9.01.2008

veba

salah birsel

geçmiş yılların en büyük, en kötü renkli hastalıklarından, salgınlarından biri vebadır.

1179 yılında bağdat'ta da veba, içinin alacasını göstermiş, tüm kenti yere yıkmıştır. salgın süresince büyük bir kıtlık da olmuştur. 1244 yılında da malatya ile çevresinde tıpın tıpır bir kıtlıkla yine veba başgöstermiştir. memleket çarşıları yoksul kişilerin ölüleriyle dolmuştur.

veba, çok eski yıllarda roma imparatorluğu'nun da ensesinde boza pişirmiştir. evlerde ölüler, ölüler, ölüler. başka hiçbir şey yoktur. sokaklar da cenaze alaylarıyla dudak dudağadır. ölüm genç, yaşlı, kadın, erkek hiç umursamıyor, aklına eseni alıp götürüyordur. tutsaklarla plebler, hastaların yanı başında nöbet tuttukları için yakalarını ondan sıyıramıyorlardır. yani o tıngır elek, tıngır saçlar da ötekiler gibi aynı odun yığınlarının üstünde yakılıyorlardır.

m.s. 2. yüzyılda roma yine veba ile şemşempürü bir havaya bürünür. ne ki, o çağda vebaya en etkili şeyin defne kokusu olduğuna inanılıyordur. ama hastalar burunlarını defne yapraklarından uzak tutmadıkları halde yine de iyilik bulmuyorlardır. yani sağ kalanlar ölüleri gömmeye yetişemiyordur.

"legende doree" adlı kitapta bu konuda şunlar okunabilir:

"sırtında av borusu taşıyan bir kötülük meleğine buyruklar veren bir iyilik meleği, gözle görünürcesine, lap lap ortada dolaşıyor ve öbürüne evlerin kapısını vurmasını işaret ediyordur. kapı kaç kez vurulursa o evden o kadar ölü çıkacak demektir."

akdeniz kıyılarında ilk salgın ise m.s. 542'de görülmüştür. mısır'ı, afrika'nın kuzeyini, filistin'i ve suriye'yi yere yıkmıştır. ikinci büyük salgın ise 14. yüzyıl ortalarında soğuk soluğunu belli eder. bütün küçük asya'ya yayılır. sonunda da avrupa'ya girişini yapar. "bir hekimin olağanüstü serüvenlerle dolu yolculuğu" adlı kitabında doktor victor heiser, vebanın 1348 yılında cenova'dan geçerek italya'ya daldığını yazar. sienna'da halkın dörtte üçü tükenir. pisa'da ölenlerin sayısı ise kent kalabalığının onda yedisidir. floransa'da bu mendebur hastalığı kendi gözleriyle görmüş olan petrarca da tanıklığını şöyle dile getirir:

"evden çıkıyor, bir sokaktan geçiyorum. sonra bir başka sokaktan. yol baştan başa can çekişen insanlarla ve ölülerle doluydu. eve döndüğümde de her şey boşluğa bürünmüş olurdu. evde tek bir canlı bulamazdım. topu da benim o küçücük yokluğum sırasında ölüp gitmişti."

doktor heiser kitabına "kara ölüm" denilen veba üzerine boccaccio'nun decameron'da yazdıklarını da almıştır:

"kasıklarda ya da koltuk altlarında urlar peydahlanıyordu. kimisi küçük bir elma büyüklüğündeydi. kimisi de yumurta kadar. daha sonra bedende, birçok yerde, kırmızı lekeler beliriyordu. kimi zaman da büyükten büyük boyutlara ulaşıyorlardı. nedir, sayıları badikler kadar değildi. yalnız, her iki durumda da onlara bir ölüm habercisi gözüyle bakılıyordu. ve hastalık sağlıklı kişilere de bulaştığından ağırlığı gün güne artıyordu. üstüne yeni odunlar atılmış ateşler gibi çoğalıyorlardı. salt bir vebalıyla fiskos lakırdıda bulunurken ya da onun yanında giderken yakalanılmıyordu ona. vebalıların bir giysisini ellemek, ellerinin değdiği bir eşyayı tutmak bile hastalığın peçesini açmaya yetiyordu." 

heiser, vebanın italya'dan, fransa'dan sonra manş denizi'ni de geçip ingiltere'ye antresini yaptığını da yazar. orada da ölüleri çukurlara atmaktan başka bir şey bilmiyorlardır. parlamento kapatılmıştır. iskoçyalılar, ilk günlerde "veba ingilizlere özgüdür" diye işi alaya alırsa da bir süre sonra kendi memleketleri de vebanın baskınına uğrar. kısa zamanda da iskoçların üçte birini alıp götürür.

kara ölüm ertesi yüzyılda (1466) teselya'da yeniden ortaya çıkacak, makedonya ve trakya'yı kasıp kavuracaktır. en çatayaz yıkım da atina'da gözlemlenir. yunanlılar deniz kıyısında büyük bir odun yığını tutuşturmuşlardır. geceler boyunca ölüleri oraya taşıyorlardır. yine de cesetleri yer gök almıyordur. hemen herkes kendi yakınlarının ölülerini bu odun yığınının içine yerleştirebilmek için birbirleriyle cebelleşiyorlardır.

