20.10.2016

bulantı

jean-paul sartre

insanlık bulantıdır.

benim dostlarım bütün insanlardır.

günce tutmanın tehlikeli yanı budur sanırım. insan her şeyi büyütmeye, tetikte durmaya, doğruları durmadan zorlamaya kalkar.

varoluşmak için onların da birlikte bulunmaları gerekiyor.

insan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor: dostlarla birlikte inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor. olaylar da öyle. insan onlara da aldırmaz oluyor. bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip gidiyorlar. başını sonunu duymadığınız hikayelere dalıyorsunuz. duyduğunuzu anlatın deseler kötü tanıklık edersiniz.

ama ben insanların yanı başında, tehlikeyle karşılaşınca onların arasına sığınmaya iyice kararlı olarak yaşıyordum.

bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar! bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.

çok korkardık ondan, çünkü yalnız olduğunu sezerdik.

yedi dereden su getirip yalan söylememize bayılıyorum doğrusu.

britania otelinden çıkarken, yerde sürüklenen bir kağıdı almak istedim ama beceremedim. hepsi bu kadar; bir olay bile sayılmaz. ama doğrusunu söylemek gerekirse, bu olay ta içime işledi. artık hür olmadığımı düşündüm.

benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. çünkü canlı değillerdir. aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. onlar sadece yararlıdırlar. oysa, bana dokunuyorlar. çekilmez bir durum bu. onlarla bağlantı kurmak korkutuyor beni. sanki hepsi birer canlı.

saat üç. bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya da çok erken.

insanın içine kapanması için bundan elverişli gün olmaz. güneşin merhametsiz bir yargı gibi yaratıkların üzerine saçtığı bu soğuk aydınlıklar, gözlerimden içime akıyor; yoksullaştırıcı bir ışıkla aydınlanıyorum. kendi kendimden tiksinmenin doruğuna erişmem için on beş dakika yeter; eminim.

karanlık bastırınca, nesneler de ben de tenlerimizden sıyrılacağız.

adhemar de rollebon konuşurken tasvir yapmazdı. sesini yükseltip alçaltmaktan, el kol hareketi yapmaktan da kaçınırdı. gözlerini yarı kapalı tutardı. kirpiklerinin arasından gri gözbebeklerinin kenarı zar zor görülürdü.

1787'de moulins yakınlarında bir handa, filozofların etkisinde yetişmiş ve diderot ile arkadaşlığı olan bir ihtiyar ölmek üzereydi. civardaki papazlar, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı ama çabaları boşa gitmişti. ihtiyar, dinin son gereklerinin yerine getirilmesini bir türlü kabul etmiyordu çünkü heptanrıcıydı. hiçbir şeye inanmayan m de rollebon da o civardaydı. ihtiyarı iki saat içinde hıristiyan dinine döndüreceğini söyleyerek moulin papazıyla bahse girişti. papaz, bahsi kabul etti ve kaybetti. rollebon, sabahın üçünde işe girişti, ihtiyar beşte günah çıkarttı ve yedide öldü. papaz, "tartışma sanatında ne kadar güçlüymüşsünüz! bizi bile geçtiniz" dedi. rollebon: "onunla tartışmadım, cehennemden söz açıp içine korku saldım." diye cevap verdi.

yüzüm çirkin galiba. çünkü böyle olduğunu söylediler. bana dokunan bu değil. yüzüme böyle nitelikler verilebilmesine şaşıyorum aslında. bir toprak parçasına ya da bir kayaya güzel ya da çirkin demek gibi bir şey bu.

uzun zaman aynaya bakarsan, orada bir maymun görürsün.

yüzlerini yargılarken başkaları da benim kadar güçlük çekiyorlar mı acaba?

insanın kendi yüzünü anlayabilmesi belki de elinden gelmiyor. belki de tek başıma yaşadığım için böyle oluyor. topluluk içinde yaşayanlar kendilerini arkadaşlarına nasıl görünüyorlarsa, aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. benim arkadaşım yok. tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? buna, insansız, evet insansız tabiat denebilir.

