19.11.2019

koşan zaman

ali püsküllüoğlu


önemsiz demeyin
hafiften esen bir yel bile
önemsiz değil. zaman yaklaşsa da
unutmam sizi; çünkü bir düşte
sonsuz bir anımsayıştır yaşamak
ah, elbet yaşamak! yaşamak
bunu derken o an suya iniyor bir suna
aşktır, çoğalıyor yeryüzünde
bir tay gibi koşuyor saatler
iyi kötü yaşanıyor yine de

18.11.2019

din

cenap şahabettin

din zavallıların felsefesidir.

benim tanrı'ya imanım, bütün varolan dinlerin çerçevesinden daha geniştir.

inananlar kadar inanmayanlar da bir dinin yaşamına hizmet ederler. dinin yok edici düşmanları kayıtsızlardır.

her tapınak, bir ahret dehlizidir. ama hepsinin kapısı dünyaya açılır.

her müslümanın yüreğinde başka bir islamiyet yatar.

doğru düşünen her beyin, az çok kuşkuculuğa mahkumdur. hiç kuşkuya düşmeksizin ancak deliler düşünebilir.

araştır, kuşkuya varıyorsun. kuşku yolu inkâra açılır. yarabbi, iman ne büyük güç istiyor!

peygamberlerin bulunmadığı yerde evliya bolluğu görülür.

iyilere cennet, günahkârlara cehennem. bunda bütün dinler bağlaşıktır. ama günah işleme ile iyiliğin sınırları söz konusu olunca bağlaşık iki din bulunmuyor.

yaşam fırtınalarında din, çok kişi için şamandıra olur.

tanrım, diyorum. ama bilirim ki o, bana bir tanrı'nın istediği yolda hüküm ve iradesinin zorla giydirdiği hazır elbisedir.

dindarlar gibi dinsizleri doğuran da vaizlerdir.

dinini, ayet ve hadislere dayanarak yargıya varan din düşünürlerine teslim ettiği gün, hz. muhammet galiba "eti sizin, kemiği benim" demiş.

lacenaire

cemil meriç

ünlü katil (1803-1836). derbeder bir hayat. bir liseden öte­kine kovularak tamamlamış öğrenimini. aşı­rı bir edebiyat sevgisi. kalemiyle yaşamak istemiş, matbuattan yüz bulamamış. askere almışlar, kaçmış. yirmi beş yaşında ver elini paris! önce kumarla yaşamış, sonra kalpazanlıkla. sonra savaş açmış topluma. hırsızlık, hapishane. hürriyete kavuşunca yeniden hırsızlık. altaroş isimli bir gazeteci ile tanışmış, lacenaire zindanı boylayınca, herif lacenaire'in bassın diye verdiği bir şiiri kendi imzasıyla yayımlamaz mı? küplere binmiş lacenaire, şu şiiri yazmış:

ben bir hırsızım, namussuzum, 
düpedüz bir haytayım, doğru! 
ama meteliğim yoktu çalarken. 
aç köpek fırın deler demişler. 
ama siz beynimi çalıyorsunuz, 
ne kadar beyinsizmişsiniz meğer! 

sonra soygunlar. nihayet cinayet üstüne cinayet. kellesi [giyotinle] kesilmeden önce "hatıralar"ını kaleme almış.

17.11.2019

mutlak

zygmunt bauman

insanlık durumu olarak bilinen muğlak, çelişki dolu çıkmaza basit, dolaysız, tek hamleli çözümler bulmak mümkün değildir.

tzvetan todorov şu uyarıda bulunuyor: "mutlak" peşinde olanların karşılaşabilecekleri yaygın bütün tuzaklar, aşk peşinde olanların sıklıkla yöneldiği dolambaçlı yollara çarpıcı biçimde benzer.

"aşk sever ve severken de her zaman sahip olduğundan daha fazlasını arar." der scheler.

özgün güzergahlar bile art arda uğranılacak limanların listesinden başka bir şey olamaz.

lawrence grossberg'in belirttiği gibi, "bir şeye yeterince özen göstermenin, önemseyecek kadar inanmanın mümkün olduğu ve böylece de kişinin bu şeye bağlanıp bütün benliğini hasredeceği yerleri tespit etmek gitgide zorlaşıyor."

gerçekten ilelebet hatırlamamız gereken şey, herhangi bir şeye ve herhangi birine ömür boyu bağlılık konusunda ant içmekten kaçınmak gerektiğidir.

16.11.2019

kibritçi kız

hans christian andersen

korkunç bir soğuk vardı; kar yağıyordu; koyu bir karanlık çökmeye başlamıştı. yılın son akşamı, yani yılbaşı akşamıydı. bu soğuk ve karanlıkta başı açık, ayakları çıplak, yoksul bir kızcağız sokakta ağır ağır yürüyordu. gerçi evinden çıktığında ayağında terlikleri vardı ama, ne yararı olmuştu ki! daha önce annesinin kullandığı kocaman terliklerdi onlar. küçük kız sokakta aceleyle giderken, ürkütücü bir hızla geçen iki araba yüzünden yitirmişti o terlikleri. bir tekini aradıysa da bulamamış; öbürünü ise bir oğlan kapıp kaçmıştı. üstelik, "çocuğum olunca bunu beşik diye kullanırım!" diyerek bir güzel de alay etmişti.

kızcağız şimdi soğuktan morarmış, küçük, çıplak ayaklarıyla ağır ağır yürüyordu. içinde bir sürü kibrit bulunan eski bir önlüğü taşıyor, elinde de bir deste kibrit tutuyordu. gün boyunca kibrit satın alan olmamıştı; beş kuruş bile geçmemişti eline. şimdi de karnı aç, soğuktan donmuş bir durumda sokakları dolaşırken, öyle yılgın görünüyordu ki zavallı! kar taneleri ensesinde kıvırcıklaşan uzun, sarı saçlarına konuyordu; ama o farkında bile değildi bunun. bütün pencerelerde ışık vardı; sokak insanın iştahını açan kaz kızartması kokuları ile doluydu. elbette, yılbaşı akşamıydı bu akşam. küçük kız da bunu düşünüyordu ya!

