13.07.2010

zamanın kısa tarihi #2

stephen hawking

1865'te maxwell, o güne de elektrik ve manyetik kuvvetleri tanımlayan parça parça kuramları birleştirmeyi başardı. ona göre birleşik elektromanyetik alanda dalgaya benzer çırpıntılar -radyo dalgaları, mikrodalgalar ve kızılötesi ışınlar- vardı ve bunlar durgun suda yayılan halkalar gibi sabit bir hızla ilerliyordu.

1887'de michelson ve morley, yaptıkları deneyde, ışığın dünyanın devinimi yönündeki hızıyla bu devinime dik açılardaki hızının tıpatıp aynı olduğunu ortaya koydular.

1900'de planck; ışık, röntgen ışınları ve öteki dalgaların herhangi bir sıklıkta değil de ancak tanecikler diye adlandırdığı belli paketlerle yayılabileceğini öne sürdü. ayrıca, her taneciğin dalgaların frekansı yükseldikçe artan belli bir enerjisi vardı. 

1905'te einstein, e=mc2 ["e" enerji, "m" kütle ve "c" ışık hızı] ile özetlenen kütle-enerji eşdeğerliği ve hiçbir şeyin ışıktan hızlı gidemeyeceğini belirten görelilik kuramı yasasını ortaya koydu. buna göre, enerji ve kütlenin eşdeğerliği nedeniyle, deviniminden ötürü enerji kazanan bir nesnenin kütlesi artar ve hızını artırmak zorlaşır. bu etki ancak ışık hızına yakın hızlarda devinen nesnelerde belirgindir. bir nesnenin hızı ışık hızına yaklaştıkça kütlesi o denli artar ki, hızını bir dirhem daha artırabilmek için çok büyük bir enerji gerekir. ışık hızına ise hiçbir zaman erişemez; çünkü ışık hızında kütlesinin sonsuz olması gerekir ve kütle-enerji eşdeğerliğine göre de sonsuz enerji almış olmalıdır. ancak ışık ya da gerçek kütlesi olmayan benzeri dalgalar ışık hızında gidebilir.

hawking: bu yüzyılın başlarında, atomların güneş etrafında dönen gezegenler gibi, artı elektrik yüklü bir çekirdek etrafında dönen eksi elektrik yüklü elektronlardan oluştuğu düşünülüyordu. güneş ve gezegenler arasındaki kütlesel çekim kuvvetleri nasıl gezegenleri yörüngede tutuyorsa, artı ve eksi yüklerin arasındaki çekimin de elektronları yörüngede tuttuğu sanılıyordu. bu düşüncenin sorunu, elektronların enerji yitirerek sarmal bir yörüngede alçalıp çekirdeğin üzerine düşmesinin gerekmesiydi. bu da atomun ve dolayısıyla tüm maddelerin çökerek büyük bir hızla müthiş bir yoğunluk durumuna geleceği demekti.

1913'te bohr, elektronların çekirdekten herhangi bir uzaklıkta değil de önceden saptanmış belli uzaklıklarda yörüngede kalabileceklerini ortaya attı. belli bir uzaklıkta ancak bir ya da iki elektronun dönebileceği varsayılırsa, bu, atomun çökmesi sorununu çözmüş olurdu; çünkü elektronlar olsa olsa çekirdeğe en yakın olan en az enerjili yörüngeyi dolduracak kadar alçalabileceklerdi. 

1915'te einstein, ortaya koyduğu genel görelilik kuramıyla, dünya gibi büyük bir kütle yakınında zamanın daha yavaş geçer gibi gözükeceği öngörüsünde bulundu. bunun nedeni, ışığın enerjisi ve frekansı arasındaki bağıntıdır; enerji arttıkça frekans da yükselir. ışık dünyanın çekim alanından uzaklaştıkça enerji yitirir ve frekansı alçalır. böylece, bir dalga tepesinden ötekine olan uzaklık artar. yukarıdan bakan birine göre, aşağıdaki olaylar daha yavaş gelişmektedir.

newton'ın devinim yasaları uzayda mutlak konum düşüncesine son verdi. görelilik kuramı ise mutlak zamanı çöpe attı. bunun yerine herkesin, nerede olduğuna ve nasıl devindiğine bağlı olarak işleyen kendi özel zaman ölçüsü olduğunu ortaya koydu.

friedmann 1920'lerde einstein'ın genel görelilik kuramını tam olarak değerlendirdi ve evrenin genişlemekte olduğu sonucunu çıkardı. oysa einstein evrenin statik olduğundan emindi. kendi görelilik kuramının, evrenin statik olmadığı sonucunu çıkarmasını görmezden gelmişti. friedmann, hangi yöne bakarsak bakalım evrenin aynı görüneceği ve evreni başka herhangi bir noktadan gözlemlerken de bunun doğru olacağını öngördü.

evrenin genişlemekte olduğunun ortaya çıkarılması 20. yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir.

friedmann üç ayrı evren modeli geliştirdi. genişleyen ve büzülen birinci tür modelde uzay, dünyanın yüzeyi gibi kendi üstüne kapanık olduğu için sonlu boyuttadır. sonsuza dek genişleyen ikinci tür modelde uzay daha değişik bir biçimde bir semer gibi bükülüdür. kritik hızla genişleyen üçüncü modelde evren düzdür ve bu yüzden yine sonsuzdur.

evren sonunda genişlemeyi durdurup büzülmeye mi başlayacak yoksa sonsuza dek genişleyecek mi? bunu anlamak için evrenin şimdiki genişleme hızını ve ortalama yoğunluğunu bilmeliyiz. eğer yoğunluk genişleme hızıyla belirlenen kritik bir değerin altındaysa çekim kuvveti genişlemeyi durdurmak için güçsüz kalacaktır. eğer yoğunluk kritik değerin üstündeyse çekim kuvveti gelecekte evrenin genişlemesini durdurup çökmesine neden olacaktır.

1924'te hubble, yıldız kümemizin evrendeki tek galaksi olmadığını gösterdi. hubble dokuz ayrı yıldız kümesinin uzaklığını hesapladı. bugün biliyoruz ki bizim kümemiz, her biri yüz bin milyon yıldız içeren yüz bin milyon yıldız kümesinden yalnızca bir tanesidir. güneş ise sarmal yıldız kollarından bir tanesinin iç kenarına yakın, sıradan, orta büyüklükte, sarı renkte bir yıldızdır.

1925'te pauli, bugün kendi adıyla anılan, evrendeki madde parçacıklarının dışlama ilkesini buldu. buna göre iki benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar; yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda hem de aynı hızda bulunamazlar. dışlama ilkesi, madde parçacıklarının neden çok yoğun bir konuma çökmediklerini açıkladığı için çok önemlidir. çünkü eğer madde parçacıkları birbirine çok yakın konumdalarsa, aynı hıza sahip olamayacakları için aynı durumda uzun süre kalamayacaklardır.