çalışmak gelmiyor içimden. geceyi beklemekten başka yapacak şeyim yok.

bugüne kadar kahveler tek sığınağımdı. insanla dolup taştıkları, aydınlık oldukları için.

ama zaman çok geniş, tüketilemiyor. zamanın içine sokulan her şey yumuşuyor, uzuyor.

nakaratın dik kayalıkların denize uzanışı gibi ansızın ortaya çıkışı..

canlanmaya, mutluluk duymaya başlıyorum. şaşılacak bir şey değil bu. bulantının küçük bir mutluluğu. yavşak bira birikintisinin, bizim çağımızın (mavi askılar, çökük banketler çağının) dibinde uzayan mutluluk. bu mutluluk, yağ lekesi gibi genişleyen kocaman, yumuşak anlardan kurulmuştur. doğar doğmaz eskiyiverir. onu yirmi yıldır tanıdığımı sanıyorum.

bu sağlamlığın bu kadar dayanıksız olması heyecanlandırıyor insanı.

some of these days
you'll miss me honey

bulantı ortadan kayboldu. kadın sessizlik içinde şarkıya başlayınca, gövdemin katılaştığını, bulantının ortadan kaybolduğunu duydum. birden oldu bu. böyle kaskatı ve pırıl pırıl kesilmek kolay dayanılır şey değil. o ara, müziğin süresi bir hortum gibi genişliyor, şişiyordu.

az kalsın aynaların tuzağına düşüyordum. kurtardım kendimi ama bu sefer pencereye yakalandım.

bu zamanın ta kendisi, hem de çırılçıplak zaman. ağır ağır varoluyor, bekletiyor insanı. ama ortaya çıktığı zaman canınızı sıkıyor çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz.

pencereden çekip alıyorum kendimi, sallana sallana odanın öte yanına gidiyorum, aynaya yakalandım, bakıyorum, tiksinmek geliyor içimden. işte sona ermeyen bir süre daha. aynadaki görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem.

gizli boyutlardan yoksun oluşumu, varlığımın yalnız vücudum ve ondan kabarcıklar gibi yükselen sudan düşüncelerle sınırlı oluşunu bugünkü kadar kuvvetle hissetmemiştim hiç. hatıralarımı şimdiden türetiyorum. şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. geçmişime yeniden dönmek istiyorum ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum.

her çeşit serüveni tatmak isterdim. yanlış trene binmek. bilmedik bir şehirde inmek. cüzdanını kaybetmek, yanlışlıkla tevkif edilip geceyi içerde geçirmek. bence serüven, ille de olağanüstü olması gerekmeyen ama olağanın dışına çıkan bir olay diye tanımlanabilir.

galiba yalan söylüyorum, galiba bütün hayatım boyunca bir tek serüven bile yaşamadım; ya da serüven kelimesinin ne gibi bir anlamı olduğunu bile bilmiyorum.

başımdan tek serüven geçmedi. hikayeler, olaylar, kazalar ne isterseniz var bende. ama serüven yok. bu kelimelerle ilgili bir soru değil, şimdi anlıyorum. farkında olmadan, kendisine her şeyden daha fazla bağlandığım bir şey vardı. aşk değildi bu, tanrı da değildi, ün kazanmak, zengin olmak da değildi. bu.. kısacası, belli zamanlarda hayatımın zor rastlanır, değerli bir nitelik kazanacağını ummuştum. olağanüstü durumlar söz konusu değildi. bütün istediğim biraz şaşmazlıktı. hayatımın göz alıcı hiçbir yanı yoktu; ama ara sıra, örneğin kahvelerde müzik çalındığı zaman, geçmişe yönelip, bir zamanlar londra'da, meknes'te, tokyo'da tatlı anlar geçirmiştim, benim de başımdan serüvenler geçmişti diyordum. bu, elimden alındı bugün. ortada hiçbir neden yokken, birden, on yıldır kendime yalan söyleyip durduğumu anladım. serüvenler kitaplardadır. kitaplarda anlatılanların hepsi hayatta gerçekleşebilir tabi; ama aynı biçimde değil. oysa, benim için o gerçekleşme biçimi önemliydi.

önce, başlangıçların gerçek başlangıçlar olması gerekiyordu.

