17.10.2020

deha

halil cibran

büyük insan, ne efendi ne de uşak olandır.

tanıdığım her büyük adamın kişiliğinde, onun büyüklüğünü açıklayan küçük şeyler olduğunu fark ettim; bütün o büyüklükleri uyuşukluktan, delilikten ve intihardan alıkoyan işte bu küçük şeylerdi.

büyük adamın iki kalbi vardır: birisi acı çeker ve diğeri ümit eder.

insanın koyduğu yasalara insanın ruhu değil, aklı tabi olur. sadece iki kişi insanlık yasalarını tanımaz: deli ve dahi. onlar, insanlar arasında tanrı'ya en yakın olanlardır.

dahilik, geç gelen baharın başında bir kuşun söylediği şarkılardır.

16.10.2020

deniz

alphonse de lamartine

zaman, aynı diğer deniz gibi, kalıntılarımızla taşan bir denizdir.

kendini eserlerinde görmedikçe yaşadığını hissedemez insan. ruhun da beden gibi olgunluk, ergenlik dönemi geçirmesi gerekir.

şiir, aşkın doğacağı genç bir kalpten başka hiçbir yerde daha anlamlı, daha ahenkli olamaz.

ruh, sevdiğine içini dökmeye yetmeyen dudakların mırıltısı ve uykuya dalan bir çocuğun belirsiz seslerle kekelemesiyle, yalnızca bir defa tamamen bir başka ruha akar.

halkın vatanı içgüdülerinde, kahramanlığı duygularında ve dramı bakışlarındadır. akılda kalan büyük yıkımlar ve güzel ölümlerdir.

emek ve cesaretle yeniden satın alabileceği şeylerin uğruna gözyaşı dökmemeli insan.

güzellik duygusunun; bizim gökyüzümüzün altındakinden daha canlı ve hayatın yalnızca aşk olduğu iklimlerde, giyim kuşam lüks değildir kadınların gözlerinde. bu onların ilk ve neredeyse tek ihtiyacıdır.

şairler dehayı uzaklarda ararlar, oysa o yürektedir.

şiir, bütün tutkuların önsezisi gibidir. daha sonra, hatıralarına ve matemine dönüşür. böylece hayatın iki uç döneminde ağlatır şiir; gençleri ümitle, yaşlıları pişmanlıkla.

15.10.2020

büyük adam

nazım hikmet

ben sosyalist şair; memleketimi ve halkımı, tıpkı karımı sevdiğim gibi etiyle kemiğiyle seviyorum.

15-16 yaşlarındayken baudelaire'i aslından okurdum. bir gün bizim orada, göztepe'de baudelaire'i okuya okuya yolda yürüyordum. sakallı celal de karşıdan geliyormuş, ben farkında değildim, dalmış gitmişim kitaba. bana yaklaşınca, "okuduğun o kitap ne senin?" diye sordu, kaldırdım başımı, baktım o. gösterdim kendisine kitabı. baktı, baktı yüzüme. ben o zaman suratı çil içinde sapsarı bir oğlandım. "sen büyük adam olursun, oğlum!" dedi ve yürüdü gitti.

ben her şeyden önce bir yazarım; fakat aynı zamanda toplumcuyum. bence, 20. yüzyılda yüceliğinin doruğuna ulaşan sosyalist öğretiyi bilmeden hiçbir şey olamayız; yalnız şair değil, genellikle düşünen insan da olamayız.

tüm adetlerden nefret ederim, hepsinden! bizi durdurur, engeller adetler. biraz da, mantıksal bir dayanağı olmayan törelerle mücadele etmek için devrimci oldum. töreler insanları tutsak eder. bense her türlü tutsaklığa karşıyım. küçük burjuvanın elinde silahtır töreler, ben onlardan da, küçük burjuvalardan da nefret ederim. törelerin düğünle, cenazeyle ilgili olanları bile korkunç. 

öyle bir ülkede yaşamak istiyorum ki, orada evlerin kapısı kilitlenmesin; soygun, hırsızlık, cinayet sözcükleri unutulup gitsin.

dayananda saraswati

sevan nişanyan

swami dayananda saraswati, 19. yüzyıl sonlarında hindu dininde büyük bir reform başlatan arya samac hareketinin manevi lideridir. puta tapıcılığa, türbe ziyaretlerine, atalara tapmaya, hayvan kurban etmeye, rahipçiliğe, kast sistemine, çocuk evliliklerine karşı çıkmış, hinduizmi evrensel bir ahlaki öğreti olarak canlandırmaya çalışmıştır. zahid ve alimdir. hindistan'ın bağımsızlığı fikrini ilk ortaya atanlardan biridir. tagore'un ilham kaynağıdır.

en önemli eseri olan satyarth prakaş'ın 14. bölümü, kuran'a ve islam dinine karşı acımasız bir polemiktir. 70 küsur sayfada kuran'daki çelişki ve mantıksızlıklar, olağanüstü akılcı ve berrak bir dille ortaya konur. kuran'da dile getirilen tanrı fikrinin ahlaki zaafları ve cahilliği dile getirilir. hz. muhammed'in "sahtekâr" olduğu savunulur. yukarıda saydığım dört yazara oranla, en okumaya değer olanı budur.

özgürlük

octavio paz

özgürlük, evreni ve insanı açıklamaya yönelik genel bir sistem değildir. bir felsefe de değildir. aynı zamanda, hem kaçırıldığında bir daha ele geçirilemeyecek hem de anlık bir eylemdir. özgürlüğün ne genel bir kuramı vardır ne de böyle bir kuram herhangi bir zamanda olabilir. çünkü özgürlük, her birimizin iç dünyasında biriciklik niteliğiyle var olan ve hiçbir genelleştirmenin kalıbına sokulamayacak bir şeyin onaylanmasıdır. başkalarına zorla benimsetilmeye kalkışılan bir özgürlük, o anda tiranizme dönüşür. birincil olarak benim biricikliğimin onaylanması anlamına gelen özgürlük, benden başkasının da tanınmasıyla özgürlük olur. öteki, benim özgürlüğümün aynı zamanda hem sınırı hem de kaynağıdır. özgürlük, bir yönüyle biriciklik ve kural dışılık, öteki yönüyle de çoğulculuk ve birlikte yaşamak anlamını taşır. özgürlük ve demokrasi, eş anlamlı olmamakla birlikte, birbirlerinin tamamlayıcısı olan kavramlardır:

özgürlükten yoksun demokrasi bir despotizmdir, demokrasiden yoksun bir özgürlük ise bir hayalden başka bir şey değildir.

14.10.2020

kusursuz cinayet

paulo coelho

en kusursuz cinayet budur: yaşama sevincimizi kimlerin öldürdüğünü, bunu hangi güdüyle yaptıklarını, suçluların nerede bulunacağını bilemeyiz.

her şey az önce olmuş gibi geçmişi yanımızda taşırız.

özgürlüğün özlemini çekecekleri yerde kendilerine bir çoban arayanlara acımak gerekir! herkes üstün güçle karşılaşabilir; ama üstün güç sorumluluğu başkalarına bırakanlara uzak düşer. bu dünyada geçirdiğimiz zaman kutsaldır, her an'ı bir şölen gibi yaşamamız gerekir.

kaybolmaları istedim, ilginç yerler keşfetmenin en iyi yolu kaybolmaktır.

yalnızlık insana göre değildir, kendimizi ancak başkalarının gözlerinde gördüğümüz zaman tanıyabiliriz. kim olduğumuzu anlamanın en iyi yolu, çoğu zaman başkalarının bizi nasıl gördüğünü öğrenmektir.

aşkın gücü asla tükenmez; her şeyden daha güçlüdür ve kendini çok çeşitli biçimlerde gösterir.

