18.05.2012

yardım etmek ya da zor kullanmak

bertolt brecht


geçti içimizden biri koca denizi
gide gide buldu bir yeni kara
bir sürü insan koştu ardından
orda büyük şehirler kurdular
alınteri ve akılla
ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza

bir makine icat etti içimizden biri
buhar çevirdi tekerleği onunla
fabrikalar türedi ardından bir sürü
başladı insanlar fabrikaları çalıştırmaya
ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza

düşündü taşındı içimizden birçoğu
güneşin ekseninde dönmesi üstüne dünyanın
bir sürü insan kafa yordu
insan yüreği, evrenin yasaları üstüne
havanın bileşimi, denizin balıkları üstüne
kafa yordu bir sürü insan
bulundular önemli keşiflerde
ama ekmek satılmadı eskisinden ucuza

tersine, günden güne arttı şehirlerde yoksulluk
yıllardır kimse bilmez, kimse
insanın hali nice
sürünür yerlerde sizin gibi biri
siz yukarlarda uçtukça
kalmamış hiçbir yanı insana benzer
peki, insan insana yardımcı değil mi
ne gezer

2
görmüşsünüzdür elbet insanları çok yerde
uzatırken birbirlerine ellerini
türlü yollarda koşarken birbirlerine yardıma
bulunduğumuz durumdur ama bunu zorlayan
zoru da bir türlü bırakamayız bu yüzden
işte öğüdümüzdür size
karşı durun zalimliğine dünyanın
dayatın daha büyük bir güçle
yardımı gerektiren durumdan kurtarın kendinizi
vazgeçin yardım dilemekten
yardıma bel bağlamayın hiçbir zaman
yardımı tanımak var saymaktır zoru
yardım elde etmek bağlanmaktır zora
zor egemen oldukça geri çevrilemez yardım
zor yok olmalı ki yardım da yok olsun
yardım dilemektense, zoru kaldırın ortadan

zor ve yardım bir bütündür
bu bütünü değiştirmeye bakın

toplum sözleşmesi

jean-jacques rousseau

bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi. böylesi olgun bir yönetim insanların harcı değil.

gerçek demokrasi hiçbir zaman var olmamıştır ve olmayacaktır. çoğunluğun yönetmesi ve azınlığın yönetilmesi doğal düzene aykırıdır.

halkla hükümet arasında uzaklık ne kadar artarsa, vergiler de o ölçüde ağırlaşır. bundan ötürü halk, demokrasilerde en hafif vergi yükü altındadır; aristokraside daha ağır, monarşideyse en ağır yükü taşır.

rousseau'ya göre, doğa yasaları gereğince yaşayan insanlar özgür ve eşittirler; toplum düzenine geçince bu mutluluğu yitirmişlerdir. insanların başına gelen belaların başlıcası mal mülk tutkusundan doğmuştur. ayrıca, bir avuç güçlü insanın başkalarını buyruk altına almasıyla da insanlar arasında kölelik-efendilik ilişkileri çıkmıştır ortaya.

hükümet, yurttaşlarla egemen varlığın karşılıklı ilişkilerini sağlamak amacıyla aralarında kurulmuş, gerek yasaları yürütmek, gerek toplum özgürlüğünü sürdürmekle görevli, aracı bir bütündür.

insan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.

ne olursa olsun, bir ulus kendine temsilciler seçer seçmez, özgürlüğünü de, varlığını da yitirmiş olur.

halkın görüş ve düşünüşünü yükseltin; ahlakı, töreleri kendiliğinden arınır. insan her zaman güzel olanı ya da güzel bulduğunu sever; ama asıl güzel üstüne verdiği yargıda aldanır.

krallık gücünü zorla ele geçirene tiran, egemen gücü zorbalık ve düzenle kendine mal edene de despot denir. tiran, yasalara göre yönetme hakkını yasalara aykırı olarak kendine mal eden kişidir. despot ise, kendini yasaların üstüne çıkaran kişidir. tiran despot olabilir; despot ise her zaman tirandır.

insanın ilk uyacağı yasa varlığını korumak, yapacağı ilk şey de kendine borçlu olduğu özeni göstermektir.

romalılar yasalarına en az aykırı davranmış bir ulustur; hiçbir ulus onlarınki kadar iyi ve yetkin yasalar koymuş değildir.

kölelik ve hak çelişmeli sözlerdir; birinin bulunduğu yerde öteki bulunmaz. ister iki adam için, ister bir adamla bir ulus için söylenmiş olsun, şu sözler her zaman anlamsız kalacaktır: "seninle öyle bir sözleşme yapacağım ki, hep benim iyiliğime ve senin zararına olacak; keyfim istediği sürece ben uyacağım, yine keyfim istediği sürece sen uyacaksın."