öyle mi? istediğin bu muydu? ama sen onu hiç elde etmedin ki. kendini kelimelerle aldattığını, seyahatlerinin hiçliğini, kızlarla oynaşmayı, heriflerle dalaşmayı, cıncık boncuğu serüven diye adlandırdığını hatırlasana! istediğini hiçbir zaman da elde edemeyeceksin. başka birisi de elde edemeyecek.

en bayağı olayın bir serüven haline gelmesi için onu anlatmanız gerekir ve yeter.

ama, ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek.

yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. dekorlar değişir, kişiler girer çıkar, yalnız. başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur, sonu gelmez, yeknesak bir ekleniştir bu.

yapayalnızım ama bir şehre yürüyen ordu gibiyim.

içim boğuntuyla dolu, en önemsiz hareketim bile bağımlıyor beni.

yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. yoksa, hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana?

şu serüven duygusunun olaylardan gelmediği belli, kanıtlandı bu. serüven duygusu anların art artda geliş biçimine bağlı.

yanlış hatırlamıyorsam, buna zamanın geri çevrilmezliği diyorlar. öyleyse, serüven duygusu, zamanın geri çevrilmezliğinden başka şey olmamalı. peki, öyleyse bu duyguyu niçin her zaman yaşamıyoruz. yoksa, zamanın geri çevrilmez olmadığı anlar mı var?

her şeye sıkı sıkıya bağlanır; ama kolayca kurtulmayı bilirdi.

zarfların üstünde adımı okumak çok hoşuma gider.

gülümsüyordu. önce gözlerini, sonra incecik gövdesini unuttum. gülüşünü elimden geldiği kadar uzun zaman tuttum aklımda. üç yıl önce onu da kaybettim.

birbirimizi sevdiğimiz sürece, en önemsiz yaşantılarımızın, en hafif acılarımızın bile bizden koparak geride kalmasına göz yummamıştık. sesleri, kokuları, gün ışığının küçük ayrıntılarını, hatta birbirimize açıklamadığımız düşüncelerimizi bile alıp götürmüştük. bütün bunlar canlılıklarını yitirmemişler, bugün bile bize acı ya da sevinç vermişlerdi. tek bir hatıra bile yok. söndürülmez ve yakıcı bir aşk. geriye çekilmek, gölgeye ya da bir kuytuya sığınmak elden gelmiyor. üç yıl tek bir an gibi duruyor. anny'le bu yüzden ayrılmıştık.

geçmiş, mal sahibinin bir lüksüdür.

ben geçmişimi nerede saklayacağım? geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. onu koyacak bir evimiz olmalı. gövdemden başka şeyim yok. yapayalnız bir adam, yalnız gövdesiyle hatıraları durdurup saklayamaz. hatıralar üzerinden geçip gider onun. ama yakınmamalıyım. çünkü hür olmaktan başka şey istememiştim.

yapayalnız, toplumsal değeri olmayan birisinin karşısında yelkenleri suya indirmenin ne değeri var! bundan söz edilmeye değmez bile. hemen unutulur bu.

doktorlar, papazlar, yargıçlar, subaylar böyledir. insanı sanki kendileri yaratmış gibi tanırlar.

tecrübe satarak geçinenleri bilirim. hayatlarını sersemlik ve dalgınlık içinde geçirip durmuşlardır. sabırsızlanıp evlenmişler, rastgele çocuk yapmışlar. öteki insanlarla, kahvelerde, evlenme törenlerinde, cenazelerde karşılaşmışlardır. ara sıra kargaşalığa kapılıp başlarına ne geldiğini anlamadan debelenip durmuşlardır. çevrelerinde olup biten her şey, onların görüş alanının dışında başlamış ve sona ermiştir. upuzun, kara biçimler, uzaklardan gelen olaylar yanlarından geçip gitmiş; onlara bakmak istedikleri an, her şey çoktan sona ermiştir. kırk yaşına gelince, o minicik inatçılıklarını ve birkaç atasözünü tecrübe diye adlandırmışlardır. para atılınca bir şeyler veren makinelere dönmüşlerdir. sol deliğe bir beşlik atınca, yaldızlı kağıda sarılı kıssalar, sağdakine bir beşlik atınca, dişlere yumuşak karamelalar gibi yapışan değerli öğütler alırsınız.

ben de böyle bir adam gibi davranıp ahbaplar edinebilir ve bitimsizliğin yüce bir yolcusu olduğumu söylemelerini sağlayabilirim.

içim boşalmış ve yatışmış bir halde, şu kullanılmamış gökyüzü altında, rastgele yürüyorum.

kendimi asmaya ne kadar isteğim varsa, onunla yemeğe gitmeyi de o kadar istiyorum.

bu nesneler, böylece, hiç olmazsa olasılığın sınırlarını belirliyorlar.

dünya, her gün aynı yüzle ortaya çıkıyorsa, bunun sebebi tembelliktir sanırım.

yönetmek, seçkinlerin bir hakkı değil temel ödevidir.

kendi geçmişimi elimde tutamamış olan ben, bir başkasının geçmişini kurtaracağımı nasıl umabilirim?