öğretmen bir şeyler öğreten biri değil, öğrencinin zaten bildiği şeyi keşfedebilmesi için ona esin veren kişidir.

sorunlarımızın çoğu kurallara uymaktan kaynaklanır.

eğer bütün kelimeler bitişik olsaydı bir anlam çıkmazdı ya da en azından anlamı çıkarmak çok zor olurdu. boşluklar çok önemlidir. esler olmasa müzik de olmaz, boşluklar olmasa cümleler de olmaz.

hepimiz nereden geldiğimizi öğrenmek isteriz. felsefi düzeyde, bütün insanların temel sorusu budur.

mutluluğun aşk olduğunu söylüyorlar. oysa aşk mutluluk getirmez, hiçbir zaman da getirmemiştir. tam tersine, sürekli bir kaygı durumudur aşk, bir savaş meydanıdır; kendi kendimize sürekli olacak acaba doğru mu yapıyorum diye sorduğumuz uykusuz gecelerdir. gerçek aşk, vecd ile ıstıraptan oluşur.

13.10.2020

virüs

bana göre bir ırk olarak insanoğlu kendi gerçekliğini sefalet ve acıyla tanımlıyor. türlerinizi sınıflandırma fikrine kapıldığım bir günümde aslında sizin memeli olmadığınızı anlayıverdim. bu gezegendeki her memeli içgüdüsel olarak çevresindeki ortamla doğal bir denge oluşturur. ama siz insanlar bunu yapmıyorsunuz. siz belirli bir alana yerleşip çoğalıyorsunuz. sonunda bütün doğal kaynaklar yok olana kadar, buna devam ediyorsunuz. hayatta kalmak için yapabileceğiniz tek şey olarak da, başka bir alana yayılmak kalıyor. bu gezegende aynı yöntemi kullanan bir başka organizma daha var. ne olduğunu biliyor musun? bir "virüs." insan türü bir hastalık. bu gezegende bir kansersiniz. bir tür salgın.

orada olduğunuzu biliyorum. artık sizi hissedebiliyorum. korktuğunuzu biliyorum. bizden korkuyorsunuz. değişimden korkuyorsunuz. geleceği bilmiyorum. buraya, size bunların nasıl biteceğini söylemeye gelmedim. buraya, size nasıl başlayacağını söylemeye geldim. bu telefonu kapatacağım. ve o insanlara görmelerini istemediğiniz şeyleri göstereceğim. onlara sizin olmadığınız bir dünya göstereceğim. kuralları ya da yöneticileri olmayan, sınır ya da engel tanımayan öyle bir dünya ki, orada her şey mümkün! bundan sonra neler olacağını da size bıraktığım bir seçim.

devrim

georg büchner

devrimcilerde başka insanlarda bulunmayan bir duyu vardır ve bu duyu onları asla yanıltmaz.

yalnızca bir korkak devrim için ölür, bir jakoben devrim için öldürür.

her devrimin yalnızca yarısı tamamlanırsa kendi mezarını kendisi kazar. erdem terör yoluyla hüküm sürmelidir.

cumhuriyetin silahı terördür, cumhuriyetin gücü erdemdir. erdem olmadan terör yozlaşabilir, terör olmadan erdem güçsüzdür. terör, erdemin bir sonucudur; hızlı, kesin ve boyun eğmez adaletten başka bir şey değildir.

ulusal pervasızlık tüm erdemlerin en yararlısıdır.

bir despot hayvanları andıran uyruklarını terörle yönetirse despot olarak haklıdır. cumhuriyetin kurucusu olarak sizler özgürlüğün düşmanlarını ezerken de bir o kadar haklısınız. devrim hükümeti özgürlüğün tiranlığa karşı despotluğudur.

halkın bir ezilme içgüdüsü var, isterse bakışlarla olsun, böyle aşağılayıcı bakışlardan hoşlanıyor. böylesi alınlar bir asalet armasından daha berbattır, insanı hor görmenin su katılmamış aristokrasisi barınır onlarda. herkesi mıhlamalarını kolaylaştırır bu; çünkü tepeden bir bakışa maruz kalmak insanı bezdirir.

bir cumhuriyette yalnızca cumhuriyetçiler yurttaştır, kralcılar ve yabancılar düşmandır. insanlığı ezenleri cezalandırmak merhamettir, onları bağışlamak barbarlıktır.

toplum tarafından korunmayı hak edenler yalnızca barışçıl yurttaşlardır.

12.10.2020

beyaz adam

carl gustav jung

"evet, işte benim dünyam burası." diye düşündüm. "gerçek dünya, gizem! ne öğretmenler ne okul ne de yanıtsız kalan sorular var burada. insan burada, hiçbir şey sormadan var olabiliyor."

amerika'ya yaptığım ikinci gezide, amerikalı arkadaşlarımla birlikte, yeni meksika'da kentler kuran puebloları görmeye gittim. aslında, kent demek burada biraz abartılı kaçıyor. köyler kurmuşlar ama evler üst üste olduğu için kent görünümü veriyor. dilleri ve davranışları da kentliler gibi.

orada şans eseri, ilk kez avrupalı olmayan, yani beyaz adam sayılmayan biriyle sohbet etme olanağını buldum. taos pueblolarının reisi olan kırk elli yaşlarında ochwiä biano (dağ gölü) adında biriydi. onunla hiçbir avrupalıyla konuşamadığım gibi konuştum. kuşkusuz o da bir avrupalı gibi kendi dünyasının sınırları içinde kalmıştı ama onun dünyası öylesine ilginçti ki! bir avrupalıyla konuşurken çoktan beri bilinen ama hiçbir zaman anlaşılamayan şeylerden söz eder ve bir çıkmaza girersiniz. oysa bu yerliyle sohbetimiz çok yabancı konularda bile su gibi akıp gitti. yeni ufuklara doğru gitmenin mi, yoksa unutulmuş çok eski bilgilere başka açılardan bakmanın mı daha zevkli olduğuna karar veremedim.

ochwiä biano, "beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! dudakları ince, burunları da sivri. yüzleri kırışıklardan değişmiş. gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. hep bir şey arıyorlar. ne arıyorlar acaba? beyazlar hep bir şeyler ister ve her zaman huzursuzdurlar. ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. bizce onlar deli." dedi.

ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. "kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar." diye yanıtladı. şaşırarak, "tabii ki öyle yapacaklar." dedim."siz neyle düşünürsünüz?" kalbini göstererek, "burasıyla." dedi.

uzun bir süre susup düşündüm. yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti. o güne dek gördüklerim hep duygusal bir yaklaşımla güzelleştirilerek çizilmiş renkli resimlerdi. yerli bizim en duyarlı noktamıza parmak basmış, körlükten göremediğimiz bir gerçeği dile getirmişti. içimden ne olduğunu bilmememe karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu yükseldi ve o bulutun içinden art arda resimler çıkmaya başladı.

ilk önce, romalı askerlerin galya kentlerini yakıp yıkmasını ve caesar'ın, scipio africanus'un ve pompeius'un keskin yüz hatlarını gördüm. roma kartalı, kuzey denizi'nde ve beyaz nil'in kıyılarında dalgalanıyordu. sonra, aziz augustinus'un romalıların mızraklarına taktıkları britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen, şarlman'ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. ardından da, haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını.. haçlılarla ilgili eski romantizmin anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı. bunları, ateş, kılıç, işkence ve hristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları olarak kabul ettikleri güneşin altında huzur içinde düşler kuran puebloların bile üzerine giden kolomb, cortés ve başka fatihler izledi. misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan pasifik adaları halkları da. bunlar yetti de arttı bile.

bizim kolonizasyon, putperestlere misyon ve medeniyetin gelişmesi diye nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. bu yüz, uzak yerlerde inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çapulcu denebilecek bir ırkın yüzüydü. armalarımızı süsleyen tüm kartalların ve başka yırtıcı kuşların, psikolojik durumumuza çok uyan simgeler olduklarını düşündüm.

bu sözlerinden, bir yerlinin huzurunun ve onurunun neye bağlı olduğunu anladım. güneş'in oğluydu ve tüm yaşamı koruyan babasının her gün doğup batmasına yardımcı olduğu için evrendeki yaşamı anlam kazanıyordu.

bu düşünceyle, bizim mantığımızın biçimlendirdiği kendimizi haklı çıkarmalarımızı karşılaştırırsak, yaşamımızın ne denli kısır olduğunu anlarız. sırf kıskançlığımız yüzünden yerlinin saflığına gülüyoruz ve kendimizi çok zeki sanıyoruz. zaten böyle yapmasak, ne denli ruh zenginliğinden uzak olduğumuzu anlar ve bunu kaldıramayız. bilgi bizi zenginleştirmiyor; tersine, doğduğumuzda kendimizi içinde bulduğumuz mitler dünyasından giderek uzaklaştırıyor.

11.10.2020

sakin bir yaşam

epikuros

değersiz şeyler için çabalıyorsunuz, açgözlü insanlar; çıkarlarınız için kavgaya, savaşa tutuşuyorsunuz. doğanın zenginliği dar bir sınır içinde kalır, boş yargılar ise sonsuzluğa uzanır.

bilge âşık olmaz; cenaze işleriyle de uğraşmaz. bilge hitabet gösterisi yapmayacaktır. bilge evlenmeyecek ve çocuk yapmayacaktır.

cinsel birleşmenin bir yararı yoktur; yeter ki zararı olmasın.

duyuların akılla ilgisi yoktur ve anımsama yetisinden yoksundurlar; çünkü duyular ne kendi kendine hareket eder ne de dışarıdan harekete geçirilip bir şey ekleyebilir ya da çıkarabilir. duyumları yalanlayabilecek bir şey de yoktur.

diogenes'in de söylediği gibi, aşk tanrı tarafından gönderilmiş değildir.

doğayı boş düşüncelere ve keyfi kurallara göre değil, olayların gerektirdiği gibi araştırmalıyız; çünkü yaşamımızın akıldışı ve boş sanılara gereksinimi yoktur. tek gereksinimimiz sakin bir yaşamdır.

öte dünya

carl gustav jung

"inancın en büyük günahı, deneyime izin vermemesidir."

genelde insanların öbür dünyayla ilgili oluşturdukları düşüncelerin büyük bir bölümü umutlardan ve ön yargılardan oluşur ve bunun sonucunda, öbür dünyanın hoş bir yer olduğu düşlenir. ben böyle olduğunu açıkça göremiyorum. ölümden sonra ruhumuzun bir çiçek bahçesine geçeceğini hiç sanmam. öbür dünyada her şey iyi ve hoş olsaydı, bizimle kutsanmış ruhlar arasında dostça bir iletişim olur, doğumumuzdan önceki dönemde iyiliğe ve güzelliğe gark olurduk. oysa böyle bir şey olmuyor. bu dünyadan göçenlerle bu dünyada olanlar arasında neden bu denli aşılmaz engeller var? ölülerle karşılaşma olaylarının en azından yarısı, karanlık ruhlarla ilgili ürkünç olaylardır ve ölüler dünyasının, geride kalanların acılarına hiç aldırmadan buz gibi bir sessizliği sürdürmesi bir kuraldır.

10.10.2020

fahişe

henry miller

bir fahişe asla bacaklarını açamayacak kadar yorgun değildir. kimi düzüşün ortasında kestirir bile.

sigara kağıdı, rom, akrobat ve at yarışı reklamlarının yer aldığı, ağaç yapraklarının duvar ve çatıların ağırlığını azalttığı bir tuvaletin önünde kendini sunan bir kadınla karşılaşmak, bildiğimiz dünyanın sınırlarının bittiği yerde başlayan bir deneyimdir.

biraz daha genç olsaydı sorun kalmazdı. genç bir kancıkta birçok şeyi göz ardı edebilir insan. genç bir kancık aptal da olsa olur. aptallar daha da iyidir hatta. ama yaşlı bir kancık, dünyanın en zeki kadını bile olsa, dünyanın en çekici kadını bile olsa, fark etmez. genç bir kancık yatırımdır; yaşlı kancık zarar. seni hediyelerle şımartmaktan başka bir şey gelmez elinden. ama bu kollarını etlendirmez, yarığını sulandırmaz.

sabah uyandığında yanında sıcak ve dinlenmiş bir beden bulmak güzel bir duygu. temiz bir duygu. ruhani.. aşk teranesiyle canını sıkmaya başlamaları çok sürmez. bu kancıklar neden aşktan bu kadar çok söz ederler? iyi bir sikiş yetmiyor onlara anlaşılan.. ruhunu da istiyorlar adamın.

bazı kancıklar kendilerine çiçek bahçeleri gönderilmesinden hoşlanırlar. kendilerini önemli hissederler.

her metro istasyonunda "frengiye karşı korunuyor musunuz?" sorusuyla gülerek karşılayan yüzler var. nerede duvar varsa, orada yengeç dönencesine girmek üzere olduğumuzu müjdeleyen pırıl pırıl zehirli yengeç afişleri yapıştırılmış. nereye gidersen git, neye dokunursan dokun; kanser ve frengi. gökyüzünde yazılı; alevlenip dans ediyor uğursuz bir işaret misali. ruhumuzu kemiriyor ve ay gibi ölü bir şeyden farkımız yok.

bir özgürlük anı için bütün o aşk teranelerini dinlemek zorunda kalırsın. delirtiyor beni bazen. hemen kapı dışarı etmek istiyorum onları. ediyorum da bazen. ama bu gelmelerini engellemiyor. hatta, hoşlarına gidiyor. onları ne kadar az fark edersen o kadar üzerine düşerler. hasta bir yanları var kadınların. yürekte mazoşist hepsi.

bir kadına teslim olabilmeyi istiyorum. ama benden üstün olması gerekiyor bunu yapabilmesi için. amı yetmez, aklı da olmalı. ona ihtiyacım olduğuna inandırabilmeli beni, onsuz yaşayamayacağıma. başıma ne geleceği umrumda bile olmaz; ne iş isterdim, ne arkadaş, ne de kitap mitap. yeter ki beni dünyada benden daha önemli bir şeyin var olduğuna inandırsın. tanrım, nefret ediyorum kendimden! ama bu alçak kancıklardan daha çok nefret ediyorum; çünkü birinde bile iş yok.

9.10.2020

stendhal

stefan zweig

"bir kadını eğlendirin, ona sahip olursunuz."

stendhal kadar yalan söyleyen ve herkesi aldatmaktan hoşlanan pek az yazar vardır; yine pek az yazar gerçeği ondan daha iyi ve daha derin bir şekilde dile getirebilmiştir.

bir gün bir mektupta dostlarından birinin onu "alçak bir yalancıdan başka bir şey değilsin." diye şiddetle suçladığı satırları okurken, sayfanın kenarına tam bir serinkanlılıkla "doğru" diye not düşmüştür.