12.07.2010

pazar yeri

ernesto sabato


içinde yaşadığımız bu pazar yeri
taşlaşmış bir fikirler müzesini kopyalamak niyetiyle
ağaçlara, hapishanelere ve dağlara dönüşen
tek bir maddeden oluşmuştur
diyenleri düşünmeye başladım
harikulade bir katı ve statik nesneler koleksiyonu olduğunu
garanti ediyorlar
(eski seyyahlar, piramitleri inceleyenler
rüyalarında onu gören kişiler
bir gizem rahibi)
ölümsüz ağaçlar, taşlaşmış kaplanlar
üçgenler ve paralelyüzlerin yanında
ve aynı zamanda mükemmel bir insan
sonsuzluk kristallerinden oluşan
ki ona beceriksizce benzemek isteyen
(bir çocuğun çizimi)
evrensel partiküllerden bir yığın
ki önceleri tuz, su, kurbağagil
ateş ve bulut
boğa ve at dışkıları
dövüş alanındaki kokuşmuş iç organları olan
öyle ki (bu seyyahlar açıklamayı sürdürüyor
her ne kadar şimdi gözlerinde hafif bir alayla da olsa
pislik, toprak ve yiyecek artıklarının
bu murdar karışımdan
su ve güneşle temizlenerek
büyük bir arzuyla korunarak
büyük dünyevi güçlerin
(şimşek, fırtına, kudurmuş deniz, cüzamın)
aşağılayıcı ve iğneleyici iktidarına karşı
bu kristal insanın
gülünç bir sureti yapıldı
fakat serpilip büyüse de (işleri yolunda gider, hım?)
birden sendelemeye başlar
umutsuzca çabalar
ve sonunda ölür
gülünç bir karikatür gibi
balçığa ve inek dışkısına dönüşerek
hiç değilse ateşin saygınlığını elde edemezse tabi

ıssızlığın ortası

mehmet eroğlu

yaşanan her serüven insan hayatında eksik kalan bir resmin tamamlanmasıdır.

hiç tanrı'ya inandın mı? her şeyden, bir parça da olsa, o da sorumlu değil miydi? kutsal kitapların hepsinde "öldürme" diyordu; ama tanrı adına öldürülenler kadar çok insanoğlu öldürmeyi başaramadı kimse.

hayat, insanlığın içine düştüğü kuyudan kurtulma çabasıdır.

gerçek, insanın dünyayı nasıl düşlediğidir; ama hiçbir şey zaman kadar gerçek değildir. çözümler hep zamanın içinde saklıdır. zaman, korkulacak tek gerçektir. çünkü insanların unutmak için çıldırdıkları iki büyük gerçeği bağlar birbirine: doğum ve ölüm. insanlar o iki gerçeğin arasına gerilen incecik ipin üstündedirler ve bütün çırpınışları ipten düşmemek içindir. o ip durmadan kısalır, insanlar birbirlerini boğazlar. iki uç birleşinceye kadar sürer bu boğazlaşma.

insan olmak, bütün evrenin sorumluluğunu içinde duymak demektir.

kendini, kurban edilmişlerin trajik rolüne hazırlayıp o rolü beceremezsen hapishane gerçeği o dakikadan sonra başlar ve çekilmez.

insan, o doğru dediğimiz şeylerin ne anlama geldiğini ancak büyük yanlışlıklar yaptıktan sonra anlıyor.

bir militanı kararsızlığa sürükleyecek; acaba doğru mu, böyle mi yapmalı gibi sorulara takılmak anlamsızdır. kararsızlık yanlış karardan daha kötü bir illet bence. kararlı düşünceyle perçinleşmeyen eylem ölü doğmuş bir eylemdir. mücadelede her şeyi kalın çizgilerle bölmek, eylemleri birbirinden ayırmak, doğrunun sonu demektir.

her insan kendi celladını içinde taşır.

evet, hedefi büyük seçtik; gel gör ki altında ezilmekten de kurtulamadık. şimdi çok gülünç geliyor. kahraman olacaktık; tıpkı ortaçağ şövalyeleri gibi. olduk mu? tavuk boğazlayamayan bir kahraman. galiba biz sonu gelmiş kavramlara sığındık bu kavgada. dünyayı değiştirecektik; ama değiştirmeye çalıştığımız dünyanın ne denli değiştiğini kavrayamadık. artık kimsenin kahramanlara aldırdığı yok. kahramanların sonu geldi, soyları tükendi. belkemiğine bir sopa ve işin bitik. yoksa biz kavganın soylu bir kavga olduğunu düşünürken mi yanlış yaptık? öyle ya, eğer kahramanlar yoksa, bir savaş soylu sayılır mı? sen hiç kahramanı olmayan dövüş hatırlıyor musun?

neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu bilmek olanaksızdır. gerçekte her duygu, her düşünce, her olay aynıdır; önemini insanlar biçer onların.

bir kez adam öldürdün mü, istesen de eskisi gibi olamazsın. sen unutsan bile insanlar sana baktıkça adam öldürmüş birisiyle karşı karşıya olduklarını hiç akıllarından çıkarmazlar.

soyluluk, özet olarak tersyüz edilmiş vahşetten başka bir şey değildir.

bizler aslında hayvanız. hem de en kötüsü, pençe yerine parmaklarına demirden ölümler kuşanan bir türden. sanki homo-homicidus. yani öldürmek içgüdüsüyle öldüren cinsten. biliyor musunuz ki, doğada hiçbir canlı kendi türünden olanları salt öldürmek amacıyla öldürmez. ama biz insanlar bunun binlerce yolunu keşfettik. kurşundan nükleer silahlara kadar. aslında korkağız ve bu doğanın içinde korkunç bir ürkeklik içindeyiz. sonuç: öldürmek ya da tanrı yerine geçmek güdüsü.

tanrım, biz insanları yaşamın ayrıntılarından yoksun bırakma.

11.07.2010

insan

mine söğüt

her şey neden oluyor? neden insanlar böyle bir hayat inşa ediyorlar? neden kin ve öç duygusuyla beslenmekten büyük bir haz duyuyorlar? bunun için ölümcül bedeller ödemeye gözlerini kırpmadan katlanıyorlar?

uzun zamandır ağlamıyorum. ne özlemle, ne de acıyla ağlıyorum. oysa eskiden ne çok ağlardım. abim kaybolduğunda, gözaltına alındığımda, dayak yediğimde, askıda ayak tabanlarımdaki yaralara tuzlar basıldığında, memelerim mengenelere sıkıştırıldığında, uçlarında sigaralar söndürüldüğünde.. en çok da ağzımdaki dişler kırıldığında.. çok ağlamıştım. acıdan değil, yapılanları hazmedemediğimden. bir insan bir insana bunu nasıl yapar, demiştim. nasıl yaparlar insanlar bunu birbirlerine. hem de topluca, son derece rasyonel bir şeymiş gibi, sistemli ve hep birlikte. sonra birden ağlamam durmuştu. sanki tüm sinirlerimin ucu dağlanmış gibi, ne acı vardı, ne de aklımın almadığı korkunçluklar. her şey normalmiş gibi gelmeye başlamıştı. hayat hep böyleymiş gibi. şartlara göre, insan insana her şeyi yapabilir diye düşündüğümü fark etmiştim. ve o andan itibaren başıma gelen her şey sıradanlaştı.

kutsal kitaplar her şeyin cevabını verir, bir bu sorunun cevabında susarlar: "neden?" sorusu tanrıya sorulmayacak tek sorudur. tanrı evreni neden yarattı? bu soruya en yakın cevap "kendini görmek için" olabilir. peki tanrı kendini görmek için yarattığı evrende gördüklerinden memnun mudur? cevap evetse, o kötü demektir. cevap hayırsa, aciz..

