16.07.2008

ölmek hakkı

bülent nuri esen


bir insan hakkıdır ölmek
elbet kapımızı çalacak bir gün
ve isteyecek isteyeceğini
değişmez kader olarak, hak olarak
sana vermek düşer isteneni
hak oyunudur bu

ama namuslu bir alışveriş istersen
vereceğin yaşama hakkı olduğuna göre
yaşanmaya değmiş bir hayatın olmalı
bir işe yaramışsan
koruyabilmişsen savunmasını
maskesini indirmişsen sömürücünün
sevebilmişsen bir gerçek sevgiliyi
ve hele sevmişse sevgili seni
ve yüreklerine girebilmişsen
bir zerrecik katabilmişsen gelecek denizine
senden sonrakilerin mutluluğu için
o zaman kapını çalacak olana
sunulmaya değer bir hayatın var demektir
ve sen kapını ilk ve son kez çalanı
korkusuz karşılayabilirsin

o güne kadar hakkın olandan
senden sonrakilerin aynı hakları uğruna
sonsuz hakkı getirip verdiği için
sana yeni hak sağladığı için
vazgeçmek karşılığında sevinçle
henüz hiç tatmadığın, kullanmadığın
yaşama hakkını
verebilirsin
ölmek hakkını kazanabilirsin
ve hayatın kaderin olur

sisler bulvarı

attila ilhan



ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor

ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırap çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harplere açlıklara yalnızlığıma rağmen

türkülerin başladığı bittiği yerdeki kız

bir türkünün kıyısından çocuklar geçer
ellerini tertemiz bir yağmurda yıkamış
yalınayak macera gözlü çocuklar geçer

yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini
ümitlerini güvercinler gibi uçurmuş
binlerce defa kaybetmiş ümitlerini

sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun
desen ki unutulmuşsun

nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı

demek
sen bu dünyadan çocukların anladığını anlıyorsun
zaman ihtiyarlıyor ya sen hala çocuksun

hatırlanmayacak kadar eski ve güzel olmak
bütün yıldızları unutup kutup yıldızı'nı bir görüşte tanımak

15.07.2008

son aday

day leclaire

dokunuşları başka bir zamandan gelen hayaletleri canlandırmış gibiydi. ona ne kadar çok karşı gelmek istediyse de hunter onun bütün direncini kolaylıkla kırmıştı. öpüşlerini derinleştirirken leah'ın göğsünü kavradı, ince pamuklunun altından göğüs ucunu okşadı. sonra leah onun kendisine istediği gibi dokunmasına istediği bölgeleri keşfetmesine, bir zamanlar sadece onunla paylaştığı arzunun zirvesine yükseltmesine izin verdi.

leah kemerini çıkararak şifoniyerin üzerindeki çiçeklerin yanına koydu. kendisini zayıf ve savunmasız hissediyordu. sonunda gelinliği çıkardı. hunter gelinliği alıp odanın diğer köşesine özenle yerleştirip yanına geldi. leah odanın ortasında ipek ve dantel iç çamaşırlarıyla durmaktan utanmıştı. "hunter," diye fısıldadı. "buna hazır olduğumu sanmıyorum." "rahatla" diye mırıldandı hunter. "acelemiz yok. dünya kadar zamanımız var." sonra leah'a yaklaşarak onu kollarına aldı. "eskiden aramızın ne kadar iyi olduğunu hatırlıyor musun?" "ama artık aynı insanlar değiliz. duygularımız değişti." "bazı şeyler asla değişmez." siyah gözlerindeki arzu okunabiliyordu. leah'i biraz daha kendisine çekerek başparmağını çenesinin üzerinde gezdirdi. hunter'ın bu nazik okşayışı leah'i titretti. her zaman ona çok nazik davranmıştı. bir kadının ihtiyaçlarını bilen, bunu güçlü bir tutkuyla birleştiren bir âşık olarak onunla sevişmek, leah'ın asla unutamayacağı bir deneyim olmuştu. bu duygulara yenilmek, onun hâlâ kendisini sevdiğine inanmak. çok çekici bulduğu bir fanteziydi. "sana çok güzel anlar yaşatabilirim." dedi hunter dudakları leah'in kulak memesinden boynunda atan damara inerken. "bunu sana göstermeme izin ver." sütyeninin kopçasını bulup açtı ve ipekli çamaşırını çıkardı. leah gözlerini kapamış, nefes alışları hızlanmıştı. daha önceki deneyimlerinden onunla sevişmenin harika olacağını biliyordu. ama onu endişelendiren ertesi sabah hunter'ın amacına. hem çiftliği hem de onu kazanmaya bir adım daha yaklaşmış olacağını bilmekti. hunter göğsünü kavradığında kalbi çılgınca atmaya başladı. bir an, teslim olup duygularını serbest bırakmakla savaşmak arasında kararsız kaldı. çünkü eğer kendisini ondan koruyamazsa, çiftliği ve bakmakla yükümlü olduğu kişileri nasıl koruyacaktı? huzursuzca kıpırdandı. "çok hızlı gidiyorsun." dedi alçak sesle. "yavaş olacağız. her zaman durabiliriz." ama bunu yapmayı istemeyeceğiz. bu dile getirilmeyen sözler havada asılı kaldı. söylemese bile hunter'ın ne düşündüğü o kadar acıktı ki, leah titredi. hunter geri çekilerek ceketini ve kravatını çıkardı. gömleğinin düğmelerini açarak leah'ı kollarına aldı ve yatağa taşıdı. onu yatırdıktan sonra yanına uzandı.

insan

yuval noah harari

insanlar bilinmeyenden korktukları için değişimden kaçınırlar. ancak tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğidir.

insan türünün geçtiğimiz yıllarda yaşadığı şartlardaki belirleyici iyileşmeler, biraz daha kanaatkâr bir tavır yerine daha büyük beklentilere dönüştü. bu konuda önlemler almazsak gelecekteki kazanımlarımız bizi her zamankinden daha da doyumsuz hale getirecek.

bilim insanları beyindeki belirli bir bölgede bir elektrik fırtınası koptuğunda öfkelendiğinizi, bu fırtına dinip başka bir alan aydınlandığında âşık olduğunuzu biliyor artık. hatta doğru nöronları uyardıklarında aşk ya da öfke hissetmenizi bile sağlayabiliyorlar.