şimdinin  gerçek özü kendini açığa vuruyordu. şimdi varolandı, şimdi olmayan hiçbir şey varoluşmuyordu. geçmiş varolan bir şey değildi. hem de hiç değildi. ne eşyada, hatta ne de düşüncede varoluşuyordu.

eşyanın, görünüşünü aşan bir varlığı yok. onların ardında hiçbir şey yok.

geçmiş diye bir şey yoktur.

dayanılmaz bir yoksunluk duygusu kapladı içimi.

kendimde değil, onda varoluşuyordum.

en önemlisi kıpırdamamak, kıpırdamamak, ah!

hürlüğe kavuşmuş, bağlarını koparmış varoluş üstüme taşıyor. varoluşmaktayım.

varoluşmaktayım. tatlı; öyle tatlı, öyle ağır bir şey ki bu! hem de hafif; sanki kendi kendine havalarda uçup duruyor. kıpraşıyor. her yanda eriyip kaybolan deyişler sanki. öyle tatlı, öyle tatlı ki! ağzımda köpüklü bir su var. yutuyorum, boğazımdan aşağı kayıyor, okşuyor beni. işte yeniden doğuyor, dilime değip geçen küçük beyazımsı bir su birikintisi (yerli yerinde) eksilmiyor ağzımdan. bu birikinti de benim. dil de, boğaz da benim.

düşünmek istemiyorum. düşünmek istemediğimi düşünüyorum. düşünmek istemediğimi düşünmemem gerek. bitmek bilmeyecek mi bu?

düşündüğüm ile varoluşmaktayım. oysa düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. şu anda bile (korkunç bir şey) varoluşmaktaysam, bu varoluşmaktan ürküntü duymamdan ötürüdür. özlediğim hiçlikten kendimi çekip alan benim. nefret ya da varoluşmak tiksintisi, kendimi varoluşturma, varoluşun içine oturtma biçimlerinden başka şey değil.

kalsam da, bir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. varım ben.

düşünüyorum, öyleyse varım, varım çünkü düşünüyorum, peki niçin düşünüyorum? düşünmek istemiyorum artık, varolmak istemediğim düşündüğüm için varım, düşünüyorum. çünkü..

varoluş yumuşaktır, yuvarlanır ve gidip gelir.

varoluş düşen bir düşüştür, varoluş bir yetkinsizliktir.

varım, çünkü bu benim hakkımdır. varolmak hakkım var, öyleyse düşünmemek hakkım da var.

varoluştan kurtardım onu. (öldürerek)

on sekizinci yüzyılda doğru denilen şeylere bugün kimse inanmıyor. öyleyse, bu yüzyılın güzel dediği şeylerden hala tat almamız niçin isteniyor?

aşk ürkütülmemesi gereken şiirsel bir şey.

o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. oysa, varolmaya devam etmemiz için hiçbir ama hiçbir neden yok.

anlam verilmek istenirse, hayatın bir anlamı vardır. önce hareket etmek, bir işe girişmek gerekiyor. daha sonra düşünüldüğü zaman, zarlar atılmış, insan bağımlanmış olur.

hayatımızın anlamını bu kadar uzaklarda aramak zorunda değiliz.

tanrıya inanmıyorum ben, varlığı bilim tarafından yalanlanmış bulunmaktadır.

ama toplama kamplarında insanlara inanmayı öğrendim.

bir gün, tanımadığım  birinin cenaze törenine bile katıldım, diyor gülümseyerek. umutsuzluğa kapıldığım bir gün de pul koleksiyonumu ateşe attım. ama tutacağım yolu buldum.

.. öyle korkunç bir yalnızlık duyuyordum ki, canıma kıymayı bile düşünmüştüm. bu işten caymama neden, ölümümden kimsenin duygulanmayacağını, ölümde, hayatta olduğumdan daha yalnız olacağımı düşünmemdir.

benim dostlarım, bütün insanlardır.

insanları oldukları gibi seven hümanist, olmaları gerektiği gibi seven hümanist..