10.07.2010

kiyoto

yasunari kawabata

mutluluk kısa, yalnızlık ise uzundur.

bütün vücudu ve ruhuyla kendini işine vermeyen, ustalığa erişemez.

çiçeklerin ömrü kısadır; fakat apaçık bir yaşamaları olur. gelecek yıl da tomurcuklar verecek ve açacaklardır. tıpkı tabiatın yaşaması gibi.

bir insan o kadar doğru olamaz; öteyi beriyi düşünmek zorundadır çünkü.

yine böyle olmak daha iyi değil mi? kuzey dağı sediri gibi dosdoğru bir çocuk, belki sevilmeye çok daha layıktır; ama dünyada böylesi nerde? günün birinde nasıl olsa feleğin tokadını yer. ağaç eğri olmuş, rüzgarlı olmuş ne çıkar; yeter ki büyüsün.

elli yaşındaki bir erkek kendi alışkanlıklarıyla yaşar.

doğmuş olmanın anlamı, tanrı tarafından dünyaya fırlatılıp atılmak değil midir? 

artık sorma bu eski şeyleri! bu dünyada nereye ve ne zaman bir incinin düştüğünü kimse bilemez.

9.07.2010

hapishane

jean genet

"hapishane kapısı beni nasıl zaptediyorsa yüreğim de hatıranı öyle saklıyor."

dünyanın tüm vebalılarının yeşil yüzleri, cüzamlılar dünyası, gece iniltileri, rüzgarın getirdiği çığlıklar, bir mezar müziği, tavanda duyulan tıkırtılar; mahpusu, zindandaki hükümlüyü, bir ıslahevi çocuğunu toplum dışı kılan küçük ayrıntılar kadar ürkütücü değildir.

yaşayan ölüler olan mahkumlar -müebbet sürgünler- yıkımdan kurtulmanın tek yolunun dostluk olduğunu bilirler. kendilerini dostluğa vererek dünyayı, sizin dünyanızı unuturlar. dostluğu öyle yüksek bir yere çıkarırlar ki o orada tertemiz, kendini yaratan varlıklardan soyutlanmış olarak, tek başınadır.

hapishane evreni bir o kadar da sınırsızdır; isteklerimiz onda ani görüntüler yaratır, gönül çelen bahçeler, ürkünç kişilikler, çöller, pınarlar keşfeder ve daha ateşli olan sevdamız yürekten daha çok zenginlikler bulup çıkararak onları zindanın kalın duvarlarına yansıtır. bazen bu yürek öylesine didik didik aranır ki gizli bir oda yarılıp açılır, bir ışık yayar, ışık gider bir hücrenin kapısına konar ve tanrıyı gösterir.

hapishane uydurukçu ağızlarla doludur. herkes kendisinin esas oğlan olduğuna dair uydurma maceralar döktürür. fakat bu öyküler hiçbir zaman sonuna dek güzel gitmez.

müebbet sürgün yedin mi ölüm, hapishane yaşantısının fonunu oluşturur ve hapishane özgürlüğün tadı hala damağında olan varlıkların başına gelebilecek en büyük felakettir.

başa gelen çekilir demeyen serseri azdır. yıpranma en azılıların bile hakkından gelir.

hapishane, aynı anda hem hafifleten hem de ağırlaştıran bir yerdir. hapishaneyle ilgili herkes ve her şey hem kurşun gibi ağır hem de mantarın tiksindirici hafifliğindedir. her şey ağırdır; çünkü her şey çok ağır devinimleri olan yoğun bir maddenin içine gömülür gibidir. düşmüşüzdür; çok ağırızdır çünkü. canlıların dünyasından koparılıp alınmış olmanın yılgınlığı bizi alaşağı edip dibe çökeltir.

dışardan hiç umudu kalmadıysa, yaşamımız istek ve arzularını bu kez kendi içinden bekler.

bir ev soyucunun bayağı duyguları olamaz; çünkü bedeniyle tehlikeli bir yaşam sürüyordur. tehlikede olan bedenidir; çünkü ev soyucunun ruhu için korkacak bir şeyi yoktur. siz onurunuz, adınız için tasalanır, onları kurtarmanın hesabını yaparsınız. ev soyucu işinde bu hesapları yapmaz. onun çektiği numaralar savaşçı hileleridir; yoksa bir üçkağıtçının dalga dümenleri değil.

ıslahevleri, hapishaneler duvarla çevrilidir hep. çekilen acılar, üzüntüler kaçamaz, duvarlara çarpıp geri yansırlar.

can verenler, can alanlar gördüm. kan buharı gibi bir şey katili sarıp sarmalar ve alıp götürür onu. böylece, yerden kalkıp havalanan katil dosdoğru sanık sandalyesine, kırmızılar giyinmiş yargıcın karşısına çıkar. biraz önce dökülmüş olan kanın ta kendisidir yargıç, intikam ister ve alır. kalabalığı şaşırtan, ürküten, kışkırtan ve böyle bir görkemi kıskanmasına yol açan, belki de şu basit, bir bıçak darbesiyle mucize yaratma yeteneğidir. katil, kanı konuşturur. onunla tartışır, mucizeyle uzlaşmak ister. ağır ceza mahkemesi'ni kurar, ortamını hazırlar katil. bu durum karşısında meduse'ün kanından, chrysaors ve pegasus'un ortaya çıkışlarını düşünür insan.

kartal dövmeli, kutan kuşu, gemi çapası, yılan, menekşe, yıldız, ay ve güneş dövmesi yaptırmış adamlar gördüm. dövmeler, daha sonra oluşacak yaraların biçimlenmiş, süslenmiş izleridir. ister ince, ister kalın her çizgi, o yaralardan geriye kalan şeydir.

bir hücrede hareketler aşırı yavaşlıkla yapılabilir. her hareketten sonra durulabilir. insan zamana ve hareketlerine egemendir. yavaşlığından dolayı güçlüdür. her hareket belirgin bir eğri boyunca kıvrılır, duraksar, bir seçim yapar insan. hareketlerdeki bu yavaşlık, hızla gelişen bir yavaşlıktır ama. koşan bir yavaşlıktır. bir hareketin eğrisinde sonsuzluk akar. hücrenize egemen olursunuz, her yerini uyanık bir bilinçle doldurursunuz. hiçbir önemi olmasa bile her hareketi ağır ağır yapmak ne lükstür!

sergi kitabevi

erdal öz

ne yazık ki ben de hukuk okudum.

istemeden girdiğim istanbul hukuk fakültesi'nden ikinci yılın ortasında kaçtım. yedi yıl ara verdikten sonra, bir gün babamın, bir arkadaşına "bizim oğlan okuyamadı" dediğini duydum. ankara'daydım. iki kitabım yayımlanmıştı. sergi kitabevi'ni işletiyordum. evliydim. bir kızım vardı. istanbul'dan kaçınca ankara hukuk fakültesi'ne kaydımı yaptırmış, fark derslerini vermiş, sonra da bırakıp askere gitmiştim.

