10.02.2009

saf olmanın yasası

nikiforos vrettakos

baba ormanını arayan amaçsız, başıboş, şaşkın, yabanıl bir yaratığım.

insanın bunalımı mı bu? yüzyılın bunalımı mı? tarihin bunalımı mı yoksa? boran yeni değil. bu savaştan yirmi yıl kadar önce de şiirleri, ozanları yok etmeye başlamıştı. ben yaşamımı sürdürmeyi başarabildim. bu yaşamı yitireceğim güne dek. tek dileğim, ozanların adına sunacağım, tüm hoşgörümü, tüm sevgimi içerecek bir kitap yazmak.

nedir beni ayıran bu parlak yücelikten? gökte pırıl pırıl bir mavilik. kuş dolu bir dünya. ve ben. varım, kuşkusuz. gül renginde olduğuna inandığım meltem -güneş yeni doğmuş- bir sevinç rüzgârı gibi okşuyor yüzümü, ellerimi. yeniden açan çiçeklerle ne ilgisi olabilir insanın, bilemiyorum. aynı şey olmasa gerek. kişi, dirliğini tümüyle yitirdi mi, varoluş temel hakkı üzerinde de bir istekte bulunamayacağı doğaldır.

bu güneşi, yanımdan geçen şu insanı gördüğüm sürece varoluşumdan kuşku duyulamaz. maria'nın elleri ve bu ellerin sağladığı yardımı alan kişilerin elleri uğruna mücadele etmem, varoluşuma bağlı. kendim için, ruhum için varoluş. ve bu varlığın katıksız, içi dışı bir olabilmesi uğruna mücadele etmem gerek. doğal ki, varoluşa ters düşmem olası değil.

dar patikalara dalıyorum, küçük sık fundalar arasından geçiyorum, yürüyorum. yürümüyorum, koşuyorum sanki. bugünkü duygularımın, bilincime kazınmasına, yarın da, var olduğum sürece de silinmemesine bütün gücümle çaba gösteriyorum. nietzsche'nin deyimiyle, çevresindeki karanlığı önemsemeyen, tek bir yasayı, saf olmanın yasasını benimseyen yıldızlar gibi tıpkı.

oyuncak

jean meslier

korkunç hayalet görüntüleriyle berbat edilen, cehaletin ve korkuların sürmesinde çıkarı olan insanların kendisine yol gösterdiği insan düşüncesi nasıl ilerleyebildi? insanı, başlangıçtaki alıklık döneminde sürünmeye, ot gibi yaşamaya zorladılar. ona, alın yazısının elinde olduğu varsayılan görünmeyen kuvvetlerden başka bir şeyden söz edilmedi.

yalnızca endişeleri ve anlaşılmaz hayalleriyle uğraşan insan, hep rahiplerin oyuncağı oldu. bu rahipler, başkaları adına düşünme ve onların tutum ve davranışlarını, yani yaratılışını düzenleme hakkını kendilerinde buldular.

bundan dolayı insan, hep tecrübesiz bir çocuk, cesaretsiz bir esir, düşünmekten korkan ve ecdadının bıraktığı dehlizlerden, dolambaçlı çıkmaz yollardan kendisini asla kurtaramamış bir alık oldu ve öylece kaldı. zavallı insan, kendisini, ancak peygamberlerin efsanevi hikayeleriyle tanımış olduğu tanrılarının boyunduruğu altında inlemeye zorunlu sandı. bu peygamberler, bu rahipler, bu din babaları insanı inanç bağlarıyla sımsıkı bağladıktan sonra, onların yol göstericileri oldular. ya da onu, yeryüzünde, yol göstericileri oldukları tanrılardan daha az korkunç olmayan zorbaların mutlak saltanatına teslim ettiler.

ruhani ve maddi kuvvetin çifte boyunduruğu altında ezilen kavimler, aydınlatmak ve refah ve mutlulukları için çalışmak imkansızlıkları içinde kaldılar. din gibi, siyaset ve ahlak da, namahremlerin dahil olmasına asla izin verilmeyen, kadınlara mahsus haremler oldular. insanlar, şeriat koyanların ve rahiplerin göklerin en yüksek katından, bilinmeyen diyarlardan indirdikleri ahlaktan başka ahlak tanımadılar. insan düşüncesi, teolojik görüşler içinde şaşkınlaştı, kendisine yabancılaştı, kendi gücünden kuşkuya düştü, tecrübeye güvensizlik duydu, gerçeklerden korktu, akıl ve muhakemeyi aşağıladı. ve ruhani ya da maddi otoriteyi körü körüne izlemek için akıl ve muhakemeyi terk etti. hareketlerini düzenlemede tek yetkili olan zorbaların ve rahiplerin ellerinde insan, tümüyle bir makine oldu. hep esir gibi kullanıldı ve hemen her zaman, her yerde esirlerin ahlaki suçlarına ve karakterlerine sahip oldu.

işte ahlak bozukluğunun gerçek kaynakları. bu ahlak bozukluğuna ise din, hiçbir zaman yararsız, boş ve etkisiz engellerden başka bir şeyle karşı durmaz. cehalet ve esaret insanları kötü ve mutsuz kılmaya mahsustur. insanları köreltmeye çalışır ve doğru yoldan saptıklarında onları o yola daha çok iter. rahipler insanları aldatır; zorbalar, daha çok esirleştirmek için onları bozar. zorbalık her zaman hem ahlak bozukluğunun hem de kavimlerin bilinen felaketlerinin gerçek kaynağı olmuştur ve olacaktır. dini kavramlar ya da metafizik hayallerle gözleri kamaşmış olan bu kavimler, sefaletlerin doğal ve gözle görülebilir nedenlerine göz atacakları yerde, kötü durumlarını yaratılışlarının olgunlaşmamış olmasına ve felaketlerini tanrıların öfkesine mal ederler.

gerçekte, kendi ihmallerine, cehaletlerine, yol göstericilerinin bozuk ahlaklarına, sağduyuya uygun olmayışlarına, anlamsız alışkanlıklarına, yanlış görüşlerine, makul ve insaflı olmayan yasalarına bakacakları yerde, nur eksikliğinden doğan felaketlerinin sona ermesi için tanrı'ya yalvarırlar, kurbanlar, hediyeler sunarlar.

ruhlar zaman geçmeden doğru fikirlerle doldurulsun, insanların aklı eğitilsin, insanları adalet yönetsin; o zaman ihtiraslarına karşı ilahlardan korkulmaz, zayıf engeller koymaya gerek görülmez. iyi eğitim ve öğretim gördükleri, iyi bir hükümetle yönetildikleri, vatandaşlarına yaptıkları kötülükten dolayı cezalandırıldıkları ya da hor görüldükleri ve bunlara yaptıkları iyilikten dolayı da son derece hak ve adalete uygun olarak ödüllendirildikleri zaman, insanlar iyi olacaklardır.