biri öbüründen daha öne çıkık, yan yana iki ev arasındaki boşlukta bir köşeye büzülüp oturarak küçücük bacaklarını karnına doğru çekti. ama daha çok üşümeye başladı. eve gitmeye de cesareti yoktu. bir tek kibrit çöpü bile satamamıştı ki, eline birkaç kuruş geçsin! bu durumda eve gitse, babasından dayak yiyecekti; üstelik evleri çok soğuktu. oturdukları tavan arasındaki o tek göz odaya çatıdaki çatlaklardan rüzgar ıslık çalarak sızardı. büyük çatlakları saman saplarıyla, paçavralarla tıkamışlardı; ama pek yararı olmamıştı bunun. şimdi büzülüp oturduğu köşede kızın küçücük elleri soğuktan nerdeyse cansız birer külçeye dönmüştü. ah, desteden bir kibrit çekip duvara sürterek yaksa, ne iyi olacak, hiç değilse parmakları ısınacaktı. sonunda desteden güçlükle çekebildiği bir kibrit çöpü, duvara sürtülünce garç diye bir ses çıkararak alevlendi, yanmaya başladı. küçük bir mum gibi sıcak, parlak bir ışık saçıyordu. tuhaf bir ışıktı bu! küçük kıza pirinçten ayakları olan, pirinç kaplamalı kocaman pırıl pırıl bir sobanın önünde oturuyormuş gibi geldi. ne güzel yanıyordu; nasıl rahatlatıyordu insanı o soba! ama o da ne? kibrit birdenbire söndü, soba ortadan kayboluverdi! küçük kız, elinde yanmış kibritle kalakalmıştı.

bir kibrit daha çaktı. kibrit yanmaya başladı. ışığı bu kez ince, tül gibi geçirgen bir duvarı aydınlattı. küçük kız şimdi doğruca yemek odasının içini görüyordu. üstüne gıcır gıcır, beyaz bir örtü serilmiş olan yemek masasında porselen bir sofra takımı; kuru erik ile elma dilimleri doldurulmuş, dumanı üstünde, nar gibi kızarmış bir kaz vardı! ama daha da güzeli şuydu ki, kaz masadan aşağı atlayıp sırtına saplanmış bir çatal ve bıçakla sallana sallana yoksul kızcağıza doğru gelmeye başlamıştı. ama o sırada kibrit söndü. kalın, soğuk duvardan başka görülebilecek bir şey kalmadı ortada.

kız bir kibrit daha çaktı. şimdi en görkemli noel ağacının altında oturmaktaydı. bu noel ağacı, kısa zaman önce kutlanan noel'de, zengin işadamının evindeki camlı kapıdan şöyle bir gördüğü noel ağacından daha büyük, daha süslüydü. yeşil dallarında binlerce mum yanıyor, kırtasiyeci dükkanındaki gibi renk renk resimler ağaçtan ona bakıyorlardı. küçük kız ellerini o resimlere doğru uzattı; ama tam o sırada kibrit söndü; binlerce noel mumu gittikçe yükselerek pırıl pırıl birer yıldız oldular! ama o yıldızlardan biri kaydı, gökyüzüne ateşten uzun bir çizgi çizerek yeryüzüne düştü.

küçük kız kendi kendine "şu anda bir ruh cennete gidiyor!" dedi; çünkü ölünceye kadar ona hep iyi davranmış olan anneannesi, "bir yıldız kaydığı zaman, bil ki bir ruh cennete, tanrı'nın yanına gider!" derdi.

küçük kız bir kibriti daha duvara sürterek yaktı, ortalık yine aydınlanıverdi. bu kez ışığın içinde beliren, yaşlı anneannesiydi. yaşlı kadının görünüşü öyle ışıl ışıl, öyle yumuşak, öyle sevimliydi ki!

küçük kız, "annanee!" diye seslendi, "ne olur beni de götür! biliyorum, kibrit sönünce gideceksin. o sıcak soba, o lezzetli kızarmış kaz, o görkemli noel ağacı gibi sen de kayboluvereceksin!" sonra geri kalan bütün kibritleri çabuk çabuk yakmaya başladı, böylece anneannesinin gitmesini önlemeye çalışıyordu. öyle çok ışık saçıyordu ki kibritler, ortalık gündüzden daha aydınlık olmuştu. anneannesi hiç bu kadar uzun boylu, bu kadar güzel görünmemişti gözüne; küçük kızı tutup kaldırdı, kolunun üstüne oturttu; onları saran bir ışık ve sevinç bolluğu içinde yükseklere, daha da yükseklere uçtular. soğuk yoktu artık, açlık yoktu, korku yoktu; tanrı'nın katındaydılar!

ama küçük kız, sabahın ayazında yanakları kızarmış, dudaklarında bir gülümsemeyle duvara yaslanmış oturuyor gibiydi; eski yılın son akşamında donarak ölmüştü. yeni yılın ilk günü, çevresinde nerdeyse bir deste yanmış kibrit bulunan küçük cesedin üstüne doğmuştu. görenler, "ısınmaya çalışmış zavallı!" dediler; ama hiçbiri küçük kızın hangi güzellikleri gördüğünü, yaşlı anneannesi ile birlikte ne kadar mutlu olarak yeni yıla girdiklerini bilmiyordu.

15.11.2019

the end of the f***ing world

uyum sağlayanlara güvenmem.

herkes o kadar sıradan ki.. paraları var diye kendilerini güvende hissediyorlar.

bazen her şey aniden basitleşiyor. sanki her şey bir anda yer değiştiriyor. bedeninden dışarı çıkıyorsun. hayatından. dışarı çıkıp nerede durduğunu daha iyi görüyorsun. kendini görüyorsun ve diyorsun ki: sikerler!

tıbbi nedenlerle haftada bir mastürbasyon yaparım. insan bir şeyleri içinde biriktirmemeli.

hayatına devam etmeni sağlayan şeyin yalan olabileceğini anladığın zaman, hepsinin başından beri yalan olabileceğini fark ettiğinde, kendini bir taş yutmuş gibi hissediyorsun. ama kısa süre önce de değil, yıllar önce yutmuşsun gibi.

seksin suyuna gidilebilecek bir şey olduğunu bilmiyordum. özellikle erkek olarak. kadınlar için kolay. sırtüstü yatıp ingiltere'yi düşünebilirler. ama biz erkekler, ingiltere olmak zorundayız.

seks denen şey, yapmak istediğin bir şeyken anında bir cezaya dönüşüyor.

bazı insanlar dans ederken utanır. ben utanmam. kendimi en rahat hissettiğim andır. ben konuşurken utanırım. ya da konuştuktan sonra. aptalca bir şey söylediğimi anladığımda.

dünya iç karartıcı bir yer. nasıl olduğunu unutmak için bir şeyler yapıp duruyorum. oyalanıyorum. görmezden geliyorum.

alyssa'nın gittiğini anlayana kadar orada yarım saat daha oturdum. sessizliğin çok gürültülü olduğunu öğrendiğim gündü bu. sağır ediciydi. belki de babam, hayatı boyunca sessizlikten kaçmaya çalışmıştı. sessizlik olunca bir şeyleri dışlamak zordur. hepsi üstüne gelir. bir türlü kurtulamazsın.