zihnimiz hazların geçici ve anlamsız titreşimlerden ibaret olduğunu kavradığında, duyduğumuz arzuyu da kaybederiz. hızla ortaya çıkıp kaybolan bir şeyin peşinde koşmanın ne anlamı olabilir?

bu sürecin çoktan hastanelerin geriatri bölümlerinde işlemeye başladığını görebilirsiniz. insan hayatının kutsallığına sarsılmaz bir inançla bağlı hümanist bakış yüzünden insanları " bunun nesi kutsal?" diye sormak zorunda bırakan acınası bir seviyeye varana dek onları hayatta tutuyoruz.

hassasiyetiniz olmayan bir konuyu deneyimleyemezsiniz, tıpkı uzun bir deneyimleme sürecinden geçmeden hassasiyet geliştiremeyeceğiniz gibi.

insan budur işte; kötü maddi bir ruha sıkışmış iyi bir ruh.

insan bir şempanzeden ya da kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da daha becerikli parmakları var diye değil, homo sapiens kalabalık gruplarla bile esnek iş birliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor.

insan toplumları değer yargıları olmadan ayakta kalamazlar.

modern kültür büyük kozmik bir plana duyulan inancı reddeder. hayattan daha üstün bir dramada yerimiz olmadığı kanısındadır. hayat bir senaryo, bir tiyatro değildir; yönetmeni, yapımcısı ve anlamı da yoktur. bilimsel bilgilerimiz ışığında söyleyebileceğimiz tek şey, evrenin hengameden ibaret ama hiçbir anlam taşımayan amaçsız bir süreç olduğudur. minicik bir gezegendeki kısacık varlığımızla, o veya bu şekilde böbürlenip söylenip sonra da göçer gideriz.

14.07.2008

arzu evi

cem uzungüneş



cenneti elbet biz yaratacağız
üstümüzdeki yarı saydam naylondan
bu uhrevi sera etkisinden
mutlak bir mutluluk düşünden
kurtulduğumuz zaman
ruhumuzla tenimizi barıştırdığımız zaman

yaşamın mucize olduğu
yerlerde gezendir bir kelebek avcısı
ölümsüz renklerini saptamak için
kısacık ömürlü kelebekleri değil
"kelebek valslerini" öldürmek zorundasın

mutsuzluğun geri çağırdığı tutku yaşantıları

memnuniyetin tuhaf bir aurası vardır
iki kişi arasında bile bir aşk üçgeni vardır

fark ettin mi
yağmur yağarken her şey başka bir şeyi ima ediyor

batık bir şehrin içindeyiz; şimdiki zaman içindeyiz

giderek bir tılsımlı an'ı kollayan
bir bahane olarak yaşıyor insan

doğru insan

bryan stanley turner / georg stauth

entelektüelleşme ve rasyonelleşme, felsefecilerin oluştan aldıkları intikamdır.

modern dünyada ahlaki olarak doğru insan, kendi kişisel istemini bütünün genelliğine ve refahına "feda eden" insandır.

zayıfların gerçek öfke ve hınç duygularını yanlış bir ahlakın yaldızlarının arkasında gizlediklerini belirten nietzsche'nin hınç duygusuna dair analizi, freud'un aktarma ve yüceltme üzerine olan görüşlerinin kimi temellerini hazırlamıştır. zayıflar, barındırdıkları şiddeti kamusal düzlemde dışavuramamalarından ötürü, sahici dışavurumun ikamesi olarak nevrozu ve hastalığı yaratır.

nietzsche, vicdan azabı (suçluluk) nosyonunu geliştirdi ve bu vicdanı, insanların içgüdüsel yaşamları nedeniyle yakalandıkları hastalığın kaynağı olarak değerlendirdi. nietzsche, kendilerini dışa doğru boşaltamayan içgüdülerin sonuçta nevroz ve hastalığı yaratan bir içselleştirme süreci yoluyla içe döndürüldüklerini savundu. zevkin yadsınması, suçluluğun ve "medeniyet" dediğimiz şeyin temeli haline geldi.

bir malın değeri, bireylerin böyle bir mala duydukları ihtiyacı doyurabilmek için bu malın elde edilmesine tahsis etmeye hazır oldukları harcama miktarınca belirlenir. marjinal fayda, araçların kıtlığı yoluyla, bir isteğin doyurulmasına rasyonel olarak tahsis edilen ekstra çaba birimidir.

müzisyen

erik orsenna

müzik de bir tür soyluluktur.

kral bile olsalar, amatörlerin tellerden çıkardıkları gıcırtılar, hırıltılar, en alışkın kulakları bile tırmalar niteliktedir.

bir müzisyen, tanrı'ya, müziğe, italyan konteslerine ve çalgı çalabildiğine şükran duymaktan başka ne yapabilir? bir sır verir gibi usulca çalmak. yavaş yavaş dünyanın gürültüsü uzaklaşır. insan kendini yalnız, seçilmiş, güvende hisseder. gitar ıssız adalar yaratmasını bilir.

gitar dünya kadar yaşlıdır. kanunların genellikle gerçeği maskelediğini ve en iyi görünenlerin, aslında içlerinde en kötüyü de barındırabileceğini bilir.

tabii ki gitar köleliğin bitişini dört elle alkışladı. ama o, bir yeni yetme değildir. gitar dünya kadar yaşlıdır. kanunların genellikle gerçeği maskelediğini ve en iyi görünenlerin, aslında içlerinde en kötüyü de barındırabileceğini bilir.

eğer teninin rengi kötüyse dans eden parmaklara ihtiyacın vardır. dans eden parmaklar müzik üretirler. ve müzikte derinin renginin önemi yoktur.

tanışmalar, tokalaşmalar, anılar.. müzik başlangıçların yardımcısıdır. aynı kapalı ışığın çekingen bir çiftin ilk sevişmesine yardımcı olduğu gibi. ne sözcüklere, ne hareketlere ne de hatta gülümsemelere gerek kalır. bir nota, bir akor yeterlidir; bir başkası ona yanıt verir, her şey düğümlenir, sarmaş dolaş olur: iş bitmiştir.

