12.01.2009

benim hüzünlü orospularım

gabriel garcia marquez

ahlak da bir zaman sorunudur.

cicero: hazinesini nereye gizlediğini unutan ihtiyar hiç yoktur.

kaplan karnını doyurmaya uzağa gitmez.

insan gerçekte olduğu değil, hissettiği yaştadır.

zararsız deliler olacakları önceden sezinlerler.

biliyorsun delgadina, şöhret çok şişman bir hanımdır, hiçbirimizle yatmaz; ama uyandığımızda hep yatağın karşısından bize bakmaktadır.

seks, insanın aşkı bulamadığında elinde kalan bir tesellidir.

yavrucuğum, bu dünyada yalnızız.

her zaman söylemişimdir kıskançlık gerçeklerden daha fazlasını bilir diye.

"insanın sonunda başkalarının sandığı gibi biri olmaması olanaksız."

herakleitos: aynı ırmağa giren kişilerin üzerinden her zaman farklı sular akar.

kesin olan tek şey ölümdür.

kadın

vincent van gogh

içinde yaşadığımız dönemde, bu toplumda -zayıfları koruyacağına ayaklar altına alan, zavallı bir kadını, düştü diye daha da ezen bu toplumda- bir kadın tek başına bırakılamaz.

kadınlar düşünce alanında erkekler kadar enerji ve esneklik göstermiyorlarsa da -erkekler irdeleme, uslamlama gibi şeylere daha yatkınlar- bundan dolayı onları suçlamamak gerek; çünkü güçlerinin çok büyük bir bölümünü -bizden çok daha fazlasını- acı çekmeye harcıyorlar. bizden daha çok acı çekiyorlar, bizden daha duyarlılar. aynı şekilde, her zaman düşüncelerimizi anlayamıyorlarsa da, onlara iyi davrandın mı, kimi kez gerçek bir anlama yeteneği çıkıyor ortaya. her zaman değil elbette; gene de, içlerinde bunu başarma hevesi var; bir de, garip bir iyi yüreklilik var kadınlarda bazen.

paul mantz: hayatta belki de en büyük zorluk kadınlardır.

her yerde aynı bu: ister kentte ol ister kırsal yörelerde; zamana ayak uydurmak istiyorsan eğer, kadınları mutlaka hesaba katacaksın.

antik kopya dersinde on erkek figürüne bir kadın figürü düşüyor. çok daha kolay tabii. son derece zor olabilir kadın; ama yaşamda da sanatta da onsuz ne yapardık?

10.01.2009

maddeleşmiş güvensizlik

hasan ali toptaş

aylardır görmediğim halde çok iyi biliyorum ki, salonda adım atılacak yer yoktur. iki duvarın dibi pembe koltuklarla doludur gene; önlerinde, birkaç cam sehpa vardır; onların üstünde de tozlu danteller, küllükler, camgöbeği bir şekerlik, unutulmuş kalemler, fesleğen saksısı ve insana aslında her şeyin ne denli küçük olduğunu düşündüren minicik minicik biblolar.. öteki duvarı boydan boya, o hantal vitrin kaplamıştır; ortasında aylardır tamir ettirilemeyen yorgun bir televizyon vardır, onun solunda renk renk yapma çiçekler, küçük viski şişeleri, boş parfüm kutuları, uçları bile isteye sarkıtılmış gevşek danteller, sonra çiçek sepetiyle bir prenses, onun karşısında serenat yapan al kuşaklı bir prens ve onların ötesinde kırmızı ibikli hırçın bir horoz, sonra gürgenden yontulmuş, derilerinde kum ürpertisi taşıyan upuzun bir deve katarı.. televizyonun sağındaysa, tepe tepe kullanılma hasretiyle dolu kristal kadehlerle kırmızı desenli beyaz fincan takımları.. yukarıya baksan salkım salkım bir avize, köşeye yürüsen yusyuvarlak bir masayla çevresinde mürit sessizliğiyle bekleyen pembe kadife kaplı altı sandalye.. onların yanında da, oraya buraya dağılmış kasetler..

bunca ıvır zıvırın benimle bir ilgisi yok aslında; birbirimize, yalnızca görüntülerimizle bağlanıyoruz. birbirini görmeyen görüntülerimizle. bunun ötesinde bir alışverişimiz de olamaz zaten; çünkü onlara gece gündüz karım hükmediyor. her dediği yapılmış ve her dediği yapılacak gururlu bir komutan gibi, burnunu havaya kaldırıp dimdik yürüyor onların arasında. gizli bir sevda taşıyor ya da onlara karşı, benim yatağa çivilenip kalışımdan bu yana artan, gizli ve güçlü bir sevda..

evliliğimizin ilk yıllarında böyle bir tutkusu yoktu oysa; çarşı pazar dolaşarak arkadaşlarından işittiği ya da bir yerlerde görüp heveslendiği eften püften şeylerin peşinden koşmazdı. o zamanlar, birlikte hafta sonu gezilerine çıkar, konuşa konuşa kentin bir ucundan bir ucuna yürür, o kitapçı senin bu kitapçı benim, bıkıp usanmadan saatlerce dolaşırdık. belediye zabıtalarının inanılmaz bir gaddarlıkla sokaktan sokağa sürdüğü kaldırım kitaplarının peşinden koşarak, "seç: 1000-tl." tabelasının çevresine yığılan ve bilirbilmezlerce karıştırıla karıştırıla büsbütün yıpranan, yıprandıkça da kabarıp kalınlaşan kitapların içinden daha önce arayıp da bulamadığımız ya da pahalı olduğu için dükkanlardan alamadığımız kitapları tek tek seçerdik. işbirliği yapmış iki kitap kurdu gibiydik.

akşamlarıysa, şiir okurduk. buhurdanlıkları eksik, alacakaranlıksız ve müritsiz bir tapınma törenine benzerdi şiir saatlerimiz. sessizce, hiç konuşmadan karar verir, yine aynı sessizlikle hazırlanır ve dalgalanışlarını durup dinlenmeden erteleyen kocaman bir sessizlik denizinin ortasında, yavaş yavaş kendi derinliklerimize doğru çekilirdik. ben okumaya başlamadan önce, çevremizde uçuşan sinekleri bile sustururdu karım; sonra gelip karşıma oturur ve suya dalacakmış gibi derin bir nefes alırdı. yemyeşil gözlerini iri iri açarak öyle güzel, öyle derin ve öyle dalgın dinlerdi ki sesimi, kimi zaman şiiri mi yoksa onun yüzünü mü okuyacağımı bilemezdim. onun da o anda kaç şiiri birden dinlediğini düşünürdüm sürekli. kuşkusuz, üç şiiri birden dinliyor derdim; bir benim okuduğumu, bir sesimle yüzümün oluşturduğunu, bir de düşlediğini..