1478'de ise veba yeniden venedik'te türkü çığırmaya başlar. 16. yüzyılda da yeniden başverir. bu kez milano'nun nüfusu 250 binden 60 bine iner. 1665 yılında da veba hazretleri yine ingiltere'yi tefe koyup çalar. yalnız londra'da yaşayanların yüzde 16'sı telef olur. yani 70 bin kişi. 1720 yılında ise marsilya'da veba büyük kırımlara yol açar. oradan mısır'a, oradan suriye'ye, oradan arabistan'a atlar ve de demir bırakır.

aralıkta şeker pembe yıllar da, düttürü leylalar da dünyayı gözden bırakmaz. 1786 eylül'ünün dördünde almanya'da karlsbad'dan yola çıkıp 11 eylül'de italya'ya ayak basan alman şairi goethe orada iki yıl boyunca sağa sola koşturduğu, roma karnavalında hazırbaş olduğu halde, insanın ölümünü sineğin ölümüne eşit kılan hiçbir veba olayı ve salgını ile şerefyap olmamıştır.

19. yüzyılın sonlarına doğru kara veba hong kong'da yerli bakla olur. oradan filipinler'e de geçer. 1894'te hindistan'da başını iki yana sallamaya başlar. 18 yılda 11 milyon ölü. aynı yıllarda çin'de de çalım satar. yirminci yüzyılda ise amerika kıyılarında, san francisco'dadır.

cezayir 1930'da ve 1944'te iki salgın geçirmiştir. paris'te 1920'de 23 ölümle sonuçlanan küçük bir fırışka rüzgar da eser.

son yıllarda hindistan'da, cava'da, kuzey çin'de zaman zaman yine ona rastlarız. kaliforniya, oregon, meksika da bu şenliklerden yoksun kalmıyordur. ekvator, peru, arjantin, brezilya da payını almıştır.

cezayir'de, 1944 yılında, oran kentinin başına sarılan belayı albert camus "veba" adlı kitabında anlatır. bunu yapmak için de, ilkin kendinin, sonra da başkalarının tanıklığını kullanır. ayrıca kimi yazılı belgelere de el atar.

camus'ye göre oran çirkin bir kenttir. güvercinsiz, ağaçsız, bahçesizdir. ne bir kanat sesi ne bir yaprak hışırtısı işitilir. hoş, şehirde yine de alkış çeken bir yan vardır. insan, oran'da kıyak bir uyku çekebilir.

şehirde veba 16 nisan 1944 günü bir doktorun apartman sahanlığında bir fare leşine rastlamasıyla başlar. buna kimse, apartman kapıcısı da bunların içindedir, bana mısın demez. ertesi gün kapıcı bu kez üç fare leşiyle burun buruna gelir. hem de kendi odasında. ama bunu da soğukluktan hoşlanan kimselerin bir oyunu sanır. 

ne ki, nisan'ın 18'inden sonra, kentin depoları, fabrikaları yüzlerce fare leşiyle çiftetelli oynamaya başlar. dahası, dış mahallelerden kentin göbeğine değin, insanların toplu olarak çalıştığı her yerde fareler öbek öbektir. çöp tenekelerinde birikiyorlar ya da derelerde uzun sıralar halinde yüzüyorlardır. derken, ilk kurban belirir. bu, ilk fare leşlerine merhaba demiş olan kapıcı michel'dir.

camus'ye bakılırsa kapıcının ölümü şaşırtıcı belirtilerle dolu bir dönemin sonu ve de daha çetin bir dönemin başlangıcıdır. yani ilk zamanlardaki sersemlik yavaş yavaş paniğe dönüşüyordur. kısa zamanda ölü sayısı 40'a çıkar. artık, ilk ağızda, hastalığın tifo ya da kolera olacağını düşünmüş olanlar vebanın varlığını, iyisinden kabul etmişlerdir. başkentten de bu konuda bir tel gelmiştir:

"veba salgınını ilan edin. kenti de kapatın."

ne var ki, tel gelmezden birkaç saat önce oran valisi de tüm şehir kapılarını kapattırmıştır. bundan böyle oranlılar kendi şehirlerinde sürgün yaşamı yaşayacaklardır. kimse kentten dışarı çıkamıyordur. salgından önce şehirden ayrılmış olan, bir daha dışarı çıkmamak koşuluyla içeri alınıyordur.