13.07.2008

bedel

baltasar gracian

uygulama ve yetenek olmaksızın hiçbir mevkiye ulaşılmaz; ancak bu ikisi birleştiği zaman en yükseklere erişilir. bazen orta zekalı insanlar sadece eylem içinde oldukları için, oturduğu yerde oturan üstün insanlardan daha başarılıdırlar. çalışmak itibarın bedelidir. bedeli az olanın değeri de düşüktür. en yüksek mevkilere ulaşmanın önünde, uygulama eksikliği sık sık, yetenek eksikliği ise nadiren bir engel teşkil eder. mütevazı bir işte şöhret ve saygınlık kazanmaktansa büyük işlerde ortalama bir başarı yakalamayı tercih etmek, en azından asil bir zihnin göstergesidir. fakat en yükseklerde parlayabilecekken, ortalama bir başarıyla tatmin olmak bu şekilde mazur gösterilemez. dolayısıyla hem doğal yeteneğe hem de onu işleme becerisine ihtiyaç vardır, uygulama ise insanı bütünlüğe eriştir.

güz sona erse

archibald macleish


bu tatlı mevsim, ağaçlarla uzayan
gecenin geç saatleri sona erse
düşen elmaların kokusu, yolların tozu
yakınlarda bir yerdeki su, bana değen
suyun kokusu; bütün bunların sonu gelse
yokluğuna katlanabilirdim gecede
ellerin erişemediği yerdeki eller, çağrılan
adın ve buna adımla karşılık verilmemesi
görülen ama gözle görülmeyen görüntü
katlanabilirdim bütün bunlara
güz sona erseydi ve o soğuk ışık gelseydi tek

buzdan kılıçlar

latife tekin

yoksulların ruhları en iyi birbirleriyle tanışır ve anlaşırlar. yoksulluk ölüm kadar kesin ve keskin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlar.

karnımızı doyurmak için çırpındığımız her an'ı eşyalarımızda dondurup saklamamız boşuna değildir. soluk alıp verdiğimizi, geçmişte de varolduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz. bedenlerimizi ve ruhlarımızı dünyanın saldırılarından korumak için kurduğumuz şaşırtıcı, mucizevi savunma sistemimizin kıymetli bir parçasıdır dekorlarımız.

parasızlar her istasyonda donarlar.

kendilerini yaşadıklarına inandırmak zorunda kalan insanların dünyasında hayatın araçları gerçekliklerinden sıyrılır. yoksullar onları boşluklarında durmaksızın çınlayan bir ses olarak duyarlar.

dünyanın uzayla ilişkisinin nasıl haddi hesabı yoksa, insanın dünyayla ilişkisinde de durum aynen budur.

kimi çift yıldızlar alabildiğine büyük olduğu için birbirlerinden uzak düşmek gibi bir kaderi paylaşmışlardır. çift yıldızlar küçük küçükse birbirlerine sürekli olarak daha yakın dururlar.

hayat; inanç, sessizlik ve çalışmayla gelişir.

bir insan basit bir şey değildi. dışardan petek gibi düzlenmiş görülüyordu ama içinde patlamaya hazır fırtınalar gizleniyordu. ruhumuzdaki rüzgar akıl ve mantıktan bağımsız eserek psikoloji dediğimiz şeyi yaratmaktaydı. kişi davranışlarının maddiyatla muazzam irtibatı vardı. insan sokakta ne görüyorsa içinde istemese dahi aynen o yönde bina kuruluyordu. arzu, kesinliği olan manyetik bir dalgaydı. ona hükmedilemiyordu.

insanın kendine dahi uzak olduğu bir an oluyor.

dünyada, parayı görünce kendini tanıyamayan çok insan vardır.

yoksulların dünyasının dışarıya açılan camı yoktur.

keşke zamanda aşkı öldüren zehirli bir yan bulunmasaydı..

darda olduğu her halinden belli olan bir kadın, para kabul etmiyorsa, kendine büyük inancı var demektir.

yoksulların yüzyıllardır dünyaya karşı kalkan olarak kullandıkları serap, başkalarının hayatıdır.

kendilerine dair olanı, kendilerine ait olmayan seslerin yankısını giyinmek suretiyle korudular.

varolan her türlü madde enerjidir. her şey değişim halindedir. insan enerjinin kütleleşmiş şeklidir. maddenin olmadığı yerde yer yoktur. uzaklık ve yakınlık hiç yoktur.

sempati, kalbin aşktan sonra gelen en muazzam duygusudur.

yokluğun gözünden görünen dünya sessizliğin sislerinde yitip gitti.

12.07.2008

açık

behçet necatigil


geceleri korkulu yollara gittiniz mi
biz çok şeyi vakit yok pek kısa geçiyoruz
limanda bilinen gemiler oysa açıklardadır
kullanırız bir sözü ama hangi anlamda

insan duyar bir yerde birdenbire uyanıp
bir elin ışığı neden söndürdüğünü
yandaki odalarda her zaman hasta vardır
sağır duvarlarda eski inilti
şiirlere üşenmemiz bir yerde iyidir
hiç işittiniz miydi

bir toz çizer havada, uzunca bir eğri
ayağına, belki kader, geçmiş gün, bir kadının
düşer bir karanfil.. (neyse kısa keselim)
soğurken bir ölü, çok ince bir eli
tutup ısıttınız mı

aşınmış tahtaları kim yeniler gelince
döner azdan başımız, sonra uzar ıssız kır
bir bizdik san sen, oysa gelir hep biri
kurar yeni barınak kullanıp aynı taşları
yani ne mi diyorum, çok kurak tarla
çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları

11.07.2008

kötülük problemi

jean meslier

tanrı her şeyin yaratıcısıdır derler; bununla birlikte kötülüğün tanrı'dan gelmediği de iddia edilir. o halde kötülük nereden geliyor? insanlardan mı? peki ama insanları kim yarattı? tanrı yarattı; o halde kötülük tanrı'dan geliyor demektir. eğer tanrı insanları şimdi oldukları gibi yaratmamış olsaydı, dünyada ahlak bozukluğu ya da günah olmazdı.