şu anda evimizi tıka basa dolduran eşyalar, üç şiirli akşamlarımızdan daha önemli değildi o zamanlar. hatta, cebimizde az çok para bulunmasına, fahir ağabey'in istediğimiz yerden istediğimiz kadar eşya alabileceğimizi söylemesine ve çevremizdeki her kafadan ayrı bir ses çıkmasına karşın, oldukça basit, hafif ve gerekli şeylerle döşemiştik evimizi. eşyaya zerre kadar önem vermiyormuş havalarına bürünen ablasının aylar öncesinden çarşaf çarşaf listeler yaparak hazırlandığı, annemin kara kara düşündüğü ve babamın üst üste mektup yazarak benden üç aşağı beş yukarı bir rakam sorduğu ve herkesin uzaktan uzağa merakla beklediği düğün alışverişi, benim ve karımın çabalarıyla ancak birkaç saat sürmüştü. kaleiçi'ndeki mağazalardan satın alınan küçüklü büyüklü gezer sehpaları, birkaç portatif yatağı, bir iki iskemleyle bir oval masayı, bir açılır kapanır kanepeyi ve bir iki postla bir iki battaniyeyi yüklediğimiz kamyonet, içimizden geçenleri okumuşçasına pek gürültü çıkarmadan, taş döşeli sokaklardan eve getirmişti bizi ve bir solukta her şeyi taşıyıp yerli yerine yerleştirmiştik. evin hemen hemen her köşesinde bir yer açmıştık birlikteliğimize, bakışlarımıza ufuklar, adımlarımıza geniş geniş ovalar bağışlamıştık.

her şey nasıl oldu da değişti ve ben bu değişikliği neden yıllar sonra fark edebildim, anlamıyorum. görmem gerekirdi oysa; dünyamı daraltan, özellikle de içimdeki o silik hayvanın hareketlerini sınırlayan bunca eşya, akşam karanlığında gürül gürül gürüldeyen kocaman bir kamyonla getirilmemişti kapımıza; kimi ikindi tenhalığında, kimi öğle aralığında, kimi de hafta sonlarının o uyuşuk boşluğunda, tek tek taşınmıştı. karımın bana, başkalarına ve kendine duyduğu güvensizliğin karşılığıydı hepsi. maddeleşmiş güvensizlikti. kuşkusuz, aldığı her eşya onun içindeki bir gediği kapatıyordu ve kimbilir ne zaman açılmıştı o gedikler, kimler açmıştı, nasıl açmıştı ve kimbilir kaç yıldan bu yana serin rüzgarlar geçiyordu oralardan? bunları bilemezdim tabi, belki kendisi de bilmiyordu; bir sokağa onlarla bakmak, bir sokağı onlarla yürümek olağanlaşmıştı gözünde. bu yüzden, eşyaları neden satın aldığını da düşünmüyordu. yalnızca satın almak önemliydi onun için, sahip olmak, sahip olmayı sonsuza dek tekrarlamak, sahip olduğunu bilmek ve sahip olduğu şeylere sabah akşam dokunup durmak önemliydi. bana öyle geliyordu ki, neleri ne kadar aldığını bile unutuyordu kimi zaman. mutfak lavabosunun altındaki karton kutular, başı kopmuş heykelcik, etamin, termometre, çay tabağı, fincan takımları ve oraya buraya mıknatısla tutturulan sebze meyve süsleriyle doluydu. sehpa takımlarının sayısı dörde çıkmıştı durup dururken, kullanılmayan avizelerle sessizce duvarlardan indirilen resimlerse, kanepelerin altında sürünüyordu.

her şeyi kavrayıp tıkış tıkış bir salonda içimde soluk alıp veren o sinsi hayvanla birlikte şaşkınlıktan yarı açık ağızla dikilip kaldığımda, iş işten geçmişti. daha ilk karşılaşmamızda, karımın günün birinde böyle bir insana dönüşeceğini sezemeyişime içerlemekten başka yapılacak bir şey yoktu; çaresiz, bugünü dünden göremeyenlerin acısını çekecektim. içinde bulunduğum koşulların yırtıcılığına kapılıp da eşyaları tek tek kapının dışına fırlatmak hiç de akıllıca bir iş değildi. kaldı ki, onlar da yalnızca eşya değillerdi zaten; onlar, karımın beynine kök salan tutkunun eşya görünümüne bürünerek evimizin orasına burasına dağılışıydı, kokusuydu o tutkunun, dumanıydı, sisiydi ve giderek genişleyen, kalınlaşan ve kendisini yaratanla birlikte benim de üstüme çöken karanlığıydı..

"sahip olma duygusu ruha yüktür." demiştim daha sonra.

o da, pencere kenarlarında birer osmanlı nöbetçisi gibi dikilen beli sırma kuşaklı perdeleri tutup yüzüme doğru öfkeyle savurarak, benim hala kasabalı olduğumu, yalın ve basit bir yaşam tarzına alıştığım için gözlerimin, aklımın ve ruhumun zengin görüntülere bir türlü katlanamadığını söylemişti.

eşyalar konusunda bir daha hiç tartışmamıştık; o hangi vitrinde ne gördüyse, karınca gayretiyle eve taşıyıp salonu ve odaları daraltmayı sürdürmüştü. bense, bir yandan, başka konularda çıkacak kavgaların temelinde gene eşyaların yer alacağını düşünürken, bir yandan da, artık öteki kadınlardan pek farkı kalmayan karımın, evlendiğimiz yıllarda kısa bir süre için çizgidışı yaşayarak beni gafil avladığına inanmaya başlamıştım.

sefer

carlos fuentes

bir insanın dikkatleri kendisine çekmesinin en iyi yolu yokluğuna dikkat çekmektir.

insanlar özgür doğarlar; ama her yerde zincire vurulurlar.

bütün devrimler bireysel bilinçte başlar. bütün öteki şeyler oradan kaynaklanır.

özgür bir insanın sorumluluk duygusu, özgürlüğe inanmayan kişilerle işbirliği yapmasına izin vermez.

yeryüzünde kendimi yabancı bir gezegendeymiş gibi hissediyorum.

hiçbir şey eskisi gibi olamaz. biz köleler düne göre bugün daha çok köleyiz, daha yoksuluz, daha çok horlanıyoruz. efendiler daha küstah, daha acımasız, daha duyarsız.

adaletin amacı evrensel mutluluk değildir. ödüllendirilen işi mutlu olsun diye cezalandırılan kişi acı çeker. kural budur.

tek bir kötü kullanıma, ayrıcalığa son vermiş olmak bile devrimi haklı çıkarmaya yeter.

barış zamanı oğullar babaları gömer, savaş zamanı babalar oğulları.

insan ya gerçekten aptaldır ya da gerçekten akıllı.

düşüncelerini sınamak ve güçlendirmek için seninle çelişen şeyi destekle.

zaman mucizeler yaratıyor.

voltaire: aklın ışığı derece derece azalır.

ayrıcalık nessos'un gömleği gibidir; o gömleği parçalarken altındaki eti de parçalarsınız.