babamın bu sözü üzerine gidip kaydımı yeniledim. derslere hemen hemen hiç girmedim. yıl sonlarında bir ay içinde o şişirilmiş ders kitaplarına şöyle bir göz atıp ardı ardına giriyordum sınavlara. fakülte bitti. diplomamı aldım, hiç beklemediği bir anda babama uzattım. bu diplomadan yararlanmayacağımı, hukuk okumanın bir beceri olmadığını söyleyip kitabevime döndüm.

babam yargıçtı. tokat'ta bitirdim liseyi. o zaman biri istanbul'da, biri ankara'da iki hukuk fakültesi vardı. istanbul, ankara dışında görev yapan hukukçuların çocukları bu iki büyük kentteki hukuk fakültelerine girerlerse adalet bakanlığı burs veriyordu. çaresiz, babamla istanbul'a gidip fakülte kaydımı yaptırdık. ama bir ay sonra, yıllardır yürürlükte olan o burs yasası yürürlükten kaldırıldı; ben fakültede burssuz öğrenci olarak kaldım. "hukuk başlangıcı" ile "roma hukuku" dışında okutulan hiçbir dersi sevmedim. hocaların çoğuna da inanmadım. sonra da ikinci sınıftayken aile içi bir olayı bahane ederek hem fakülteyi hem evimi hem sevgilimi hem de istanbul'u bir anda bırakıp ankara'ya kaçtım.

hayatımda büyük bir dönüm noktasıdır bu. beş parasızdım. evin tek çocuğu olarak ilk kez bir başınaydım. aç kaldım, açıkta kaldım; iş aradım, buldum, çalıştım. neler yapmadım: simit sattım, bulaşık yıkadım, akis dergisinde üç ay gece düzeltmenliği, sonra sinema makinistliği, katiplik, ankara radyoevi'nde söz ve temsil yayınları'nda, türk dil kurumu'nun yayın kolu'nda, amerikan haberler merkezi'nde değişik görevler. çoğundan da kovularak ayrıldım.

sonunda da sergi kitabevi.

şimdi de uçak kaçırmaktan hücre hapsi.

yine de hukuk okumuş olmanın burada bana yardımcı olacağını biliyorum.

8.07.2010

türk sineması

kurtuluş kayalı

sinema, diğer altı sanatı içinde barındırır.

baskı dönemlerinin öncelikle ortadan kaldırdığı şey slogancı sanattır. bu anlamda baskı dönemleri sanatçı için yüksek estetik düzeye ve anlatım yalınlığına yol açarak belli ölçüde daha olumlu ürünlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 12 mart sonrasında slogancı sanat ürünlerinin bollaşması bir rastlantı değildir.

yerli sinemaya yöneltilen eleştirilerden biri de filmlerin sonunun baştan belli olmasıdır.

sinemanın sürpriz sonlara ulaşması zorunluluğu yoktur.

sinema ne bir sanat eseri, ne bir kültür aracı, ne bir ekonomi metaı, ne bir sanayi ürünü, ne ticari meta ne de bir kitle haberleşme aracıdır. sinema bunların tümüdür.

gündelik olaylara sıkı sıkıya bağlı kalan bir perspektif çoğu zaman başarısızdır. (georg lukacs)

devlet insan içindir.

sinemada pencereden baktının tercümesi belki de bir çiçektir ya da bir kedi, bir iskemledir. sinemada şöyle bir uyarlama hatasına düşülüyor: pencereden baktı ifadesi pencereden bakan adam olarak görüntüye dönüşüyor. böyle olunca sinemasal bir tehlike söz konusu oluyor.

biz insanı çok rahat harcayabilen bir toplumuz.

batıcılık hiçbir yerde gerçekleşmemiş, sadece gericiliğe yarayan, bir bireyci aydın ütopyasıdır.

kişiler maddi şartlarından soyutlanamaz.

hayatınızdan memnun değilseniz düzene karşı koymalısınız.

bizim sevgimizde tezahürat yoktur.

doktor jivago

boris pasternak

ölümden sonra yaşam boş bir düşüncedir. zayıf insanları avutmak, onlara cesaret vermek için uydurulmuştur.

yaşamı boyunca hiç yanlış yapmamış, doğrudan ayrılmamış insanlardan hiç hoşlanmam. erdemli kişiler, yaşamın güzelliğindeki gizi anlayamazlar.

elbette şurada burada yetenekli, parlak zekalı gençlerle karşılaşılıyor. ama bunlar daha çok kıyıda köşede kalıyorlar. şimdi çeşitli dernekler, birlikler kurmak moda oldu. oysa birlikte çalışmaya kalkışmak çoğunlukla beceriksizlerin işidir. bunlar ister slovyev'e, ister kant'a, ister marx'a inansınlar bence sonuç boştur. gerçek yalnız başına aranmalıdır. gerçeği aramayan ve sevmeyenlerle tüm ilişki kesilmelidir. dünyada bağlılığa değer ne kadar az şey vardır!

doğum anında ve sonrasında kadında bir yalnızlık duygusu vardır. işte bu sırada erkeğin yapabileceği bir şey yoktur. kadın içgüdüsel olarak doğurduğu çocuğunu korumaya, beslemeye, yetiştirmeye çalışır.

yaşam bizim dışımızda kendini sürekli yenileyen, değiştiren ve bunun için de bize hiç gereksinim duymayan bir şeydir.

sanat yapıtları bizi çok değişik şekillerde etkiler. konusu, teması, kişileriyle ayrı ayrı etkiler bırakırlar üzerimizde. her çeşit sanat yapıtına uygulanan ilkeler ve onları sanat yapıtı konumuna yükselten bir güç vardır. işte bu güçtür bizi büyüleyen, kendimizden geçiren. bir okuyucu suç ve ceza'nın sanat gücünü raskolnikov'un işlediği cinayetin etkisinde kalarak duyumsar.

horozun çok olduğu yerde sabah da geç olur.

insanların düşlerinde gördüklerinin, gündüz yaşayıp etkisinde kaldıkları şeyler olduğu söylenir. ben bu konuda farklı düşünüyorum. bana göre insanlar düşlerinde, zamanında değer vermedikleri, üzerinde durmadıkları şeyleri görür. gündüz önem vermediğiniz, dikkate almadığınız şeyler sanki gece bunun acısını çıkarmak için düşünüzde karşınıza çıkmaktadır.

her insanın içinde uyumakta olan bir hayvan vardır. eğer bu hayvanı korkuyla, zincire vurarak zapt etmeye çalışırsan insanlığın simgesi eli kırbaçlı bir hayvan eğiticisi olur.