kötülük

augustinus

bozulmaya yazgılı varlıklar iyidir. üstün iyi olmuş olsalardı ya da içlerinde hiç iyilik olmamış olsaydı bozulmaları da mümkün olmazdı. çünkü üstün iyi olmuş olsalardı zaten bozulmaları da söz konusu olmazdı. bozulma zarar verir; iyiyi eksiltmedikçe zarar diye de bir şey olmazdı. öyleyse ya bozulma zarar vermez; ama böyle bir şey mümkün değildir ya da hiç şüphe yok ki, bozulabilen her şey iyilik bakımından noksandır. ama tamamen iyilikten yoksun olmuş olsalardı hiçbir şekilde var olamazlardı. var olmuş olsalardı ve bozulmaları mümkün olmamış olsaydı daha iyi olurlardı; çünkü hiç bozulmadan kalıcı olurlardı.

iyiliği bütünüyle kaybederek varlıkların daha iyi olduğunu söylemek kadar mantıksız bir şey olabilir mi? öyleyse varlıklar iyiliklerini bütünüyle kaybetmiş olsalardı bütünüyle hiçlik olurlardı. işte bu yüzden var oldukları sürece varlıklar iyidir. öyleyse var olan ne varsa iyidir ve şu kökenini araştırmaya çalıştığım kötülük bir töz değildir; çünkü bir töz olmuş olsaydı iyi olacaktı. kötülük ya bozulamaz bir töz olmalı, yani sahiden büyük bir iyilik olmalı ya da bozulabilir bir töz olmalı; yani iyi olmadıkça bozulması mümkün olmamalı.

14.11.2019

mad men

herkesin bir fiyatı vardır.

aşk dediğiniz şey, benim gibi adamların çorap satabilmek için icat ettiği bir şey. yalnız doğdunuz ve yalnız öleceksiniz ve bu dünya, üzerinize yalnızca bir kurallar demeti serper. bu gerçekleri unutmanız için.

karın ve avukatın boğuluyor; birini seçmen lazım. öğle yemeğine mi gidersin, sinemaya mı?

yas tutmak, kendine acımanın bir uzantısıdır.

insanlar bize kim olduklarını anlatırlar ama biz inanmayız. çünkü biz onların, olmasını istediğimiz kişiler olmalarını isteriz.

yalnız başına içmeye başladıysan alkoliksin demektir.

bir şey yemeden aylarca yaşayan yılanlar var. sonunda bir şey yakalıyorlar. ama o kadar aç oluyorlar ki yerken boğuluyorlar. fırsatları tek tek ele almalı.

ilk öpücük çok özeldir. unutmamak için özel olmasını istersin. birine yabancıyken onu tanımaya oradan başlarsın. sonra onunla her öpüşmen, o ilk öpücüğün gölgesinde kalır.

değer

ömer hayyam


gelecek güne bakma, geçmiş günü anma
geçmişe bağlanma, geleceğe dayanma
yaşadığın bu günün değerini bil
zamanını hoş geçirmeye bak, aldanma

13.11.2019

din

bertrand russell

insandaki bu din gereksinimi nereden geliyor? sanırım her şeyden önce korkudan. çok güçsüz sanıyor insan kendini.

üç şey korkutuyor onu: birincisi, doğanın ona yapabilecekleri: yıldırım çarpması, depremde yok olmak. ikincisi, öbür insanların ona yapabilecekleri: örneğin savaşta ölmek. üçüncüsü de, işte burada dine yaklaşmaktayız, tutkularının ona neler yaptırabileceği: sessizliğe kavuşunca hayıflanacağını bildiği şeylerdir bunlar.

işte bundan ötürü insanların çoğu büyük bir korku içinde yaşar. din, kuşkularının azalmasında yardımcı olur onlara.

dinde akla uygun gelmeyen bir şey var, o da neyin önemli olduğudur. roma imparatorluğu yıkılıyordu; ama kilise ileri gelenlerinin umurunda değildi. onların kafasını kurcalayan, bekaretin nasıl korunabileceği idi. onlar için pek önemli idi bu. insanları kışkırtıyorlardı. ama sınırlara dayanan ordular ve vergi reformu onları ilgilendirmiyordu. bildikleri tek şey vardı. o şey, ülkelerinden de önemli idi.

insan türü de çöküyor bugün ve öyle kilise adamları tanırım ki en büyük sorunları suni döllenmeye engel olmaktır. bunu, sonuncumuza dek bizi yok edecek bir dünya savaşına engel olmaktan daha önemli bulmaktalar. bence oranların anlamını göremiyorlar.

insanların herkesin düşüncesini ve şaşmaz bir ahlaki saçmalığın dayandığı eğitim sistemini bozan varlığı doğrulanmamış birtakım şeylere inanmaları pek önemli sayılmaktadır. doğru ya da yanlış olduklarını araştırmadan bazı şeylere inanmak iyi, bazı şeylere inanmak kötüdür.

genel olarak bence dinlerin çok kötülükleri olmuştur. dar görüşlülüğü, geçmiş geleneklere kendini bırakmayı kutsallaştırmıştır. dahası, hoşgörmezlik ve kini baştacı etmiştir. özellikle avrupa'da hoşgörmezlikten dine aktarılabilen her şey gerçekten korkunçtur.

12.11.2019

yitirilen çocuk

frida kahlo

bir buçuk ay sonra, yazgım beni bir lokmada yuttu gitti. yazgının dişleri köpek balığınınki gibidir. bir gecede her şeyi yitirdim. ağlamamın, inlememin ve çığlıklarımın duvarların ötesinden duyulduğu söyleniyor. sabah yalnızca, mutsuz ifadesiyle bir diego ve bozulmuş saç örgüleri yaşlardan sırılsıklam olmuş, bir ambulans sireni gibi çığlığı tükenmiş bir frida kalmıştı. bugünse yazmış olduğum şu sayfalar da var:

uçsuz bucaksız bir su, altın ve kan yağmuruydu. sonra hiçbir şey görmez oldum, yer ayağımın altında kayganlaşıyor, şimşek parçaları bedenimi parçalıyor, mutlak bir üzüntü benliğimi kavrıyor, bedenim sıvılaşıyor, yitireceği önceden belli bir mücadele veriyordu; birdenbire ellerim ve ayaklarım kaskatı kesildi, bir bütün parçalara ayrıldı; bir beden açılmış canını veriyor, içinden ölüm fırlatıyor, kendi ölümünü doğuruyordu.