başkalarının ileri sürebileceği görüşleri dikkate almamak onları çok gücendiren bir şeydir.

yenilik adına yenilik çağdışılıktır.

değiştirmek istediğin toplum sana gerek kalmayacak kadar kusursuzlaştığı zaman kendini özgür hissedersin ancak.

karşılıksız aşk, aşkların en yoğunudur.

yeni dünyalar keşfetmek aşka yeni çiçekler sunmaktır.

birtakım şeyleri, sırası geldiğinde söylemek ya da yapmak üzere, hiç bilmeden bir kıyıda saklarız. onlar hep oradadırlar; ama bir bilmiyoruzdur ve şaşırırız.

tanrıya inanmak insanın hiç kaybetmeyeceği bir bahistir. tanrı varsa ben kazanırım. yoksa, zaten önemi yok.

senin özgürlüğünün içinde benim eşitliğimin yeri yoksa senin özgürlüğünden bana ne?

eşitlik olmadan bütün haklar bir masaldır.

yazılı olan gerçektir, biz de onun yazarlarıyız.

insan kişiliğindeki çelişkiler beni her zaman şaşırtacak.

biliyor musun, benim yaşadığım kasabada kör bir dilenci var, hep köpeğiyle dolaşırdı. bir gün köpek kaçtı ve adam görme gücüne kavuştu.

kötülük aklımızın sakladığı, düşünmek istemediği şeydir.

asıl günah, duyumsanan dünyayı manevi dünyadan ayırmaktır.

her şey yararsız, haince, gözdağı verici bir duruma geldiği zaman bizi birbirimize bağlayan tek şey sözdür. söz isa'nın son gerçekliğidir, aramızdaki uyanıklığıdır, bize gurura kapılmadan, "ben de o'nun gibiyim." deme olanağını veren şey..

aşk sanatı

paulo coelho

aşk sanatı, resim yapmaya benzer: teknik ister, sabır ister, en önemlisi çiftin çaba harcamasını gerektirir.

bazı şeyler paylaşılmaz. kendi arzumuzla daldığımız okyanuslardan korkmayalım; korku, bütün oyunları bozar. insanoğlu, cehennem ateşlerinden geçince anlar bunu. birbirimizi sevelim; ama kimsenin sahibi olmaya çalışmayalım.

herkes sevmeyi bilir, doğuştan gelir bu. kimileri bunu kendi doğallığında yaşar; ama çoğunluk sevmeyi yeniden öğrenmek, hatırlamak zorundadır ve istisnasız hepsinin geçmiş heyecanların ateşinde yanması, mutlulukları ve acıları, düşüp kalkmaları yeniden yaşaması gerekir; ta ki her yeni karşılaşmanın ardında var olan ipucunu fark edene dek.

en güçlü aşk, kendindeki kırılganlığı ortaya koyabilendir. her ne olursa olsun, eğer aşkım gerçekse -ve yalnızca kendini oyalamanın, aldatmanın, zamanı geçirmenin bir yolu değilse- özgürlük kıskançlığı ve doğurduğu acıyı yenecektir.

8.01.2009

büyük oyunlar

anton çehov

doktorlarla avukatlar birbirlerinin tıpkısıdır. aralarında sadece bir tek fark var: avukatlar soyarlar; doktorlarsa hem soyar, hem de öldürürler.

yaşadığım süre içinde doktorlara, avukatlara ve kadınlara hiçbir zaman inanmadım. saçma, saçma, şarlatanlık ve dalavere!

bir erkek felsefe yapıyorsa eğer, buna bilgelik taslamak ya da laf ebeliği yapmak denir; ama bir ya da iki kadın felsefe yapıyorsa, bunun adı zırvalamaktır.

namuslu, dürüst insanların ne kadar az olduğunu anlamak için herhangi bir iş yapmaya kalkışmak yeter..

işte hayat.. insan hayatı tıpkı tarlada açan bir çiçeğe benzer. bir katır gelip yiyiverir onu, çiçek sizlere ömür!

veremin en etkili ilacı, tam bir gönül rahatlığıdır.

"çiçekler her bahar yenileniyor; ama mutluluk geri gelmez bir daha.."

yirmisindeyken hepimiz kahramanızdır, ne olursa olsun gözümüzü kırpmadan her işe atılırız, otuzunda ise yorulur, hiçbir işe yaramaz oluruz.

bu dünyada hiçbir şey ümitsiz değildir. ümitsizlik, karşılıksız aşk, ahlar, vahlar; şımarıklıktan başka bir şey değil bütün bunlar. insan istemeli önce.

eğer bir insanın gerçek bir hayatı yoksa, seraplarla yaşamaya başlar. hiçbir şey olmayacağına böylesi daha iyidir.

insanlara inanmadan yaşanmaz.

birkaç bin ruble için, kadınların giyeceği birkaç pılı pırtı, boş hevesler, gösteriş düşkünlükleri için binlerce ağacı devirmek, yok etmek.. gelecek kuşaklar barbarlığımıza lanet okuyacaklar!

katıksız iyilik ya da kötülük yoktur.

gerçekten yaşamayınca insan, seraplarla avunur. ne de olsa, tam bir hiçlikten daha iyidir.

toplumda sanatçılara hayranlık duyuluyor, onlara sözgelimi, tüccarlara olduğundan daha başka türlü davranılıyorsa, eşyanın doğasına uygun bir şeydir bu. bir çeşit idealizmdir.

bir yapıt açık, kesin, belirli bir düşünceyi içermelidir. belirli bir amaç olmadan yola çıkarsanız, ya yolunuzu şaşırırsınız ya da yeteneğiniz yok eder sizi.

kadınlar başarısızlığı bağışlamazlar.

umutsuz aşk romanlarda olur. saçma bütün bunlar. budalalık hepsi. insanın kendini bırakmaması, balığın kavağa çıkmasını bekler gibi boş umutlara kapılmaması gerek.. yüreğinde aşkın kıpırtısını duydun mu, yapılacak en iyi şey onu ordan kovmaktır.

ölüm korkusu hayvansal bir korkudur. onu altetmek gerekir. ancak ölümden sonraki hayata inananlar, bilinçli olarak korkarlar ölümden; çünkü günahlarının ağırlığı altında ezilirler.

sık sık düşünürüm: yaşama yeniden ama bu kez bilinçli olarak başlanabilseydi? yaşamış olduklarımız, hani derler ya, taslak, öteki de onun temize çekilmişi olsaydı, ne olurdu acaba?

her yaşamda başta gelen şey, onun biçimidir. biçimini yitiren, yok olup gider. günlük yaşamımızda da böyledir bu.

insan ya neden yaşadığını bilmeli ya da her şey saçma.

gogol: baylar, bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir.

yaşam geçip gitti, hiç yaşanmamış gibi.

