3.08.2012

aşk

alain touraine

aşk, öznenin ortaya çıktığı yerlerden biridir; çünkü ne bilince ne de arzuya, ne psikolojiye ne de tutkuya indirgenir. aşk, öznenin ötekini kabul ederek kendisini, aynı zamanda hem arzu hem de özne olarak keşfetme deneyimi olduğu kadar toplumsal rollerin terk edilmesi ve insanın kendini unutmasıdır da. kişilerarası ilişkide, tıpkı kolektif ilişkilerde olduğu gibi, özne hiçbir zaman dinlenme, denge durumunda değildir; o sürekli mesafeyle birleşme ya da çatışmayla adalet arasında hareket halindedir. öznenin doğası, ilkesi, bilinci yoktur; hiçbir zaman tam olarak aşılamayan direnişlerden geçerek kendisinin yaratılmasına yönelik eylemdir. özne, ben arzusudur.

özneyle kişisel ya da kolektif bağlanma arasındaki bu gerilim tüm toplumsal tutumlarda mevcuttur. öznenin işletmeye bağlanması, kendini giderek artan bir güçle dayatan bir izlektir. japon modeli olarak adlandırılan, bizzat dilde özneye gönderide bulunulmamasına dayanan ve beni kendi olarak, aidiyetleri ve hakkaniyetleriyle tanımlayan modelin karşısında mesleki yetkinliğin, kişiye ait bir mesleki tasarıyla örgütün akılcılığının bir araya getirildiğinde daha büyük olduğu fikri oluşur. bu da en modern üretim örgütlerinde, özellikle de araştırmacıların, eğitmenlerin ve klinikçilerin aynı zamanda hem karmaşık bir üretim sistemiyle bütünleşmek hem de kişisel amaçlarla, özellikle de örgüte değil de "kamu hizmeti"ne, örneğin hastalıkla, cehalet ya da adaletsizlikle mücadeleye bağlanma duygusuyla hareket etmek durumunda oldukları araştırma merkezleri ve hastanelerde daha fazla gözlenir. işletme ruhu ve ahlakına ilişkin reklam nitelikli söylemlerin karşısında işletmeye ve bizzat insanın kendisine karşı duyduğu çifte bağlanma fikri, toplumsal rollerle bağlarını koparmakla, toplumsal ilişkilere ve kolektif etkinliklere bağlanma arasındaki gerekli bağdaşmaya ilişkin genel izleğin somut ifadesidir.

özneye çağrıyla en zor bağdaştırıldığı sanılan ulusal bağlanmadır; çünkü bireyle o bireyin etkinliklerini düzenleyen kolektif bir varlık, yasalar ya da otoriteler arasındaki dengesizlik çok büyüktür. ancak geçmişte sömürgeci olmuş ya da halen olan batılı ülkeler, vatandaşlarını iki deneyim arasındaki kopukluğu daha iyi hissetmeye zorlar. insanların, dilin, manzaranın, çocukluk anılarının içinde büyük bir yer tuttuğu milliyetlerine ilişkin bir iç deneyimleri vardır; ama aynı zamanda geçmişte ya da halen sömürgeleştirilmiş olanların da kendilerine dayattıkları bir ben imgesine de sahiptirler. daha çağdaş terimler kullanacak olursak, kuzey insanları, aynı zamanda da güney insanlarının kendilerine geri yolladıkları bir ben imgesidirler. işte bu nedenle, bizzat sömürgeciler bile, hizmetinde bulundukları yönetime, orduya ya da kiliseye tam bir bağlılık göstermemişlerdir; sömürgeleştirilmiş olanların ilk savunucuları arasında bu tür insanlar vardır.

bağlanmaya ve bağlarını koparmaya duyulan bu iki karşıt eğilim arasında istikrarlı bir denge yoktur; ama dengesiz bir durum olan öznenin gerçek varoluşu da en iyi bu dengesizlik içinde gerçekleşir. özne var olan en güçlü şey, bireyin üstünde ve bilincinin içinde yükselen bir üstben heykeli değildir; bir yandan en büyük talep, öte yandan da olabilecek en kırılgan şeydir.