zorla oldu. obada bilmiyen var mı işin esasını.."

naif, kuşağında sokulu olan tabancasını çıkarıp tandırın üzerine koydu. bedrana çıktı tandırdan. odanın bir köşesine gidip sindi.

"korkma ulan" dedi naif, güvenilir bir sesle. "vurmıyacağım seni. söz olsun. kadoların şahin'i değilim ben. onun başına gelenleri unutmamışam. şeherde hak-hukuk var deyilerdi, oğlanı attılar içeri."

bedrana, bir umut ışığı sezinlemişçesine atıldı hemen:

"eyi ya" dedi. "zorla olduğuna göre, ben açığa çıkamam, o alçağı içeri atarlar. daha ne?"

naif bağırdı ansızın:

"hani, nerde hökümat?"

bedrana emekleyerek biraz beri geldi. yalvarıyordu.

"bakarsın geliverir kurban olduğum. gün ışısın hele.."

"allahın günü çok, gözü yassı. hem, atalarım hökümat günü mü saymış? ulan, kadoların şahin'i, hökümat eline düştün de aklımızı çeldin. eski usulün gözüne kurban, eyi ile kötü kardaş mı olurmuş? kötünün canı, şeher kanunlarıylan yola mı gelirmiş?"

sustular bir süre. birbirlerine bakmıyorlardı şimdi. bedrana, boynunu bükmüş, gözleri dalıp dalıp gidiyordu.

naif, kolunun birini uzattı yavaşça. tandırın üzerindeki tabancaya koydu elini. aldı oradan. bedrana tabancalı eli görünce hopladı yerinden.

naif'in aklına yeni bir düşünce düştü o sıra. tabancayı tekrar koydu yerine. yüzü bir yumuşadı, bir iyilikten yana oldu ki, bedrana, tuttuğu nefesini, rahatlayıp boşaltıverdi.

odanın tavanına baktı naif. tavana, önce kavak ağacından kesilmiş mertekler sıralanmış, sonra hasır ve toprakla örtülmüştü. merteklerin birinde, kalınca bir halka vardı. naif'in gözleri bu halkaya takıldı uzunca bir süre.

bedrana da halkayı gördü. o, biliyordu bu halkayı zaten. karnında birkaç ay önce oluşan çocuğu için, gönlünün bir yerini ayırmıştı ona.

naif, pamuktan yumuşak bir sesle bedrana'ya sordu:

"ister misen" dedi. "bu işten, burnumuz kanamadan kurtulak?"

bedrana, kocasına bir daha yanaştı.

"bu da sorulur mu ağaların paşası" dedi. "gözüne kurban olduğum di, kansız çıkış yolunu söyle yiğidim."

naif, gözünün birini kıstı. bir süre düşündü.

"bak, avrat" dedi. "ben iğnenin deliğinden hindistan'ı görmüşem. yaşım yiğit emme, aklım şahtır. hemin hökümata, hemin de obaya, öyle bir oyun oynayacağam ki, şaşarsan. heyyof, demelisen, aklına, cümle alem kurban olsun demelisen."

"off.. zemzemlerin kameri de çatlasın işte.. eee?"

"asılacaksan."

dışarıda yağan kar, sanki bedrana'nın yüreğine yağdı ansızın.

"bu da ölmek" dedi. "sevinmek niye?"

naif, başını iki yana salladı umut verircesine:

"yalandan kız" dedi. "yalandan asacaksan sen seni."

"sözünün önü, ardından gür gele kurbanım, demek yalandan sallanacağam."

"he.. bize göz ışığı vermediler gevvatlar. ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atamazsın, vurmak düşer er kısmına. seni, ben bağışlasam baban, kardaşın sırada. bakalım onlar bağışlar mı? günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. oba kan ister benden."

bedrana, can kulağıyla dinliyordu kocasını. o susunca nefeslendi. ama gözlerini çevirmedi hiçbir yana. naif yeni bir şeyler düşündü bir süre daha. sonra, tabancasını tandırın üzerinden alıp kuşağına yerleştirdi.