ıssız bir adada olsanız yazar mıydınız? başkaları tarafından okunmak için yazmaz mı insan?

çünkü hümanizm, bütün insansal davranışları kendi malı haline getirir ve hepsini birbirine katıştırır. ona dosdoğru karşı gelirseniz, oyununa düşmüş olursunuz, çünkü hümanizm karşıtlıklarına dayanarak yaşar.

başkalarından tiksinen bir insanoğludur, öyleyse hümanistin de belli bir yere kadar başkalarından tiksinmesi gerekir. ama o, tiksinme ve nefretini dozunda kullanan bilimsel bir insansevmezdir. insanlardan, onları daha iyi sevebilmek için, önce nefret etmiştir.

insanın başkalarından, onları sevdiğinden daha fazla nefret edemeyeceğini düşünürüm.

çünkü aşk gerçek bir tanıyış değildir.

ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.

insanlar, insanları sevmek gerek. insanlar hayranlık duyulacak yaratıklardır. kusmak istiyorum.. ve birden, tamam işte: bulantı.

nesneler dokunulsunlar diye yapılmamışlardır ki! onlardan elden geldiğince kaçınarak, aralarından süzülmek daha iyi.

şimdi biliyorum. varım (dünya da var) ve dünyanın varolduğunu biliyorum. hepsi bu. benim için önemli değil. benim için hiçbir şeyin önemi olmaması çok acayip; korkuyorum bundan.

nesneler elinizde varoluşuveriyorlar.

şu peynir bıçağını autodidacte'ın gözüne sokabilirim. bir hareket yapmamın, gereksiz bir olayın ortaya çıkmasına önayak olmamın gerekliliği, yok mu işte o durduruyor beni.

kadının ağzı, bir tavuğun gerisini hatırlatıyor.

camın öte tarafından bana baktıklarını görmek için dönmeye ihtiyacım yok.

deniz de bir dua kitabıdır, tanrıdan söz eder.

gerçek deniz soğuk ve karadır.

nesnelerin, o adlandırılamayanların arasındayım. yapayalnız, kelimesiz, güçsüz, beni kuşatıyorlar; altımı, üstümü, ardımı dolduruyorlar. bir şey istedikleri yok, kendilerini kabul de ettirmiyorlar, şuradalar sadece.

dayanamıyordum. nesnelerin bunca yakın olmalarına dayanamıyordum.

boğuluyorum; varoluş her tarafımdan, gözlerimden, burnumdan, ağzımdan içeri dalıyor.

varoluş kendini saklar. varoluş şuradadır, çevremizdedir, bizdedir; bizdir, onsan söz açmadan iki kelime söyleyemeyiz ama ona dokunulmaz da. varoluş üzerine düşündüğümü sandığımda, hiçbir şey düşünmemiş olduğumu söyleyebilirim.

varoluş nedir diye sorulsaydı, özlerini değişime uğratmadan, nesnelere dıştan eklenen boş bir biçimdir derdim.

varoluş bir bükülmedir.

bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış varolandan başka bir şey değildik. burada bulunmamız için tek bir neden yoktu; hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her varolan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu. fazlalık.

ve ben, (yumuşak, güçsüz, müstehcen, sindirim yapıp duran, kara düşüncelerle salınan) ben de fazlalıktım.

şu gereksiz varoluşlardan hiç olmazsa birini ortadan kaldırmak için canıma kıymayı düşünür gibi oluyordum. ama ölümüm bile fazlalık olacaktı. zamanın bitmezliğince fazlalıktım ben.

insanların küçücük renkli dünyasında bir olay ancak bir başka gerçeğe göre saçmadır, yani kendisine eşlik eden durum ve şartlara göre saçmadır.

açıklamaların ve nedenlerin dünyası varoluşun dünyası değildir.

bütün bunların özü zorunsuzluktur. yani, varoluş zorunluluk değildir.

var olmak, şurada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir; ama hiçbir zaman çıkar sayamayız onları.

hiçbir zorunlu varlık, varoluşu açıklayamaz.

her şey salınmaya başlar. bulantı budur işte.

atkestanesinin köküydüm ben.

varoluş uzaktan uzağa düşünülebilecek bir şey değildir. sizi birden kaplaması, üzerinizde duraksaması, kıpırdamaz koca bir hayvan gibi yüreğinizin üstüne çökmesi gerekir. ya da hiçbir şey yoktur artık.