* ivanov, orman cini, vanya dayı, martı, üç kız kardeş, vişne bahçesi

şaka

spinoza: şaka, duygunun mezar yazısıdır.

sigmund freud: nerede bir yasak varsa, orada buna neden olan bir arzu, itiraf edilmeyen ve bilinç dışında kalan bir tamah vardır.

mayakovski: ve insan sözcüklerde sevince yürek bir yazı takımı olup çıkıyor.

gilles deleuze: çöküşümüz yozlaşmamış her yere acıyı, yalnızlığı, suçluluğu, iletişim dramını, içselliğin olanca trajedisini sokuşturmaya çalışmamızla kanıtlanır. büyük kitaplardan şizoid kahkaha ve devrimci sevinç doğar, o sefil özseverliğimizin acıları ya da suçluluğumuzun dehşeti değil.

sigmund freud: cinsel ihtiyaç insanları birleştirmez, ayırır.

paul valery: varoluşun saflığı içinde evren küçük bir kusurdur.

marquis de sade: suç, kösnüllüğün temel taşıdır. bizi gerçekte uyaran karşımızdaki zevk nesnesi değil, kötülük düşüncesidir. bir kadınla yatarken zorba olmayı istemeyen kimse erkek değildir.

lev troçki: çölde manzara resmi yapılamaz.

sigmund freud: toplum, artık ortak bir suça, ortaklaşa işlenmiş bir cürme; din, suçluluk duygusuna ve pişmanlığa; ahlak da bir yandan, bu toplumun gereklerine, öbür yandan da suçluluk duygusunun doğurduğu kefaret ödeme ihtiyacına dayanır.

nasılsın?

maya angelou

annem bana sık sık, insanların "nasılsın?" diye sorduklarında aslında gerçekleri duymak istemediklerini düşündüğünü söylerdi. ona göre bu soru dünyanın her tarafında binlerce dilde soruluyor ama çoğu insan bunun sadece bir sohbet başlangıcı olduğunu biliyordu. kimse gerçekten bir cevap duymayı beklemiyor ve hatta "dizlerim sanki kırılmış gibi ağrıyor; sırtım da o kadar acıyor ki, oturup ağlayabilirim." gibi bir gerçeği bilmek istemiyordu. bu tür bir cevap sohbet durdurucu olurdu. sohbeti başlamadan bitirirdi. o yüzden hepimiz, "iyiyim, sağol; sen nasılsın?" diyorduk.

6.01.2009

delikanlı

dostoyevski

kişioğlunun yaşantısında en önemli, en iğrenç alışkanlığı, her şeye, herkese zararı dokunan alışkanlığı, 'desinler' için bir şey yapmasıdır.

basit görüşlü, koyun düşünceli bir insandı. böyleleri yalnızca başarıya taparlar.

dünyada bir işe -ne çeşit olursa olsun- başlamaktan akıllıca bir şey yoktur.

ne olursa olsun, her kadının yaşantısı ömür boyu bağımlı kalacağı bir erkeği aramakla geçer. bağımlı olmak tutkusuyla doludur kadın. şunu unutma, böyle olmayanı yoktur.

bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. kendisine bir ülkü edinen çok az. umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: "yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?" öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. insanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. herkes kendini düşünüyor. kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.

utanmadan, sıkılmadan kendi üzerine yazabilmesi için insanın pek bayağı bir biçimde kendine tutkun olması, kendini beğenmesi gerekir.

her şeyi biliyorum; ama işe yarar bir şey bildiğim yok.

kişinin duygularının iyisi de kötüsü de içinde oldukları sürece sözcüklerde olduğundan çok daha güçlüdürler. sözcüklere döküldüklerinde gülünçleşiyor, bayağılaşıyorlar.

her kumarbaz ilk oynadığı kartta kaybeder. iyiye işaret bile sayılabilir bu.

doğanın, gerçeklerin yasalarına göre yaşamalıdır insan.

her insanın yaradılışı bir değildir. çoklarında, akılcı sonuç, bazen tüm varlığını kaplayan, içten çıkarılıp atılması ya da başka bir biçim verilmesi zor olan güçlü bir duyguya dönüşür. bu çeşit durumlarda böyle kişileri iyileştirmek için aynı derecede güçlü bir duygu bulup yerine onu koymak gerekir. ama bu son derece güç bir yoldur. çoğunlukla olanaksızdır.

niçin ille de iyi olmalıdır insan?

çoğu güçlü insanlarda, önünde eğilebilecekleri birini ya da bir şeyi bulmaya karşı doğal bir eğilim vardır. güçlü insan bazen kendi gücünü kaldıramaz olur, ezer onu gücü.

kişide biraz hırs, biraz yetenek, beceriklilik, bilgi olsun; işler kendiliğinden yürür. yeter ki iç ateşi sönmesin.

para her eşitsizliği hizaya getirir. onun en önemli gücü budur.

her şeyi doğrulayacak yalnızca olaylardır.

fakirlik, hiçlik ile güçsüzlüğün şiiri, yeteneksizliğin de, orta halliliğin de zaferidir.

ülkü güzelliği olan kişi mutludur. bu güzellik yalnız bile olsa!

bayağı, bir anda ortaya çıkan ülküler çoğunlukla çabuk anlaşılırlar. hem toplumca, sokaktaki insanlarca. bu yetmiyormuş gibi, üstün, dahice de sayılırlar. ama ancak bir gün sürer bu: ortaya atıldıkları gün. ucuz etin yahnisi yavan olur derler. çabuk anlaşılma, anlaşılan şeyin basitliğine işarettir.

insan değişmeyen, sürekli bir düşünceye saplanınca, kafasını yalnızca ona yorunca dünyadan, insanlardan uzaklaşmış, bir manastıra çekilmiş gibi oluyor. çevresinde olup biten her şeyi bu düşüncenin süzgecinden geçirerek benimsiyor. bu yüzden de yanlış yargıya vardığı oluyor. bunun yanında, her zaman bir bahane bulabilmesi de önemli kuşkusuz.

kişioğlunun gülmekle dış görünüşünde bile neler kazandığını tahmin etmek güçtür.

kişinin burnunun dibinde sona eren bir gerçekçi görüş en delice hayalcilikten de tehlikelidir. bir çeşit körlük demektir çünkü.

sonunda herkesin öğrenmediği, bilmediği gizli bir şey yoktur.

insanları oldukları gibi sevmek olanaksızdır. ama sevmek de gerekir. bunun için duygularına gem vurarak, burnunu tıkayarak, gözlerini kapayarak -ki bu sonuncusu zorunludur- iyilik et onlara.

bence insan, yakınlarını sevmek olanaksızlığıyla birlikte doğar. akrabalar arasındaki sevgi bu bakımdan iğrençtir. hak edilmemiştir çünkü. sevgiyi hak etmek gerekir.

insanın bazı şanssızlıklara katlanması gerekir. şanssızlıklar olmasa yaşam çekilmez olur.

başkalarını yargılayabilmek için önce yargıç olmak, yargıç olabilmek için de acı çekmek gerekir.

insan en çok sevdiğini incitir.

bilinmeyen bir şey, sır olduğu için daha da çekicidir.