şeytan semavi din için, en azından tanrı kadar gereklidir. semavi dinler; rahipler, hocalar, hahamlar vb. tanrı'yla şeytan arasındaki bozukluktan çok hoşnutturlar. iki düşman arasında bir uzlaşmaya aracılık etmeyecek ölçüde hoşnutturlar. varlıkları ve gelirleri bu iki düşmanın çatışmaları, düşmanlıkları üzerine kurulmuştur.

insanlar baştan çıkarmaya ve günah işlemeye yöneltilmezse, rahiplerin yönetimi ve gücü, insanlar için gereksiz olur. manicilik bütün dinlerin kuşkusuz eksenidir; ancak ne çare ki, tanrısallığı, kötülük kuruntusunda haklı çıkarmak için icat edilen şeytan, göksel düşmanının aczini ya da beceriksizliğini bize her an her dakika kanıtlar.

"insan yalnız yaptığı kötülükten değil, yapabildiği halde yapmadığı iyilikten de sorumludur."

yasaklamaya muktedir olduğu hataları suçlayan ve cezalandıran bir tanrı, benliğinde budalalıkla zulmü birleştirmiş bir delidir.

oluşmasını yasaklayabileceği kabahatleri suçlayan bir tanrı, insafı, iyiliği ve doğruluğu olmayan bir varlıktır. öngörülü bir tanrı, kabahatin önüne geçer ve böylece kendisini kabahati suçlama sıkıntısından da uzak tutar. kerim bir tanrı insan tabiatının gereği olduğunu bildiği zayıflıkları, günahları cezalandırmaz. adil bir tanrı, eğer insanı yaratmışsa, gelip geçici isteklerine direnecek derecede metin olarak yaratmamış olduğu için, yarattığını cezalandırmaz. zayıflıkları suç saymak, zorba yönetimlerin en zalim olanıdır.

bilinen bir kötülüğe göz yummak ya zayıflık ya kararsızlık ya da danışıklılık belirtisidir. yasaklamak gücüne sahip olduğu bir kötülüğe göz yummak, kötülüğün yapılmasına razı olmaktır.

hiç kimse tanrı'nın adaleti hakkında kuşkuya düşmeye cesaret etmiyor; bununla birlikte adil bir tanrı'nın hakimiyeti altında adaletsizlikten, zulümden başka bir şey görülmüyor. kuvvet, kavimlerin alın yazısına hakim oluyor; hakkaniyet dünyadan sürülmüş gibi görünüyor. birkaç kişi bütün insanların rahatını, mallarını, özgürlüğünü ve hayatını cezaya çarpılmaksızın kendine oyuncak ediyor. "tanrı tarafından yönetilen" bu alemde her şey bozuk ve karmakarışıktır.

hayvanların öteki türlere karşı zulüm ve saldırganlıklarının nedeni açlık ve beslenme ihtiyacıdır. insanın insana karşı zulüm ve saldırganlığının nedeni ise, efendilerinin kavga çıkarmak isteğinden, açgözlülüğünden ve saygısız, batıl inançlarının azgınlığından başka bir şey değildir.

her çıplak gözün de rahatlıkla görebileceği gibi, sonsuz erdeme sahip olan tanrı bu kadar açık bir adaletsizliği yaratamaz, kutsayamaz ve ayakta tutamaz.

her ne zaman bu yeryüzünün neresinde göz gezdirecek olsam vahşi ve uygar insanı, "lütfü rabbani" ile sürekli bir mücadele içinde görürüm. tanrısal lütfün kasırgalarla, fırtınalarla, donlarla, dolularla, su baskınlarıyla, kuraklıklarla, insanın çalışmasını çoğu kez yararsız kılan ve emeklerini berhava eden afetlerle yönelttiği darbelere karşı, insan, savunma durumu almak zorundadır. sözün kısası, insan türünün mutluluk nedenini hazırlamakla meşgul olduğu iddia edilen bu tanrısal lütfun kötülük dolaplarından korunmak için insanoğlunun durmadan meşgul bulunduğunu görüyorum.

yeryüzünde hiçbir insan, evlatlarının %99'u için, gerek süresi ve gerek şiddeti itibariyle sonsuz cezalar, süresiz azap ve eziyetler veren bir tanrı hakkında en küçük bir sevgi kırıntısı bile besleyemez.

doğada bir tek adam var mıdır ki, hemcinsim demiyorum, herhangi bir duygulu varlığı, kin olmaksızın, misilleme olmaksızın, merak etmeksizin ve hiçbir korkusu olmaksızın, yani kendini koruma durumunda bulunmaksızın, soğukkanlılıkla üzmek isteyecek kadar kendisini zalim hissetsin? böyle bir varlık, sizin ilkelerinize göre insanların en kötülerinden daha kötüdür.

paganizm'in bitmesinden sonra, sağlam inanışa muhalif saydıkları bir görüş, bir anlayış tarzı her ortaya çıktığında, kavimler çıldırmayı, öfkeli delilikler geçirmeyi alışkanlık haline getirdiler. görünüşte, yararlı güzel işlerden, uyumdan, barıştan başka bir şey getirmeyen bir dinin mensupları, hocalar, ruhaniler, kardeşlerini yok etmeye kışkırttıkça, yamyamlardan ya da vahşilerden daha kan dökücü olmuşlardır. tanrısallığın hoşuna gitmek ya da gazabını yatıştırmak için, insanların işlemeyeceği hiçbir cinayet yoktur.

din, kan dökücülüğü meşrulaştırarak acımasızlık dizginini gevşetir ve ilahi amaçlar için gerekli olabileceğini öğreterek cinayeti mübah kılar.

pascal der ki, "insan, kötülüğü yanlış bir vicdan ilkesiyle yaptığı zaman olduğu kadar, hiçbir zaman tam bir zevkle yapmaz."

halkın kan dökücülük dizginini gevşeten ve en kara cinayetlerini gözünde haklı gösteren bir din kadar tehlikeli bir şey yoktur. kendisine, çıkarlarının her eylemi meşrulaştırdığı söylenen bir tanrı tarafından izin verildiğine inanan halk, kötülüklerine artık sınır çekmez. din mi söz konusu oluyor? o zaman en uygar kavimler bile hemen tekrar gerçek vahşiler olur ve kendisi için her şeyin mübah olduğuna inanır.

ne kadar zalimce hareket etseler, tanrılarının davasını ne kadar çok hararetle savunsalar tanrılarının o kadar beğenisini kazanacaklarını, o kadar hoşuna gideceklerini varsayarlar.