üçüncü hafta sonunda ölü sayısı 302'ye yükselir. bu, şu demeye gelir ki oranlılar sevecenlikle dolu bir bakışın vebadan daha güçlü olduğunu çakmışlardır. ağustos ayının ortasında salgın her şeye egemendir. giderek tabutlar bulunamaz olmuştur. kefenlik bez de öyle. mezarlıklarda da yer kalmamıştır. bu da, gömülme sırasında ailelerin mezarlığa sokulmaması önlemini beraberinde getirmiştir.

veba, eylül ve ekimde kenti yine kendi ağırlığı altında iki büklüm kılar. kimse bir şeye güvenemiyordur. şehirde bir kamp kurulmuştur. kamplar kurulmuştur. albert camus:

"bu kamplardaki yaşam buram buram insan kokuyordu. geceyle birlikte bir hoparlör gürültüsü de buna ekleniyordu. duvarların gizemselliği, yurttaşlarımızın içgücünü ezen ağır bir yük olmuştu."

kasım ayı insanların göğüslerinde alev alev yanmış, fırınları aydınlatmış, kampları, ne yapacağını bilmeyen yaratıklarla doldurmuştur.

bereket, ocak ayına doğru vebada beklenmez bir gerileme görülür. ne var ki, oranlılar yine de sevinmekte acele etmezler. gerçekten de salgın bir günde durmamıştır. ama önceden kestirilemeyen bir hızla güçten düşüyordur. sonra, günün birinde geçen ilkyazdan beri eşine rastlanmayan bir şey olur: sokakta bir kedi görünür. hayvancağız, şosenin ortasında birden zınk diye durmuştur. ön ayaklarını yalamaya başlamış, bir ara da sağ ayağını kulağının arkasından geçirmiştir. daha, daha, sessizce yolunu sürdürerek gecenin ortasında yitip gitmiştir.

oran'da vebanın sona erdiğinin bir muştusudur bu.

1880 yılına doğru mikroplarla ilgili yaşambilim büyük ilerlemeler gösterince veba cenapları da yavaş yavaş şapkasını kaparak şanodan aşağı inmiştir. 1894'te pasteur'ün öğrencisi alexandre yersin ve koch'un öğrencisi shibasaburo kitasato, her biri ayrı ayrı ve bağımsızca çalışarak veba basilini soyutlamışlardır.

doktor victor heiser bu bulgunun veba karşısında ilk utku olduğunu söyleyecektir.

bir de, kurbağaya saldıran yayın balığı gibi 1586 yılında istanbul'da inip binmeye başlayan vebadan, yani yumurcaktan, yani taun'dan açacağız. 

tarihçi selaniki mustafa efendi'ye bakarsanız bu yılın temmuzunda veba cenapları istanbul'da yakıp yandırmadığı kimse bırakmamıştır. herkes gönlünde ah ile eyvah çabası güdüyordur. ecel içkisi ölüm kadehini sunmak için ev ev dolaşmıştır. nakşibendi tarikatından taşkent şeyhi ahmet sadık hazretleri bile kendisine uzatılan ölüm kadehini almak için ta buhara'dan gelmiştir. saadetli padişahımız da hemen sadrazam siyavuş paşa'ya bir ferman iletip şeyh'in aziz ve sevgili bedeninin hazreti eyüp ensari yakınlarında bir yere gömülmesini buyurmuştur.

nedir, daha sonraki günlerde vebanın hınzırlığı azalmaya başlayacak, hastaların çoğu iyileşecektir. hoş, altı yıl sonra, yeniden başkentimizi yoklamaya geldiği görülür.

ecel içkisi bu kez görevini mayıs ayında başlatmıştır. ölenlerin çoğu "nazenin sübyan"lardır. ama onları nice, büyükten büyük kişiler de izler. ölenler arasında damat ibrahim paşa'nın kardeşi mehmet bey de vardır. mehmet bey milyarder oğlu milyarderdir. ölümünden sonra malı mülkü uzun süre dillerde dolaşmıştır. onun ardından da 250 bin akçelik tımarı bulunan müteferrike başı ibrahim ağa kaseyi taşırtır.