çıldırtıcı bir kederdi.

panik gibi bir korkuydu. dehşet. bir sıkıntı, ter ve kan, dayanıp güç alacağım hiçbir sağlam şey yoktu; duvarlar tozdan yapılmış gibiydi, eşyalar oynuyordu. elle tutulur hiçbir şey bulamazken tüm görüntüler bulanıktı. gökyüzünün maviliğine hançer darbeleri vuruluyordu. yaşamın yolunda kapkara kurumdan çatlaklar açılıyordu. ufuk çizgisi dayanılmaz bir solgunluktaydı. vahim bir öykü.

bunu istememiştim. her şeyi isteyebilirdim ama bunu değil. beni dolduran şeyin onmaz yitimini, yaşamımın sakatlanmasını, benliğimin böyle şiddetli biçimde bozulmasını istememiştim. delilik o denli uzak değil. delilik bir adım ötede. delilik, acının tümel olduğu, yaşamın her parçasına çarptığı, ışığı boğduğu, her hareketi düğümlediği, her tür kurtulma çabasını yerle bir ettiği, her hava kabarcığını yutmaya çalıştığı, güçleri parçalamaya sebat ettiği bu yere dokunuyor ya da kapsıyor.

atlattığımda kırgındım.

"kırgınım" denemez, "bir parçalanma yaşıyorum" da denemez; hiçbir şeyi atlatmadım henüz, yaşama kavuşmadım. düşlemsel de olsa, henüz mevcut değilim. patlamalar, kırılmalar, parçalanma, gözyaşı tufanı ve bu isimsiz boşluğu dolduran hiçbir şey olmaması: bu, ben miyim? güçlü, çarpıcı bir tuhaflık yayıldı içime; beni etkisi altına altında tutuyor, umutlara karşı dilsiz kılıyor, bir yaşam boşluğu. anlamından sıyırtılmış, öylesine büyük bir sevgiyle sahip olduğu şeyden yoksun bırakılmış bir beden. düzensizlik, dağınıklık. sarhoş bir gemi, enginlerin sarhoşu bir gemi gibi, içi boş bir sandal gibi dalgalar arasında sallanıp duruyorum. yaralıyım, hiç bu denli yara almamıştım.

çocuğum, sana karşı suçluyum. kendimi ne denli suçlu hissettiğimi bilsen. seni sıcacık bağrımda tutmak, korumak için her şeyi yaptım. sevdim, sevdim, görmeden, tanımadan, anlamadan çok önce sevdim seni. ama bu yetmedi. bir şeyler eksik kaldı, bir parçan eksik kaldı. belki de, babanın "mevcut değil" hanesine çarpı koyduğu mekandı bu. gerçekte sen onun eksikliğini duydun, ben de senin, benden gelmeyen, noksan kalarak eksikli olmana yol açan o parçanı doldurmak için yeterli güce sahip olamadım. onun bendeki eksikliğini doldurmaya da gücüm yetmedi.

sen ve ben, bu zaman zarfında birleştik, aynı yazgıyla bağlandık, aynı şeylere tosladık, aynı noksanların acısını çektik. bunun ayıbı bana ait, yalnızca bana. seni iki kişilik sevme, kendimizi iki kişilik sevme, seni aksiliklerden koruma gücüne sahip olmalıydım. her tür acıyı çekmeni engelleyecek, yitip gitmenin önüne geçebilecek, birlikte yıkılmamızın önüne geçebilecek denli güçlü olmalıydım. senden af diliyorum, sonsuza kadar.

senin duyumunu bir daha asla bulamayacağım. o gece kanatlarını açan, sıcaklığıma bir kıvılcım yağmuru gibi, el ve ayaklarımın hazzına girift ilmekler gibi dolan bu istek geri gelmez artık. o bana ulaşmaya çalışırken ben hazzımın tüm gücüyle onu ağırlamaya, içimde kök salman için ona sahip olmaya çalışıyordum. ve tanıdık bir toprakmışçasına, yerinin orası olduğunu her zaman bilmişçesine karnımın içine yuvalandın. gerindin, karanlık ve nemli yuvanı oraya yaptın.

kabahatliydim, daha güçlü olmalıydım, bin kez daha güçlü olmalı, sana gelecek her tehlikeyi engellemeli, bedenin ve ruhunla seni içimde tutabilmeliydim. her şey yıkıldı, içimde ve çevremde bir uçurum açıldı. sen yoksun artık ve yitimine yaklaşan, parçalanan kendi bedenim. hiçbir umuda yer yok artık.

yok oldum. tıpkı üzerime bir granit parçası düşmüş gibi. onu engellemeye, ondan kaçmaya çalıştım. ama gücüm o an beni felce uğratarak, elimdeki her şeyi alarak, beni bir hiçliğe teslim ederek uçtu gitti. yok oldum. ne düşünecek kafam, ne bedenim ne de cinsiyetim kaldı. ben seninle dopdoluydum. senin yitmen, birdenbire her şeyimi aldı götürdü. bana getireceğin gelişmeden, aydınlanmadan yoksun kaldım. varlığının bana getirdiğinden böyle şiddetle kopmak ölçülebilir bir şey değil. ayrımsız, her şeyi yitiriyorum. hiçliğe gidiyorum.

gün ışığını göremeyen yavrum, kendimi kaybediyorum.

birbirimize bu denli yakınken nasıl terk edebildin beni? sana nasıl izin verdim? birbirimize mahkumduk, hala da öyleyiz. her gittiğim yere seni de götürüyordum. şimdiyse sen beni gittiğin yere götürüyorsun. inanmıştım, umudumu yitiriyorum. sana bağlı olarak vardım, bana bağlı olarak vardın. dahası, birlikteydik, ikimiz tektik. isyan etmek isterdim ama yıkım öyle yoğun ki edemiyorum. bu yıkım, hırçın kum dalgaları arasında boğulan biri gibi beni alıp götürüyor.

ne yaptım da bizi bu hallere düşürdüm, söylesene? senin imdadına yetişemedim, sen de benim imdadıma yetişemedin, kimse bizim imdadımıza yetişemedi.

artık söyleyecek hiçbir şey yok. söz dağarcığım da üzüntüm gibi yoksul.

yavrum, senin pahan biçilemezdi. sen benim gözümde pahası olan her şeyi kendinde birleştirmiştin: diego'yu, aşkı, yaşamı, iletişimi, insanın kendini feda etmesini. insan sevdiklerini korumalı, her şeye karşı, her şeye rağmen koruması gerektiğini bilmeli.

çıldırtıcı bir keder.

artık seni yaralı bir giz gibi içimde taşıyorum. çevreme bakıyorum: sessizlik yutuyor beni, eşyalar siliniyor, bacaklarım halsiz. hiçbir mihenk taşı yok, hiçbir mekan yok. ben işte bu dağınık maddeyim ve içim sessizlik dolu. çevremdeyse eter kokusu yayan, bozulmuş bir evreni kapsayan dört beyaz duvar var. beklemek..

kadın

thomas hardy

kederden çıldırmış bir erkeğin karşısında en dertli bir kadın bile siner.

en ürkek kadınların bile en kötü ve korkunç durumlardan, salt bir damla zaferle karıştığı için bazen tat almaya başlamaları doğrusu pek şaşılacak bir şeydir.

kadınlar erkeğin aşktaki dönekliğine diz dövüp ağlamaktan hiç geri kalmazlar; ama vefasını da çoğu zaman görmezlikten gelirler.

güçlü bir kadın, gözü dünyayı görmeyerek gücünü bir yana attığı zaman, hiç gücü olmayan zayıf bir kadından daha kötü bir duruma düşer. yetersizliğini doğuran kaynaklardan biri, bu durumun yeniliğidir. güçlü kadının böyle bir durumu elinden geldiğince çekip çevirmekte hiç deneyimi yoktur. zayıflık, bir de yeni olunca iki kat zayıflaşır.

ah, bir zamanlar, evlendiğim adamdan saygı ve sevginin en yükseğini görmezsem yetinemeyeceğimi sanırdım. şimdiyse taş yüreklilik dışında her şeye razıyım.