dünyanın bütün dinleri, hadsiz hesapsız cinayetlere izin vermiştir. yahudiler, tanrılarının vaadiyle sarhoş olarak, bazı milletleri bir kişi kalmayıncaya kadar yok etme hakkını benimsediler. ilahlarının kehanetleri üzerine dayanan romalılar, dünyayı haydutça ele geçirdiler ve kırıp döktüler. ilahi peygamberleri tarafından yüreklendirilen araplar, hristiyanları ve putperestleri kılıçtan ve ateşten geçirdiler. hristiyanlar, sözde kutsal dinlerini yaymak bahanesiyle yerkürenin her iki yarısını da yüz kez kana boyadılar.

insanlara; "tanrısallık bu dünyada cinayetleri cezalandırır." demek, tecrübenin her gün yalanladığı bir iddiada bulunmaktır. insanların en kötüleri, genellikle dünyada keyfince hüküm sürenler ve şansı tarafından nimet ve bağışlara boğulan kimselerdir, tanrı'nın hakimlerin en güçlüsü olduğuna inandırmak için, bizi ahirete sevk etmek, yani "tanrı kötülerin cezasını ahirette verir." demek ise, kuşku götürmez olayları, kesin emirleri yok etmek kastıyla, bizi varsayımlar peşinde koşturmaktan başka bir şey değildir.

ey insanlar! siz hâlâ vahşisiniz! ey insanlar! din konusu açılır açılmaz, sizler birer çocuktan başka bir şey değilsiniz!

din pandora'nın kutusudur ve bu uğursuz kutu açılmıştır. 

din, her dönemde, insan ruhunu karanlıklarla doldurmaktan, gerçek bağlılık ve ilişkileri, gerçek görevleri, gerçek çıkarları hakkında, onu tam bir cehalet içinde bulundurmaktan başka bir şey yapmamıştır.

10.07.2008

kötülük

boethius

"tanrının her şeye gücü yettiğinden hiç kimse şüphe etmez."

- aklını yitirmedikçe kimsenin şüphesi olamaz.

"her şeye gücü yeten bir varlığın yapamayacağı hiçbir şey de yoktur."

- hiçbir şey yoktur.

"o halde tanrı kötülük yapabilir mi?"

- hayır.

"öyleyse yapamayacağı hiçbir şey olmayan tanrı kötülük yapamıyorsa kötülük yoktur."

8.07.2008

sınıf arkadaşları

cevdet kudret

yeryüzünde insanoğlunun alışamayacağı hiçbir şey yoktur.

j.j. rousseau: insan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.

biz insanlar gülünç varlıklarız; zavallı, küçük, aciz.. bulunduğumuz yerden bir karış yükselmek için didinir dururuz. kimisi bir müdür sandalyesi için didinir, kimisi bir umum müdür sandalyesi için, kimisi.. kimisi bütün dünyayı ele geçirmeye uğraşır. oysa dünya dediğin ne? küçücük bir yuvarlak. ya onun içindeki insan? bir zerre bile değil. böyle olduğu halde, daha da küçülmek için elimizden geleni yapıyoruz.

la rochefoucauld: nehirler nasıl denize dökülürlerse, erdemler de menfaat denizinde öyle kaybolurlar.

genç adam dersten sonra bu konu üzerinde uzun uzun düşündü. çocukların kafasına bir sanatın sadece tarihini, tekniğini, türlerini yığmanın verdiği sonucu kendi gözleriyle görmüştü. onlarda şiir yazmak için gereken her şey vardı; yalnız zevk yoktu; zevk denen şey de öğretilemez, sadece sezdirilebilirdi. genç öğretmen, tutması gereken yolu anlamıştı: çocuklara kurallar değil, eserler okutacaktı. okuldaki kitapları görmek için kitaplığa doğru yürüdü.

dante: sefalet zamanında mutlu anları hatırlamaktan daha büyük acı yoktur.

hayatında bir kere kötülük etmeyegör, arkandan ikincisi, üçüncüsü, derken çorap söküğü gibi gider. kötülük ede ede insanın sinirlerinin uçları kütleşir, artık zamanla hiçbir şey duymaz olur.

moliere: benden daha iyi bilirsiniz ki, ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bütün kapıları açan anahtar, paradır. nice insanların başlarını döndüren o canım maden, savaşta olduğu gibi aşkta da zaferleri kolaylaştırır.

insan kafası ne tuhaf şey! en münasebetsiz bir zamanda en münasebetsiz şeyleri düşünür.

dostoyevski: ben prensip bakımından yardımların aleyhindeyim. çünkü yardım, ıstırabın kökünü kazımaz; bir süre daha sürüklenmesine hizmet eder.

montaigne: şiirin orta hallisi ya da kötüsü için kurallar, ustalıklar bir ölçü olabilir; ama iyisi, yükseği, olağanüstüsü aklın kurallarını aşar.

dünyada başarılamayacak iş yoktur. eğer üstüne düşerseniz pekala yaparsınız.

john steinbeck: mal, insan demektir; ondan daha kuvvetlidir ve insan küçüktür, büyük değildir. yalnız, insanın malları kendisinden büyüktür ve insan, malının uşağıdır.

kazanç gökten inmez; bir başkasının kaybından kazanılır.

j.j. rousseau: zorbalık yönetimi, uyrukları mutlu etmek amacıyla yönetmek yerine, hükmetmek için onları sefil hale sokar.

ticaret hayatında büyük kazançlar parayla değil, dostlukla elde edilir.

montaigne: dünyanın en yüksek tahtına da çıksak, yine kendi kıçımızla oturacağız.