batıl düşüncelerinden uzaklaştırılmadıkça insanları kötü durumlarından kurtarmak için yapılacak şeyler boşuna olacaktır. kendilerine gerçek gösterilecektir ki ve ancak bu sayededir ki, insanlar en yüce çıkarlarını ve kendilerini iyiliğe yöneltmesi gereken gerçek nedenleri öğreneceklerdir. çok zamandan beri, kavimlerin öğretmenleri gözlerini semaya diktiler. artık bakışlarını yeryüzüne indirsinler.

anlaşılmaz bir ilahiyattan, gülünç efsanelerden, çocukça tören ve protokollerden yorulan insan düşüncesi, doğal şeylerle, akıl erdirilebilecek konularla, duygularla, incelenmesi mümkün gerçeklerle, yararlı bilgilerle uğraşsın. kavimleri usandıran zulmet kuşkuları, kuruntuları artık dağılsın. aradan çok geçmeden, alın yazılarının hep sapkınlık olduğunu sanan kafalara doğru görüşlerin kendiliğinden yerleştiği görülecektir.

soylu beyefendi

eduardo galeano

atlar kişniyor, arabacılar küfrediyor, kırbaçlar havada ıslık çalıyor. soylu beyefendi öfkeye kapılmıştı. sanki asırlardan beri orada bekliyordu. arabasının önü başka bir at arabası tarafından kesilmişti ve birçok arabanın arasında boş yere geri dönmeye çalışıyordu. daha fazla sabrı kalmayınca arabadan indi, kılıcını kınından çekti ve yolunun üzerinde karşısına çıkan ilk atın karnını deşti. bu olay 1766 yılının bir cumartesi akşamüstü, des victoires'da yaşandı. soylu beyefendi marquis de sade idi.

myrna mack

eduardo galeano

2004 yılında guatemala hükümeti iktidarın cezadan muafiyeti geleneğini ilk kez çiğnedi ve myrna mack'ın ülkenin devlet başkanının emriyle katledilmiş olduğunu resmen kabul etti. myrna yasak bir araştırmaya girişmişti. askeri katliamlardan kurtulduktan sonra kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşayan yerlilerin izini bulmak için ormanlara ve dağlara dalmıştı. ve onların seslerini kaydetmişti.

1989'daki bir toplumsal bilimler kongresinde, birleşik devletler'den bir antropolog sürekli bir şeyler üretmeleri konusunda üniversitelerin yaptığı baskıdan şikâyet ediyordu: "benim ülkemde" demişti, "eğer yayınlamazsan ölürsün."

myrna'nın buna yanıtı şöyle oldu: "benim ülkemde, eğer yayınlarsan ölürsün."

myrna yayınladı. bıçak darbeleriyle onu öldürdüler.

9.02.2009

la misere

jack london

doğu yakası'nın tek güzel manzarası, laternacı çalarken onun etrafında dans eden çocuklardır. ne ilginçtir bu yeni doğmuşları, bir sonraki nesli ayaklarını yere vurup sallanırken izlemek. küçük sevimli taklitleri, latif buluşları tamamen kendilerine özgüdür. kasları çabuk ve rahat hareket eder, gövdeleri hafiflik içinde sıçrar, dans okullarında asla öğretilmeyen ritimleri dokurlar.

bu çocuklarla şurada, burada, her yerde konuştum. her seferinde onların da diğer çocuklar kadar zeki, hatta bazı bakımlardan daha zeki olduklarını görüp etkilendim. son derece etkin, küçük bir muhayyileleri var. macera ve fantezi dünyasına geçiverme kapasiteleri olağanüstü. damarlarında fıkır fıkır hayat kaynıyor. müzikten, hareketten, renklerden büyük haz duyuyorlar. kirin, pasağın ve giydikleri paçavraların altından, çehrelerinin ve bedenlerinin güzelliğini ele veriyorlar sık sık. fakat fareli köyün kavalcısı, tüm çocukları alıp götürüyor. kayboluyorlar. bir daha hiç kimse ne onları ne de onlara ait bir şeyi görebiliyor.

yetişkinlerin neslinde beyhude yere ararsınız çocukları. bulacağınız tek şey güdük kalmış vücutlar, çirkin suratlar, küt ve duyarsız zihinlerdir. zarafetten, güzellikten, hayal gücünden, zihnin ve bedenin direncinden eser kalmamıştır. lakin bazen bir kadın görürsünüz, ille yaşlı olması da gerekmez; fakat çarpılıp bozulmuş, kadınlığa dair ne varsa kaybetmiştir. sarhoş, şiş göbekli haliyle kirli eteklerini yukarı çekip, kaldırımın üzerinde garip, hantal bacak hareketleri yapar. onun bir zamanlar laternacının etrafında dans eden çocuklardan biri olduğunu anlarsınız. çocukluğun vaat ettiği şeylerden geriye sadece bu garip, hantal bacak hareketleri kalmıştır. beyninin dumanlı oyuklarında, bir kız çocuğu olduğu zamanların hatırası belirir. bir kalabalık toplaşır. küçük kızlar yanı başında, etrafında, onun hayal meyal hatırladığı bir zarafetle dans etmeye başlarlar; ama kadının hareketleri bunların gülünç bir taklidi olmaktan öteye geçemez. sonra soluğu kesilir kadının, gücü tükenir; sendeleyerek çemberin dışına çıkar. küçük kızlar dans etmeye devam etmektedir oysa.

durumu profesör huxley özetlesin: "şu ya da bu ülkenin büyük sanayi merkezlerindeki nüfusa aşina olanlar bilirler ki, bu büyük ve giderek çoğalan nüfusun içinde, fransızların 'la misère' dediği, ingilizcede eşdeğerinin bulunmadığını sandığım durum hüküm sürer. bu öyle bir durumdur ki, vücudun normal işlevlerini yerine getirmesi için lazım olan besin, ısınma ve giyim kuşam ihtiyacı karşılanamaz. erkekler, kadınlar, çocuklar edebin ortadan kalktığı ve en basit sağlık koşullarını elde etmenin imkânsız olduğu deliklere tıkıştırılır. buralarda sadece vahşilik ve sarhoşluk düzeyindeki hazlara erişmek mümkündür. acılar katlanarak açlık, hastalık, yetersiz gelişim ve ahlâki çöküntü şeklinde birikir. düzenli olarak, namusluca çalışmak isterken açlıkla boğuşarak geçirdiğiniz hayat, bir yoksullar mezarlığında sonlanır."

bu koşullarda, çocukların istikbali umutsuzdur. sinekler gibi ölüp giderler. ölmeyenler de hayatta kalmalarını, üstün dayanma güçlerine ve çevrelerindeki alçalmışlığa uyum sağlama kapasitelerine borçludurlar. ev hayatları yoktur. yaşadıkları deliklerde, inlerde her tür müstehcenliğe, edepsizliğe maruz kalırlar. zihinleri bozulurken, bedenleri de sağlık koşullarının kötülüğünden, aşırı kalabalıktan ve besinsizlikten ötürü bozulur. anneyle baba üç dört çocukla aynı odada yaşıyorsa, çocuklar sıçanları uyuyanlardan uzak tutmak için sırayla nöbet tutuyorlarsa, bu çocuklar asla yeterince yiyecek bulamayıp her tarafı sarmış haşeratın ısırıkları yüzünden sefil, güçsüz duruma düşüyorlarsa, hayatta kalanların nasıl erkekler ve kadınlar olacağını tahayyül etmek zor değildir.

umutsuzluk ve sefalet başlarındadır doğumdan beri; çirkin küfürler, daha çirkin gülüşlerdir, onların ilk ninnileri.