gerçek allahsız olanlar da vardır. hem böyleleri ötekilerden çok daha korkunçturlar. allah adını ağızlarından eksik etmezler çünkü.

avukat dediğinizin 'kiralık vicdanlı' adam olduğunu herkes bilir.

kadın kısmı severse, erkeğin boyunduruğu altına girmek için sever. kadınlar erkeğin kişilik sahibi olmasını isterler.

sevmek, erkeğin içinde olabilecek -bir kadında ise hiçbir zaman bulunmayan- gerçekten iyi, soylu bir duygudur.

fotoğrafın sahibine benzediği çok seyrek görülen bir şeydir. orijinalin kendisine, yani her birimizin kendimize benzediğimiz anlar seyrektir. insanın yüzü çok seyrek olarak en önemli olanı, kişinin en karakteristik özelliğini açığa vurur.

en önemsiz, gülünç şeylerden başlayarak yöntemli bir çalışmayla yavaş yavaş iradesini avcunun içine alır kişi. özgürlüğüne kavuşur.

evlilik

thomas hardy

eğer bir kız bir başına hayatın üstesinden gelebilecek kadar yürekliyse, evsiz barksız da değilse, neden evlenir bilmem.

geceleyin, bir can yoldaşı isteyip umduğu yerde kendini yapayalnız bulmak kimini ürkütür. ne var ki, insanın içgüdüleriyle, duyuları, belleği, kıyaslama, kestirme, sonuç çıkarma yetenekleriyle görüş gücü -mantıkçının listesinde bulunan her tür kanıt- birleşerek onu yapayalnız olduğuna inandırmışken, birden gizemli bir can yoldaşının varlığını keşfetmek, çok daha sinir yıpratıcı bir durumdur.

çoğu erkek, kadına başka yoldan sahip olamayacakları için evlenir; çoğu kadın da bir erkeğe sahip olmadan evlilik durumuna geçemeyeceği için kocaya varır. amaçlar apayrı olmakla birlikte, iki tarafça kullanılan yöntemler birbirine eştir.

kırk yaşlarındaki evli erkeklerin, rastladıkları herhangi bir eli yüzü düzgün dişiye göz atmadan geçmeyecek kadar cömert oldukları söylenebilir. aşk karşılığında olasılıktan, yani bir bedel ödemek zorunda kalmaktan bütünüyle uzak olduklarını bilmek onlara aşırı bir atılganlık verir.

kürklü venüs

leopold von sacher-masoch

kürkler sinirli mizacı olanları rahatlatan bir tesirde bulunurlar; bu tesir gerek genel, gerekse de doğal yasalara dayanır. insanın içerisini en azından aynı tuhaflıkta gıdıklayan ve hiç kimsenin karşı koyamadığı fiziksel bir cazibedir. bilim kısa bir zaman önce elektrik ile sıcaklık arasında olan bir bağın varlığını ispatladı. her ikisinin de insan organizması üzerindeki etkileri zaten aynıdır. sıcak mıntıka daha ihtiraslı insan, sıcak atmosferse heyecanı yaratır. aynı elektrik gibi. kedilerin varlığının hassas tinsel insanlar üzerindeki tılsımlı, rahatlatan etkisi bundandır. ve bu, hayvan dünyasının uzun kuyruklu yosmalarının, sevimli, kıvılcım fışkırtan elektrikli pillerin, muhammed'in, kardinal richelieu'nün, crebillon'un, rousseau'nun, wieland'ın sevgilileri haline gelmeleri bundandır. kürk giymiş olan bir kadın, büyük bir kediden, güçlendirilmiş elektrikli bir pilden başka bir şey değildir.

4.01.2009

daralma

george orwell

eğer evliyseniz bilirsiniz: kendi kendinize "tanrım ben ne halt yedim!" dediğiniz anlar vardır.

karılarını öldüren herifler sonunda daima yakalanır. siz istediğiniz kadar o anda başka bir yerde olduğunuzu ispatlayın, onlar yine de failin siz olduğunuzu mükemmelen bilir ve bir punduna getirip sizi enselerler. bir kadının icabına bakıldığında, ilk şüpheli daima kocasıdır. bu da size, insanların evliliğe gerçekte nasıl baktığını kenarından köşesinden anlatıverir.

bizim gibi insanların temel sorunu, hepimizin kaybedecek bir şeylerimizin olduğunu sanmamız. ve aslında ev sahibi filan olmadığımız için, yarısına geldiğimiz taksitlerimizin sonuncusunu yatırmadan önce bir aksilik olur diye ödümüz koptuğu için, iyice boka batmış bulunuyoruz. hepimiz satın alındık, hem de kendi paramızla. hiçbir yeri görmediği ve zili çalmadığı halde belle vue (güzel manzara) denen bu tuğladan yapılmış oyuncak evlere bedelinin iki katını ödemek için burnundan ter damlayan bu zavallı kahrolası orospu çocuklarının, bu yalakaların istisnasız hepsi, ülkelerini bolşevizme karşı savunmak için savaş meydanında kanının son damlasına kadar çarpışmaya hazırdır.

hayatta hiçbir şey siyah beyaz değildir.

eğer birazcık şişmansanız hemen herkes, hatta bir yabancı bile, size görünüşünüzle ilgili aşağılayıcı bir anlam içeren bir ad takmayı kendine hak görüyor. kambur ya da şaşı veya tavşan dudaklı bir arkadaşınızı düşünün. ona durumunu hatırlatan bir lakap takar mıydınız? oysa her şişman doğal olarak etiketlenir. ben, insanların otomatik sırtına şaplattığı, kaburgalarını dürttüğü tiplerdenim ve bunların hemen hepsi de benim bundan hoşlandığımı sanır. nedense şişman bir adamın bir şey hissetmediğini sanırlar.

gerçek şudur ki, bir kadın hiçbir erkeğe şakacıktan bakmaz, yeter ki o erkek onu, ona aşık olduğuna inandırsın.