"başkasına şöyle bir dokunup geçen şey, beni ölesiye yaralar."

kendini dünyanın merkezi olarak gören bu cesur ve inatçı 'ben'ciden daha büyük bir inatla, daha köklü ve daha bağnaz bir şekilde, sırf kendisi için yaşayan ve kendi benliğini böyle bir ustalıkla geliştiren başka bir sanatçı belki de yoktur.

"kadınların arasında başarılı olabilmek ve onları elde edebilmek için bir bilardo partisini kazanmak için gösterilenden daha fazla bir çaba harcamamak gerekir."

acıklı bir bilanço: hiçbir şeyi kalmamış, kitapları para getirmiyor, "aşk üzerine" adlı kitabı on yılda topu topu 17 nüsha sattı. yayınevi sahibi bir gün "bu kitap da kutsal mı ne; çünkü kimse ona dokunmuyor." demiştir.

"bence sokak ortasında ölmenin gülünç bir yanı yok; yeter ki insan bunu bile bile yapmış olmasın."

voltaire ve luther

sevan nişanyan

voltaire ve luther hakkında görüşümü soran birine yanıt.

voltaire deli değildi. aşırı zeki insanların sosyal uyumsuzluğuyla maluldü. aşırı zeki olduğundan kahraman bile olamadı. kahramanlık tek sesli düşünebilmek ister, kafanın içinde on şeytan konuşuyorsa kahraman olamazsın. luther'in ruhu karanlıktır. iman'ın mantıken imkânsız olduğu noktasından yola çıkar. o lafın altında kimbilir hangi fırtınalar yatıyor. putları kırmakla işe başlar. sonra kader kendisini peygamberlik yoluna sokar. ister istemez fikir önderi ve siyasi lider olur. ciddi fanatiktir. yüz sayfa luther okuduktan sonra ben gıcık kapıp fena halde papacı olmuştum.

din tüccarı

sadi şirazi

bu sessiz akreplerden, bu sof giymiş yırtıcı kaplanlardan illallah. kedi gibi dizlerini karınlarına çekerler; bir av düştü mü de köpek gibi üstüne abanırlar. bunlar hile ve riya tezgahlarını mescitte açmışlardır. bunlar halkın cebine göz dikerek para kazanmış, altın yığmışlardır. buğday gösterip arpa satarlar. dünyayı dolaşan harman çingenesidir bunlar. sen onların ibadet ederken halsiz ve ihtiyar olduklarına bakma. raksa, cezbeye sıra geldi mi birdenbire delikanlı olurlar. görünüşte bu kadar sararıp solmuşlardır, bu kadar zayıflamışlardır ama oburlukta musa'nın asasını andırırlar. ne takvaları vardır ne de bilgileri. dünya karşılığında dini satarlar. kendileri kaplan derisinden parlak abalar giyerler, karılarını pörsümüş habeş kumaşıyla donatırlar. bildikleri tek sünnet vardır; o da, ramazanda erken yatıp yemeğe seher vakti kalkmak. karınlarını tıka basa doldururlar, yetmiş renkli dilenci zembillerine dönerler.

8.10.2020

thales

diogenes laertios

bazıları onun evlendiğini ve kybistos adında bir oğlu olduğunu söylerler; bazılarına göre ise, hiç evlenmemiş ve kız kardeşinin oğlunu evlat edinmiştir. neden çocuk sahibi olmadığını soranlara, "çocukları çok sevdiğim için" diye yanıt veriyormuş. annesi onu evlenmeye zorladığında, "daha zamanı değil" demiş. sonra yaşı ilerleyip annesi gene sıkıştırınca, "artık zamanı değil" demiş. 

ona göre her şeyin başlangıcı sudur, evrenin canı vardır ve cinlerle (daimon) doludur. yıl içindeki mevsimleri de o bulmuş ve yılı üç yüz altmış beş güne bölmüştür.

üç nedenden ötürü talihe minnet borçluymuş: "birincisi, hayvan değil insan olduğum için; ikincisi, kadın değil erkek olduğum için; üçüncüsü de barbar değil yunan olduğum için."

"varlıkların en eskisi tanrıdır; çünkü oluşmamıştır.
en güzel şey evrendir; çünkü tanrının eseridir. 
en büyük şey yerdir; çünkü her şeyi içine alır.
en hızlı şey akıldır; çünkü her yerde dolaşır.
en güçlü şey zorunluluktur; çünkü her şeyi alt eder.
en bilge şey zamandır; çünkü her şeyi ortaya çıkarır."

gölgemizin bizimle aynı uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, piramitlerin yüksekliğini gölgelerine bakarak ölçmüştür.

"akıllı düşünceyi gösteren çok konuşmak değildir, bir tek bilgeliği ara, bir tek onuru seç; böylece geveze insanların kesilmek bilmeyen seslerini kısacaksın."

yıldızları incelemek için yaşlı bir kadın tarafından evden çıkarıldığında, bir çukura düşmüş, yaşlı kadın da onun iniltilerine şöyle karşılık vermiş: "sen thales, ayağının altındakini görmezken, gökyüzünü anlayacağını mı sanıyorsun?"

kendisine neyin zor olduğunu sorana "kendini tanımak"; neyin kolay olduğunu sorana: "başkasına akıl vermek"; neyin en tatlı olduğunu sorana: "kavuşmak"; tanrının ne olduğunu sorana: "başı sonu olmayan şey"; gördüğü en acayip şeyin ne olduğunu sorana: "yaşlı bir tiran"; insanın talihsizliğe en kolay nasıl katlanacağını sorana: "düşmanlarını daha kötü durumda gördüğü takdirde"; en iyi ve en doğru nasıl yaşayacağımızı sorana: "başkalarında kınadığımız şeyi kendimiz yapmadığımız takdirde"; "kim mutludur?" - "bedence sağlıklı, ruhça becerikli, yaratılışça eğitimli olan" dedi. 

dostları yakındayken de uzaktayken de unutmamak gerektiğini söyler. "insan göze güzel görünmemeli, davranışlarıyla güzel olmalı."

bilge thales yaşlılığında bir jimnastik yarışması izlerken, sıcağın ve susuzluğun etkisiyle düşüp öldü. mezar taşında şunlar yazılıdır:

"bilgeler bilgesi thales'in mezarı bu. kendisi küçük; ama şanı göklere çıkıyor."

7.10.2020

din ve bilim

carl sagan

biyoloji alanındaki en güçlü bütünleyici görüş olan ve gökbilimden antropolojiye kadar diğer bilim dallarında esas alınan evrim kuramının okullarda okutulmasını engellemek için "yaradılışçılık" kisvesi altında ciddi çaba gösteriliyor.

einstein'ın dediği gibi, bilim gerçeklerle kıyaslandığında ilkel ve yetersiz görünebilir; ama gene de insanlık olarak sahip olduğumuz en değerli nesnedir.

ne denli doyurucu ve rahatlatıcı olsalar da yanılgılarda ısrar etmektense evreni gerçek haliyle kabullenmek çok daha iyidir.