şehir sakinlerinin dörtte biri, onları fiziksel ve ruhsal olarak tüketen bir yoksulluğa mahkumdur. aynı dörtte bir yeterince yiyecek bulamamakta, sert bir iklimde yaşarken gereğince giyinememekte, barınamamakta, ısınamamakta, temizlik ve edep bakımından onları vahşilerden daha aşağı seviyeye çeken ahlaki bir bozulmaya uğramaktadır.

8.02.2009

doğu ile batı

muzaffer tayyip uslu

son yıllarda sanat dünyamızda başgösteren yenilikleri muasırlaşmanın bir sosyal neticesi olarak ele almak istemeyenler, başlarından fesi çıkarırken kafalarının içinden şarkın küflenmiş düşüncelerini atamayan kimselerdir. onlar inkılabın her şeyden evvel bir dünya görüşü meselesi olduğunu idrak edemeyecek kadar zavallıdırlar.

bir an düşünelim: niçin şarktan garba döndük? bu suale verilecek cevap gayet basittir: çünkü garp şarktan üstündü.

tetkikler bize göstermiştir ki garbın bu üstünlüğü realist oluşundan ileri geliyor. hemen haber verelim ki burada realizm kelimesinden 19. asırda pozitivizmin edebiyata tesiriyle ortaya çıkan edebi ekolü değil, rönesans'tan sonra bütün avrupa'ya kök salan ve tabiatı bütün unsurlarıyla ele alan, insana değer veren dünya görüşünü anlıyoruz.

hegel der ki: şark zekası terkipçi, garp zekası tahlilcidir. tahlilci zeka garbı realizme, terkipçi zeka da şarkı romantizme götürmüştür. şu halde şöyle diyebiliriz: muasırlaşmak, romantiklikten kurtulup realist dünya görüşüne sahip olmakla mümkündür.

mistik bir dünya görüşüne varan şarkın insanı ihmal ederek mukadderatın eline teslim edeceği iki kere ikinin dört ettiği kadar basit bir hakikatti.

eğer edebiyatımız bugün cihan ölçüsünde değerlere sahip değilse, bütün suç kapılarını sımsıkı insana kilitlemesindedir. sadri ertem diyor ki:

"ne divan edebiyatçıları ne de tanzimat edebiyatının devamı olan mektep mensupları insanı tabiatta olduğu gibi gördüler. insan yerine kendi hülyalarını ve kendi tasavvurlarını seyrettiler."

insanı tabiatta olduğu gibi görmek, az evvel bahsettiğimiz realizmden başka bir şey değildir.

yaşamak güzel şey be kardeşim

nazım hikmet

cıgara dilenciliği, dilenciliklerin en kepazesidir.

dünya güzel. dünya güzel ne demek? dünyanın nesi güzel? insanların yüzde kaçı için dünya güzel? insanların kocaman çoğunluğu. "dünya güzel mi, değil mi?" diye düşünmüyor bile, bu dünyada haksızlık yokmuş, açlık yokmuş, zulüm yokmuş, ölüm yokmuş gibi; haksızlığın, açlığın, zulmün ölümün içinde yaşıyor. haksızlığa, zulme, ölüme karşı yüzde kaçı savaşıyor insanların? biz savaşıyoruz işte. ihtilaller yapan, barikatlar kuran yığınlar savaşıyor.

karl marx: tarih sınıfların savaşıdır.

kadınların yakışıklı bulduğu erkekleri, erkekler yakışıklı bulmaz; erkeklerin güzel bulduğu kadını, kadınlar güzel saymaz.

yalanı yalnız düşmana söyleyeceksin, karıya bile, pohpohlamak için de olsa, yalan söyleyen, erkek değildir.

sevdayım tepeden tırnağa
sevda: görmek, düşünmek, anlamak
sevda: doğan çocuk, yürüyen aydınlık
sevda: salıncak kurmak yıldızlara
sevda: dökmek çeliği kan ter içinde
emekçiyim
sevdayım tepeden tırnağa

insan

hüseyin rahmi gürpınar

her şey mutlak surette aleni olsa, ahlakın bünyesinde fesat mikropları barınamaz. en ağır fiilleri onları gizli tutabilmek kanaatine bağlanarak ve böyle bir saklayışa güvenerek işleriz.

yaradılıştan gelen zaaflarımızın sevkiyle hepimiz kendimizi aklamaya, her kim olursa olsun karşımızdakini suçlamaya çabalarız. hakikati dosdoğru ve apaçık görme aydınlığına ve insafına ersek, illeti müzminleştirerek bizi zorla sevemeyen kalbi kurşunla delmek çaresizliğine düşeriz.

pek çok budala da kendini dahi zanneder.

insanların mayasında vardır bu gariplik; övmeye üşenir, yermekten haz duyarlar. adam çekiştirmek o kadar tatlı bir şeydir ki.. hele bizimki gibi sosyal eğlencelerin kıt olduğu bir memlekette bu, en zevkli meşgalenin yerini tutar.

iyi saatte olsunlara inanmam. çünkü şimdiye kadar ne yüzlerini gördüm ne de bir fenalıklarına uğradım. çektiğimiz felaketler cinden periden değil en çok ademoğlundandır.

her insan ayrı ayrı ele alınırsa birer vicdan, birer şuur sahibi görünür. fakat insanlar kitle halinde, bireysel faziletlerinden bazılarını kaybediyorlar. kör, muhakemesiz ve insafsız oluyorlar. herkesin derdinden kendilerine sırf eğlence çıkarmaya bakıyorlar. halkın başlıca eğlencesi dedikodudur.

helva sohbeti

ahmet mithat efendi

meğer bir zaman edirne şehrinde bir helva sohbeti düzenlenmiş. dama oyununa gayet meraklı ve bu oyunda maharetli iki adam iddiaya girmişler. hangisi mağlup olursa galip olan tarafın isteyeceği her şeyi mağlubun yapmaya mecbur olmasına yeminlerle, şartlarla karar verilmiş. oyuna başlamışlar. tabi taraflardan biri mağlup olmuş. galip gelen, "kızını çağır da ziller takarak arkadaşların karşısında oynasın." demesin mi? arkadaşları bu teklifin imkansız olduğunu beyan ederek kabul edilemeyeceğini söylemişlerse de galip gelen, talebinde ısrar edince mağlup olan da sözünün eri dürüst bir adam olduğundan zavallı kızcağızını başı örtülü, sırtı feraceli olduğu halde evinden getirip ziller taktırarak oynatmış. birkaç gece sonra diğer bir sohbette bu iki damacı yine aynı şartla oyuna oturmuşlar. tesadüf şeytanı bu ya! evvelki galip gelen bu defa mağlup olmuş. kızının düşürüldüğü rezaletin intikamına teşne olan eski mağlup ve şimdiki galip, "öyleyse ben de seni asacağım!" demiş ve kimse de itiraz edemediğinden hasmını bahçedeki dut ağacına asıvermiş. 