11.11.2019

ada

aslı erdoğan

"ada, bir venüs ülkesi gibi denizden doğdu, her daim güzel köpüklerden." bu cümleyle başlar cabrera infante, ince uzun, mahzun adanın, küba'nın öyküsüne. "denizle körfezin arasında yükselen, mercanadalar ve kumluk kıyı adalarıyla taçlanan, akıntıyla okyanusa bağlanan ada bugün de orada. işte orada.." tarih genellikle galibin yanında pervasızca durur; kızılderililer söz konusuysa kalemle kılıç tam bir işbirliğine girişir. "tarih, işlerini iş edindiği beyaz adam'ın gelişiyle başlar."

elbet beyaz adam'dan çok önce yerliler vardı. kendilerini kaşif ya da fatih diye adlandıranlardan çok önce tainolar, arawaklar, karibler vardı. ispanyolların yeni bilenmiş kılıçlarını denemek için kullandıkları barışçıl arawakların tersine, karibler acımasız, gözüpek, gururluydular. ateşle demirin önünde kaybetmeye yazgılı olduklarını anladıklarında toplu intiharı seçtiler.

bilinen ilk kızılderili-beyaz çatışması, kariblerle kolomb'un adamları arasında, st. croix adası'ndaki oklar körfezi'nde yaşandı. son ferdine dek yok olan bu halktan geriye bütün adalara takılan ad kaldı: karayibler.

kendi abartılı profilini madeni paraların üzerinde seyretmek zorunda kalan kızılderililer denli hüzünlü infante'nin de aktardığı efsane oldukça bilinir. bir kızılderili reisi yakılmak üzeredir. iyilikseverliği, yüce gönüllülüğü dehşetine ağır basan bir papaz yaklaşır yanına. isa'nın yolunu seçmek için son bir fırsat sunmakta, karşılığında cennet vaat etmektedir. şef kırık dökük ispanyolcasıyla sorar: "kimler var cennette? senin gibiler mi?" "elbette" der papaz sevecen bir sesle, "iyi insanlar." şef yakıcı dumanın arasından ağır ağır konuşur: "o zaman cehenneme gideyim, daha iyi."

kölelerin koca koca yüzyıllara yayılan, kuşaktan kuşağa aktarılan trajedileri de suskunluğun, unutuşun karanlığına gömülü. belgeler var elbet; alım satım, zayiat, kaçakları avlama vb. örneğin öldürücü küba tazısı köle avcılığı için üretilmiş. ender durumlarda, adı sanı bilinmeyen efsanevi direniş liderlerinin, isyancıların öyküsü derin mezarlardan seslenmeyi başarır. oysa belki kölelerin gerçek sesini ulaştıran müziktir. tüketilmiş, yağmalanmış, kamçılanmış kölenin toprak zeminli kulübelerde yarattığı müzik.

infante gravürlerden, eski ve kanlı fotoğraflardan, küçük, kişisel, korkunç anılardan, kapkara imgelerden, duvar yazıları ve halk şarkılarından bir küba tarihi kurar. son noktayı hep alaycı ölümün koyduğu sayısız -gerçek- öykü anlatır. söz gelimi havana sokaklarında şafağa karşı dolaşan süt kamyonları. içlerinden biri vardır ki, en ihtiyatlısıdır. farları hep yanar, ağır ağır gider, sapaklarda aksatmadan sinyal verir. karakollardan toplanan muhalifleri taşımaktadır. talihlileri sorgusuz öldürülmüştür, diğerlerini akrabaları teşhiste zorlanır. sekiz-on satırda verilen yaşam öykülerinden biriyse tarak yaparak geçimini sağlayan melez bir şaire ait. en büyük düşünü gerçekleştiren, yani ona uluslararası ün kazandıran şiirini idamından bir gece önce yazar, ki aslında uzun bir duadır bu. 2717 nolu mahkuma gelince.. iki ayrı rejim tarafından hapsedilmiş, açlıktan tükeninceye dek iktidarla tartışmayı sürdüren bir öğrenci hareketi lideridir. devrimciler, karşı devrimciler, isyancılar, savaş kaçakları, generaller, sürgünde karşılaşan işkencecilerle kurbanları, cellatlar, askerler, oğullar ve anneler.

ilk okuyuşta gözden kaçan öykülerden biri aslında çok basit. üç çocuk, esperanza sokağı'nda bir eve saklanır, polisçe yakalanır ve pazar yerinde öldürülür. can alıcı olan, bu üç yarı çıplak, yalınayak çocuğun ev sahibine söyledikleridir: "n'olur, bizi saklayın. zorbalık peşimizde."

onları kovalayanın polis değil de zorbalığın ta kendisi olduğunu kavramaları, somut bir durumdan soyut ve genel bir kavrama ulaşmaları, kişisel bir yazgıdan yola çıkıp insan yazgısının farkına varmaları.. belki de anahtar sözcük "zorbalık". kılıktan kılığa giren, her yüze kolayca yapışan, herkese kendi dilini, kendi yöntemlerini bulaştıran zorbalık. ve zorbalığın bulunduğu her yerde ayrıkotu gibi filizlenen, yalnızca kendi yaşama arzusuyla beslenen, boy atan başkaldırı, direniş, umut.. "ve ada hep orada olacak. hep öyle güzel, hep öyle yeşil, hep öyle ölümsüz, hep öyle sonsuz."

danton'un ölümü

georg büchner

güçlü bir yankısın.

devrim satürn gibidir, kendi çocuklarını yer.

dediler ki bize: aristokratları gebertin, kurttur onlar! aristokratları sokak lambalarına astık. dediler ki kralın vetosu ekmeğinizi kemiriyor, onu da yok ettik. jirondenler sizi açlıktan öldürüyor dediler, jirondenleri giyotine yatırdık. ama onlar ölüleri soydular, biz yine yalınayak dolaşıyoruz.

halkın gözünde zayıflıkla ılımlılık aynı şeydir.

halk bir çocuk gibidir, içinde ne olduğunu göreyim diye her şeyi kırmak ister.

meşru müdafaanın bittiği yerde cinayet başlar.

bazen sana usulca ve gizlice, yalan söylüyorsun, yalan söylüyorsun diyen bir ses yok mu içinde?!

vicdan, bir maymunun karşısına geçip kendine eziyet ettiği bir aynadır. herkes istediği gibi süsler kendini, sonra kendi tarzında eğlenmeye koyulur.

ileriye doğru koşan bir kitlenin ortasında durup kalan birisi kitlenin karşısına çıkmış kadar direnç gösterir, arada ezilecektir.