"günümüzü daha iyi kavramak için dünü iyi bilmek gerekir."

maeterlinck: bir felaket haberi verirken son sözcükleri izleyen sessizlikten öyle korkarım ki.. insanın kalbi işte o zaman parçalanır.

her işte böyledir: insan, diplomasız asistan olamaz fakat profesör olur; kaymakam olamaz fakat vali olur; katip olamaz fakat mebus olur.

silone: gençlik hayalleri şiirdir; hayatın kendisi ise nesir.

silahlara veda

ernest hemingway

o yıl, yazın sonlarına doğru, ırmağa, ovaya, dağlara açılan bir evde oturuyorduk köyün birinde. ırmağın yatağında çakıllar vardı, kaya parçaları, güneşin altında kuru ve ak, su duruyordu, mavi mavi kayıp gidiyordu yatağında. bölük bölük askerler geçerdi evin önünden, yoldan aşağı giderlerdi, kaldırdıkları toz ağaçların yapraklarına konardı. ağaçların gövdeleri de tozluydu, o yıl yapraklar erken düşmeye başlamıştı, yol boyunca yürüyen bölük bölük askerler görürdük; toz duman olurdu ortalık; meltemin titrettiği düşen yapraklar, yürüyen askerler görürdük, derken yaprakla kaplı çıplak beyaz yolu.

ova ürün yatağıydı, sürü sürü yemiş bahçeleri vardı, ovanın ötesindeki dağlar kahverengiydi, çıplaktı. dağlarda savaş vardı, geceleyin topçu alevlerini görürdük. karanlıkta çakan yaz şimşekleri gibiydi; geceler serindi ama, fırtına kopacağa da benzemiyordu pek.

kimi zaman, karanlıkta, pencerenin altından geçen askerleri ve topçekerlerin arkasından giden topların sesini duyardık. geceleyin trafik gürültüsü bitip tükenmek bilmezdi hiç: heybelerinin gözleri cephane kutuları dolu bir sürü katır geçerdi yoldan; insan taşıyan kurşuni kamyonlar vardı, üstleri yelken beziyle kaplı, yüklü kamyonlar vardı; bunlar daha yavaş giderdi ötekilerden.

topçekerlerin arkasından kocaman toplar geçerdi gündüzün, topların uzun namluları, topçekerlerin üstüne serilen asmalarla, yeşil dallarla, yeşil yapraklı dallarla kaplıydı. kuzeye doğru, bir vadinin ötesinde, bir kestane ormanı vardı; onun arkasında, ırmağın beri yanında bir başka dağ daha. o dağ için de çarpışılıyordu; ama başarı elde edilemiyordu, sonbaharda yağmurlar başlayınca bütün yapraklar kestane ağaçlarından düştüler, dallar çıplak kaldı, gövdelerini de yağmur kararttı. bağlar sıskalaştı, asma dalları soyundu, derken güz her yeri kapladı; ıslak, kahverengi ve ölü. ırmağın üzerinde sis vardı, dağın üstünde bulutlar, kamyonlar çamur sıçratıyordu yollarda, askerler de pelerinlerinin altında, palaskalarının önünde iki meşin fişeklik, içinde 6.5 mm uzun ince kurşunlar olan, kurşuni renkte meşin kutular, pelerinlerinin altından kabarıyorlardı; öyle ki yolda geçerken görseniz altı aylık gebe sanırdınız.

küçük kurşuni arabalar vardı; pek hızlı geçerlerdi; çoğu zaman şoförün yanında bir subay otururdu, arkada da başka subaylar. bu arabalar kamyonlardan daha çok çamur sıçratırdı; arkada, yüzü ayırt edilemeyecek kadar küçük, kasketinin tepesiyle daracık sırtından başka görünen yanı olmayan, iki general arasına sıkışmış birini gördünüz mü, hele arabası da özel bir hızla sürülüyorsa, bilinsin ki kral'dı o. udine'de oturur, hemen her gün bu yoldan gelir, işlerin nasıl gittiğine bakardı. işler de pek kötü gidiyordu. kışın başlangıcında bitmez tükenmez yağmurlar geldi, yağmurlarla da kolera. ama önlenmişti; sonunda ancak yedi bin kişi öldü.

kelebek etkisi

douglas adams

evrendeki her bir parçacık, öteki parçacıkları ne kadar hafif ve dolaylı olsa da etkiler. her şey her şeyle ilişkilidir. çin'de bir kelebeğin kanatlarını çırpması, bir atlantik kasırgasının yönüne etki yapabilir.

eğer bir masa bacağını bana anlamlı gelebilecek veya masaya anlamlı gelebilecek bir şekilde sorgulayabilseydim, o zaman evrendeki herhangi bir sorunun yanıtını bana verebilirdi. tamamen şans eseri seçilmiş birisine aklıma gelen rastgele bir soruyu sorabilirim ve onun yanıtı veya soruyu yanıtsız bırakması, üzerinde çözüm aradığım sorunla bir şekilde ilintili olacaktır. bu sadece yorumlamayı nasıl yapacağını bilmek sorunudur.

7.07.2008

kaygı

ayn rand

kaygı, duygusal rezervlerin ziyan edilmesidir.

"hayatını seven onu kaybeder; bu dünyadaki hayatından nefret eden, ona ebediyete kadar sahip olur."

hayatta iki şey vardır ki onlardan erkenden kurtulmak gerekir. biri kişisel üstünlük duygusu, öteki de cinsiyete karşı olan abartılı saygımız.

insanlığın yozlaşmışlığından kaçamazsın.

eğer en büyük kaygın, nasıl düşündüğün, neler hissettiğin, neye sahip olup neye sahip olmadığınsa bencil biri olarak kalmışsın demektir.

insanlar aşağıya kayan birini asla bağışlamaz.

insanlar ancak diğer insanlarla ilişkileri açısından önemlidir. yararlılıkları açısından, sundukları hizmetler açısından. bunu tümüyle anlamadıkça bir mutsuzluktan diğerine kayarsın.

dürüstlük en iyi politikadır.

insanlara soylu görevler yüklerseniz sıkılıp bunalırlar; ama onları eğlendirmeye kalktığınızda da utanırlar. bu ikisini birleştirmeyi başardığınız anda onları ele geçirdiniz demektir.