7.07.2010

edebiyat ve kötülük

georges bataille

edebiyat ya her şeyin özüdür ya da hiçbir şey.

edebiyat iletişimdir. iletişim ise hakkaniyeti gerektirir. bu görüşün benimsediği katı ahlakın çıkış noktası, kötülüğün benimsenmesine katkıda bulunmaktır ve bu katılım, yoğun iletişimi yaratır.

erotizm, ölüme dek yaşamın onaylanmasıdır.

marquis de sade: bazı tehlikeli anlar vardır ki fizik, ahlakın hatalarıyla tutuşup yanar.

sadizm, bir yıkımı seyretmekten zevk almaktır ve yıkımların en acısı da insanoğlunun ölümüdür.

sadizm, kötülüğün ta kendisidir. maddi bir yarar sağlamak üzere öldürmenin hakiki bir kötülük sayılabilmesi için katilin, beklediği yararın ötesinde öldürme eyleminin kendisinden de haz duyması gerekir.

charles baudelaire: yararlı bir insan olmak her zaman bana çok iğrenç gelmiştir.

gerçek dünyanın temel ilkesi aslında akıl değil, geçmişin çocuksu davranışlarından ya da şiddet gösterilerinden doğan keyfilikle bütünleşen akıldır.

andre breton: olan bitenler bizi şuna inanmaya sevk ediyor: zihinde, yaşamla ölümün, gerçekle tahayyülün, geçmişle geleceğin, iletilebilir olanla olmayanın, yukarıyla aşağının çelişki olarak algılanmadığı belli bir nokta vardır.

en insancıl haliyle edebiyat, tutkunun doruğudur.

rene char: bütün egemenliğini kullanarak gözlerini kapatmayan insan, bakılmaya değer olanları göremeyecektir.

jean-paul sartre: artık ağacı ya da evi görmekten bıktık. onların seyrine dalıp kendimizi unutuyoruz.

nietzsche: trajik olanın yok olup gittiğini görmek ve kendi içinde o derin kavrayışı, heyecanı ve sevecenliği duya duya bu duruma gülebilmek; işte tanrısal olan bu!

charles baudelaire: her dakika, zaman düşüncesi ve duygusu altında eziliyoruz. bu kabustan kaçmanın, -onu unutmanın- yalnızca iki yolu var: haz ve çalışma. haz bizi yıpratır. çalışma ise güçlendirir. tercihinizi yapın.

haz, duygusal hayatın olumlu biçimidir: kaynaklarımızı verimsiz bir biçimde harcamadıkça hazzı hissedemeyiz (haz yıpratıcıdır). çalışma ise bir etkinlik halidir: kaynaklarımızın çoğalmasına yol açar (çalışma güçlendirir). oysa "her dakika, her insanda eşzamanlı iki talep vardır"; bunlardan biri çalışmaya (kaynakların çoğalması), diğeri de hazza yönelir (kaynakların harcanması).

marquis de sade: felsefenin meşalesini tutkuların yaktığını hiç düşünmeden herkes tutkuların aleyhinde konuşup duruyor.

her genel hakikat, daima özel bir yalan görünümdedir. yalan söylemeyen din ya da şiir yoktur. hatta bazı durumlarda dışarıdaki kalabalıkların bilgisizliğine indirgenemeyecek din ya da şiir de yoktur. ancak yine de din ve şiir bizi tutkuyla, ölümün hayata karşı çıkmadığı yere, kendi dışımıza savurmaktan asla vazgeçmez.

william blake: tıpkı tırtılın yumurtalarını bırakmak için en güzel yaprakları seçmesi gibi, papaz da lanetini en güzel sevinçlere yöneltir.

rüyaların, bir yandan insanı korku içinde bırakırken, diğer yandan da son ana sakladığı bir ihtimalin ipuçlarını vermesi sıkça rastlanan bir durumdur.

marquis de sade: kapatıldıktan sonra çukurun tam üstüne meşe palamutları dikilsin; söz konusu çukurun bulunduğu toprak parçasına ağaç dikilmesini ve koruluğun, önceden olduğu gibi ağaçlarla kaplanmasını istiyorum. ne toprakta mezarımdan en küçük bir iz kalmalı ne de insanların hafızasında bana dair bir anı."

hakikat ve adalet tutkusu, sahiplerini irkiltir çoğu kez.

charles baudelaire: her dakika, her insanda eşzamanlı iki arzu vardır. bunlardan biri tanrı'ya diğeri ise şeytan'a yönelir. tanrı'ya yakarış ya da tinsellik, kademe kademe yükselme arzusudur. şeytan'a yakarış ya da hayvansılık ise kademe kademe alçalma sevincidir.

nasıl aşkın ölçüsü dehşet duygusuysa, kötülüğe susamışlık da iyiliğin ölçüsüdür. iyiliğin tuttuğu taraf boyun eğmenin, itaatin safıdır. özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır; oysa iyilik kuralların katılığına sıkı sıkıya bağlıdır.

ışığın doğması için hapishane duvarlarının olması şarttır.

marquis de sade: ölüme alışmanın en iyi yolu, onu açık saçık bir düşünceyle bağdaştırmaktır.

charles baudelaire: ve onlar ki, uzun giysilerinin altında sakladıkları kırbaçla, karanlık ormanda ve yalnız gecelerde hazzın köpüğünü acıların gözyaşlarına karıştırırlar.

6.07.2010

psikopatoloji üzerine

sigmund freud

cinsel yaşam normal ise nevroz söz konusu olamaz.

nevrozların nedenselliğine ilişkin iyi bir iç gözlem, bu hastalıkların özünün sadece organizmanın cinsel süreçlerindeki bir rahatsızlıkta yattığını gösterir.

erkeğin hayallerine ilişkin yakından bir inceleme genellikle, bütün kahramanlık gösterilerinin ve bütün başarılarının, sadece onu diğer erkeklere tercih edecek bir kadını hoşnut etmeyi amaçladığını gösterir. bu fanteziler, yoksunluktan ve özlemden kaynaklanan arzuların doyumuna hizmet eder.

her birey, ruhsal yapısının, boşaltılmayı gerektiren uyarım miktarıyla başa çıkma işlevini yerine getiremediği bir sınıra sahiptir.

nevrozun en açık, en kolay gözlenebilir, en anlaşılır başlatıcı nedeni, genel bir terimle engellenme olarak tanımlanabilecek dışsal bir etkende görülebilir. kişi, sevgi -aşk- ihtiyacı dış dünyadaki gerçek bir nesneyle doyurulduğu sürece sağlıklıdır; yerine bir başkası konmaksızın bu nesne elinden alındığı an hasta olur. burada mutluluk sağlıkla, mutsuzluk ise nevrozla çakışır. burada kader doktordan daha kolay çare sunar; çünkü yaşam, hastaya kaybettiği doyumun yerine koyabileceği bir başka nesne bulma şansı tanıyabilir.

wilhelm stekel: insanlar arasındaki temel duygusal ilişki sevgi değil, nefrettir.

kadınların cinsel işlevin kaybedilmesinden sonra kişiliklerinin çoğu kez özgün bir değişikliğe uğradığı çok iyi bilinen ve şikayete konu olan bir olgudur. bu kadınlar kavgacı, geçimsiz, zorba, dar kafalı, aç gözlü olurlar; yani, daha önce kadınlık dönemlerinde sahip olmadıkları tipik sadistik ve anal-erotik eğilimler sergilerler.

bütün nevrotiklerin, belki de bütün insanların bilinçsiz fantezileri arasında, hemen her zaman bulunan ve analizle ortaya çıkarılabilen bir fantezi vardır: ebeveynler arasındaki cinsel ilişkiyi izleme fantezisi.

kıskançlık da tıpkı hüzün gibi normal denebilecek duygusal durumlardan biridir. birisi bu duygudan yoksunmuş gibi göründüğü zaman kıskançlığın ağır bir bastırmaya uğradığı, dolayısıyla söz konusu kişinin bilinçsiz ruhsal yaşamında çok daha büyük bir rol oynadığı söylenebilir.

nevroz, ego ile id arasındaki çatışmanın sonucuyken, psikoz ego ile dış dünya arasındaki ilişkilerdeki benzer bir rahatsızlığın yukarıdakiyle kıyaslanabilir bir sonucudur. nevroz gerçekliği inkar etmez, sadece görmezlikten gelir; buna karşılık psikoz gerçekliği inkar eder ve onun yerine başka bir şey koymaya çalışır.