bir süt barına gitmek nereden aklıma geldi, bilmiyorum. buralar genellikle gitmekten kaçındığım yerlerdir. biz beş-on papelciler, londra'daki yeme içme yerlerinde pek iyi karşılanmayız. parlak kırmızı tezgahın arkasında duran, uzun beyaz kepli kız buz kutusuyla bir şeyler yapıyordu, arkada bir yerlerde çalan radyodan tenekeye vuruluyormuş gibi sesler yükseliyordu. bu baş belası yerde ne işim vardı? içeri girerken bunu düşünüyordum. bu tür yerlerde beni mutsuz eden bir atmosfer olurdu. her şey çok gösterişli, çok parlak, çok aerodinamiktir; her baktığınız yerde aynalar, krom plakalar, emayeler falan vardır. her şey dekorasyona harcandığından yiyeceğe bir şey kalmamıştır. şöyle adam gibi, doğru dürüst bir yiyecek yoktur. amerikan isimli bir sürü ıvır zıvır, hiçbir zaman tadına varamayacağınız, hatta var olduğuna inanamayacağınız şeyler. her şey karton ya da teneke kutu içinde gelir, ya buzdolabından çıkmıştır, ya musluktan akmıştır ya da tüpten sıkılmıştır. ne bir konfor, ne de bir mahremiyet duygusu. tünediğiniz yüksek tabureler, kemirdiğiniz koçanlar, her tarafınız aynalarla kuşatılmış. etrafta radyo sesine karışarak uçuşan, yemeğin önemi olmadığını, konforun önemi olmadığını, aslında gösteriş, parlaklık ve aerodinamiklik dışında hiçbir şeyin önemi olmadığını söyleyen bir tür propaganda. bu aralar zaten her şey aerodinamiktir, hitler'in size ayırdığı mermi bile. büyük bir fincan kahve ve iki frankfurter ısmarladım. uzun beyaz kepli kız istediklerimi önüme fırlattı; bir süs balığına yem verirken de ancak bu kadar ilgi duyabilirdi.

geçmiş tuhaf bir şey. her zaman sizinledir, bence on ya da yirmi yıl önce olmuş bir şeyi düşünmeksizin bir saat bile geçiremeyiz, yine de çoğunlukla hiçbir gerçekliği yoktur, tarih kitaplarındaki bir sürü malzeme gibi, o da yalnızca bildik bir olgular dizisinden ibarettir. sonra şans eseri bir görüntü veya ses ya da koku, özellikle de koku, size çarpar ve sadece geçmiş canlanmakla kalmaz, siz de gerçekten geçmişe dönüverirsiniz.

insan çok gençken, uzun zamandır burnunun dibinde duran şeylerin bir gün ansızın farkına varıyor. etrafınızda olup bitenleri, uyku mahmurluğunu üzerinizden atmaya çalışırken olduğu gibi, birer birer algılamaya başlıyorsunuz. mesela, birden bir köpeğimiz olduğunu fark ettiğimde 4 yaşındaydım. adı nailer'dı ve şimdi artık rastlanmayan türden, yaşlı, beyaz bir ingiliz teriyeriydi. onu mutfak masasının altında bulmuş ve nasılsa bir anda bize ait ve adının da nailer olduğunu anlamıştım.

bugün bir peni canavarı gören kimse var mı acaba? sadece 1 peniye, 2 litreden fazla köpüklü limonatayla dolu koca bir şişe. savaşın ortadan kaldırdığı bir başka şey de budur.

bir şekilde atlatmak mümkünse, kimsenin aklına vergi ödemek gelmez.

çok eskilere döndüğünüzde, insanları hep belli, özel bir yerde ve kimi karakteristik özellikleri içinde hatırlarsınız. size hep aynı şeyleri yapıyorlarmış gibi gelir.

işinde gerçekten usta birini seyretmekte her zaman büyüleyici bir yan vardır.

insanlar tuttukları balıklara dair yalanlar uydururlar, yakalayıp da kaçırdıkları balıklar hakkındaysa daha büyük yalanlar..

sürdürdüğümüz bu yaşamda yapmak istediğimiz şeyleri yapmayız. bu, sürekli çalışmamızdan dolayı değildir. bir çiftçi yamağı ya da yahudi bir terzi bile sürekli çalışmaz. bu, bizi sürekli budalalık yapmamız için dürtüp duran, içimizdeki şeytandan dolayıdır. yapmaya değer şeyler hariç, her şey için daima vakit vardır. gerçekten hoşlandığınız bir şey düşünün. sonra da, saat saat, yaşamınızın kaçta kaçını onu yapmak için harcadığınızı hesaplayın. ardından da tıraş olmak, otobüslere binip inmek, tren istasyonlarında beklemek, açık saçık hikayeler anlatıp dinlemek, gazete okumak gibi şeylere harcadığınız vakti hesaplayın.

ne okumak istediysem onu okudum ve onlardan, bana okulda öğrettiklerinden çok daha fazlasını öğrendim.

savaş, insanı, eğer öldürmezse, düşünmeye zorluyor. anlatılması imkansız bir alay zırvadan sonra, toplumu sonsuz ve sorgulanamaz bir şey olarak görmek mümkün olmuyor. biliyorsunuz ki, bunların hepsi palavradır.

bir gece yatağa girersiniz, kendinizi hala genç sanıyorsunuzdur, aklınız kızlarda ve başka şeylerdedir, sonra sabah bir de uyanır bakarsınız ki, meğer siz sadece, çocuklara pabuç almak için burnundan ter damlamaktan başka bir işe yaramayan, zavallı şişko moruğun tekiymişsiniz.

toplantılarda hep böyledir: gelen insanların yarısının konuya dair en ufak bir fikirlerinin olmaması, değişmez bir kuraldır.

dinle evlat, her şeyi yanlış anlamışsın. 1914'te çok şerefli bir iş yaptığımızı sanan bizdik. meğer değilmiş. meğer sadece kanlı bir mahfilmiş. eğer bir kez daha olursa, ondan uzak dur. vücudunun neden kurşunlarla delik deşik olmasını isteyesin ki? onu bir kıza sakla. sanıyorsun ki, savaş kahramanlıktan ve victoria madalyalarından ibarettir; ama değil. bu aralar kimseye süngü tak emri gelmiyor, geldiğinde anlarsın. o zaman bir de bakarsın ki, hiç de kahraman mahraman değilmişsin. tek bildiğin üç gündür uyumadığın, kokarca gibi koktuğun, krkudan altına doldurduğun ve ellerinin soğuktan tüfeğini tutamayacak kadar donduğudur. ama bunların da zerre kadar önemi yoktur. bütün mesele sonrasıdır.

sevgili dostum. güneşin altında yeni olan hiçbir şey yok.

durgun bir günde odun ateşinin nasıl göründüğünü bilirsiniz. tamamen yanıp ak küle dönmüş; ama hala şeklini muhafaza eden odunlar ve külün altından akseden o parlak, kızıl ışıma. kızıl korun daha da canlı görünmesi ilginçtir, insana canlı her şeyden daha büyük bir yaşam duygusu verir. onda bir tür yoğunluk, bir titreşim, şimdi tam kelimelerini bulamayacağım bir şeyler vardır. ama insana hayatta olduğunu hissettirir. etraftaki başka her şeyi hissetmenizi sağlayan, resimdeki nokta gibidir.

insanlar neden bu kadar budala yaratıklardır acaba? vakitlerini türlü çeşitli ahmaklıklar peşinde koşarak harcayacaklarına, neden sadece gezinip etraflarına bakmazlar? örneğin şu havuzu -ve içindekileri- alalım. orada su kertenkeleleri, su yılanları, su böcekleri, mayıs böcekleri, sülükler ve ancak mikroskopla görebileceğimiz, tanrı bilir daha neler yaşıyordu. yaşamlarının sırrı işte oracıkta, suyun içindeydi. insan bütün bir ömrü, hatta on ömrü, onları seyretmekle geçirebilir ve yine de, o bir tek havuzun bile dibine ulaşmış sayılmazdı. ve bütün bunlar olurken, içinizi o harikuladelik duygusu kaplar, içinizde o tuhaf ateş yanardı. aslında sahip olmaya değer tek şey buydu ve biz bunu elimizin tersiyle itiyorduk.