"bak bedraney" dedi. "obamızda, şehre benziyen heç bir şeyimiz yoktur. kara dağlar yol vermez ki, ne gelinsin, ne gidilsin. okur yazarımız yok ki, hökümat kapısından içeri alsınlar. obanın sesi, soluğu ancak, birisi öldüğünde duyulur. kadoların şahin'ine ne demiş yeşil yakalı adam: yeni kanunda öldürmek kalktı demiş. gönüldür, sever de sevmez de. karın, mademki başkasıyla yatmış, heç sesini çıkarmıyacaktın, karın dostuyla bir olunca gelip haber verecektin. biz de gidip basardık onları, olur biter. ne biçim yeşil yakalı vatandaştır o, dağları hesap etmemiş, candarma gelinceye dek, günler, haftalar, aylar geçer, heç bilememiş. bunlar ne demeye getirmişler işi bedraney, anlamışam ben?"

naif sustu. yerinden kalktı. çengelin takılı olduğu merteğin altına gelip durdu.

"kalın urganımız var mı?" diye sordu.

bedrana da kalktı. kocasının yanına ulaşamadan bir titreme sardı bedenini. yalandan da olsa asılmaktan korkmuştu.

"var" dedi, lif lif olmuş bir sesle. "eşeğimize geçen güz almıştın ya bolcana."

"getir" dedi naif. "endeze düzmenin gereği yok gayri. vakit epeyce oldu. yarına hazırlanmalı. küçük kuşlukta asacaksan sen seni. yalandan. şimdi bir sefer sınıyalım hele."

bedrana, ansızın kocasının bacaklarına kapandı. ağlıyordu.

"yalandan da olsa korkmuşam" dedi. "başka bir mümkünü yok mudur? biliysen ki, zorla yapmıştır gevvat. benim hiçbir suçum yok. yedi cihan bunu böyle bilsin."

naif, bacaklarına sarılı kolları çözdü.

"biliyem" dedi. "zorla olmuştur. yoksa o saat kurşunlardım seni. emme haberin olsun, zorla morla baban, kardeşin gene de razı değil yaşamana. birkaç gün önce haber salmışlar. oba homurdanmadaymış. ilk sıra bende olmasa, çoktan ölmüştün. ve de kadoların şahin'i hökümat kanunlarının hışmına uğramasaydı, şimdiye dek ben de seni öldürmüş olacaktım, bal gibi. yeşil yakalı adam, sizin usuller tarihe karıştı demiş. kadoların şahin, kanunlardan hiç haberimiz olmadı, obamızda okuryazar yoktur. yoktur emme bir aracıyla gelip obada tellal bile dolaştırmadınız, yeşil yakalı ağam, demiş."

bedrana sabırsızlandı. yargıcın tutumunda, bir umut ışığı aradı.

"yeşil yakalı ağa, nasıl cevaplamış?" diye sordu.

"'bilmemek özür değil' demiş."

"sonra, ağama kurban?"

"babası hesapladı, ihtiyarlayınca salıvereceklermiş garibi."

"eee?"

"ne esi?"

"heç.. yani.. günah değil mi diyem bana, sana, kardaşıma, babama.. eyisi mi yalandan as beni. yere girsin şeher. kanunları bize göre değilmiş. as emme, yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?"

naif, sözcükleri dışarıya vermedi. uzunca bir süre aklında tuttu.

kurtlar pek yakındaydı şimdi. kapı açılsa, ulumalarıyla birlikte içeriye girivereceklerdi sanki. ve soğuğa güç yetiremiyen tandır, ihtiyarlamaya yüz tutmuş gecenin içinde naif'in ve bedrana'nın gönlünden çoktan silinmişti.

bedrana, bakışlarını kocasının dudaklarından silmeden bir kez daha sordu.

"yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?"

