23.03.2012

ferdinand

stefan zweig


evet, biliyorum, milyonlardan ve yüz milyonlardan yalnızca biriyim ben. her sabah işe giderken evlerinden çıkan insanları görüyorum; uykularını alamamış, neşesiz, renksiz ve ruhsuz yüzlerle işe gidiyorlar; istemedikleri, sevmedikleri, hiç ilgi duymadıkları işlerine gidiyorlar hepsi de ve bu insanlar akşamları kurşun gibi ağırlaşmış bakışlarla, ayaklarına kara sular inmiş bir halde tramvaylara binip yeniden evlerine dönüyorlar; hepsi de sevmedikleri anlamsız bir işten ya da ne olduğunu anlamadıkları anlamlı bir şeyden yorgun ve bitkin düşmüşler. ancak onların hiçbiri yaşamın anlamsızlığının böylesine korkunç olduğunu bilmiyor ve bunu benim gibi hissetmiyor içinde.

onlar için ilerlemek demek, ayda on şilin daha fazla kazanmak ya da başka bir unvana, başka bir köpek markasına sahip olmak demektir; onlar akşamları toplantılara gidiyorlar ve orada kapitalist dünyanın batmasının yakın olduğu, sosyalist düşüncenin iktidara gelip dünyayı ele geçireceği, bunun yalnızca 10 yıl ya da 20 yıl sonra gerçekleşeceği ve işte o zaman kapitalistlerin başlarına nelerin geleceği konusunda anlatılan öyküleri dinliyorlar. ancak benim sabrım kalmadı, ben bekleyemem, ne 10 yıl ne de 20 yıl. otuz yaşındayım ve hala kim olduğumu ve bu dünyanın ne işe yaradığını bilmiyorum; pislikten, kan ve terden başka bir şey görmedim şimdiye kadar. beklemekten başka yaptığım bir şey yok, hep bekledim durdum ve hala da bekliyorum. artık aşağıda kalmaya, dışarıda olmaya dayanamıyorum, bu beni hasta ediyor; zamanın, altı delik ayakkabılarımın altından akıp gittiğini seziyorum.

yaşamlarından memnun olduklarını söyleyen bütün insanlardan nefret ediyorum; onlar beni öyle öfkelendiriyorlar ki, bazen rahatlarına bir yumruk atmamak için cebimdeki elime zor hakim oluyorum. şu yan masada oturan üç kişiye bir bakın. sizinle konuştuğumdan beri sinirimi bozuyorlar; nedenini bilemiyorum, belki de böyle neşeli olmalarını, aralarında aptal aptal şakalar yapıp eğlenmelerini kıskanıyorum. bir bakın onlara, işte şunlar, görünüşlerine bakılırsa biri tezgahtar olmalı, biri manifaturacı dükkanında çalışıyordur, bütün gün kumaş toplarını raftan indirir, metresi 1.80, gerçek ingiliz kumaşı, sağlam, bozulmaz ve modaya çok uygun diye müşteriye över ve sonra kumaş topunu yeniden yukarıya, rafa kaldırır ve başka bir top daha indirir, arkasından üzeri işlemeli şeritleri ve püskülleri indirir ve akşam olunca da evine gider ve yaşadığına inanır; diğer ikisinden biri belki gümrükte ya da postanede çalışıyordur; bütün gün sayılar, sayılar, yüz binlerce ve milyonlarca sayılar, faizler, faizlerin faizleri, zimmet ve kredilerle uğraşıp durur ve bunların kime ait olduğunu, kimin ödediğini, kime ödendiğini, kimin ve neden sahip olduğunu bilmeden akşamları evine gider ve yaşadığını sanır; üçüncüsü bilmem nerede çalışıyordur, belki bir devlet dairesinde ya da başka bir yerde; ancak giydiği gömlekten onun da bütün gün yazı yazdığını, aynı ahşap masaya oturmuş ve aynı canlı elle önündeki kağıtlara sürekli bir şeyler yazdığını çıkartabiliyorum.

bugün pazar olduğu için saçlarına briyantin ve yüzlerine neşe sürmüşler. ya futbol maçı seyretmeye ya da at yarışlarına gitmişlerdir ya da kızlarla birlikte gönül eğlendirmişler ve şimdi ne kadar akıllı, ne kadar becerikli, ne kadar çalışkan olduklarını söyleyip birbirlerine hava atıyorlardır; bir bakın, nasıl da rahatlar, yaşamlarından nasıl da memnun görünüyorlar, bir dinleyin bu pazar gününün dinlenmekte olan makinelerini, bu ödünç alınmış iş leşlerini, bir dinleyin onları, nasıl da gevrek gevrek gülüyorlar bu zavallı köpekler, zincirlerinden bir günlüğüne kurtuldular diye dünyanın kendilerinin olduğunu sanıyorlar, şimdi suratlarının ortasına bir iki tane patlatabilmeyi ne kadar isterdim!