bir şeyin olmadan öncesiyle olduktan sonrası çok farklıdır.

insan aklına dair bildiğim bir şey varsa, o da dura dura ilerlediğidir. neredeyse bir ömür boyu hiçbir şey hissetmezsiniz. ondan sonra şimdi bana olduğu gibi, son çeyrek saat içinde şok geçirirsiniz.

küçük dükkan sahiplerinin müşterilerine nasıl tam bir kayıtsızlıkla baktığını bilirsiniz.

bunların hepsi olacaktı. aklınızın gerisine attığınız, korktuğunuz, bir kabus olduğunu ya da sadece yabancı ülkelerdekilerin başına geldiğini sandığınız her şey olurdu. bombalar, ekmek kuyrukları, kauçuk coplar, dikenli teller, renkli gömlekler, sloganlar, koca yüzler, yatak odası pencerelerinden ateş eden makineli tüfekler. hepsi olacaktı. biliyordum. kaçış yoktu. isteyen mücadele edebilir ya da başını çevirip görmemiş gibi yapabilir veya ingiliz anahtarını kapıp suratları dağıtabilirdi. ama mümkün değildi. hepsi olacaktı.

yanılsamaymış! aldatmacaymış! ortalık yalan dolandan geçilmiyormuş, bunların önemi yoktu. kötü günler geliyordu, tornadan geçirilip bütün çıkıntıları alınmış ve dümdüz edilmiş, aerodinamik insanlar da. daha sonra ne gelecekti bilmiyorum, umurumda da değildi açıkçası. tek bildiğim, eğer şu dünyada sevdiğiniz bir tek şey varsa, ona şimdiden elveda demenin zamanı gelmişti. çünkü hiç susmayan bir makineli tüfek ateşi altında, bildik, tanıdık her şey kayıp gidiyor ve ağır ağır lağıma gömülüyordu.

koku

john kennedy toole

john milton: iyi bir kitap, daha sonraki bir yaşam için bilerek mumyalanıp saklanan ruhu besleyen can damarıdır.

schiller, yazabilmek için, masanın üzerinde çürümeye terk ettiği elmaların kokusuna ihtiyaç duyardı.

jonathan swift: dünyada gerçek bir dâhi varsa bunu anlamak kolaydır; çünkü bütün alıklar ona karşı birlik oluştururlar.

t.b. macaulay: büyük bir yazar okurunun dostu ve velinimetidir.

mark twain, çağdaş bilim adamlarımızın anlamlı olduklarını kanıtlamaya çalıştıkları o köhne ve sıkıcı yazıları ancak sırt üstü yatarak kotarabiliyordu. mark twain'i yüceltmek, şu anda yaşadığımız kültürel durgunluğun nedenlerinden biridir.

platon: kitaplar babalarına karşı gelen ölümsüz oğullardır.

boethius da roma'nın çöküşünde az çok benzer bir rol oynamıştı. tıpkı chesterton'ın dediği gibi, "boethius bir rehber, bir düşünür ve pek çok hristiyan için bir dost olarak içtenlikle hizmet etti; buna zorunluydu, çünkü yaşadığı devir yoz, kendi kültürüyse tamdı."

joseph addison: doğa bazen bir aptal yaratır; ama bir züppe her zaman insanın kendi eseridir.

how i met your mother

eskiden kadere inanırdım. simitçiye gidip kuyrukta en sevdiğim romanı okuyan ve tüm hafta dilime dolanan şarkıyı fısıldayan kızı görüp şöyle derdim kendi kendime: "belki de doğru kişi budur." ama şimdi "kahpe karı son kepekli simidi kapacak." diyorum. *

kız arkadaş, tıpkı grip olmak gibidir. yatakta geçen birkaç haftadan sonra vücuttan atılır.

hayatımın hangi köşesine baksam çıkmaz sokak gibi.

aşk, sabır ve şefkattir. aşk, kıskanmaz veya böbürlenmez. kibirli veya kaba değildir. aşk kendi yolunu dayatmaz. alıngan veya kırgın değildir. aşk her şeye uygundur, her şeye inanır, her şeyi umut eder, her şeye tahammül eder.

bence çoğunlukla hayattan ne istediğinizle ilgili dürüst olursanız hayat onu size veriyor.

bir kadının göğüslerini hafızandan çıkartamadıkça o kadını unutamazsın. bu bilimsel bir gerçek. ortalama bir erkek beyni, sadece sınırlı sayıda göğüs görüntüsünü ya da sütyeni depolayabilir.

beysbol, striptizciler ve silahların yardımı olabilir ama gönül yarasını iyileştiren tek şey gerçekte zamandır.

güzel bir kadına kendine güveni olmayan sevimsiz biri gibi hissettir ve senin oyuncağın olsun.

bir şeyi çok istemek başarının düşmanıdır.

ilişkiler adeta bir otoban gibidir. otobanlarda da çıkışlar vardır, ilişkilerde de. ilk çıkış altı saat içindedir: tanışırsınız, konuşursunuz, sevişirsiniz, o duştayken çıkıştan saparsınız. bir sonraki çıkışlar; 4. gün, 3. hafta, 7. ay.. daha sonra 1,5 yıl, 18 yıl ve son çıkış ölümdür. eğer hayatın boyunca aynı kadınla berabersen sürekli "hâlâ gelmedik mi?" kıvamında dolaşırsın.

2.01.2009

hükümet

thomas bernhard

biz insanın düşünebileceği en iğrenç hükümete sahibiz, en sahtekarına, en kötüsüne, en hainine ve aynı zamanda en budalasına. ama biz bu alçak, sahtekar, kötü, yalancı ve budala ülkeden dışarıya baktığımızda, öteki ülkelerin de aynı biçimde yalancı ve sahtekar ve kısacası aynı biçimde aşağılık olduğunu görüyoruz.

ama bu diğer ülkeler bizi o kadar ilgilendirmiyor. yalnız bizim ülkemiz bizi ilgilendiriyor ve bu yüzden her gün kafamıza öylesine vuruyor ki bu, arada çoktan gerçekten baygın olarak, hükümetin hain, budala, sahtekar, yalancı ve üstelik de akıl almaz biçimde aptal olduğu bir ülkede varlığımızı sürdürmek zorunda kalıyoruz.