4.07.2010

anka kuşu

can dündar

"askerlik, insanların bir şey yapmadan, büyük bir görev yerine getiriyormuş rahatlığıyla yaşadıkları bir alandır." (tolstoy)

türkiye gibi ülkelerde bir insan bir alanda sivrildi mi, artık her alanda ondan hizmet beklerler.

yetenek iyi bir şey ve bir ölçüde gerekli. zeka da öyle. ama buluş yapmak için başka şey gerekiyor: gerçekten bir şeyi bulmak istemek, o işle sürekli, inatla uğraşmak, başka bir işle uğraşmadan onu sonuca götürmek. şans tabii faydalıdır her zaman, yani yeteri kadar çalışırsanız şansın da faydası oluyor.

ismet inönü: hitler bizden önce hazırlanmaya başladı. yıllarca çalıştı, ordusunu hazırladı, insanlarını hazırladı. en büyük güç olarak ortaya çıktı. ondan sonra etrafa saldırmaya başladı. etraftakiler önce şaşırdılar; ama eninde sonunda toparlanacaklar, bir araya gelecekler, yükselecekler ve ondan sonra hitler'in önüne geçecekler.

hayri dener: bilim hem güzeldir hem korkunçtur. güzeldir; çünkü bilimsel kuralları türkiye'de öğrenseniz de, bunlar bütün dünyada geçerlidir. ama korkunçtur; çünkü insafsızdır; bilim kuralları hiçbir şekilde taraf tutmazlar, o kurallara uyan insanlara kolaylık gösterirler, uymayan insanları da ezip geçerler.

churchill'in o zaman babama yazdığı meşhur bir mektubu vardır: "şimdi önemli bir dönemi kapattığımız zaman.. size beraber olduğumuz zamanlardaki iyi hatıralarımı söylemek istiyorum. başarılarınızı kutluyorum. 2. dünya savaşı'ndan türkiye'yi nasıl çıkardığınızı hep hayranlıkla hatırlıyorum" gibi şeyler söylemişti.

ismet inönü: en zor şey, insanları, gerçekten hizmet yolunda olduğuna inandırmaktır.

bir askerin doğru dürüst siyaset yapması kolay değil. yetişme şekilleri ona uygun değil çünkü. bir defa her fikre açık değiller; bazı fikirlerin zararlı olduğuna inanıyorlar. "siperde ilim yapılmaz" derdim ben; çarpışırken bilimle uğraşmaya ne vaktiniz ne de ruhi durumunuz müsaittir. değişik fikirleri saygıyla ele almak zorunda değilsinizdir. askerlerin öyle bir tutumu vardır.

şerif mardin: bu aleviler çok ilginç bir gruptur. türkiye'de baskı gören bir gruptur. böyle grupların da bir davranışı vardır: hep zor durumda tutuldukları için haksızlığa uğradıklarını söylerler, ki doğrudur da; ama ellerine fırsat geçerse onlar da benzer şekilde davranabilirler. haklarını vermeli; ama dikkat etmek gerekir.

deneyim eksikliği, girişim cesaretini artırır.

ülkenin önde gelen gazeteleri basit gerçekleri bu kadar saptırarak kamuoyunda sürekli yanlış izlenimler yaratmaya çalışıyorsa o ülkede çürümüş bir şeyler var demektir. o zaman da o ülkenin insanları durumu düzeltmek için her çareye başvurarak gereğini yaparlar. hatta 70 yaşını geçmiş insanlara parti kurdurup hiçbir şeyden çekinmeden arkalarından giderler.

savaşa girmek kolaydır; ama çıkmak zordur.

siyasetçilerin halk dalkavukluğu yapmak, demagoji yapmak gibi bir hastalığı var. demokrasinin her zaman en iyi insanları göreve getirmemek gibi zorlukları var; ama bunlar da aşılabiliyor zamanla. buna karşılık demokratik düzenin büyük çoğunluğun eksikliğini görmek gibi bir gücü de var. tehlike anlarında herkesi bir araya getirmek gibi bir kuvveti de var.

ölümden korkmaya gerek yok. çünkü insan öldüğünü fark etmez; ancak yaşadığını bilir. dolayısıyla onun bakımından yaşam sonsuzdur.

insanların fikirlerine saygı göstermek, bütün yaşamımca bağlı kaldığım bir ilke oldu. beğensem de beğenmesem de, anlasam da anlamasam da fikirlere saygı göstermek ve korumak. elimde imkan olduğu sürece.

3.07.2010

dostluk

d. h. lawrence

iki çeşit dostluk vardır: fiziksel ve manevi. fiizksel olanı, geçici bir şeydir. şüphesiz böyle insanlardan da hoşlanırsınız, iyi geçinirsiniz, olayı mümkün mertebe nezaket sınırları içinde tutarsınız. zaten siz orada tuttuğunuz sürece o da orada kalır. yine de geçicidir, gündeliktir. siz de bilirsiniz ya! bir iki hafta ya da bir iki ay sürebilir. ama başından beri biteceğini bilirsiniz kesin olarak; yakında bitecektir. ne ise odur, üstünde daha fazla durmazsınız. ama manevi dostluklar hiç böyle değildir. onlar kalıcıdır. ebedidirler; insani olan bir şey ebedi olabilirse, ne kadar ebedi olabilirse.

2.07.2010

erguvan kapısı

oya baydar

gün gelir, herkese bir ada gerekir. bazen o da yetmez, uzak bir bahçe edinirsin.

kadınların en zayıf, en arzulu anları, başka bir erkeğin onları bıraktığı andır, hiç kaçırmayacaksın fırsatı.

annelerinin en nefret ettikleri huylarını almak, annelere benzemek kızların değişmez kaderi midir?

dadıları yabana atmayın. küçümsenen genel doğrular bin yılların deneyimlerinden süzülüp gelmiştir.

cinayeti soruşturanlarla işletenler aynı odaklarsa, katiller bulunmaz.

derin dönüşümler yaşayan kişi hep en uçlarda gezinir; sadece geçmişinden kopmakla kalmaz, eski kimliğini de reddetmeye çalışır.

her şeye rağmen bir aşk hikayesiydi bu. sandığınız gibi polisiye bir olay, basit bir ilişki, bir paris kaçamağı değildi. sonuna kadar yaşanamamış, tüketilememiş, yıpranmamış, bu yüzden de bütün diriliğiyle, inadıyla kalmış bir aşk hayaleti. hayaletleri öldüremezsin.

aşk ulaşılmazlıkla beslenir, ulaşılmazlıkla kara sevdaya, tutkuya dönüşür. insan aşk bahsinde çoğu zaman sanıldığından daha yalındır, hele de biz kadınlar; hatta en akıllılarımız bile.