ölüm döşeğindekiler genellikle çocuklaşırlar.


dertler, tasalar arasında

sabahın köründe başlayıp

gün bitene kadar çalış çabala


insanlık yüksek kaderine doğru devasa adımlarla ilerliyor.

kimsenin duymaması gereken düşünceler vardır.

masumiyet halkın uyanıklığı karşısında asla titremez.

beyin kanaması en iyi ölümdür.

hayat buldukları ana kadar sözlerinizin peşinden gidin.

pervasızlık suça, sükunet suçsuzluğa delalettir.

kollarımızı kader yönlendiriyor. ama yalnızca güçlü karakterler onun organlarıdır.

insan kendini ona adarsa, yaşamı yeniden adamakıllı sevebilir, çocuğu gibi. insanın tesadüfen ensest yapması ve kendi kendisinin babası olabilmesi çok sık gerçekleşmez. aynı anda hem baba hem çocuk. rahat bir oedipus.

hâlâ sarhoş olabilenler mutlu insanlardır. yarın ayaktan düşmüş bir pantolon olacaksın, bir gardıroba atılacaksın ve güveler kemirecek seni, nasıl istersen öyle kok.

siz adamı bir yalana bile âşık edersiniz.

damlalarından yalnızca biri eksik olsaydı, yaşam ırmağı durmak zorunda kalırdı. yeryüzü bu darbeyle yaralanırdı.


ölüm derler adına, zalim orakçı

gücünü vermiş ona, hey yüce tanrı

10.11.2019

şenlik bitti

haydar ergülen


nicedir açık sular aradım sessizce boğulmaya
soldum ve sarardım ve kanayarak yanıldım
sularla örtülmüyor düşlerin yırtılan güzelliği
yağmur da yağmıyor artık yüzümü yıkamıyor
yüreğimde binlerce yüze dağılmanın kederi
kimlikler uydurdum yüzüme tutulan aynalardan
yitirdikçe öğrendim acının ve aşkın iklimini
soğudum yoruldum şenlik bitti artık
kimsesiz bir ölümle değişirim kendimi

9.11.2019

bilim ve sanat

cenap şahabettin

zeki adam kitaptan bir yaşam dersi ve yaşamdan bir kitap dersi alır.

bilim ve sanatı gözetmeyen hükümetten büyük hayır ummam.

gerçek bir sanat tutkunu hiçbir zaman siyasal bir hırs bekleyemez, onun hayalleri her tutkusuna yeterli gıdadır.

uygarlığın ruhu güzel sanatlardır. onlar hastalanınca uygarlık can çekişmeye başlar.

genişliği kavramak için yükselmek gerekir, yaşamda olsun, sanatta olsun.

yaşam sanatı: bulamayacağından vazgeç, alabileceğini iste, varından yararlan.

sanatçı olmak istiyorsan yapıtının güzelliğinden her zaman kuşku duy. sanatta en emin yükselme yolu kendinden kuşku duymaktır.

aşk ne zaman yasa tanırsa gerçek sanat da o zaman ahlak gözetir.

sanatçı gözünde, açan bir çiçek, düşünen bir filozoftan daha derindir.

yaşamda duygu değil, hayal değil, hatta zekâ bile değil, ancak bilim ve deneyim yol gösterici olabilir.

çok bilen gibi hiç bilmeyen de bağışlamaya eğilimlidir. kini, yarım bilimde ara.

francis bacon

bacon, 9 nisan 1626'da, 65 yaşındayken bronşitten öldü. karlı bir kış günü arabasıyla giderken bir kulübenin önünde durarak sahibinden bir tavuk satın aldı. hemen oracıkta kestirdi. kendi eliyle tavuğun içini karla doldurdu. soğuğun eti kokmadan ve bozulmadan koruyup koruyamayacağını öğrenmek istiyordu. bu deney yaşamına mal oldu. ansızın hastalanınca arkadaşı lord arundel'in evine götürüldü. lord, evinde yoktu, bir hizmetçi hemen bir yatak hazırladı. hastayı yatırdılar. fakat çarşaflar nemliydi. bacon daha da kötüleşti, yaşlılığı ve zayıflığı yüzünden iyileşemedi. st. albans kasabasında bir kilise mezarlığına gömüldü.

7.11.2019

aşk

trevanian

aşk dediğin şeyin yeri insanın kalbi değil, kasıklarıdır.

mutluluğumuzu herkesle paylaşırız. yabancılarla bile. önemli olan hüznü ve acıları paylaşmaktır.

aşkı oluşturan zerrecikler, bölünüp analizi yapılamayacak kadar küçük şeylerdir. nasıl aşkın tümü, bir anda, bir tek bakış açısından görülemeyecek kadar büyükse, bu da tam tersine. aklın, mantığın ötesinde, kendim de farkında olmaksızın, aşıktım ona.

hepimiz karşımızdakinin bizi anlamasını isteriz ama ayna gibi içimiz dışımız görünsün istemeyiz.

seven insan sevdiğine karşı çok duyarlıdır. tüm küçük belirti ve imaları okuyabilir.

maddelerine uyulacak bir anlaşma değildir aşk. ya bir bütündür, sizi tümüyle içine alır ya da aşk değildir. başka bir şeydir belki. daha mantıklı, daha sakin bir şey. kendine göre yine güzel bir şey.

ahali

şair eşref


gam değil amma bu mülkün böyle elden çıkması
gitgide zulmetmeye elde ahali kalmıyor!