"doğruluk tutkusunun su götürmez tek göstergesi' diyor john locke, "herhangi bir önermeye, dayandığı kanıtların telkin ettiğinden daha büyük bir güvenle kucak açmamaktır."

karmaşa ve yanıltmacanın engin denizinde doğruyu bulmak, gözüaçıklık, sabırlı çalışma ve cesaret gerektirir. ama bu zorlu düşünce alışkanlıklarını edinmek için uğraşmayı istemezsek, gerçekten ciddi sorunlarla karşılaştığımızda çözüm üretmeyi de bekleyemeyiz. zamanla, salına salına dolaşan, bir sonraki şarlatanın yemini yutmaya hazır bir budalalar ulusu, bir budalalar dünyası haline geliriz.

thomas paine'in dikkat çektiği gibi, yalanlara karşı hoşgörünün artması, birçok diğer kötülük için de zemin hazırlar.

bilgiyle yontulmamış insanlarda inanma gereksinimi öylesine fazladır ki, herhangi bir mitoloji sisteminin çökmesi, olasılıkla başka türlü hurafelerin doğuşunu getirecektir.

intihar

alfred adler

güçlükler önünde gerilemenin en belirgin dışavurumu intihar olayıdır.

intiharla, yaşamın güçlükleri karşısında pes edildiği açığa vurulur, durumu düzeltmek için elden hiçbir şey gelmediği inancı dile getirilir.

intiharın her zaman bir suçlama, bir öç alma anlamına geldiğini düşündük mü, bu eylemin temelinde bir üstünlük çaba ve eğiliminin yattığını anlayabiliriz. canına kıyan herkesin, ölümünden sorumlu tutmak istediği biri vardır. intihara kalkışan kişi şöyle söylemek ister adeta: "ben insanlar arasında en ince duygulu, en hassas biriydim; ama sen alabildiğine zalim davrandın bana."

6.10.2020

geçmişe bakış

carl gustav jung

bana hikmet sahibi ya da bilge denmesini kabul edemem. birisi bir ırmaktan bir avuç su çıkardı. bunun ne anlamı var? ben o ırmak değilim, ırmaktayım ve hiçbir şey yapmıyorum. başka insanlar da orada ve çoğu onunla bir şeyler yapmak zorunda olduklarını hissediyorlar. bense hiçbir şey yapmıyorum. kuru dalların üzerinde güller açtırmam gereken kişi olduğumu hiç düşünmedim. durup doğanın neler yapabildiğini hayranlıkla izliyorum.

güzel bir eski öykü vardır. bir gün bir öğrencisi hahama gitmiş ve "eskiden tanrı'nın yüzünü gören insanlar varmış. neden artık görmüyorlar?" diye sormuş. haham da, "çünkü bugün artık kimse o kadar eğilemiyor." diye yanıt vermiş. ırmaktan su çıkarabilmek için biraz eğilmek gerekir.

çoğu insanla aramdaki fark, benim gözümde, "ara duvar"ların saydam oluşu. benim özelliğim bu. başkalarına göre bu duvarlar öylesine kalın ki, arkasında bir şey göremedikleri için hiçbir şey yok sanıyorlar. duvarların ardında olup bitenleri bir dereceye kadar algılayabiliyorum ve bu benim içimden emin olmamı sağlıyor. hiçbir şey görmeyenler emin değiller ve bu nedenle sonuçlara varamıyorlar ya da varsalar bile ipuçlarına güvenmiyorlar. yaşam ırmağını algılamamı neyin başlattığını bilmiyorum. büyük bir olasılıkla bilinçdışının kendisi ya da gördüğüm ilk düşler başlattı. başlangıçta yolumu saptayan onlardır.

duvarların arkasında da işlemler olduğunu erken öğrenmem dünyayla ilişkimi biçimlendirdi. özünde o ilişki, çocukluğumda neyse şimdi de öyle. çocukken kendimi yalnız hissederdim; hâlâ da öyle hissediyorum; çünkü bazı şeyleri biliyorum ve bunları hiç bilmedikleri ya da bilmek istemedikleri anlaşılan insanlara bazı ipuçları vermeye çalışıyorum.

yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. insan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.

bu duygu ilk düş deneyimlerimle başladı ve doruğuna, bilinçdışı üzerinde çalıştığım dönemde ulaştı. bir insan başkalarından daha çok şey biliyorsa yalnızlaşır ama bu, o insanın arkadaşlığa düşman olduğu anlamına gelmez; çünkü arkadaşlık konusunda hiç kimse yalnız bir insandan daha duyarlı olamaz ve arkadaşlık ancak, her insan kendi bireyselliğini unutup başkalarıyla özdeşleşmeye kalkmazsa gelişebilir.

bilinmeyen bir şeyi hissetmek ve bir gize sahip olmak önemlidir. bu, yaşamı öznel olmayan bir şeyle, yani bir numinous'la doldurur. böyle bir şey yaşamamış bir insan, önemli bir şeyi yaşamamış olur. bir insanın, bazı açılardan gizemli bir dünyada yaşadığını, açıklanamayan bazı şeylerin olduğunu ve bunların yaşanabildiğini ve olan her şeyin anlaşılamayacağını hissetmesi gerekir. beklenmedik ve inanılmaz şeyler vardır bu dünyada. ancak o zaman yaşam bir bütün olur. dünya benim gözümde baştan beri ucu bucağı olmayan, anlaşılmaz bir yer oldu.

düşüncelerim beni çok zorladı. içimde bir şeytan vardı ve varlığı sonunda kanıtlandı. beni gücünün altına aldı ve bazen fazla cüretkâr olduysam bunun nedeni, onun etkisi altında olmamdı. bir noktaya ulaştığımda durmayı hiç bilemedim. düşüncelerimi yakalayabilmem için sürekli bir telaş içindeydim. çağdaşlarım, doğal olarak, görüşümü kavrayamadıkları için onların gözünde, boş yere durmamacasına koşturan biri diye nitelendirildim.

beni anlamadıklarını gördüğümde, iletişim kurmaktan hemen vazgeçtiğim için birçok insanı kırdım. ilerlemem gerekiyordu. hastalarımın dışında, insanlara karşı sabırlı olamadım. bana uygulanan ve seçme özgürlüğümü elimden alan içimdeki bir yasaya uymak zorundaydım; ama kuşkusuz, her zaman ona uyamadım. hangimiz yaşam boyu tutarlı olabiliriz ki?

iç dünyama uydukları sürece bazı insanlar için hep vardım ve onlara kendimi yakın hissederdim; ama sonra beni onlara bağlayan bir şey kalmazsa onlardan kopardım. insanların bana söyleyecek bir şeyleri kalmasa da varlıklarını sürdürdüklerini öğrenmem hiç de kolay olmadı. birçok insanda beni heyecanlandıran insanca bir canlılık buldum; ama bu heyecanı psikolojinin büyülü dairesi içinde kaldıkları sürece duyuyor, bir an sonra, onları aydınlatan projektör başka bir yöne döndüğünde artık görülecek bir şey bulamıyordum. birçok insana karşı yoğun bir ilgi duydum ama içlerini okur okumaz ilgim sönerdi. bu yüzden çok düşman edindim. yaratıcı bir insan, yaşamını çok az denetleyebilir. özgür değildir. şeytan'ı onun elini kolunu bağlar ve onu yönetir.