6.02.2009

ruhun uzun karanlık çay saati

douglas adams

umutlarla dolu bir hayat, taşıması zor bir hayattır. meyvesi üzüntü ve hayal kırıklığıdır. bu anın neşesiyle yaşamayı öğren.

hiçbir özel detektif özel detektife benzemez. özel detektifliğin ilk kurallarından biri budur.

evrendeki her bir parçacık, öteki parçacıkları ne kadar hafif ve dolaylı olsa da etkiler. her şey her şeyle ilişkilidir. çin'de bir kelebeğin kanatlarını çırpması, bir atlantik kasırgasının yönüne etki yapabilir. eğer bir masa bacağını bana anlamlı gelebilecek veya masaya anlamlı gelebilecek bir şekilde sorgulayabilseydim, o zaman evrendeki herhangi bir sorunun yanıtını bana verebilirdi. tamamen şans eseri seçilmiş birisine aklıma gelen rastgele bir soruyu sorabilirim ve onun yanıtı veya soruyu yanıtsız bırakması, üzerinde çözüm aradığım sorunla bir şekilde ilintili olacaktır. bu sadece yorumlamayı nasıl yapacağını bilmek sorunudur.

sherlock holmes'ün ilkesi neydi? "bir kez imkansız olanı bir kenara koyarsan, o zaman geride kalan, ne kadar ihtimal dışı bile olsa, gerçektir."

tünel

murathan mungan



aynı dedikodu fosillerinden beslenirken
akraba loblarda
dinselliğiniz ve cinselliğiniz
ne tarih bildiğiniz gibi, ne coğrafya hemşeriniz
dikey imha yatay geçiş
zaman tüneline yetişmeye çalışırken
postunu deldirdiğiniz periferi
dünyanın merkezi sandığınız başkentleriniz
bütün çağlar kapandı
kan çekiyor dünyayı
şeytanın okyanusunda yüzüyoruz hepimiz

5.02.2009

yalan

thomas bernhard

dahi sözcüğü bu ülkenin adıyla uyuşmaz. bu ülkede söz söyleyebilmen ve ciddiye alınman için orta karar olmak zorundasın. yeteneksizliğin ve taşra kalleşliğinin adamı olman gerekir, kesinlikle küçük devlet kafasına sahip biri olman gerekir. bir dahi ya da olağanüstü bir beyin burada şerefsiz biçimde er geç katledilir.

doğuştan çıkarcı olan bu ülkenin insanları sinsidir, örtbas etme ve unutma ile yaşarlar. en büyük siyasal iğrençliği bir hafta olmadan unuturlar, en büyük suçu da. onlar neredeyse doğuştan suçörtbasedicidirler. bu ülkenin insanı ömür boyu sinsilik yapar ve ömür boyu en büyük iğrençlikleri ve suçları örtbas eder hayatta kalabilmek için, gerçek bu.

o her suçu, en haincesi de olsa örtbas eder; çünkü o, dediğimiz gibi doğuştan çıkarcı, sinsidir. on yıllarca bakanlarımız en korkunç suçları işlerler ve bu çıkarcı sinsiler tarafından örtbas edilir yaptıkları. on yıllarca bu bakanlar öldüresiye sahtekarlık yaparlar ve bu sinsiler tarafından örtbas edilir yaptıkları. on yıllarca bu insafsız bakanlar insanlara yalan söyler ve onları aldatırlar ve gene bu sinsiler tarafından örtbas edilir yaptıkları. arada bir böyle suçlu ve yalancı bir bakanın görevden alınması bir mucizedir, on yıllar boyunca işlediği ağır suçlarla itham edilmesi ama bir hafta geçer geçmez bütün olay unutulur; çünkü sinsiler olayı unutmuştur.

yirmi şilin çalan biri mahkemelerce izlenir ve tutuklanır, milyonlar ve milyarlar çalan bakanlar, en iyi aylıkla emekliye sevk edilir olsa olsa ve hemen unutulur. bakanın işlediği suçla ilgili olarak suçlanması ve mahkemeye çıkartılması ve tutuklanması gerekirken, hem de ömür boyu, o villasında dolgun emekli maaşını yemekle meşgul ve bir kişi bile onu bu konuda tedirgin etmeyi kafasından geçirmiyor.

o, deyim yerindeyse, vur patlasın çal oynasın bir yaşam sürüyor emekli bir bakan olarak ve bir gün öldüğünde bir de devlet töreniyle gömülecek ve merkez kabristanında, kendinden önce ölen, tıpkı onun gibi suçlu olan bakan arkadaşlarının yanında şerefli bir mezara sahip olacak.

bu ülke hukuku, siyasetçiler tarafından uysallaştırılmış bir hukuktur, bunun dışındaki her şey yalandır.

4.02.2009

tilki ile çobanaldatan

taner baybars



biz zamanın elinde cigaralar
bir cigara kutusu dünya
zaman içer bizi yavaş yavaş
ve dumanlarımız savrulur havaya

fırtınadan geçip gelen
vurulmuş bir kuş gibi düşen bir adamı seyretmek
şaşırtır en kederli çocuğu bile

yararsız şeyler
yer talep edemezler yaşamda

afrika var şimdi orda, vahşi bir
güçle çarpan kalp biçimli kıta
arılar gibi acı bal yapıyor yeni düşünceler
onun dağlarında -koca kovanlarda, ki içlerinde
küçük görünecek en büyük tanrı bile

duygularımızın kabartma yazısıdır müzik

eğilir çiçek açmış bir ağaç dalı
çürük yapraklarla örtünüp korunan
yaşlı köklerini görebilmek için

kraliçesiz de kral olabilir; ama
taçsız olamaz bir kral
asla

söylemek istediğim ama söylemediğim sözler
biçim veremez asla bir tek kar tanesine bile

eminim ki, bütün tarladaki çayırları yesem
kurutsam her tarafı, yeşil yaprakları, hepsini yutsam
hiçbir zaman ulaşamayacağım bir ineğin bütünlüğüne

ne kadar da merhametlisin burda olmamakla
seni düşler, seni okur ve seni düşünürken

tanrı öylesine sonsuzdur ki
insanların sonlarıyla biçimlenmiş sözcükler parçalara ayrılır
onun tarafından kullanıldığında

"ne gece ne de gün, ne güneş ne de gölge
hafta, ay, yoksa yuvarlanıp geçen yıllar
tamir edemez haksızlık bulan aşkın kırıklığını
çılgınlık orada, burada da ıstırap

yazık ki
kederini paylaşabilir insan
ama umudunu asla

bir can aldım veresiye
ne olur bütün borçlarım gibi
bir unutulsa bu da
bahçe küçük, gök sonsuz

heike yengeci

carl sagan


yeryüzündeki yaşam müziğinin küçük bir bölümüne ilişkin bir öykü anlatmak isterim:

1185 yılında japon imparatoru, antoku adında yedi yaşında bir çocuktu. genji samurayları kabilesiyle kıran kırana bir savaşa girişen heike samurayları kabilesinin lider adayıydı antoku. her iki grup da imparatorluk tahtında cetlerinin üstünlüğü nedeniyle hak iddia ediyordu.

son çatışma, imparatorun da başkomutan gemisinde bulunduğu 24 nisan 1185 günü japon iç denizi danno ura'da gerçekleşti. heike'ler yenildiler ve çoğu öldürüldü. geriye kalanlar da dalga dalga kendilerini denize atarak boğuldular.

imparatorun anneannesi sultan nii, antoku'yla birlikte düşmanın eline geçmemesi gerektiği kararına vardı. başlarına neler geldiğini heike öyküsü'nden izleyelim: 

imparator yedi yaşındaydı o yıl. fakat daha büyük görünüyordu. öyle sevimliydi ki, beline kadar inen uzun ve simsiyah saçlarının çevrelediği yüzünden ışık parıltısı saçılıyordu. şaşkın bir ifadeyle sultan nii'ye, "beni nereye götürüyorsun?" diye sordu. gözlerinden yaşlar boşalan sultan nii, genç hükümdara dönerek onu teselli etti ve uzun saçlarını güvercin renkli pelerinine doladı. gözleri dolan küçük hükümdar ellerini kavuşturdu. önce başını doğuya çevirip tanrı ise'ye veda etti, sonra da batıya dönerek nembutsu'sunu (buddha'ya yapılan bir dua) söyledi. sultan nii, çocuğu göğsüne sıkıca bastırıp "okyanusun diplerindedir bizim sarayımız." diye mırıldandı. böylece dalgalar arasından birlikte denizin dibini boyladılar.

heike'lerin tüm filosu yok oldu. yalnızca kırk üç kadın hayatta kaldı. imparatorluk sarayında hizmetkarlık yapmış olan bu kadınlar, deniz savaşının yapıldığı yerin dolaylarında yaşayan balıkçılara çiçek satmaya ve onlara yakınlık göstermeye zorlandılar. heike'ler tarih sahnesinden kaybolup gittiler. bu arada saray hizmetkarlarından ayak takımı olanlarının balıkçılardan peydahladıkları çocuklar, savaş gününü anma festivali düzenlediler. bugüne dek her 24 nisan günü bu festival tekrarlanır.

heike'lerin torunları olan denizciler, boğulan imparatorun anıtkabirinin bulunduğu akama tapınağı'na giderler. orada danno ura deniz çarpışması olaylarının temsil edildiği bir oyunu izlerler. aradan yüzyıllar geçtikten sonra bile insanlar burada samuray ordusu hayaletlerinin kandan ve yenilgiden arınmak için denize doğru koştuklarını görür gibi olurlar. balıkçılar, heike samuraylarının o iç denizin derinliklerinde yengeç biçiminde dolaştıklarını söylerler. gerçekten de burada, sırtlarındaki girintili çıkıntılı şekilleriyle samuray yüzünü andıran yengeçler vardır. bunları yakalayan balıkçılar tekrar denize atarlar. yeniden denize atmalarının nedeni, danno ura olaylarının acısını anmalarındandır.

bu efsane ilginç bir soruna yol açıyor. nasıl oluyor da bir savaşçının yüzü bir yengecin kabuğuna işlenmiş olabilir? bunun yanıtı, o yüz şeklini yengeç kabuğuna insanların aktardığıdır. yengecin kabuğundaki şekiller kalıtsaldır. fakat insanlarda olduğu gibi, yengeçlerde de birçok değişik kalıtsal çizgiler vardır.

diyelim ki, rastlantı sonucu, bu yengecin çok eski cetleri arasından biri, azıcık da olsa insan yüzüne benzer bir şekille ortaya çıkmış olsun. o takdirde, balıkçıların, danno ura savaşı söz konusu olmadan da, insan yüzünü andıran bir yengeci yemek istemeyecekleri söylenebilir. balıkçılar yakaladıkları yengeçleri yeniden denize atmakla evrim kuramının bir sürecini harekete geçirmiş oluyorlar. o da şudur: eğer bir yengeç olağan bir yengeç kabuğuna sahipse insanlar onu yerler ve o yengecin soyundan gelenlerin sayısı azalır. eğer kabuğu insan yüzünü andırıyorsa yengeç yeniden denize atılacağından o yengecin soyundan üreyecek olanlar daha yüksek sayılara ulaşacaktır. yengeçler, böylesi kabuklara sahip bulunmaktan yararlanmışlardır.

yengeç ve insan kuşakları zaman içinde akıp gittikçe samuray yüzüne en çok benzerlik gösteren kabukluların yaşamlarını sürdürmeleri olanağı doğmuştur. tüm bu olgunun yengeçlerin isteğiyle bir ilintisi yoktur. ayıklama (seçilim) onların dışından gelen ve kendini kabul ettiren bir güçtür. samuray yüzüne benzediğiniz oranda hayatta kalma olasılığınız artıyor. sonunda samuray yüzüne benzer kabukluların sayısı bir hayli çoğalacaktır da.

bu sürece doğal değil, yapay ayıklama (seçilim) denir. heike yengeci olgusu, balıkçıların hemen hemen bilinçsizce davranışları sonucu ortaya çıkmıştır.

2.02.2009

yeni hayat

orhan pamuk

insanlar düşünürlerse eğer, başkalarından duydukları; ama kendilerinin sandıkları zavallı birkaç düşünce vardır akıllarında, doğaya bakıp keşfettikleri şeyler değil. hepsi zayıftır, siliktir, kırılgandır.

bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.

"canan yok ise can gerekmez." (fuzuli)

talih diye okumuştum bir yerde, kör değil cahildir. talih, istatistik ve olasılığı bilmeyenlerin tesellisidir.

başkaları doğaya bakınca, orada kendi sınırlarını, yetersizliklerini, korkularını görürler. sonra kendi zayıflıklarından korkup doğanın sınırsızlığı, büyüklüğü, derler buna. ben ise doğada benimle konuşan, bana ayakta tutmam gereken kendi irademi hatırlatan güçlü bir tebliğ, zengin bir yazı görürüm; onu kararlılıkla, acımasızlıkla, korkusuzca okurum. büyük adamlar, tıpkı büyük çağlar, büyük ülkeler gibi içlerinde neredeyse patlayacak kadar yüklü bir gücü toplayabilmiş olanlardır. zamanı gelince, fırsatlar çıkınca, yeni tarih yapılacağı zaman bu büyük güç, harekete geçirdiği büyük adamla birlikte acımasızca kararını verir, kıpırdanır. o zaman kader de aynı acımasızlığıyla harekete geçer. o büyük günde kamuoyunun, gazetelerin, günün düşüncelerinin, aygazların, lux sabunlarının, coca-cola ile marlboro'nun, batı'dan gelen rüzgarlarla kandırılmış zavallı kardeşlerimizin küçük eşyalarıyla küçük ahlakının esamisi okunmaz.

sırrını biliyorsan, ona doğru yol alıyorsan, hayat güzeldir.

insanların çoğu aslında ne yeni bir hayat isterler, ne de yeni bir dünya.

aşk, insanı bir hedefe yöneltir, hayatın eşyaları içinden çekip çıkarır ve en sonunda dünyanın sırrına doğru götürür.

kendimiz olamayacağımızı anlamak, evet, bir kederdir; ama bu olgunluk bizi felaketlerden de korur.