hareket dediğimiz şey de yok; hareket, geçişlerden, iki varoluş arasındaki aracılardan, güçsüz anlardan başka bir şey değil.

varoluş bellekten yoksundur, kaybolmuşlarla ilgili tek bir hatırası bile yoktur. her yanda varoluş bitimsiz, fazladan, her yerde ve her zaman varoluş, ancak yine varoluşla sınırlanan varoluş!

peki ama, birbirlerine bu kadar benzediklerine göre, niçin bu kadar varolan var?

bu bolluk, yüce bir elaçıklığına benzemiyordu. tersine, kasvetli, acı çeken, kendi kendinden sıkılan br bolluktu bu.

ölümlerini bir iç zorunluluk gibi kendilerinde sevinçle taşıyan yalnız melodilerdir. ama melodi varoluşan bir şey değildir. var olan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür.

varoluş insanın sıyrılamadığı bir doluluktur.

hiçliği tasarlamak için, önceden şurada, dünyanın ortasında, gözler faltaşı gibi açılmış, canlı olarak bulunmak gerekiyordu.

nesneler, yarı yolda duraklayan, kendilerini ve düşünmek istediklerini unutan, öylece kalıveren, kendilerini aşan bir anlamcıkla, bir o yana, bir bu yana giden düşüncelerdi sanki.

ölümümden sonra yaşıyorum.

birisini sevmeye kalkışmak önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. enerji, kendini veriş, körlük ister. hatta başlangıçta, bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.

ben onun gibi umutsuz değilim; çünkü beklediğim fazla bir şey yok.

karanlık ve soğuk bir denizin yüzünde güneşin şöyle bir yansıyışını andırıyordu onlar.

bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. yalnız ve hür. ama bu hürlük ölüme benziyor biraz.

öldükten sonra yaşamaya devam edeceğim. yemek, uyumak, uyumak, yemek. ağır ağır, usul usul varolup gitmek; ağaçlar, bir su birikintisi, tramvaydaki kırmızı banket gibi.

boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer.

benim asıl korkum varoluştan.

önce korkuyu, yılgıyı duyacak, uykusuz geceler geçirecek, sonra bitip bitip tükenmeyen sürgün günleri, art arda sökün edecek.

kadın, ruhsal kargaşalık içine batıyor ve kendinden geçiyorsa, varlığında kendisini bana bağlayan bir şey kalmamış demektir. zevk duyuyorsa, ben onun için sanki hiç karşısına çıkmamış bir insandan farksızım, beni bir anda içinden çıkarıp attı demektir.

'ben' deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. bende kalan bütün gerçeklik, varolduğunu hisseden varoluş sadece. yavaş yavaş, uzun uzun esniyorum. kimse, hiç kimse için! antoine roquentin ne ki? soyut bir şey o. bilincimde kendimle ilgili ufacık, renksiz bir hatıra sallanıyor. antoine roquentin. birden, 'ben' soluyor, soluyor işte söndü.

varoluşunun anlamı da şu: bilinç, fazlalık olmanın bilincidir.

autodidacte kendisini unutmayan yırtıcı bir şehirde dolaşıyor. onu düşünenler var: korsikalı şişman kadın, belki de şehirdeki herkes. henüz kaybolmuş değil o, ben dediği şeyi kaybedemez. işkenceyle kıvranan; iyice öldürmedikleri kanlı benliğini unutamaz.

hayır, bu yumuşak ve her yanı çevrili ruh ölümü düşünemez.

evet umut var, çok umut var
ama bizim için değil (kafka)

insanların ne olduklarını öğrenmek hoşa giden bir şey değil mi?

bir şey yapmak, bir parça varoluş daha yaratmak demektir; oysa şu durumda gerektiği kadar varoluş var.

aslında, kalemi elimden bırakamıyorum; bulantıya kapılacağım diye korkuyorum. yazarken onu geciktiriyorum gibime geliyor. bu yüzden aklıma geleni yazıyorum.

güzel sanatlarla acılarını avutan avanaklara ne buyrulur?

anny'le, boşa gitmiş hayatımla ilgili düşünceler. daha altta da, bulantı, bir şafak gibi çekingen duruyordu.

bir varolan bir başka varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz.

bu kitabın çelik gibi sert ve güzel olması; insanlara, varoluşları yüzünden utanç duyurması gerek.