özsaygı peşinde koşmak onun yokluğuna işaret eder.

ermişlerle dervişler ancak maddesel şeyleri feda eder. ruhun kurtulması için küçük bir fiyattır bu. ruhunu kendine saklar, dünyasal şeyleri feda eder.

bir şeyi gerçekten istemek çok büyük sorumluluktur.

her şeye ihanet edilebilir, herkes bağışlanabilir. ama kendi büyüklüklerinin cesaretine sahip olmayanlar bağışlanmaz.

therese raquin

emile zola

ufukta sefaletin belirdiğini görünce düşünmeye başladı. yoksunluklar karşısında korku duyuyordu. sanatın getireceği en büyük onur uğruna bir tek gün aç kalmaya razı olamazdı. güçlü arzularını hiçbir zaman gideremeyeceğini fark ettiği gün, kendi deyişiyle, resmi bir yana bırakıverdi.

tehlikenin gözünün içine baktın mı onun sana zararı dokunmaz.

kocayı öldürürse daha az tehlikeye giriyordu. hiçbir rezalet çıkarmayacak, yalnızca bir insanı itip yerine kendisi geçecekti. hayvanca köylü mantığı bu çareyi kusursuz, doğal buluyordu. doğuştan sahip olduğu ihtiyat da ona böyle çarçabuk bir önlem almayı öğütlüyordu.

 bir güz akşamı kadar hüzünlü sakinlikte hiçbir şey yoktur. ışıklar, ürpertili havada donuklaşır, yaşlanmış ağaçlar yapraklarını dökerler, yazın ateşli aydınlıklarıyla kavrulan kırlar, ilk soğuk rüzgarlarla birlikte ölümün geldiğini hissederler. göklerde, umutsuzluklarla sızlanan soluklar vardır. gece, loşluğunun içinde kefenler getirerek, ta yükseklerden iner.

bir kan ve şehvet akrabalığı kurulmuştu aralarında. aynı ürpertilerle ürperiyorlardı. yürekleri bir çeşit acı zevk duymak için de, acı duymak için de tek bir bedene, tek bir ruha sahip oldular. bu ortaklık, bu karşılıklı kenetleniş, bir psikoloji ve fizyoloji olayıdır; büyük sinir sarsıntılarının şiddetle birbirine çarptığı kimselerde sık sık görülür.

düşüne taşına hep şu sonuca varıyordu: en büyük mutluluk, hiçbir iş yapmamaktı. o zaman thérèse'le evlenip sonra hiçbir iş yapmamak için camille'i suda boğduğunu anımsıyordu. metresine tek başına sahip olma arzusu da, işlediği cinayette büyük rol oynamıştı. kuşkusuz; ama katil oluşunun asıl nedeni; camille'in yerine geçmek, onun gibi kendine baktırmak, sürekli bir mutluluğun sefasını sürmekti. kendisine bu işi yalnız sevgi yaptırmış olsaydı, bu kadar korkaklık, bu kadar ihtiyat göstermezdi. doğrusu şu ki, cinayet işleyerek sakin, işsiz güçsüz bir yaşam sürmeyi, iştahlarının sürekli olarak doyumunu sağlamayı hedef tutmuştu.

insanın yüreğinde yer eden güçlü duyguların tuhaf alınganlıkları vardır. bayan raquin, genç dulu bir yabancının öptüğünü görse, oturup ağlardı. fakat gelinini oğlunun eski arkadaşının öpüşlerine, sevişlerine terk edeceğini düşünerek hiçbir isyan duymuyordu. bu işi, deyim yerindeyse, aile içinde kalıp çözüme bağlanmış saymaktaydı.

evlenme hazırlıkları çabuklaştırıldı. işlemler olasıya kısa tutuldu. herkes laurent'ı thérèse'in odasına itmekte acele ediyordu sanki. beklenen gün sonunda geldi.

belirli koşullar yüzünden birtakım yapılarda oluşan değişiklikleri incelemek, meraklı bir şeydir. tende başlayan bu değişiklikler, az zaman sonra beyine, bireyin tümüne geçer.

son enerjilerini geriyordu ama boşuna: dilini soğuk soğuk damağına yapışmış hissediyor, kendisini ölümün pençesinden kurtaramıyordu. bir cesedin aczi içinde kaskatı kesilmişti. duyguları, derin uyku haline girip öldü sanılarak gömülen bir insanınkilere benziyordu: teninin bağlarıyla kıskıvrak bağlı olan böyle bir insan da başının üzerine kürek kürek atılan toprağın boğuk gürültüsünü duyar.

yüreğindeki yıkıntı ise daha korkunç oldu. kendisini bitkinleştiren bir çöküntü hissetti içinde. bütün ömrü mahvolmuş; bütün sevecenlikleri, iyilikleri, özverileri hoyratça yere devrilip ayaklar altında çiğnenmişti.sevgi ve tatlılık dolu bir yaşam sürmüştü. son demlerinde, hayatın sakin mutluluklarına olan inancını mezara götürmek üzereyken bir ses ona: "her şey yalandır, her şey cinayettir." diye bağırmaktaydı. yırtılan bir perde, gördüğünü sandığı sevgilerin, dostlukların ötesinde, korkunç bir kan ve utanç manzarası gösteriyordu ona. küfür edecek halde olsaydı, tanrı'ya küfredecekti. tanrı kendisine yumuşak başlı, iyi bir kızcağız muamelesi ederek, gözlerini sakin bir neşeyle dolu yalancı tablolarla avutarak, altmış yıldan fazla bir zaman aldatmıştı onu. o da aptalca bir sürü şeye budalaca inanarak; gerçek hayatın, tutkuların kanlı çamuru içinde süründüğünü görmeyerek, çocuk gibi yaşamıştı. tanrı fenaydı; ya gerçeği ona daha önce söyleyecek ya da masumlukları, görmezlikleriyle bırakacaktı onu gitsin diye. şimdiyse sevgiyi yadsıyıp, dostluğu yadsıyıp, özveriyi yadsıyıp ölmekten başka yapacağı şey kalmıyordu. var olan sadece cinayetle ahlaksızlıktı.

gelecek umutsuz oldu mu, şimdiki zaman korkunç derecede acılaşır.

karısının kendisini aldatışına hiç aldırdığı yoktu. onun başka bir erkeğin kollarında olduğunu düşünerek kanında ve sinirlerinde hiçbir isyan duymuyordu. tersine, hoş görünüyordu bu ona. sanki bir arkadaşının karısını izlemişti de, bu kadının kocasına oynadığı oyuna gülüyordu. thérèse onun için öylesine yabancı hale gelmişti ki, onun artık gönlünde yaşadığını hissetmiyordu. bir saatlik huzur elde etmek için yüz defa satıp teslim etmeye hazırdı onu.

korkunç acı çekiyorlardı ama, yarayı kızgın bir demirle dağlayarak iyileşmek yürekliliğini kendilerinde bulamıyorlardı.