6.11.2019

şarabın ve esrarın şiiri

charles baudelaire

insanın içindeki güneşin ışığıyla aydınlanan, şarabın o büyük gösterileri ne görkemlidir! insanın ondan devşirdiği o ikinci gençlik nasıl da hakiki ve ateşlidir!

fakat insanı şimşek gibi çarpan zevkleri ve halsiz bırakan cazibesi de aynı ölçüde korkunçtur. lakin ey hakimler, yasa koyucular, dünyanın efendileri! mutluluğun yumuşattığı, erdem ve sağlığa kolayca kavuşma talihine sahip olan sizler, vicdanınıza ve aklınıza danışarak söyleyiniz: dehasını içkiden alan bir adamı kınayacak o amansız ruh gücü aranızda hanginizde var?

yeryüzünde hiçbir zaman acılarını uykusunda yeterince dindiremeyen, adı sanı bilinmeyen sayısız insan vardır. şarap onlar için şarkılar ve şiirler yazar.

eğer insan artık şarap imal etmeseydi, bence gezegenimizin sağlığında ve aklında, şarabın sorumlu tutulduğu aşırılıklardan ve sapkın davranışlardan çok daha korkunç bir boşluk, bir eksiklik, bir kusur oluşurdu. naifliğinden veya prensip gereği hiç şarap içmeyen insanların ahmak veya ikiyüzlü olduklarını düşünmek akıllıca değil midir?

ahmaktan kastım ne doğayı ne de insanlığı tanıyan insanlar; sanatın geleneksel araçlarına burun kıvıran sanatçılar; mekaniğe küfreden işçiler. ikiyüzlülere gelince bunlar da gizli oburlar, yemeklerde gizlice şarap içen ve kendilerine bir miktar şarap saklayan sözüm ona ağırbaşlı geçinenlerdir. yalnızca su içen bir adam hemcinslerinden bir sır saklıyordur.

pek bilinmeyen eski bir yazar şöyle demiş: "içen adamın neşesine hiçbir şey denk olamaz, içilen şarabın verdiği neşe dışında."

kötü sarhoşlar vardır; bunlar doğuştan kötüdürler zaten. şarap içen kötü insan iğrençleşirken, iyi insan gerçekten şahane olur.

bir esrar bağımlısının uyumlu sevgisinin katılamayacağı duygusal bir birleşim yoktur.

bir kaşık reçelle yeryüzünün ve gökyüzünün bütün nimetlerini bir anda elde edebilen bir insan bunun binde birini bile çalışarak asla elde edemez.

aklıselim, dünyevi şeylerin asli bir varoluşa pek sahip olmadıklarını ve asıl gerçekliğin yalnızca düşlerde yattığını bizlere söyler.

insan güçlü bir uyuşturucudan aldığı kadar yeni ve ince hazları acıdan, felaketten ve yazgıdan da alabilme ayrıcalığına sahiptir.

fransız filozof blaise pascal "düşünceler" adlı kitabında şöyle demiştir: "insan ne melektir ne de hayvan. ve acıklı bir gerçektir ki melek olmayan çalışan kişi, sonunda hayvan olur."

5.11.2019

çember

alan lightman

bu dünyada çoğu insan hayatını yeniden yaşayacağından bihaber. tüccarlar hep aynı pazarlıkları yapacaklarını bilmiyor. siyasetçiler, zaman döngüsü içinde aynı kürsüden sonsuz defa bağıracaklarını bilmiyor. ebeveynler çocuklarının ilk gülüşlerine üzerine sanki bir daha hiç duymayacaklarmışçasına titriyorlar. ilk defa sevişecek âşıklar utangaç soyunuyor, dolgun baldırlara, narin meme uçlarına şaşıyorlar. her kaçamak bakışın, her dokunuşun tekrar ve tekrar ve tekrar aynıyla yineleneceğini nereden bilecekler?

zamanın bir çember olduğu bu dünyada her el sıkış, her öpücük, her doğum, her kelime tamı tamına aynıyla yinelenecek. iki arkadaşın dostluklarının bittiği her dakika da, bir ailenin para yüzünden dağıldığı her an da, çiftler arasındaki kavgalarda sarf edilen her kırıcı laf da, üstlerin kıskançlığı yüzünden esirgenen her fırsat da, tutulmayan her söz de.

4.11.2019

onur bağı

şükrü erbaş


birimizin kalbi ötekinde acı
şu farkla yaşıyoruz aynı kaderi
sen, yaralarını gösteriyorsun
kimliğini sorduklarında
ben, kimliğimi gösteriyorum
utancım sorulduğunda

3.11.2019

sıfır noktasındaki kadın

neval el-saadavi

yaşamım boyunca bana gurur verecek, beni krallardan, prenslerden, hükümdarlardan bile üstün kılacak bir şey aradım.

aşk söz konusu olduğunda herkes aynıdır.

yaşamdan daha sert olmalısın. yaşam çok sert. gerçekten yaşayanlar yalnızca ondan daha sert olanlardır.

yaşam bir yılandır. onlar da aynı. yılan, senin yılan olmadığını anlarsa sokar. zehirli iğnelerin olmadığını bilirse hayat seni bir lokmada yutar.

yeryüzünde kendini koruyabilecek tek bir kadın yoktur.

her ikisiyle de yüz yüze gelmek büyük bir cesaret gerektirdiğinden, ölümle gerçek birbirlerine benzer. gerçekler de insanı öldürdüğü için, ölüm gibidir.

erkekler kadının değerini bilemez. kendi değerini belirleyen kadındır.

bir kadının hayatı, gerçekten acınacak bir hayattır. oysa bir fahişe, biraz daha iyi durumdadır.

kadınlar işlerini kaybedip fahişe olmaktan korkarlar; çünkü fahişelerin yaşantısının kendilerininkinden iyi olduğunu bilmezler. böylece yaşama, sağlıklarına, bedenlerine ve akıllarına ilişkin hayali korkularının bedelini öderler.

fiyatın yükseldikçe erkek senin gerçekten değerli olduğunu daha çok kavrar, elindekini avucundakini sana vermeye razı olur. kendi olanağı yoksa sana vermek için başkasından çalar. en değersiz şey için bedellerin en büyüğünü öderler.

hepsinin kendilerini çeşitli fiyatlara satan fahişeler olduğunu, en pahalı fahişenin en ucuz fahişeden daha iyi olduğunu biliyordum artık.

başarılı bir fahişe, zavallı bir azizeden daha iyidir.

bütün kadınlar yalanların, dolanların kurbanıdır. erkekler kadınları aldatır, aldandıkları için de onları cezalandırır, aşağılar. bu kadar düştükleri için cezalandırır, evlenmeye zorlar, sonra da ömür boyu hizmetçiliğe, küfürlere ya da dayağa mahkum ederler.

bir erkek, kadınlar tarafından reddedilmeye katlanamaz; çünkü kendi içinde de kendini reddedilmiş hisseder. bu çifte reddedilmeyi kimse hazmedemez.

gerçeği hiç zorluk çekmeden anlatıyorum. çünkü gerçek kolay ve yalındır. bu yalınlığın içinde de vahşi bir güç yatar. gerçek vahşi ve tehlikelidir.

insanlar yaşamın yalın ama çirkin ve güçlü olan gerçeklerine birkaç yıl içinde varamazlar pek. gerçeğe ulaşmak, artık ölümden korkmamak demektir.

yaşamımız boyunca bizi köleleştiren isteklerimiz, umutlarımız, korkularımızdır.

herkes bir gün ölecek. önemli olan ölene kadar nasıl yaşadığımızdır.