"ayıptır
bir güç yüreğimizi söküp alır.
nedeni, gökyüzündekilerin her birinin, bizden özveri istemesi
kalsaydı, hiç de iyi olmazdı." (hölderlin)

özgür olmamam beni çok üzdü. çoğu zaman kendimi bir savaş alanındaymışım gibi hissettim. kendime "bak arkadaş, sen yere düştün ama benim ilerlemem gerekli; çünkü, 'ayıp ama, bir güç yüreğimizi söküp alıyor.' seni seviyorum gerçekten; ama kalamam. insanın şu an için yüreği parçalanıyor. kurban olan benim. kalamıyorum; ama şeytan işleri öyle ayarlıyor ki, insan bunu da atlatıyor ve kutsanmış tutarsızlık, "ihanetime" karşın, kuşku duyulmayacak denli sadakatimi de korumamı sağlıyor." diyordum.

sanırım şöyle diyebilirim: insanlara başkalarından hem daha çok hem de daha az gereksinmem var. şeytan işbaşında olduğunda, insan ya çok yakın ya da çok uzaktır. insan ancak, o suskunken ılımlı olabilir.

yaratıcılık şeytanı bana çok acımasız davrandı. her zaman ve her yerde olmasa da, en çok, tasarladığım sıradan atılımlarımda zorlandım. sanırım, bu durumları tutucu yönümle telafi ettim. pipomu hâlâ, büyükbabamın tütün kabından doldururum. o zamanlar yeni açılmış bir ılıca olan pontresina'dan getirdiği, sapı dağ keçisi boynuzundan yapılma bastonunu da saklıyorum.

yaşamımın izlediği yoldan memnunum. dolu dolu yaşadım ve çok şey aldım. bu kadarını nasıl umabilirdim ki? sürekli beklemediğim şeyler oldu. ben farklı olsaydım birçok şey de farklı olurdu; ama her şey olması gerektiği gibi oldu; çünkü ben benim. birçok planım gerçekleşti ama her zaman bana yararı olmadı. her şey doğal ve kaderime uygun gelişti. yaptığım, inatçılığımdan kaynaklanan saçmalıklara pişmanım; ama o niteliğim olmasa amacıma ulaşamazdım. bu nedenle, hem düş kırıklığı içindeyim hem de değilim. insanlar da, kendim de, beni düş kırıklığına uğrattılar ama onlardan şaşırtıcı şeyler öğrendim. kendimden umduğumdan çok daha fazlasını gerçekleştirdim. yaşam ve insan olguları çok geniş kapsamlı oldukları için sonuç diyebileceğim bir yargıya varamam. yaşım ilerledikçe kendimi giderek daha az anlamaya ve daha az tanımaya başladım. kendimle ilgili iç görüşüm de azaldı.

kendime şaşıyorum; kendimden memnunum ve kendimden düş kırıklığına uğradım. dertliyim, yitiğim ve coşkuluyum. bunların tümüyüm. bunların toplamının ne olduğunu da bilmiyorum. mutlak bir değeri ya da değersizliği saptama niteliğim yok. kendimle ve yaşamımla ilgili bir yargım da. tümüyle emin olduğum hiçbir şey yok. tümüyle inandığım bir şey de gerçekten yok. tek bildiğim, doğduğum ve var olduğum. bana sürüklendim gibi geliyor. bilmediğim bir şeyin temelinin üzerinde varlığımı sürdürüyorum; ama tüm bu belirsizliklere karşın, tüm varoluşun sağlam bir temele dayandığını ve onun bende de sürdüğünü hissedebiliyorum.

doğduğumuz dünya çok acımasız; ama aynı zamanda ilahi bir güzelliği var. anlamlı oluşunun mu, yoksa anlamsızlığının mı ağır bastığına karar vermek insanın yapısına bağlı. anlamsızlık tümüyle baskın çıksaydı, gelişmek için attığımız her adımda, yaşamın anlamı büyük bir oranda değerini yitirirdi. ama böyle değil ya da bana öyle geliyor. büyük bir olasılıkla, tüm metafizik sorunsallarında olduğu gibi, her ikisi de doğru. yaşam anlam ve anlamsızlık demek ya da yaşamda anlamlar ve anlamsızlıklar var. anlamın ağır basıp zaferi kazanmasını kaygılı bir umutla yürekten istiyorum.

lao-tzu, "her şey apaçık, bulanık gören benim." demekle, benim bu ileri yaşımda hissettiklerimi ifade etmiş. lao-tzu, olağanüstü bir içgörüşle değeri ve değersizliği görmüş ve yaşamış ve yaşamının sonunda kendi benliğine, yani sonsuz bilinmeyen anlama dönmeyi arzu eden bir insana iyi bir örnektir. yeterince şey görmüş yaşlı adam arketipi sonsuza dek gerçek kalacak. her entelektüel düzeyde bu tip ortaya çıkar ve yaşlı bir köylü de olsa, lao-tzu gibi büyük bir filozof da olsa, kimliği her zaman aynıdır. bu, yaşlılık ve kısıtlanma demek; ama beni dolduran öylesine çok şey var ki: bitkiler, hayvanlar, bulutlar, gece ve gündüz ve insandaki ölümsüzlük, tümü. kendime olan güvenim azaldıkça, her şeyle kan bağım olduğu duygusu artıyor. aslında bana, beni dünyadan uzun bir süre ayıran yabancılaşma iç dünyama kaydı ve beni beklenmedik bir biçimde kendimden uzaklaştırdı gibi geliyor.

5.10.2020

düşünen insan

robert musil

insanın yaptığı her şeyde masum olduğu ikinci bir vatanı vardır.

insan kendisi bundan zarar görmeden yaşadığı zamana kızamaz.

erkeğin kendini adayışındaki ince duygular, bir jaguarın bir parça etin başındaki homurdanışı gibidir ve bu sıradaki bir rahatsız edilme çok kötü karşılanır.

kendini sıradan bir yetişkinin dar sınırları içerisine hapsetmiş bir insanınki kadar içinden sıyrılıp çıkılamayacak bir durum yoktur.

gençlikteki dostlukların tuhaf bir yanı vardır; daha sarısının içindeyken görkemli bir kuş olacağını hisseden ama dışarı karşı henüz ötekilerden ayırt edilmesi olanaksız, biraz ifadeden yoksun yumurta çizgilerinden başka bir şey sergilemeyen bir yumurta gibidirler.

insan eğer yaradılışı gereği duyarsızsa, kahramanca hissetmesi ve her milimetrenin içinde ne kadar çok şeyi saklayabileceğini bilmeden kilometreler boyutunda düşünmesi zor olmasa gerek.

"kimse nereye gittiğini bilmeyen bir insan kadar yükseklere çıkamaz." (cromwell)

devlet yalnızca taçtan, halktan ve onların arasında yer alan yönetim mekanizmasından ibaret değildir. devlette bunlardan başka bir şey daha vardır ki, o da düşüncedir, ahlaktır, fikirdir.

ruh, insan cebir dizilerinden söz edildiğini duyduğunda kaçıp saklanıveren şeyin ta kendisidir.

ilk izlenimlerin çoğu kez ne kadar da doğru yanları vardır!

büyük ve etkileyici bir düşünceyi sıradan bir düşünceden ayıran yan şudur: büyük düşünce, bir tür erime durumundadır.

ne yazık ki güzel edebiyatta hiçbir şey, düşünen bir insanı anlatabilmek kadar güç değildir.

insanın hissettiği ve yaptığı her şey, şu ya da bu biçimde yaşam yönünde olup biter ve bu yönün dışına kayan en küçük bir hareket bile ağır ya da korkutucudur.

neden yazıyorsunuz?

orhan pamuk

bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? içimden geldiği için yazıyorum! başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. hepinize, herkese çok kızdığım için yazıyorum. bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum. ben, ötekiler, hepimiz, bizler istanbul'da, türkiye'de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. yalnız kalmak için yazıyorum. hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. bir kere başladığım şu romanı, öteki yazıyı, bu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. hayatın bütün güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. hikaye uydurmanın ve kurmanın zevkleri için yazıyorum. tıpkı bir rüyadaki gibi gidilecek başka bir yere bir türlü gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. mutlu olmak için yazıyorum.