sınırlarını aşan, zincirlerini koparan insanları severiz. en statükocu olanlarımız bile böylelerine içten içe hayranlık duyar. bizim cesaret edemediğimize cesaret edebildikleri için belki de.

açıklık, basitleştirme, gereksiz ayrıntılardan, süslerden arındırma proletaryanın aklının duruluğunun ve sağlamlığının göstergesidir. hedefe, her kavram üzerinde on kere düşünüp binbir dereden su getirerek değil, namludan fırlayan kurşun gibi dümdüz giderek varabilirsin ancak.

lüks yerlerde çalışanlar kadar kendi sınıflarından kopmuş, kendi çevrelerine düşmanlaşmış kimse yoktur. şöyle bir bakar, cüzdanınızı da yüreğinizi de okuyuverirler. eğer ortama uygun bulunmazsanız, garsonundan komisine, aşçısından kapıcısına kadar hepsi sizi küçümsemekte, aşağılamakta birbirleriyle yarış ederler.

devrimcilik yaşamında öğrendiğim tek önemli şey, insanlığın mutluluğu ve özgürlüğü hedefine, insanı tahrip eden silahlarla varılamayacağı oldu. yaşama ölümle varılmıyor, ölümden yaşam doğmuyor.

insanlar çevrelerinde gördükleri, alışık oldukları renkleri, kokuları, bitkileri ararlar.

bazen aradığınız değil, aramanın kendisi önem kazanır; ya da aradığınızı sandığınız şey değildir asıl aradığınız.

neyi aradığımızın cevabı, eğer aramayı biliyorsak, vardığımız noktada bulduğumuz şeydir.

bilim somut veriyi, kanıtı, tutarlılığı arar; gerçekle ilgilenmez. gerçek, herkesin kendi hikayesine verdiği addır.

"türkiye sanat tarihçileri için bir hazine, sosyal bilimciler içinse mükemmel bir laboratuvardır."

eskiden nasıldı, bilmiyorum. ben hiçbir şeyin yerini değiştirmedim. zaten kitaplarım ve giysilerimden başka eşyam da yok. eşyaların yerlerini değiştirmeye, yaşadıkları mekanlara kendi damgalarını basmaya meraklı olanlar çoğunlukla kadınlardır. biz erkekler bulduğumuz yere konuveririz.

bazı evler insana değişmezlik duygusu verir. sanki her şey bulunduğu yere bir daha sökülmemecesine çakılmış gibidir. düzenli, özenli ve iç sıkıcı.

"toplumsal sınıflarla, o sınıfların taşımaları gereken ideolojik değerlerin ve söylemlerin böylesine karşıt, böylesine çelişik olduğu bir başka ülke bulmak zordur.  türkiye'de işçiler kapitalizmin değerlerini savunur, burjuvalara hayranlık duyarken; en sıkı komünistler varlıklı kesimlerden, burjuva kökenli aydınlardan çıkar."

bir an, bir söz, bir bakış, bir hareket ya da bir gecikme bazen tarihimizi ve talihimizi nasıl da değiştiriverir.

her adreste bir polisin beklediği, her iyi tanınmayan kişinin ajan olduğu, düz asfalt yollar bırakılıp bilmem kaç yüz basamaklı yokuşlarda helak olunan bir dünyada nasıl ruh sağlığını koruyabilir ki insan?

canına yandığımın tc devletinin sağlık politikası böyle işte: paran yoksa sürün, geber!

orta yaşı geçmiş her kadının yüreğinde dışa vurulmayan bir genç erkek özlemi yok mudur?

belki de bu şehir tarihsel bir dönemde değil, kendi özel zamanında yaşadı hep. burada camiler kilise, manastırlar türbe, saraylar zindan, kapılar duvar, surlar geçittir. hiçbir şeyin değişmez özü, sürekli tekliği ve gerçekliği yoktur. inançların bile..

inancın ve tapıncın gerçek nesnesi hiç önemli değildir. önemli olan inanmaktır.

cesur olmak için korkuyu bilmelisin; sadece duygusuzlar ve aptallar korkuyu bilmezler.

kadın doğurandır, hayatı yaratan, büyütendir; bu yüzden hayata karşı er kişiye göre daha güçlüdür, dirençlidir.

her şey semboldür. düşünen insanın yaşamı bir semboller sistemidir. semboller kimliklerin dışa yansıtılmasıdır, ötekilere 'ben buyum' demenin en kestirme yoludur. sanırım insanlar kimliklerini en güçlü biçimde dinsel ya da ideolojik aidiyetleriyle, inançlarıyla tanımlıyorlar. inanca dayalı kimlikler, mümin ve müritler yarattı. özgür insanın birey kimliği değil müminin ve müridin sorgulamayan köle kimliği öne çıktı. bunun bedelini ağır ödedik.

sır bir kez çözüldü mü, gizem açığa çıkıp da sıradanlaştı mı, çekiciliğini kaybeder.

'yaşamak direnmektir.' bu doğru. ama 'yaşamak ölmektir.' doğru değil. daha onurlu bir hayat için ölüme yattıklarını söylüyorlar. ben ölümden yaşam doğacağına inanmıyorum.

insan bazen daha fazla öğrenmekten korkar. gereğini yapamayacağı, sorumluluğunu üstlenemeyeceği için.

katil olacaksınız. cellat olacaksınız. ne devletin bekası tekerlemeleri, ne hainler, bölücüler edebiyatı, ne milletin yüce çıkarları palavraları cinayeti örtmeye yetmeyecek. vatandaşlarını öldüren ülkenin bütünlüğü mezarlıkların bütünlüğünden başka nedir ki?

intihar, hayatın anlamı sorusuna verilen en açık cevaptır.

insanlar ölmeye zorlanamaz; ama özendirilir. dini tarikatlar da, savaşta komutanlar da bunu yaparlar. çevresinden soyutlanma, dışlanma korkusu salınır kişinin içine. öyle bir noktaya getirilir ki insan, neden ölmeyi beceremedim diye kahrolur. zorlamanın en sinsi, en kötü biçimidir bu.

sadece yenilgi düşündürür ve sorgulatır. yenilgiyi derinlemesine kavramak için gerçekle yüzleşebilme cesareti gerekir. bu cesareti gösteremeyenler hiçbir şeyi değiştiremezler; ne kendilerini ne de dünyayı. ve hep yenilirler.

şafaktan bir önceki an, gecenin en koyu, en karanlık olduğu andır; ama gün mutlaka ağarır.

resmi tarihler gibi, resmi dinsel metinlerin işlevi de gerçekleri iktidardakilerin çıkarlarına göre saptırmaktır.

"dil, insanın gerçek ülkesidir."

gerçek, baktığın yere göre değişir.

inancın ve vizyonun ne kadar büyükse, umudun da o kadar büyük olur.

insan bir kez kuşkuya kapılmayagörsün, en sıradan, en gündelik olaylar bile karanlık görünmeye başlar.