2.11.2019

büyük insan

baltasar gracian

nezaket büyük kişiliklerin politik hilesidir.

mükemmeliyet nicelikle değil, nitelikle ilgilidir. en iyiler her zaman azdır ve onlara nadiren rastlanır. bir şeyin fazla olması onun değerini düşürür.

kendini kötülüğe adayan parlak bir entelektüel, doğa dışı bir canavardır.

asil bir ruhu, yüksek beğenilere sahip olmasından tanıyabilirsiniz. büyük bir dehayı tatmin eden şey de büyük olmalıdır.

her şeyi kendinde toplamış kişi gittiği her yere her şeyini beraberinde götürür.

bilge kişilerin kalbine hitap eden ama yine de reddedecekleri pek çok garip zevk vardır. onlar tekilliklerini severek yaşarlar.

bilmek ve kendimizi tanımak için yaşarız. en büyük mutluluk filozof olmaktır.

tamamen yalnız yaşayabilen kişi,  çoğu açıdan bilge ve her yönüyle tanrısaldır.

bilgi ve cesaret yücelik unsurlarıdır. ölümsüz oldukları için ölümsüzlük bahşederler. herkes bildikleriyle sınırlıdır, bilgeler ise her şeyi yapabilir. bilgisiz insan ışıksız bir dünyadır. bilgelik ve güç, gözler ve ellerdir. cesaretsiz bilgi meyve vermez, kısırdır.

diğerlerinin izlenimlerinin kendisini etkilemesine asla izin vermeyen kişi büyük bir insandır.

hilekarlık yüzeysel olduğu için, yüzeysel insanlar ona kolaylıkla kapılırlar. sağduyu ise onun ulaşamayacağı yerlerde gizlenir ve sadece bilgelerle akıllılar ondan faydalanabilirler.

sahip olduklarına aslında yoklarmış gibi davranan kişi, her şeye sahiptir.

evrensel dehaların talihsizliği her yerde kendilerini evlerinde gibi hissetmeye kalkışmalarıdır, bu yüzden her yerde dışlanırlar.

bruegel

ülkü tamer


gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor
köpeklerin bakışlarında birer keman tadı
avcılar ve kuşlar avdan dönüyor
zaten her yanda hüzün görülür
uzakta çocuklar kayıyorsa
kızaklar tahtadan yapılmışsa
kar dinmişse, avdan dönüyorsa avcılar
insan anlamışsa ansızın, başladığını
gökyüzünün, ayaklarının ucunda

kuş tüyleriyle kaplıdır burunları
birer sirk emeklisine benzeyen avcıların
soluk alır, tüy verirler yorulunca
yürekleri birleşir, geniş bir av ülkesi olur
içinde tazılar yaban ördeklerini
çantalı okullular kar tanelerini avlar
norveç'in nüfusunu bilir de okullular
karın nüfusunu bilmezler nedense
zaten her zaman hüzün bulunur biraz
norveç'ten söz açan şiirlerde

gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor
ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı
gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor
sırtsız atmacalar çizerdim şimdi
bir kayığın yelkeni geçseydi elime
unutmazdım, yelkenin bir köşesine
tabut başlı bir avcı yerleştirirdim
içime çektiğim hava değil, gökyüzüdür

1.11.2019

bu ülke

thomas bernhard

ben bu dünyada ve bu insanların arasında artık benim için değerli olan hiçbir şey bulamıyorum.

bu dünyada ve bu insanlıkta her şey dar kafalı. bu dünya ve bu insanlık bugün öyle bir dar kafalılık derecesine ulaştı ki, benim gibi bir insan bunu başaramaz.

böyle bir dünyada böyle bir insan yaşamamalı, böyle bir insanlıkla böyle bir insan birlikte var olmamalı.

bu dünyadaki ve bu insanlıktaki her şey en alttaki basamağa kadar indi. bu dünyadaki ve bu insanlıktaki her şey öylesine topluma zararlı bir seviyeye ve alçak bir şiddete ulaştı ki, artık benim için yalnızca bir gün için bile bu dünyada ve bu insanlıkta durmadan ilerlemek neredeyse olanaksız oldu.

bu kadar alçak bir dar kafalılığı tarihteki en ileri görüşlü düşünürler bile olanaklı görmediler. ne schopenhauer ne nietzsche, montaigne'i bir tarafa bırakalım. bizim öne çıkan dünya ve insanlık ozanlarımıza gelince, onların dünya ve insanlık için önceden söyleyip yazdıkları iğrençlik ve çöküş bugünkü durum karşısında hiç kalır.

dostoyevski bile -ki bizim en büyük ileri görüşlülerimizdendir- geleceği gülünç bir idil olarak tanımladı. tıpkı diderot'nun gülünç bir gelecek idili tanımlaması gibi. dostoyevski'nin korkunç cehennemi bizim bugün içinde bulunduğumuzun yanında masum kalır. bugünkü durum tüylerimizi diken diken eder, bugün diderot'nun öngörüp söylediği ve önceden yazdığı cehennemleri düşünürsek de aynı şey olur.

dünya ve insanlık, tarihte dünyanın ve insanlığın şimdiye kadar içine düşmediği öylesine bir cehenneme ulaştı ki.. bu büyük düşünürlerin ve büyük yazarların önceden yazdıkları neredeyse idil gibi. topu birden, cehennemi tanımlıyoruz düşüncesiyle yalnızca idili tanımladılar. bugün bizim içinde varlığımızı sürdürdüğümüz cehennem yanında düpedüz düşsel güzellikte bir idildi.

bugünkü her şey hainlik, kötülük, yalan ve ihanet dolu. bu kadar utanmaz ve düzenbaz olmamıştı insanlık hiçbir zaman. neye bakarsak bakalım, nereye gidersek gidelim hep kötülüğe ve alçaklığa ve ihanete ve yalana ve sahtekarlığa bakarız ve hiç durmadan kesin alçaklık dışında bir şeye bakamayız. neye bakarsak bakalım, nereye gidersek gidelim kötülük ve yalanla ve sahtekarlıkla karşılaşırız.

yalan ve kötülük, sahtekarlık ve ihanet, en alçak alçaklık dışında ne görüyoruz ki sokağa çıktığımızda? şayet sokağa çıkmaya cesaret edebilirsek.. sokağa çıkıyor ve alçaklığın içine giriyoruz; alçaklığın ve utanmazlığın, sahtekarlığın ve kötülüğün içine. bu ülkeden daha yalancı ve daha sahtekar ve daha kötü bir ülke daha yoktur diyoruz; ama bu ülkenin dışına çıktığımızda ya da dışına baktığımızda, ülkemizin dışında da yalnızca kötülük, sahtekarlık, yalan ve alçaklığın egemen olduğunu görüyoruz.

bu ülkede bugün nereye bakarsak bakalım, gülünçlüğün bir lağım çukuruna bakıyoruz. bu kadar çok gülünçlük karşısında her sabah yüzümüz kıpkırmızı oluyor, gerçek bu.