önemli olan insanın içindeki iyiliği koruyacak bir hayat yaşayabilmesidir.

büyük uygarlıkların yıkılışı ve hafızaların çözülüşüyle birlikte ahlaksızlığa ilk kapılanlar çocuklar olurlarmış. onlar eskidi daha çabuk ve acısız unutur, yeniyi daha kolay düşlermiş.

hayır, canım bırak öpeyim dudaklarını; çünkü artık yalnızca ihbar tutanaklarında bir ad olan o hayalet gerçek olmaktan korkuyor. ben ise, buradayım bak ve biliyorum zaman ağır ağır tükeniyor: birlikte bindiğimiz otobüslerin aldığı bütün o yollar biz üzerinden kayıp gittikten sonra, nasıl bize hiç mi hiç aldırmadan, yaz gecelerinde, yıldızların altında asfalt, taş ve sıcak bir dokunuş olarak kendileriyle dopdolu var olup uzanıyorsa huzurla, biz de, burada, daha vakit geçirmeden, birlikte uzanalım.. hayır canım, hiç vakit geçirmeden, ellerim güzel omuzlarını, ince ve kırılgan kollarını tuttukça, sana ben yaklaştıkça, bütün otobüslerin ve bütün yolcuların aradığı o eşsiz zamana, bak ağır ağır ne mutlu ulaşıyoruz. dudaklarımı kulağınla saçların arasındaki yarı saydam alana bastırdığımda, saçlarının elektriğinden ürken kuşlar bir anda, yüzüme ve alnıma sonbahar kokusuyla karıştığında ve avucumun içinde kanat çırpan inatçı kuş gibi göğsün diklendiğinde, bak işte şimdi, o erişilmez zaman aramızda nasıl dopdolu, sapasağlam diriliyor, görüyorum gözlerinde: şimdi işte, ne orada, ne başka bir yerde, ne hayal ettiğin ülkede, otobüslerle kör otel odalarında, ne de yalnızca kitap sayfalarında var olan bir gelecekteyiz. şimdi, burada ikimiz, bu odada, telaşlı öpüşlerim ve iç çekişlerinle iki ucu açık bir zamanın içindeymiş gibi, birbirimizi tutmuş bir mucize görelim diye bekliyoruz. doluluk anı! sarıl bana, zaman akmasın, haydi sarıl canım bana, mucize bitmesin! hayır, karşı koyma, hatırla: gövdelerimizin otobüs koltuklarında ağır ağır birbirine kayıp, düşlerimizin saçlarımız gibi birbirine karıştığı geceleri; dudaklarını çekmeden hatırla: başlarımız birlikte soğuk ve karanlık cama yaslandığında, küçük kasabaların ara sokaklarında gördüğümüz ev içlerini; hatırla, el ele seyrettiğimiz onca filmi: yağmur gibi yağan kurşunları, merdivenlerden inen sarışınları, bayıldığın soğukkanlı yakışıklıları hatırla. hatırla, bir günah işler, bir suçu unutur ve başka bir diyarı düşler gibi sessizce seyrettiğimiz öpüşmeleri. dudakların birbirine yaklaşmasını ve gözlerin kameradan uzaklaşmasını hatırla; hatırla, otobüsümüzün tekerlekleri saniyede yedi buçuk kere dönerken bizim nasıl da bir an kıpırtısız ve hareketsiz kalabildiğimizi. ama hatırlamadı. son bir kere daha umutsuzca öptüm onu. yatak darmadağınık olmuştu.

hiçbir şey, her şeyi unutabilmenin verdiği huzurdan değerli olamaz.

dünyaya bakmak, gerçek anlamıyla görerek bakmak çok zevkli bir şeydi.

neden güzel ve duyarlı kadınlar hayatı kaymış kırık erkeklere aşık olurlar?

iyi bir kitap bize bütün dünyayı hatırlatan bir şeydir.

aşk teslim olmaktır. aşk, aşkın sebebidir. aşk anlamaktır. aşk bir müziktir. aşk ve soylu yürek aynı şeydir. aşk hüznün şiiridir. aşk kırılgan ruhun aynaya bakmasıdır. aşk geçicidir. aşk hiçbir zaman pişmanım dememektir. aşk bir kristalleşmedir. aşk vermektir. aşk bir çikleti paylaşmaktır. aşk hiç belli olmaz. aşk boş bir laftır. aşk allah'a kavuşmaktır. aşk bir acıdır. aşk melekle göz göze gelmektir. aşk gözyaşlarıdır. aşk telefon çalacak diye beklemektir. aşk bütün bir dünyadır. aşk sinemada el ele tutuşmaktır. aşk bir sarhoşluktur. aşk bir canavardır. aşk körlüktür. aşk yüreğin sesini dinlemektir. aşk kutsal bir sessizliktir. aşk şarkılarda konu edilir. aşk cilde iyi gelir.

aşk birisine şiddetle sarılma, onunla aynı yerde olma özlemidir. onu kucaklayarak, bütün dünyayı dışarda bırakma arzusudur. insanın ruhuna güvenli bir sığınak bulma özlemidir.

bazı özentili budalaların sandığının tam tersine, bir iki kelime bile sessizlikten iyidir.

kendimi başkalarından ayırmak, herkesinkinden daha başka bir amacı olan özel biri olarak görmek istemiştim.

benim gibi hayatı kaymışlarda hüzün, zeki olmaya çalışan bir öfke olarak gösterir kendini. o zeki olma isteği de en sonunda her şeyi berbat eder.

kadın

safveti ziya

hissiz kadınlar bana mevcut değillermiş gibi gelir. bir kadının en büyük meziyeti hassaslık, ince kalpliliktir. doğrusu hissiz kadınları nefrete değer bulurum.

bazı kadınlar görüldüğü dakikadan itibaren sevilirler; çünkü bazı kadınlar bazı erkekler tarafından çıldırırca sevilmek için yaratılmışlardır. sanki o kadınların sevgisi o biçarelerin kalbinde uyanan ilk sevda hissiyle beraber doğmuştur. birlikte vücuda gelmiştir.

genç kızların yerleşmiş hiçbir tabiatları yoktur. onlar için her gün, her saat yeni bir şey hazırlar. bugün neşeli, yarın mahzundurlar. şimdi hayattan bezgin görünürlerken biraz sonra hayata dört elle sarılırlar. her defasında da "ne yapalım, tabiatımız böyle!" diyerek kendilerini anlatmak isterler. sözün kısası, genç kızlar saygıya ve sevgiye değer oldukları kadar sakınılacak, çekinilecek varlıklardır. başkalarına karışmam; fakat ben onlardan pek korkarım.

bazen, aynı tuvaleti giymiş iki kadından birinde fevkalade bulduğumuz şeyler diğerinde dikkatimizi çekmez. bunun sebeplerini teferruatta aramak lazımdır.

namuslu kadınlarla aşüfteler arasında sürekli bir çekişme, karşılıklı bir nefret vardır ki son bulması imkansızdır ve bu iki sınıf kadınları sonsuza kadar birbirlerine gizli bir gıptayla bakan birer hasım eder bırakır. tesadüf bu kadınları ne vakit birbirlerinin karşısına getirecek olsa bu rekabetin birincilerde tenezzül etmiyormuş gibi bir tecessüs halinde, ikincilerdeyse aşüfte tavırlar, mütecaviz bakışlar biçiminde ortaya çıktığı görülür.

