7.07.2008

therese raquin

emile zola

ufukta sefaletin belirdiğini görünce düşünmeye başladı. yoksunluklar karşısında korku duyuyordu. sanatın getireceği en büyük onur uğruna bir tek gün aç kalmaya razı olamazdı. güçlü arzularını hiçbir zaman gideremeyeceğini fark ettiği gün, kendi deyişiyle, resmi bir yana bırakıverdi.

tehlikenin gözünün içine baktın mı onun sana zararı dokunmaz.

kocayı öldürürse daha az tehlikeye giriyordu. hiçbir rezalet çıkarmayacak, yalnızca bir insanı itip yerine kendisi geçecekti. hayvanca köylü mantığı bu çareyi kusursuz, doğal buluyordu. doğuştan sahip olduğu ihtiyat da ona böyle çarçabuk bir önlem almayı öğütlüyordu.

 bir güz akşamı kadar hüzünlü sakinlikte hiçbir şey yoktur. ışıklar, ürpertili havada donuklaşır, yaşlanmış ağaçlar yapraklarını dökerler, yazın ateşli aydınlıklarıyla kavrulan kırlar, ilk soğuk rüzgarlarla birlikte ölümün geldiğini hissederler. göklerde, umutsuzluklarla sızlanan soluklar vardır. gece, loşluğunun içinde kefenler getirerek, ta yükseklerden iner.

bir kan ve şehvet akrabalığı kurulmuştu aralarında. aynı ürpertilerle ürperiyorlardı. yürekleri bir çeşit acı zevk duymak için de, acı duymak için de tek bir bedene, tek bir ruha sahip oldular. bu ortaklık, bu karşılıklı kenetleniş, bir psikoloji ve fizyoloji olayıdır; büyük sinir sarsıntılarının şiddetle birbirine çarptığı kimselerde sık sık görülür.

düşüne taşına hep şu sonuca varıyordu: en büyük mutluluk, hiçbir iş yapmamaktı. o zaman thérèse'le evlenip sonra hiçbir iş yapmamak için camille'i suda boğduğunu anımsıyordu. metresine tek başına sahip olma arzusu da, işlediği cinayette büyük rol oynamıştı. kuşkusuz; ama katil oluşunun asıl nedeni; camille'in yerine geçmek, onun gibi kendine baktırmak, sürekli bir mutluluğun sefasını sürmekti. kendisine bu işi yalnız sevgi yaptırmış olsaydı, bu kadar korkaklık, bu kadar ihtiyat göstermezdi. doğrusu şu ki, cinayet işleyerek sakin, işsiz güçsüz bir yaşam sürmeyi, iştahlarının sürekli olarak doyumunu sağlamayı hedef tutmuştu.

insanın yüreğinde yer eden güçlü duyguların tuhaf alınganlıkları vardır. bayan raquin, genç dulu bir yabancının öptüğünü görse, oturup ağlardı. fakat gelinini oğlunun eski arkadaşının öpüşlerine, sevişlerine terk edeceğini düşünerek hiçbir isyan duymuyordu. bu işi, deyim yerindeyse, aile içinde kalıp çözüme bağlanmış saymaktaydı.

evlenme hazırlıkları çabuklaştırıldı. işlemler olasıya kısa tutuldu. herkes laurent'ı thérèse'in odasına itmekte acele ediyordu sanki. beklenen gün sonunda geldi.

belirli koşullar yüzünden birtakım yapılarda oluşan değişiklikleri incelemek, meraklı bir şeydir. tende başlayan bu değişiklikler, az zaman sonra beyine, bireyin tümüne geçer.

son enerjilerini geriyordu ama boşuna: dilini soğuk soğuk damağına yapışmış hissediyor, kendisini ölümün pençesinden kurtaramıyordu. bir cesedin aczi içinde kaskatı kesilmişti. duyguları, derin uyku haline girip öldü sanılarak gömülen bir insanınkilere benziyordu: teninin bağlarıyla kıskıvrak bağlı olan böyle bir insan da başının üzerine kürek kürek atılan toprağın boğuk gürültüsünü duyar.

yüreğindeki yıkıntı ise daha korkunç oldu. kendisini bitkinleştiren bir çöküntü hissetti içinde. bütün ömrü mahvolmuş; bütün sevecenlikleri, iyilikleri, özverileri hoyratça yere devrilip ayaklar altında çiğnenmişti.sevgi ve tatlılık dolu bir yaşam sürmüştü. son demlerinde, hayatın sakin mutluluklarına olan inancını mezara götürmek üzereyken bir ses ona: "her şey yalandır, her şey cinayettir." diye bağırmaktaydı. yırtılan bir perde, gördüğünü sandığı sevgilerin, dostlukların ötesinde, korkunç bir kan ve utanç manzarası gösteriyordu ona. küfür edecek halde olsaydı, tanrı'ya küfredecekti. tanrı kendisine yumuşak başlı, iyi bir kızcağız muamelesi ederek, gözlerini sakin bir neşeyle dolu yalancı tablolarla avutarak, altmış yıldan fazla bir zaman aldatmıştı onu. o da aptalca bir sürü şeye budalaca inanarak; gerçek hayatın, tutkuların kanlı çamuru içinde süründüğünü görmeyerek, çocuk gibi yaşamıştı. tanrı fenaydı; ya gerçeği ona daha önce söyleyecek ya da masumlukları, görmezlikleriyle bırakacaktı onu gitsin diye. şimdiyse sevgiyi yadsıyıp, dostluğu yadsıyıp, özveriyi yadsıyıp ölmekten başka yapacağı şey kalmıyordu. var olan sadece cinayetle ahlaksızlıktı.

gelecek umutsuz oldu mu, şimdiki zaman korkunç derecede acılaşır.

karısının kendisini aldatışına hiç aldırdığı yoktu. onun başka bir erkeğin kollarında olduğunu düşünerek kanında ve sinirlerinde hiçbir isyan duymuyordu. tersine, hoş görünüyordu bu ona. sanki bir arkadaşının karısını izlemişti de, bu kadının kocasına oynadığı oyuna gülüyordu. thérèse onun için öylesine yabancı hale gelmişti ki, onun artık gönlünde yaşadığını hissetmiyordu. bir saatlik huzur elde etmek için yüz defa satıp teslim etmeye hazırdı onu.

korkunç acı çekiyorlardı ama, yarayı kızgın bir demirle dağlayarak iyileşmek yürekliliğini kendilerinde bulamıyorlardı.