4.10.2020

meleklerin düğünü

halil cibran

küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir.

insanlar salgın hastalıktan korku ve dehşet içinde; ama iskender ve napolyon gibi yok edicilerden hayranlıkla söz eder.

insanların cenaze töreni, belki de meleklerin düğünüdür.

ah ne iyicildir insanoğluna yaşam; yine de ondan uzaklaşmış, çok uzaklara gitmiştir insan.

insanın kürsüsü, geveze aklı değil suskun kalbidir.

düşünce, boşlukta uçan bir kuş gibidir; kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir ama uçamaz.

en özgür ruh bile fiziksel gereksinimlerden kaçamaz.

alçak gönüllü ve gösterişsiz olmak, temiz ve saf olmayanın bakışlarından korunabilmeye yarayan bir kalkandır.

dünyada gerçeğe dönüşmeyecek hiçbir özlem mevcut değildir.

3.10.2020

hitler ve yahudiler

elias canetti

hiçbir halkı anlamak yahudileri anlamak kadar zor değildir. köklerinin olduğu ülkeden yoksun bırakılınca dünyanın insan bulunan her bölgesine yayıldılar.

yahudilerin uyum sağlama yetenekleri iyi bilinir; ama uyum sağlama dereceleri son derece değişkendir. aralarında ispanyollar, hintliler ve çinliler bulunmaktadır. bir ülkeden diğerine dillerini ve kültürlerini taşırlar ve bunları kendi mallarından daha büyük bir titizlikle korurlar.

eski halklar arasında, bu kadar uzun zamandır dolaşan tek halk yahudilerdir. hiç iz bırakmadan ortadan kaybolmaları için en çok zaman onlara verilmiştir; ama buna rağmen bugüne kadar olduklarından çok daha fazla buradadırlar.

1914 yılı ağustosunun o ilk günleri nasyonal sosyalizmin de doğmasına sebep olan günlerdi. bu konudaki kaynağımız hitler'in kendisidir. daha sonraları, savaş patlak verince nasıl dizlerinin üzerine çöküp tanrı'ya şükrettiğini anlatır. bu onun dönüm noktası niteliğindeki deneyimi, kendisinin de şahsen dürüstçe bir kitlenin parçası olduğu bir andı. o anı asla unutmadı ve bu anı takip eden kariyeri o anın, yeniden; fakat dışarıdan yaratılmasına adandı. almanya o zamanki haline dönecekti; çarpıcı askeri gücünün bilincinde, onunla övünerek ve onun içinde birleşerek.

versailles antlaşması alman ordusunu terhis etmeseydi, hitler amacına asla ulaşamazdı. askerlik hizmetine konan yasak, en temel kapalı kitlelerini almanların ellerinden aldı. talimler, alınıp verilen emirler, artık ne pahasına olursa olsun kendi kendilerine yapmaları gereken, mahrum kaldıkları etkinlikler oldu. askerlik hizmetinin yasaklanması nasyonal sosyalizmin doğuşu oldu.

zor kullanılarak çözülen her kapalı kitle bütün karakteristik özelliklerini aktardığı açık kitleye dönüşür. parti ordunun cankurtaranı haline geldi ve partinin yeni askerlerini ulusun içinden çıkarmasının önünde hiçbir engel kalmadı. kadın, erkek, çocuk, asker ya da sivil, her alman bir nasyonal sosyalist haline gelebilirdi. daha önce asker olmamışsa, asker olmaya daha da hevesli olabilirdi; çünkü böylece o ana kadar yoksun bırakıldığı etkinliklerde yer almayı başaracaktı.

hiç kimse başına gelen ani değersizleşmeyi hiçbir zaman unutmaz; çünkü bu çok acı veren bir deneyimdir. bu acıyı başka birine yükleyemezse, hayatı boyunca taşır. bir kitle de kendi değer kaybını asla unutmaz. bu değer kaybından sonra ortaya çıkan doğal eğilim kendisinden bile daha değersiz, kendisini küçümsediği gibi küçümseyebileceği bir şey bulmaktır. eski bir hor görmeyi devralıp onu aynı seviyede korumak yetmez. burada istenen dinamik bir aşağılama sürecidir. bir şeye öyle muamele edilmelidir ki, tıpkı paranın enflasyon altındaki akıbeti gibi, giderek değersizleşsin. bu sürecin o nesne mutlak değersizliğe indirgenene kadar sürdürülmesi gerekir. o zaman o nesne bir kağıt parçası gibi atılabilir ya da kağıt hamuruna dönüştürülebilir.

hitler'in, almanya'daki enflasyon sırasında bu süreç için bulduğu nesne yahudilerdi. yahudiler bu iş için biçilmiş kaftan gibi görünüyorlardı: parayla uzun sürmüş ilişkileri, paranın hareketlerini ve dalgalanışını kavrama gelenekleri, spekülasyon becerileri, davranışlarının, almanların ideali olan askerce tutumla çarpıcı karşıtlıklar gösteren para piyasalarında, birlikte sürüler oluşturmaları; bunların hepsi, paraya karşı tavrın değişken olduğu, ona kuşku ve düşmanlıkla bakıldığı yerde, yahudilerin kuşkulu ve düşman görülmesine neden oldu.

birey olarak yahudi göze "kötü" görünüyordu; çünkü diğerleri parayla nasıl başa çıkacağını bilmezken ve parayla hiçbir işinin olmamasını yeğlerken, onun parayla arası iyiydi. eğer enflasyon almanların yalnızca bireyler olarak değerlerinin düşmesine yol açsaydı, birey olarak yahudilere duyulan nefretin kışkırtılması sorunlu olurdu. ancak durum böyle değildi; çünkü, milyonları baş aşağı gidince, almanlar kendilerini bir kitle olarak da aşağılanmış hissettiler. hitler bunu açık bir biçimde gördü ve bu yüzden eylemlerini bir bütün olarak yahudilere karşı çevirdi.

nasyonal sosyalizm, yahudilere yaptığı muamelede, enflasyon sürecini büyük bir titizlikle tekrarladı. yahudiler önce kötü, tehlikeli ve düşman görülerek onlara saldırıldı; sonra daha da değersizleştirildiler; sonra almanya'da yeterince yahudi bulunmadığından, işgal edilen ülkelerdekiler toplandı; son olarak sözcüğün tam anlamıyla, milyonlarcası cezalarını çekerek yok edilecek haşarat muamelesi gördüler.

almanların bu kadar ileri gidebildikleri, bu denli büyük çaptaki bir suçta ya doğrudan yer aldıkları ya göz yumdukları ya da görmezlikten geldikleri gerçeği karşısında dünya, hâlâ dehşete kapılmış ve sarsılmış durumdadır. birkaç yıl önce, markın değerinin önceki değerinin milyarda birine düştüğü enflasyondan geçmemişken almanlara bunu yaptırmak mümkün olmayabilirdi. almanlar, bir kitlesel deneyim olarak bu enflasyonun yerine yahudileri koydu.

resmi güzeller

jose ortega y gasset

erkeklerin plastik bakımdan en güzel kadınlara pek aşık olmadıkları her zaman dikkatimi çekmiştir. her toplumda, tiyatrolarda ve toplantılarda, kamusal anıtlarmış gibi parmakla gösterilen birkaç "resmi güzel" vardır; oysa erkeklerin kişisel aşk ateşleri pek bunlara yönelmez. bu tür güzellik öylesine kesin bir biçimde estetiktir ki, kadını bir sanat nesnesine dönüştürür, yalıtlayarak belli bir uzaklığa yerleştirir. o kadın beğenilir -uzaklığı düşündüren bir duygudur bu- ama sevilmez. aşkın öncü gücü olma görevini üstlenen yakınlaşma arzusu, salt bu beğenmenin getirdiği uzaklık nedeniyle olanaksızlaşır. olağanüstü güzellik, ince duyarlılıkları olan erkeklerin bir kadını çekici bulmalarına engel olur. bir yüzün aşırı mükemmellikte olması, o yüzün sahibini nesnelleştirmeye ve bir estetik nesne olarak zevkle seyredebilmek için ondan uzakta durmaya iter bizi. "resmi güzeller"e aşık olanlar yalnızca alıklar ve bakkal çıraklarıdır. resmi güzeller kamusal anıtlardır; insanın kısa bir süre, uzaktan seyredeceği ilginç nesnelerdir. onların yanında insan kendisini aşık gibi değil, turist gibi hisseder.