1.02.2009

dexter

bazen, hayatı olduğu gibi kabullenmek lazım.

seri katillerin oldukça içine kapanık ve yalnızlığı seven kimseler olduğuna dair basmakalıp bir söz vardır. bu söz nedensiz yere çıkmamıştır.

çocuklarını hayal kırıklığına uğratmak her babanın korkulu rüyasıdır.

mantıkla açıklanamayan olaylar inkar edenleri inananlara dönüştürür. daha büyük bir güce inananlara.

kovboy filmlerinde görürsünüz: intikam peşindeki adam iki mezar kazar. biri düşmanına biri de kendine.

kaçınılmaz diye bir şey yoktur.

marketler: modern zamanlarda, kudretli aslanın avlanmaya çıktığı serengeti'nin karşılığı.

iki insan birbirine ne kadar yakın olursa olsun, aralarında sonsuz bir mesafe vardır.

kim olduğuna karar verirsin, kim olmak istediğine ve ona sıkıca tutunup sağ salim çıkarsın.

bahçe barbeküsü. yiyeceğin zor bulunduğu ve erkeklerin kocaman bir hayvanı devirmek için birlikte hareket etmek zorunda oldukları buz çağından kalma bir alışkanlık. diğerleriyle birlikte düzgün şekilde hareket edenler hayatta kaldı ve onların genleri asırlar boyunca nesilden nesile aktarılıp buraya kadar geldi. yani benim cemiyetime kadar.

aylar

mine söğüt

ocak ayında doğan kızlar ileride güzel, alımlı kadınlar olurlar. uzun yaşarlar. duyguludurlar, süse, eğlenceye ve gezmeye düşkündürler. gerçekten utangaç olsalar da yaşlandıkça kibir kesilirler. kocalarını kıskanırlar. bir de boyları uzundur. ocak ayında doğan erkekler ileride doğruyu seven adamlar olurlar. istediklerini alabilmek için her türlü fedakarlığı yaparlar. disiplinlidirler. onların da boyları uzun olur.

şubat ayında doğanlara yıldızlar kuvvetin ve aklın gücünü bağışlarlar. bu ayda doğan kadınlar neşeli, sevimli ve alımlı olurlar. eğlenceye düşkündürler. ama iffetsiz de değildirler. bu ayda doğan erkekler çalışkan, zeki ve tıpkı bu ayın kadınları gibi sevimlidirler. soğukkanlılıkları dikkat çekicidir. sözlerinin eridirler ve ciddiyetleriyle tanınırlar.

mart ürkütücü bir aydır. içinde her şey vardır. iyilik.. kötülük.. tehlike.. güven.. ihanet.. mart hayata benzer. mart ayında doğan kadınlar üstün bir güzelliğe ve saf bir kalbe sahiptirler. bu ay doğan erkekler kararsız olurlar ve esrarlı şeyleri severler. haris ve bencildirler ama söz tutmayı da bilirler.

nisan ayında iyimserlik, tıpkı yeryüzünün çekirdeğine yakın yaşayan ve dünya yıkılsa ölmeyecek olan kalın kabuklu böcekler gibi toprağın yedi kat dibinden çıkar ve göğün yedi kat üstüne tırmanır. tam her şey bitti derken yeniden yaşama dönen bir hasta gibi.. hayat yeniden bir şeylere kanar. ölümsüzlük hevesine kapılır. bir kabustan uyanır. gözleri bir daha hiç kapanmayacak sanır. aldanır.

nisan ayında doğan erkekler çabuk öfkelenirler.

mayıs rüzgarların ayıdır. çiçekler sevişsin diye her yerde birbiri ardına deli rüzgarlar eser. sıcak bir aydır. sıcaklarda insanların kafası karışır. mayıs ayında doğan erkekler yaradılış olarak sert, kızgın, hatta kimi zaman kaba olurlar.

yaz aylarında şehir insan kokar. insanlar hangi duyguları yaşıyorlarsa öyle kokar.

haziran vaatlerle dolu bir aydır. başka bir mevsimin ve başka bir zamanın müjdeleyicisidir. uzayan günler, ısınan havalar, hatta kavuran sıcaklar vaat eder. sanki iyi bir şeyler olacakmış gibi.. ama hayal kırıklığıyla doludur. baharın nasıl söndüğünü görür insan. dağlardaki yemyeşil otlar hızla sararır. bahar çiçekleri teker teker ölürler. toprağın çatlaklarında bir hüzün. ağaçların yapraklarında renge düşman bir gölge. haziran hayal kırıklıklarının ayıdır. fırtınaları bol, yağmurları ürkütücü olur. tam her şey artık değişiyor derken, tam bahara sevinmişken, kışla tehdit eder insanı. akılları karıştırır. hayatın hiç de sanıldığı kadar tekin olmadığını acımasızca hatırlatır.

haziran ayında doğan erkekler duygulu, zarif ve şen olurlar. olağanüstü bir zeka ve kavrayış yetisine sahiptirler. bu ayda doğan kadınlar güzel olurlar. sevimli olurlar. temiz kalplidirler. yüksek duygulu. en önemlisi de görevlerine bağlı.

temmuz yorucu bir aydır. uzun günler, gittikçe ısınan, ısındıkça ağırlaşan havalar. yağmur yağmaz, rüzgar esmez. her şey durur sanki. yavaşlar. ağır çekimde çekilen acılar..

ağustos, adını bir hükümdardan alan, buyurucu ve tüm buyurucular gibi tembel bir aydır. ağustos ayında her şey rüzgarı tükenmiş bir değirmen misali durur. durmayanlar yavaşlar. yavaşlayanlardan bazıları yola bir daha devam edemez, ölürler. ölümlerin en çok olduğu aydır ağustos. bu cehennem sıcağı ayda doğan kadınlar atak olurlar. bu ay doğan erkekler mert olurlar.

eylül bu şehirde yaşanan en büyülü aydır. ışık bu ayda, dünyanın saklı tüm renklerini bir anda ortaya çıkarır. eylül ayında doğan kadınlar genellikle genç yaşta evlenip güzel evlat yetiştirirler. bu ayda doğan erkekler vatana ve ailelerine çok bağlıdır.

ekim tanrının toprağı uysallaştırdığı aydır. toprak uykuya yatar ve uyurken her şeyi kabule hazır olduğunu fısıldar. ekim ayı toprağın ayıdır. ekim ayında doğanlar dengeyi temsil ederler. eleştiri ve ölçüyü severler. kadınlar meraklıdırlar. bu ay doğan erkekler yalancı olurlar. sözlerinde pek durmazlar.

kasım veda ayıdır. geçmişe veda. geride kalan tüm mevsimlere elveda. mevsimsizdir. içinde yaz da vardır, bahar da.. oysa kış ayıdır. kafaları karıştırmakta o yüzden ustadır.

aralık ayında doğan erkekler hareket ve çalışkanlığı temsil ederler. bu ayda doğan kadınlar kararsız olurlar.