'çöl, içinde bir kuyu gizlediği için güzeldir.'

istanbul aklın değil inançların şehridir. bu şehirde inançlar, çatışıp karışarak birbirlerini yok eder. burada, müminlerin inancının kökeni, yok etmeye çalıştıkları kafirlerin tanrısındadır. kitleler bunu bilmez, bilenler de sık sık unutur; egemenler ise kendi inançlarını, ölümle, silahla, zorbalıkla dayatırlar. biz aydınların duymaktan hoşlandığımız hoşgörü masallarının da aslı astarı yoktur. şehri ele geçiren egemen inanç, ötekini yok etmek için uğraşır. sadece yenilenler, yenilginin acı potasında birbirlerine yaklaşırlar. hoşgörü denilen şey, kendine güvenli, oturmuş kimlikler gerektirir; oysa bu kentte herkes, her zaman yabancıdır. kent herkesi kendine çeker, içine alır ve ötekileştirir.

1.07.2010

robin hood

ayn rand

robin hood'un, hırsız yöneticilerden çaldığı paraları asıl sahipleri olan halka geri verdiği söylenmiştir. ama o hikayenin anlamı bu değildir. o, mülkiyetin şampiyonu olarak değil, ihtiyacın şampiyonu olarak hatırlanmaktadır. soyulanların savunucusu olarak değil, yoksulların besleyicisi olarak bilinmektedir. kendi kazanmadığı servetlerle iyilik yaptığı, kendi üretmediği malları dağıttığı, içindeki acıma lüksünün bedelini başkalarına ödettiği için melekleştirilen ilk insan odur. başarının değil, ihtiyacın bir hak olduğu inancının simgesidir o adam. çalışıp üretmemizin gerekli olmadığı, önemli olanın istemek olduğu, hak edilen şeyin bize ait olmadığı, hak edilmeyenin bize ait olduğu fikrini o yaratmıştır. hayatını kazanma becerisine sahip olmayan her yeteneksizin, kendini daha altta olanlara adadığını, bu yüzden üsttekilerden çalmaya hazır olduğunu söylemekle, eline güç geçirip kendinden üstün olanlara ait olan her şeyi yağmalamasının bir hak olduğu fikrini yaymıştır. işte bu en aşağılık yaratığı, yoksulların yaraları ve zenginlerin paraları sayesinde yaşayan bu çifte paraziti, insanlar bir manevi ideal düzeyine yükseltmişlerdir. bu da bizi öyle bir dünyaya getirmiştir ki, bir insan ne kadar üretirse, tüm haklarını kaybetmeye o kadar yaklaşacak, sonunda da, eğer yeteneği yetiyorsa, ilk elini uzatan kimseye av olarak sunulacak, hiçbir hakkı olmayan bir yaratık haline gelecektir. beri yandan her türlü hakkın, ilkenin, ahlakın üzerinde sayılmak, her şeyi yapabilmek, çalıp yağmalayabilmek için de tek gereken, ihtiyaç içinde olmaktır. dünya neden çöküyor, merak etmiyor musunuz? işte ben bununla savaşıyorum. ta ki insanlar, tüm insanlık sembolleri arasında en ahlaksızının, en nefrete layık olanın robin hood olduğunu öğrenene kadar. o zamana kadar dünyada adalet olamayacağı gibi, insan neslinin sağ kalması da mümkün olamaz.

karanlık oda

chuck palahniuk

platon'a göre hiçbir şey öğrenmeyiz. ruhumuz o kadar çok hayat yaşamıştır ki, zaten her şeyi biliriz. öğretmenler ve eğitim bize sadece bildiklerimizi hatırlatır: sefilliğimizi.

rasyonel zihnimizin bastırılması, ilhamın kaynağıdır. ilham perisidir. koruyucu meleğimizdir. acı çekmek bizi rasyonel özdenetimimizden çıkarır ve ilahi kanalın içimizden akıp gitmesini sağlar. yeterli miktarda stres, iyi veya kötü, aşk veya acı, mantığımızı sakatlayarak bize başka şekilde asla sahip olamayacağımız fikir ve yetenekler bahşeder.

platon'a göre bizler karanlık bir mağarada zincirlenmiş olarak yaşarız. sadece mağaranın arka duvarını görebilecek şekilde zincirlenmişizdir. görebildiğimiz tek şey o duvarda hareket eden gölgelerdir. bunlar mağaranın dışında hareket eden bir şeyin gölgesi de olabilir, yanımıza zincirlenmiş diğer insanların gölgeleri de.

belki de her birimizin görebildiği tek şey kendi gölgemizdir.

carl jung çalışmasını "gölge çalışması" olarak adlandırdı. asla başkalarını görmeyiz, dedi. gördüğümüz tek şey onların üzerine vuran kendi özelliklerimizdir. gölgeler. yansımalar. kendi çağrışımlarımız.

eski ressamların küçük ve karanlık bir odada oturup minik bir pencerenin dışında, parlak güneşte duran şeylerin suretlerini resmetmeleri gibi.

karanlık oda.

suretlerin aynısını değil de, tersini veya tepetaklak olmuş halini. sureti yansıtan ayna veya mercek tarafından bozulmuş olan halini. sınırlı şahsi algımız. minik deneyim derlememiz. yarım yamalak eğitimimiz.

29.06.2010

uzun lafın kısası

ian mcewan: inananların pençelerinden kurtulmak pek kolay değildir.

aslı erdoğan: yalnızca kötülüğün en dibine inenler erdemin doruklarına varabilirler.

juli zeh: bir güvenlik sistemini hayattan vazgeçmiş insanlardan daha çok korkutan bir şey yoktur. bu durum onları durdurulamaz kılar.

elia kazan: insanların içine düştükleri en zararlı ve aldatıcı yanılgılardan biri, bir defada yalnızca bir kişiyi fiziksel olarak sevebilecekleri kanısıdır.

muriel barbery: nerede para varsa orada uyuşturucu da vardır.

erich auerbach: dinler, halkın saflığına dayanan kaba ikiyüzlülüklerden ibarettir; insanları, budalalıklarını istismar eden bir avuç açıkgözün boyunduruğu altına koymaktan başka bir işe yaramaz.

g.b. shaw: her erkek sevdiği şeyi öldürür. kadın dediğin de budur zaten: en iyi kemiği kapmak için birbirleriyle dalaşan köpekler.

ursula k. le guin: erkeğin istediği özgürlüktür. kadının istediği mülkiyettir. seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakır. bütün kadınlar mülkiyetçidir.

pierre assouline: eğer gülüyorsan herkes seninle güler; ağlarsan yalnız ağlarsın.

simone de beauvoir: kadın; bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz.

cemil sena: bazı mağlubiyetler vardır ki asildir; bazı galibiyetlerin de sefil olduğu gibi.

edward said: entelektüel; sismik şoklar yaratır, insanları sarsar; ama ne geçmişine ne de arkadaşlarına bakılarak açıklanabilir. sürgün entelektüel zorunlu olarak ironik, kuşkucu ve hatta oyunculdur; ama kinik değildir.

28.06.2010

cennetin arka bahçesi

habib bektaş

dünyada yapılması gereken kötü işler de vardır ve birilerinin o işleri yapması gerekir.

bazı yorgunluklar güzel yorgunluklardır.

yalnızlığınıza değer veriniz, yalnızlığınızı seviniz. yalnızlığımız, kendi ben'imize en yakın olduğumuz andır ve en kalabalık olduğumuz an, kendimizi tanıyabileceğimiz.