2.10.2020

numantia kuşatması

yuval noah harari

romalılar yenilmeye alışıktı. tarihteki çoğu büyük imparatorluğun yöneticileri gibi üst üste pek çok muharebe kaybedip yine de savaşı kazanabiliyorlardı. aldığı darbeyi hazmedip ayakta kalamayan bir imparatorluk zaten imparatorluk sayılamaz.

fakat romalılar bile m.ö. 2. yüzyılda kuzey iberya'dan gelen haberleri kolayca hazmedemezdi. adanın yerlisi keltlerin yoğun olarak bulunduğu numantia adındaki küçük ve önemsiz bir dağ kasabası, roma boyunduruğundan kurtulmaya cüret etmişti. o sıralar roma tüm akdeniz havzasının tartışmasız gücüydü.

romalılar makedonya ve seleukos imparatorluğu'nu yenmiş, yunanistan'ın küçük ama gururlu şehir devletlerine boyun eğdirmiş ve kartaca'yı dumanları tüten bir yıkıntıya çevirmişti. numantialıların ellerinde elverişsiz toprakları ve özgürlüğe olan sevdalarından başka hiçbir şeyleri olmamasına rağmen, ardı arkası kesilmeyen lejyonları teslim olmaya veya utanç içinde geri çekilmeye zorladılar.

nihayet m.ö. 134 yılında roma'nın sabrı taştı. senato roma'nın en önde gelen generallerinden, kartaca'yı yerle bir etmiş scipio aemilianus'u numantialılarla baş etmesi için bölgeye gönderme kararı aldı. numantialıların savaşma azmini ve savaş tekniklerini takdir eden scipio, 30 bin kişilik dev ordusuna rağmen askerlerini gereksiz şekilde harcamak istemedi. numantia'yı bir dizi müstahkem mevkiyle çevreleyerek kasabanın dış dünyayla ilişkisini kesti. onun işini açlık yapmış oldu. yaklaşık bir yıl sonra gıda stokları tükenen numantialılar, tüm umutları söndüğünde kendi şehirlerini yakıp yıkarak roma kölesi olmamak için kendi canlarına kıydılar.

numantia sonraları ispanyol bağımsızlığının ve cesaretinin sembolü oldu. don kişot'un yazarı miguel de cervantes numantia kuşatması adında bir trajedi yazdı, kasabanın yıkılışıyla sonlanan bu trajedi, aynı zamanda ispanya'nın gelecekteki büyüklüğüne dair bir görüş de içermekteydi. şairler kanlarının son damlasına kadar savaşan kahramanlar için zafer şarkıları yazdılar, ressamlar tuvallere kuşatmanın görkemli betimlemelerini yaptılar. 1882'de kasabanın yıkıntıları "ulusal anıt" ilan edildi ve ispanyol vatanseverleri için kutsal bir ziyaret haline geldi.

1950'ler ve 1960'larda ispanya'nın en popüler çizgi roman kahramanları superman veya örümcek adam değil, romalı zalimlere karşı savaşan hayali bir iberyalı kahraman olan el jabato'nun maceralarıydı. eski numantialılar, bugünün ispanyollarının kahramanlık ve vatanseverlikteki kusursuzluk örneğidir ve ülkenin gençlerine rol modeli olarak sunulur.

bununla birlikte, vatansever ispanyollar numantialıları scipio'nun latincesinin torunu olan ispanyolca olarak yüceltirler. numantialılar ise şu an ortadan kalkmış bir kelt dili konuşuyordu. cervantes numantia kuşatmasını latin harfleriyle yazdı ve oyun yunan-roma sanatsal çizgisini takip ediyordu. numantia'da tiyatro yoktu.

numantialıların kahramanlığına hayranlık duyan ispanyollar, aynı zamanda roma katolik kilisesi'nin de sadık takipçileriydi; bu kilisenin merkezi hâlâ roma'da ve duaları da latincedir. benzer şekilde, modern ispanyol yasaları roma yasalarından etkilenmiş, ispanyol siyasi sistemi de büyük ölçüde roma'dan devralınmıştır; son olarak ispanyol mutfağı ve mimarisi de iberya keltlerinden çok roma mirası tarafından şekillendirilmiştir.

numantia'dan geriye kalıntılar dışında bir şey kalmadığı gibi, meşhur hikayesi bile romalı tarihçiler sayesinde bugüne kadar ulaşabilmiştir. elbette bu hikaye özgürlük düşkünü barbarların hikayelerine bayılan romalı seyircilerin zevkine göre uyarlanmıştır. roma'nın numantia karşısındaki galibiyeti o kadar netti ki, galipler ortadan kaldırdıklarının hikayesine bile el koydular.

insanlar böyle hikayelerden çok mazlumların kazandıkları hikayeler isterler; oysa tarihte adalet yoktur. geçmişteki kültürlerin çoğu, er ya da geç onları tarihin çöplüğüne gönderecek acımasız imparatorlukların ordularına yem olacaktır. imparatorluklar da eninde sonunda yıkılır, ancak geride zengin ve kalıcı miraslar bırakır. 21. yüzyılda yaşayan neredeyse herkes bir imparatorluğun kalıntısıdır.

1.10.2020

günahkâr

georg büchner

herkes kendini gerçekleştirebilmeli ve kendi doğasını yaşayabilmelidir. akıllı ya da akılsız, eğitimli ya da eğitimsiz, iyi ya da kötü olsun, devleti hiç ilgilendirmez bu. hepimiz birer deliyiz. hiç kimsenin kendi deliliğini bir başkasına dayatma hakkı yoktur. herkes kendi tarzınca keyif alabilmelidir; ama hiç kimse bir başkasına zarar verecek şekilde ya da onun kendine özgü zevkini bozacak şekilde keyif alamaz.

devletin biçimi halkın bedenini sıkı sıkıya saran saydam bir örtü olmalıdır. damarların her kabarışı, kasların her gerilişi, kirişlerin her seğirişi burada ifadesini bulmalıdır. şekli güzel ya da çirkin olabilir, her şeyden önce olduğu gibi olma hakkı vardır. bizim ona keyfimize göre bir etek biçme hakkımız yok. bir tanecik günahkâr kadınımızın, fransa'nın çıplak omuzlarına bir rahibe örtüsü atmak isteyenlerin parmaklarını kırarız. çıplak tanrıçalar, bakkhalar, olimpik oyunlar ve melodik dudaklar istiyoruz biz.