6.07.2008

ölümcül çareler

donna leon

insanlar görmek istediklerini görürler, anlamak istediklerini anlarlar.

beni yargılayanlar beni ayıplayanlarsa, hiç şansım yok demektir.

voltaire: söylediğinize katılmıyorum; ama bunu söyleme hakkınızı ölümüne savunurum.

her şeyin daha kötüye gittiğini düşündüğüm günler oldu; ayrıca her şeyin daha kötüye gittiğini bildiğim günler de oldu. ama sonra güneş çıktı ve fikrimi değiştirdim.

masa da masaymış ha

edip cansever


adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi seviyordu kimi sevmiyordu
adam masaya onları da koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu

masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu

4.07.2008

yazmak

enis batur

yazmak, okumak, okuyayazmak hâlâ yaralanmaya hazırlanmaktır.

bir gün, geniş kitlelere ulaşan zola, mallarme'ye "azizim" demiş, "aslına bakarsanız, bokla elmas arasında uzun uzadıya bir fark da yoktur." usulca, "öyle" demiş mallarme, "öyle de, biri öbüründen daha az çıkar."

ben, kültür dünyamızın ciddi açmazlarından biri sayıyorum ciddiyetten boğulma eğilimini. harfler bazen coşkulu, neşeli, matrak olmak da isterler.

claude levi-strauss: herkesin yazmayı bilmesi neredeyse doğal görünüyor günümüz insanına; ne var ki gelişkin toplumlarda bile yeni bir olgudur bu, kalıcı bir olgu olacağı da kesin değildir.

böyledir yazı: safkan yalnızlığından kendi küçük mahşerine uzanır.

milan kundera: kafa yorma, çözümleme olarak yazınsal eleştirinin, sözünü edeceği kitabı birkaç kez okumayı bilen yazınsal eleştirinin yokluğuna toslayan yazarın durumu kadar kötü bir şey yoktur. böyle bir kafa yorma söz konusu olmasaydı romanın tarihinde, bugün ne dostoyevski, ne joyce ne de proust hakkında bir şey bilebilirdik. o romanlar unutulurdu.

herkesin yazar olduğu bir dünyada "kim" okuyacak? kimsenin -herkes yazdığı için- ötekileri okumayacağı bir dünyada yazmanın anlamından ne ölçüde söz edilebilecektir?

3.07.2008

claude eatherly

bertrand russell

bizim allak bullak dünyamızda insanları yaşatma ve öldürme gücünü ellerinde tutanlar, sözde basın ve propaganda özgürlüğünün bulunduğu memleketler halkının hemen hepsini, insanlığın sağ kalmasını önemli gören her adamın deli olması gerektiğine inandırabilecek durumdadırlar.

baştakilerin, hiç değilse amerika'dakilerin gücünü ortaya koyan bir olay son derece ilgi çekicidir: hiroşima'ya bomba atan claude eatherly'nin başına gelenleri söylemek istiyorum. onun durumu, bugünkü dünyada bir insanın çok kez ancak yasayı çiğneyerek korkunç cinayetleri önleyebileceğini gösterir. kendisine, atacağı bombanın ne etkileri olabileceğini söylememişler. yaptığı işin sonuçlarını öğrenince dehşet içinde kalıyor. bu insan yıllarca atom silahlarının korkunçluğu üstüne dikkati çekmek için yasaya aykırı davranışlar gösteriyor ve böylece içindeki suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışıyor. çalışmasa bu duygunun ağırlığı altında ezilecek. baştakiler bu insanın deli sayılması gerektiğine karar veriyorlar ve ruh doktorlarının kurduğu bir komite, şaşılacak bir uyarcılıkla, bu resmi görüşün sorumluluğunu yükleniyor. yaptığına pişman olan eatherly deli sayılıyor.

eatherly'nin neden böyle davrandığını açıklayan bildirilerini okudum. bunlar kendisinin tam bir ruh sağlığı içinde olduğunu açıkça gösteriyor. ama yalancı bir propagandanın gücüne bakın ki hemen herkes, eatherly'nin aklını kaçırdığına inanmıştı. ben de buna inananlar arasındaydım.

hakikat

hüseyin rahmi gürpınar

bazı hakikatler vardır ki söylenmemeleri yeğ sayılır. fakat bu ihtiyat ham kulaklar içindir.

çoğu hakikatlerin aleyhimize çıkmalarından dolayı değil midir ki biz hemen her zaman onları örtmeye uğraşırız.

söylenmemesi yeğ sayılan hiçbir hakikat yoktur. ifşasından korkulanlar hakikat kisvesine sokulan fesatlıklardır. ne ilim ne de alim safsatalardan ürkmez. ürken hayvan, ürküten de onunla aynı durumda olandır. am olmayan kulaklar olgun lakırdı isterler.

2.07.2008

devrimci

marcel cachin

yoksul toplumsal sınıflar içinde, kendi mesleklerine tutkun sanatçılar ve işçiler arasında, benimsedikleri ülkü uğruna her zaman için özveride bulunmaya hazır devrimci emekçiler arasında pek çok materyalist vardır. bu işçilerin arasına girenler, onların yürekliliğine, gücüne ve ilerleme yolundaki çabalarında, öğrenmek konusundaki derin isteklerinde görülen kişisel çıkarı hiçe sayma niteliğine hep saygı göstermişlerdir. tarihe örnek olan onlar değil midir? hitler'in işgal ettiği bütün avrupa ülkelerinde, gestapo cinayetlerine karşı ölünceye değin çarpışan insanlar anımsansın! bütün dünya halklarının kurtuluşunu sağlamak amacıyla yıllardır kurbanlar veren devrimci ulusların tanrısal fedakarlık anlayışı hatırlansın! ah, hayır! bütün bu insanlar ödevleri başında, namus ve şeref içinde yaşayıp öldüler ve dine ihtiyaç duymadılar. ahlakın doruğuna yükseldiler. büyük insanlık ülküsü uğruna, yarının gelişmesi uğruna ölmeyi bilen kişiler; kişisel çıkarlarıyla, cehennem korkusuyla ya da gökteki jandarmanın korkusuyla hareket eden insanlarla karşılaştırılamazlar.