düşündüğümüz zaman her gün, sahtekar, yalancı ve hain bir hükümet tarafından, üstelik de düşünülebilecek en aptal hükümet tarafından yönetildiğimizi hissediyoruz ve bunu hiçbir biçimde değiştiremeyeceğimizi düşünüyoruz, en korkunç olanı da bu, bunu hiçbir biçimde değiştiremeyeceğimiz, hem de bu hükümetin her geçen gün daha da yalancı, sahtekar, hain ve alçak oluşunu baygın durumda seyretmek zorunda oluşumuz, yani bu hükümetin gittikçe daha beter ve gittikçe daha çekilmez oluşunu üç aşağı beş yukarı sürekli bir şaşkınlık durumu içinde seyretmek zorunda oluşumuz.

ama yalnız hükümet değil yalancı, sahtekar, hain ve alçak olan, parlamento da öyle ve bazen bana öyle geliyor ki parlamento hükümetten daha da sahtekar ve yalancı ve nihayet bu ülkedeki hukuk ve bu ülkedeki basın ve nihayet bu ülkedeki kültür ve nihayet bu ülkedeki her şey ne kadar yalancı ve hain; bu ülkede onlarca yıldır yalnız yalancılık ve sahtekarlık hakim ve hainlik ve alçaklık. gerçekten de bu ülke artık kesinlikle dibe vurdu ve yakında anlamından ve amacından ve aklından vazgeçecek.

ve her yanda şu demokrasi gevezeliği! sokağa çıkıyorsunuz ve durmadan gözlerinizi ve kulaklarınızı ve de burnunuzu kapatmanız gerekecek, sonunda bütünüyle toplumsal tehlikeye dönüşen bu devlette hayatta kalabilmeniz için. her gün gözlerinize inanamıyorsunuz ve kulaklarınıza inanamıyorsunuz. her gün bu mahvolmuş ülkenin ve bu rüşvetçi devletin ve bu budalalaştırılmış halkın çöküşüne giderek artan bir şaşkınlıkla tanıklık ediyorsunuz.

ve bu ülkedeki ve bu devletteki insanlar buna karşı hiçbir şey yapmıyorlar. işte bu, benim gibi bir insana azap veren şey. insanlar doğal olarak bu devletin her geçen gün daha da alçaldığını ve her geçen gün daha da hainleştiğini görüyor ve hissediyorlar ama buna karşı hiçbir şey yapmıyorlar. politikacılar katil, evet kitle katili her ülkede ve her devlette. yüzyıllardan beri politikacılar ülkeleri ve devletleri öldürüyor ve kimse onlara engel olmuyor.

ve biz ülke ve devlet katilleri olan en kuş beyinli ve aynı zamanda en düşüncesiz politikacılara sahibiz. devletimizin doruğunda devlet katili olan politikacılar var, parlamentomuzda devlet katili olan politikacılar oturuyor, gerçek bu. her başbakan ve her bakan, bir devlet katili ve dolayısıyla da ülke katili ve biri gidiyor, diğeri geliyor. bir katil başbakan gidiyor, diğer bir katil geliyor başbakan olarak. bir devlet katili bakan gidiyor, bir diğeri geliyor. halk politikacıların öldürdüğü şey hep ama halk bunu görmüyor, hissediyor gerçi böyle olduğunu ama bunu görmüyor, trajik olan da bu.

bir devlet katili başbakanın ayrılışına sevindiğimiz anda hemen öteki geliyor bile, korkunç bu. politikacılar devlet katili ve ülke katili ve iktidarda oldukları sürece cinayet işliyorlar utanmadan ve devletin hukuku da onların hain ve alçak cinayetlerini destekliyor, onların hain ve alçak yolsuzluklarını. ama her halk ve her toplum sahip olduğu devleti hak ediyor ve böylece de politikacı olarak kendi katillerini. ne kadar hain ve dar kafalı devlet sömürücüleri ve hain ve düzenbaz demokrasi sömürücüleri!

yaşlı gemici

samuel taylor coleridge



yalnızdım, yalnızdım, yapayalnızdım
uçsuz bucaksız bir denizde
ve işkence içindeki ruhuma
merhamet etmedi çıkıp bir aziz de

günler günleri izledi böyle
durduk orada hiç kıpırdamadan
ressam elinden çıkmış bir gemi gibi
ressam elinden çıkmış bir denizde duran

gün bitiyor, batıda yanıyordu sular
içindeymiş gibi büyük bir ateşin
ve o yanan suların neredeyse üstünde
duruyordu büyük, parlak çemberi güneşin
girdiğinde birdenbire o garip şekil
arasına gemimizle güneşin

derler ki laneti bir yetimin
cehennemlik edermiş gökteki ruhu o an
ah, nasıl da ağır fazlasıyla
bir ölünün gözündeki lanet bundan
yaşadım yedi gün yedi gece o lanetle
gene de kurtulamadım canımdan

nasıl ıssız bir yolda yürürken birisi
adımlarını korku ve dehşetle atar
ve dönüp bir kez ardına baktıktan sonra
çevirip de başını bakmazsa hiç tekrar
çünkü bilirse bir adım gerisinde
kendisini izleyen korkunç bir şeytan var

kayalar parlıyordu ve parlıyordu
üstlerinde yükselen kilise de
rüzgar gülü kıpırdamadan duruyordu
ay ışığının onu gömdüğü sessizlikte

gece gibi ülkeden ülkeye geçerim
garip bir söz gücüm vardır
yüzünü gördüğüm anda anlarım
beni dinleyecek kimseyi tanırım
bu hikaye hemen ona anlatılır

en iyi dua eden sevendir en yürekten
büyük, küçük, tümünü canlıların
çünkü bizi de seven sevgili tanrı
yaratmıştır ve sever hepsini onların

uzaklaştı sessizce ağır ağır
kendini vurgun yemiş gibi duyarak
ve açtı gözlerini ertesi sabah
daha hüzünlü ve bilge biri olarak

görünü

federico garcia lorca


bir yelpaze gibi açılıp kapanıyor zeytinlikler
gök yıkıldı yıkılacak
ve karanlık bir yağmur
soğuk yıldızlı
ırmağın kıyısında
gölgeler, kamışlar titriyor
buruşuyor kül rengi hava
çığlıklarla yüklü zeytin ağaçları
tutsak bir kuş sürüsü
upuzun kuyruklarını sallıyor karanlıkta

1.01.2009

perili ev

charles dickens

kötü arkadaş iyi huyu bozar.

siz tamamen sıradan biri değilseniz herhangi bir şeyin size sıradan görünebileceğini pek sanmam.

eldeki bir kuş saldaki iki kuştan daha değerlidir. gerçekten ben de aynı fikirdeyim, dedim. ama doğrusu, dal değil midir?

gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için.

insan ancak bir evde zil çalacak kimse yokken zilin çalmasını, kapıları çarpacak kimse yokken kapıların çarpmasını ve ortalıkta kimse yokken ayak sesleri duymak istiyorsa, işte o zaman, dedi han sahibi, o evde uyuyabilir.

gece yaşantımıza gelecek olursam, şüphe ve korku bulaşıcı bir hastalık gibi dolaşıyordu aramızda ve yeryüzünde bunlar kadar bulaşıcı başka bir şey yoktur.