"bak bedraney" dedi. "bu çifte bir oyundur. hem yeşil yakalı adamı yaldatacağam hem de aşiretimizin üzerine çöken kara belayı silip süpürecağam. nasıl mı? küçük kuşlukta, sen kendini asmış gibi yapacağsan. ben koşup gelecağam. ve de seni kucaklayıp aşağıya alacağam. sen zaten, yalandan boynuna geçirmiş olacağsan urganı. yerde, usul usul kıpırdayıp sözde yeniden dirileceksen. bunu gören, duyan obalı, yiğit kadınmış, kendini astı emme, hüda rıza göstermedi diyecek. sonunda, atalarımızın koyduğu ölüm fermanı da kendiliğinden bozulacak. yeşil yakalı adama gelince.."

naif sustu. bedrana sabırsızdı ama.

"eee" dedi. "ya yeşil yakalı ağa?"

"onu da anlatıram. sen urganı getir. bir sefer sınıyalım hele."

bedrana duruyordu. nedense çözülmek istemiyordu yerinden. naif, omzuna dokundu yumuşacık.

"yalancak ölmeye bile nazlanisan" dedi. "deveden düşmüşsen, hop hopu arama. alt tarafı yalandan bedraney. di, nazlanma ha.."

"karayazım" dedi bedrana, duyulur duyulmaz bir sesle. sonra gidip urganı getirdi.

naif, her şeyi daha önce planlamış gibi, kaşla göz arası, halkanın alt hizasına ne kadar minder varsa yığdı.

"hadi, bedraney" dedi. "kancaya geçir. önce urganın bir ucunu boynuya göre halkala emme."

bedrana'nın ellerine bir titreme doldu. yüreği parpazlandı. o, bunun bir oyun olduğunu bildiği halde, bedeninin böylesine, süt gibi kesilmesine şaştı kaldı.

"can şirinmiş" dedi. "yalandan da olsa korkmuşam. düğümü sen at. çangala sen geçir."

"olmaz" dedi naif bilmişçesine. "her bir şeyi kendi elinlen ve de gönülden yapmalısan. oyunumuzun hüneri burda."

bedrana, urganı bir ucundan halkaladı güçlükle. sonra başını çengele doğru dikti. bu sıra naif, karısının taze bedeninin orta yerine kollarını dolayıp minderlerin üzerine hoplattı onu. bedrana, gönülsüz kalkan sağ kolunu uzatıp urganın bir ucunu halkaya geçirdi. sonra, yere inmek istedi.

"olmaz" dedi naif. "daha işin bitmedi. urgana düğüm vurmalısan."

naif, bacaklarından kavrayıp yukarıya verdi onu. bedrana bunu da başarmıştı. şimdi odanın ortasına yakın bir yerde, urgan sallanıyordu.

"iyi" dedi bedrana yumuşak bir sesle. "sabah olsun, takaram boynuma. yalandan olduktan sonra.."

naif, engel oldu karısına. şimdi titreme sırası ona sıçramıştı nedense. ama bedrana sezmedi kocasındaki bu değişikliği.

"sabah olanda asılacaktım, hani ya?" dedi bedrana, tekrardan. 

naif, sözcükleri tez tez sıraladı.

"doğru söylisen bedraney" dedi. "doğru söyliysen emme, bir sefer sınıyalım. oyunumuzu pekiştirmek gerek ceylan gözlüm."

gerçekten celanın sürmeli gözlerine benziyordu bu gözler. ve ömrünün yarısına bile bakamamıştı bu kara-ak ışıklar henüz.

bedrana, halkayı çenesinin altına getirdi.

"böyle mi olacaktı ağam?" dedi.

"biraz daha kaydır" dedi naif, çapaklı bir sesle. "boynuna iyice yapışsın. ha şöyle.."

bedrana, halkayı boynuna iyice yerleştirdi. kara gözleri aşağıya dönmüştü. naif'in bakışlarıyla buluştular.

bu sıra kurtlar, ulumalarını uzaklara taşıyorlardı küçücük adımlarıyla. naif de gün, horozların ağzına düşmeden, uzun bir süreden beri kurduğu ve bu gece oluşturduğu işini bitirmek istedi. karısının ayakları altındaki yastıklara bir tekme attı. ardından, bedrana'nın çırpınışlarına dayanamayıp gaz lambasını söndürdü.

* alıntılanan bu öykü kitapta "bedrana" adıyla yer almaktadır.