31.01.2009

uzun lafın kısası

ayfer tunç: kevaşelerin gözden düşüşü daha ikinci gecede başlar.

julian barnes: yurtseverliğin en istekli yatak arkadaşı bilgi değil, cehalettir.

louis de bernieres: bu lanet olası dünyada biz insanlardan daha aşağılık, daha namussuz bir hayvan yoktur.

elsa morante: insana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir.

viktor emil frankl: alkol mutsuzluğunuzun ortadan kalkmasını sağlar; ama mutsuzluğun nedeni olduğu gibi kalır.

george sand: insanlar kendilerini oldukları gibi görmekten hoşlanmazlar.

irvin yalom: ölüm korkusu daima, yaşamlarını dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazladır.

mario puzo: bir avukat, evrak çantasıyla, eli silahlı yüz kişinin çalacağından daha fazlasını çalar.

platon: şeyleri oldukları gibi görmek, saf ve anlatılamaz bir mutluluktur.

nazım hikmet: kötü yüreklerde kıskançlığın en büyük nedeni, bir kadınla erkeğin mutluluğudur. çünkü onlar iki önemli sorunu, sevgi ve sadakat konularını çözmüşler demektir.

sophokles: son gününü görmeden hiç kimseye mutluluğa ermiş demeyin.

kenneth v. lanning: şeytan adına yapılanlardan çok daha fazla kanunsuzluk ve çocuk istismarı, tanrı'nın, isa'nın ve muhammed'in adına, dindar kişiler tarafından yapılmaktadır.

30.01.2009

anna karenina

tolstoy

bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.

insanın karısı varsa derdi var demektir; ama sahip olduğu kadın karısı değilse derdi daha da büyüktür.

iktidar, para, ün.. kadınların asıl istedikleri bunlardır.

bekarlıkla vedalaşmak geleneği boşuna değildir. ne denli mutlu olursa olsun, özgürlüğünü yitirmek acı gelir insana.

vladimir nabokov: aşk yalnızca cinsel olamaz; çünkü o zaman bencilcedir ve bencilce olduğu için de yaratmaz, yıkar.

gerçeği yadsımak hiçbir zaman bir yanıt olamaz.

yaşamın güzelliği, çeşitliliği, olağanüstülüğü gölgelerden, ışıktan oluşur.

insanlar vardır, hangi konuda olursa olsun, kendilerinden şanslı rakiplerinin iyi yanlarının hepsini yadsımaya, yalnız kötü yanlarını görmeye hazırdırlar. bazı insanlar da bunun tam tersine, bu şanslı rakiplerinde, onları zafere ulaştıran özellikleri görmek isterler. yürekleri sızlayarak onlarda yalnız iyi şeyler ararlar.

onu sarhoş eden, çevresindeki herkesin ona gösterdiği hayranlık değil, bir kişinin hayranlığıdır.

akla dayanan evliliklerin mutluluğu çoğu zaman yadsınan aşkın ortaya çıkması sonucu sabun köpüğü gibi dağılır gider.

gerçek aşkı tanımak için önce yanılmalı insan, sonra doğruyu bulmalı.

ben iyi atı üzerindeki bazı belirtilerden, aşık genci de gözlerinden tanırım.

vladimir nabokov: insanı üzen, onun gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olmasıdır.

pişmanlık duymak için vakit hiçbir zaman geç değildir.

kadın dediğin öyle bir yaratık ki, istediğin kadar incele, gene de hiç bilmediğin yanlarıyla karşılaşıyorsun.

boks gibi, boğa güreşi gibi sporlar barbarlığın belirtisidir.

eylemlerimizin kaynağı kim ne derse desin, kişisel mutluluğumuzdur. bizi harekete geçiren kişisel mutluluğumuzdur.

ölümü düşününce yaşamaktan daha az tat alır insan; ama daha sakin yaşar.

insan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.

okula ya da benzeri kuruluşlara insanın yürekten bağlanması olanaksızdır. sanırım şu yardımseverler kuruluşlarının her zaman böylesine yetersiz sonuçlar vermesinin nedeni de budur.

aile yaşamında bir şey yapabilmesi için karı koca arasında ya kesin bir anlaşmazlık ya da sevgi dolu bir anlaşma olmalıdır. karı koca arasında ilişki belirsizse, anlaşmazlık da, sevgi dolu anlaşma da yoksa, bu durumda hiçbir şey yapılamaz.

mantık varoluş mücadelesini keşfetmiştir. isteklerimi engelleyen herkesi gırtlaklamam gerektiğini söyleyen yasayı keşfetmiştir. mantığın çıkardığı bir sonuçtur bu. başkalarını sevmeyi mantık bulmuş olamaz. mantığa aykırıdır çünkü sevmek.

savaşı gerekli mi buluyorsun? çok güzel. savaştan yana olanları, savaşı savunanları ileri hatlarda çarpışacak özel bir birlikte toplayıp en önce sürün savaşa, hücuma kaldırın.

halk

hüseyin rahmi gürpınar

halk şakalı, mizahlı sözlere, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet yoktu? hiçbir sağlam ilmi esasla ilgisi olmaksızın hemen her gün fikirce, üslupça aynı bayağı tarzda tekrarlanan olağan şeyleri hastalıklı bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okurları ilk bakışta anlaşılır olamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, anlaması beyin gücü sarfına bağlı bir cümleye tesadüften adeta korkuyorlar. beynin de kullanılmayan diğer bir uzuv gibi zayıf düşeceğini bilmeyerek bilgilerini arttıracak, zihinlerini takviye edecek ciddilikle okumaya üşeniyorlar.

ey hemşeriler! niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? kabahat herkesten çok kendinizde. siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. cidden fikirlerinizi aydınlatmaya uğraşanlara sövüp onların iyi, yeni, besleyici, güzel telkinlerini adeta cinayet sayıyorsunuz. onlar, sizin cahilce kunamalarınızdan korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene dönmüş, çürüyüp kokmaya başlamış bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler. duyduğumuz her yeni fikre kızmayınız. onları güzelce kabul için anlama kabiliyeti edinmeye uğraşınız.