6.10.2017

bir beyoğlu düşü

demir özlü

küçük bir bahçenin koyu yeşile boyalı demir parmaklıkları boyunca yürüyordum. büyük, demir kapının önüne gelince durup baktım. geride, beyaza boyalı, üç katlı, büyükçe bir yapı vardı, panjurları kapalı bir yapı. şimdi, yağmurdan sonra, yıldız-poyrazdan esen hafif bir rüzgâr da çıkmıştı.

bahçeye bakan yanda, bir panjur hızla çarptı. oradan alp oteli'nin bulunduğu köşeye doğru yürüdüm. dönemecin ortasındaki şişman bir kadının işlettiği barda, pazar gününün içkicileri toplanmışlardı. aşağıya, kasımpaşa sırtlarına bakan duvar boyunca yürüdüm. kış güneşinin ışıklarıydı donuk yüzlü haliç üzerine vuran. adamın bana tanımladığı sokağın yerini, aşağı yukarı biliyor gibiydim. arada bir köşesinden geçtiğim bir sokaktı ama içine hiç girmemiştim. parkı geçip sola sapmam gerekiyordu.

parkı dolaşıp bitirdiğimde, sokağın bulunduğu yöreye yaklaşıyordum. asfalt cadde bitecek, bakımsız, taş döşeli bir yol başlayacaktı. yolun kıyısında yapıların aralıklarından, çok aşağıda kalan kasımpaşa'nın evleri, boş alanlar görünüyordu. burada, 1917'de gelen beyaz rusların yaptırdıkları yapılar vardı. haliç'in üzerindeki boşluğa bakan, güneşin ışıklarını alması için, giriş bölümleri evin arka duvarına kadar uzatılmış, arka duvarı boylu boyuna renk renk vitraylarla süslü yapılar..

köşedeki iki sokaktan biri olmalıydı adamın sözünü ettiği sokak. ilk önüme çıkanına doğru yürüdüm. çevreye bakınıyor, sokağın ismini arıyordum. ama yoktu bir sokak levhası. köşedeki küçük tütüncü dükkanına doğru yürüdüm. beyaz saçları dökülmüş, buruşuk yüzlü adam başını kaldırdı okuduğu pazar gazetesinden. "a. sokağı burası mı?" "evet. burası." dedi adam. "22 numarayı arıyorum?" "solda, ileride görürsünüz."

sokakta ilerledikçe şaşkınlığım artıyordu. ne denli bakımsız, ne denli bakımsızdı yapılar! birbirlerine benzemeyen tuhaf evler.. rum yapıları, tahtadan evler, arada daha yeni yapılar, apartmanlar.. üç katlı, beş katlı değişik yükseklikte yapılar vardı sokakta. üzerlerindeyse artık bulutlardan sıyrılmış bir gökyüzü duruyordu. dümdüz, aşağıdaki mahallelere doğru inen merdivene değin uzanıyordu sokak. ileriden, merdivenin yanından sağa kıvrıldığı görünüyordu. canlı bir pazar günü kalabalığıyla doluydu iyice. çocuklar, yün ören kadınlar, köşede aralarında konuşan bazı adamlar..

sağda, tahtadan, büyük, çıkıntıları zikzaklar halinde birbirini izleyen şaşırtıcı bir yapı vardı. hiç içine girdiğimi ansımadığım bu sokağı tanıyor gibiydim. sanki yaşamıştım burada, günlerim geçmişti, bir hafta, on beş gün ya da bir ay. ansımadığım bir zaman parçası. buydu şaşırtan beni. yakın bir zaman mı, yoksa çok mu eskiden? bilemediğim buydu. düşte mi, yoksa gerçekte mi? bunu da bilmiyordum.

kafamı toplayıp iyice düşünmek istedim üzerinde, soldaki kaldırıma geçerken. hayır, gerçekten gelmemiştim bu sokağa. bazen böylesi anlar yaşadığımı biliyordum: yaşamakta olduğum olayı, daha öncesinden düşümde yaşadığımı sandığım anlar. ya da düşümde gerçekten görmüş olduğumu sonradan yaşıyordum.

solda, orta büyüklükte bir yapıydı 22 numaralı yapı. çok eski olmayan bir rum yapısı. ikinci katın zilini çalıp bekledim. kapı açılınca merdivenleri çıktım. ikinci kat dairesinin önünde biraz beklemem gerekti. küçük bir hol vardı orada. kapıyı bir kadın açtı. "buyrun" dedi yana çekilerek. "ah, beni mi bekliyordunuz?" dedim, kadının ziyaretimi yadırgamaz tavrının verdiği şaşkınlıkla. ama gene de yanlış bir soru sorduğumu düşündüm. "hayır" derken yürüyordu kadın. "pardösünüzü kapının yanındaki vestiyere asabilirsiniz."

pardösümü çıkarıp daire kapısının ardındaki askıya astım, daire kapısını da kapattım. evin sokağa bakan yanında büyükçe bir oturma odasıydı bu. koltuklar alçak, oldukça moderndi. yerde bir pikap, ileride bir sedir vardı. bazı plaklar yayılmıştı pikabın çevresine. "otursanıza" dedi kadın. oturdum. "bir bay vardı" dedim. "geçen hafta bana uğramıştı." anlatmaya çalıştığım şeyle pek ilgili değildi kadın. hemen hemen odanın ortasına düşen bir koltukta oturuyordu. biraz sonra dışarıya çıkacakmış gibi giyinmişti. yalnız pardösüsü yoktu sırtında.

yüzüne dikkatle bakınca onu tanıdığımı anladım. "dışarıya mı çıkacaktınız?" dedim heyecanla, onu nereden tanıdığımı bulmaya çalışırken. "hayır" dedi. "benim geleceğimi mi umuyordunuz? bir yerden mi tanıyorsunuz beni? " olumsuzca başını salladı.

kadının durgun yeşil gözlerine bakıyordum. bacak bacak üstüne atmıştı. "tanıyorsunuz değil mi beni? " dedi. "e-evet" diye kekeledim. "ama nereden tanıdığımı çıkaramadım. kadının vereceği karşılığa toplamıştım bütün ilgimi. o susuyordu. sonra: "bir plak çalayım, dinler misiniz?" dedi. "evet" dedim. "kimden olsun?" dedi. birden: "sibelius" dedim. kalktı, duvara dayalı diskotekten bir plak çekti, pikaba yerleştirdi. uzak, durgun bir baltık müziğiydi bu.

ona bakıyordum. o da kaçamak bakışlarla gözden geçiriyordu beni. "geçen hafta bana uğrayan bay.." birden sözümü kesti: "anlamıyorum, kimden söz ediyorsunuz?" dedi. "geçen hafta evime birisi gelmişti de. esmer, orta boylu." "bilmiyorum" dedi. "kim bilir, belki de tanıdığım biridir? kimdi? siz onu nereden tanıyorsunuz? nerede oturuyorsunuz siz? sizin oturduğunuz yerde mi?"

şaşılası bir güzelliği vardı. onu iyice tanıdığımı sanıyordum. ama ansıyamıyordum, ikircikliydim, onu tanıdığım yeri, süreyi bulabilmek için belleğimi altüst ediyordum. "beni nereden tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz?" dedi. "evet" dedim şaşırarak. "fazla düşünmeyin bunu."

birdenbire çekime kapılmış gibi ayağa kalktım, ona doğru yürüdüm. pikaba yakın sedire uzanmış, eteklerini de yukarıya sıyırmıştı. hiçbir şey yoktu içinde. hiçbir şey söylemeksizin, bir büyüye yakalanmış gibi, kabarık ve biçimli kadınlık organına eğildim.