12.10.2020

beyaz adam

carl gustav jung

"evet, işte benim dünyam burası." diye düşündüm. "gerçek dünya, gizem! ne öğretmenler ne okul ne de yanıtsız kalan sorular var burada. insan burada, hiçbir şey sormadan var olabiliyor."

amerika'ya yaptığım ikinci gezide, amerikalı arkadaşlarımla birlikte, yeni meksika'da kentler kuran puebloları görmeye gittim. aslında, kent demek burada biraz abartılı kaçıyor. köyler kurmuşlar ama evler üst üste olduğu için kent görünümü veriyor. dilleri ve davranışları da kentliler gibi.

orada şans eseri, ilk kez avrupalı olmayan, yani beyaz adam sayılmayan biriyle sohbet etme olanağını buldum. taos pueblolarının reisi olan kırk elli yaşlarında ochwiä biano (dağ gölü) adında biriydi. onunla hiçbir avrupalıyla konuşamadığım gibi konuştum. kuşkusuz o da bir avrupalı gibi kendi dünyasının sınırları içinde kalmıştı ama onun dünyası öylesine ilginçti ki! bir avrupalıyla konuşurken çoktan beri bilinen ama hiçbir zaman anlaşılamayan şeylerden söz eder ve bir çıkmaza girersiniz. oysa bu yerliyle sohbetimiz çok yabancı konularda bile su gibi akıp gitti. yeni ufuklara doğru gitmenin mi, yoksa unutulmuş çok eski bilgilere başka açılardan bakmanın mı daha zevkli olduğuna karar veremedim.

ochwiä biano, "beyazların ne denli acımasız göründüklerine bak! dudakları ince, burunları da sivri. yüzleri kırışıklardan değişmiş. gözlerinden arayış içinde oldukları anlaşılıyor. hep bir şey arıyorlar. ne arıyorlar acaba? beyazlar hep bir şeyler ister ve her zaman huzursuzdurlar. ne neyin peşinde olduklarını biliyoruz ne de onları anlayabiliyoruz. bizce onlar deli." dedi.

ona tüm beyazlara neden deli gözüyle baktığını sordum. "kafalarıyla düşündüklerini söylüyorlar." diye yanıtladı. şaşırarak, "tabii ki öyle yapacaklar." dedim."siz neyle düşünürsünüz?" kalbini göstererek, "burasıyla." dedi.

uzun bir süre susup düşündüm. yaşamımda ilk kez, biri bana gerçek beyaz adamın resmini çizmişti. o güne dek gördüklerim hep duygusal bir yaklaşımla güzelleştirilerek çizilmiş renkli resimlerdi. yerli bizim en duyarlı noktamıza parmak basmış, körlükten göremediğimiz bir gerçeği dile getirmişti. içimden ne olduğunu bilmememe karşın, bana çok tanıdık gelen bir sis bulutu yükseldi ve o bulutun içinden art arda resimler çıkmaya başladı.

ilk önce, romalı askerlerin galya kentlerini yakıp yıkmasını ve caesar'ın, scipio africanus'un ve pompeius'un keskin yüz hatlarını gördüm. roma kartalı, kuzey denizi'nde ve beyaz nil'in kıyılarında dalgalanıyordu. sonra, aziz augustinus'un romalıların mızraklarına taktıkları britanyalıları imana çağırmasını ve büyük bir zafer diye nitelendirilen, şarlman'ın putperestlere zorla dinini kabul ettirmesini gördüm. ardından da, haçlıların yağmalayan ve öldüren ordularını.. haçlılarla ilgili eski romantizmin anlamsızlığı, içime bir ok gibi saplandı. bunları, ateş, kılıç, işkence ve hristiyanlıkla, uzak ülkelerinde babaları olarak kabul ettikleri güneşin altında huzur içinde düşler kuran puebloların bile üzerine giden kolomb, cortés ve başka fatihler izledi. misyonerlerin zorla giydirdikleri mikroplu giysilerden geçen frengi ve kızıl gibi hastalıklardan telef olan pasifik adaları halkları da. bunlar yetti de arttı bile.

bizim kolonizasyon, putperestlere misyon ve medeniyetin gelişmesi diye nitelendirdiğimiz olguların bir başka yüzü daha vardı. bu yüz, uzak yerlerde inatla avını arayan yırtıcı bir kuşun, korsan ve çapulcu denebilecek bir ırkın yüzüydü. armalarımızı süsleyen tüm kartalların ve başka yırtıcı kuşların, psikolojik durumumuza çok uyan simgeler olduklarını düşündüm.

bu sözlerinden, bir yerlinin huzurunun ve onurunun neye bağlı olduğunu anladım. güneş'in oğluydu ve tüm yaşamı koruyan babasının her gün doğup batmasına yardımcı olduğu için evrendeki yaşamı anlam kazanıyordu.

bu düşünceyle, bizim mantığımızın biçimlendirdiği kendimizi haklı çıkarmalarımızı karşılaştırırsak, yaşamımızın ne denli kısır olduğunu anlarız. sırf kıskançlığımız yüzünden yerlinin saflığına gülüyoruz ve kendimizi çok zeki sanıyoruz. zaten böyle yapmasak, ne denli ruh zenginliğinden uzak olduğumuzu anlar ve bunu kaldıramayız. bilgi bizi zenginleştirmiyor; tersine, doğduğumuzda kendimizi içinde bulduğumuz mitler dünyasından giderek uzaklaştırıyor.