insanın toplum sözleşmesiyle yitirdiği şey, doğal özgürlüğü ile isteyip elde edebileceği şeyler üzerindeki sınırsız bir haktır. kazandığı şeyse, toplumsal özgürlükle, elindeki şeylerin sahipliğidir.

insanlar güç ve zeka bakımından eşit olmasalar da sözleşme ve hak hukuk yoluyla eşit olurlar. kötü yönetimlerde bu eşitlik yalnız görünüşte kalır ve aldatıcıdır; yoksulu yoksulluğunda, varlıklıyı da zorbaca ve kurnazca hazıra konuşunda alıkoymaktan başka bir işe yaramaz. gerçekte, yasa her zaman malı mülkü olana yararlı, olmayanlara zararlıdır. bunun sonucu olarak, toplum hali insanlar için, hepsinin bir şeyleri olması ve hiçbirinin gereğinden çok şeyi olmaması halinde yararlı olur.

iyi yönetilen bir devlette cezalar azdır.

montesquieu: toplumların ilk günlerinde cumhuriyetin başları kurumları kurar; sonra da kurumlar başları yetiştirir.

iyi yasaları hoş karşılamayacak nice ulus bu dünyada parlamıştır; hoş karşılayacak olanlarınsa, bütün ömürleri boyunca parlamaya yetecek vakitleri pek olmamıştır.

her politik bütünün güç bakımından aşamayacağı en yüksek bir nokta vardır ve çoğu kez büyüye büyüye bu noktadan uzaklaşır. toplum bağı yayıldığı ölçüde gevşer. genel olarak küçük bir devlet, büyüğe oranla daha güçlüdür.

özgürlük her iklimde yetişen bir meyve değildir; onun için her ulus ulaşamaz ona.

marquis d'argenson: cumhuriyette herkes başkalarına zarar vermeyen şeyleri yapmakta tamamen özgürdür.

nasıl hoşunuza giderse

william shakespeare


"budala, akıllıyım sanır
ama akıllı budalalığını bilir"

dost dosta kavuşmaz
ama bir depremle dağ dağa kavuşur

insan ne kadar hastaysa o kadar rahatsızdır; parası, malı ve keyfi olmayan üç iyi dosttan yoksun olur; yağmur ıslatmak, ateş yakmak içindir; otlağın iyisi koyunları semirtir; gece karanlığının en büyük sebebi güneşin olmayışıdır; doğadan bir şeyler öğrenmeyen ve çevreden bilgi edinmeyen insan ya iyi yetişmediğinden şikayet eder ya da çok budala bir soydan geliyordur.

kadınların düşünceleri kanatlıdır
eylemlerinden önce yol alır

kadının aklının üzerine kapıları kapa
pencereden çıkar
pencereyi kapa
anahtar deliğinden kaçar
onu tıka
duman olup bacadan uçar

çoğu dostluk aldatıcıdır
çoğu aşk çılgınlıktır
aldırma keyfine bak
yine de güzeldir yaşamak

17.05.2012

dünya ağrısı

ayfer tunç

insanın kendi kanından canından varlıklarla doldurulmuş yalnızlığı en büyük tutsaklıktır.

hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir.

anlamak her şeyi değiştiriyor.

hafızası insanın düşmanıdır. unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. yaşanmıştan kurtulmak yok. toprağa girene kadar peşini bırakmıyor yaşanmış olan.

elden ayaktan düşünce evladın hayırsızı çok koyuyor insana.

insan yeryüzü kadar ağır bir yükü bir kadehin başında sırtından indirebilir; hiç böyle şeyler olmamış, o korkunç an hiç yaşanmamış gibi zamanın kuyruğuna takılıp gidebilir.

"insan bir uçurumdur."

yaşamanın bir sebebi yok. sebebi biz uyduruyoruz. yaşamak bu demek, hayat denen bu şeyi sürdürebilmek için sebep yaratmak.

insanın bu ülkede polisle başının derde girmesi için bir şey yapması şart değil.

hikayeler insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyularına atar.

ataletin, arası iki yüz metreden ibaret olan eviyle oteline mıhladığı bir adamın biriyle kavga etmesi hayatında bir devrim olduğu anlamına gelir.

hasta bir dünyanın hasta insanlarıyız.

aşıklar mübarektir; alemde aşk olmasa köpekten aşağı olurdu halimiz.

intihar insanın elindeki büyük fikirlerden biridir.

bu şehirde yaşayanların insana ihtiyacı var, insansız yapamıyorlar. yarım saat bile kendi başlarına kalamıyorlar. bir araya gelmeleri, konuşmaları, birbirlerini iğnelemeleri lazım. birbirlerini didikleyip birbirlerine tahammül etmeyi zevk haline getirmişler. her ne olursa olsun yaşamak istiyorlar.

istediğimiz zaman gösteriden ayrılabilecek olmamız coşturucu bir fikirdir.

hayat, öyle de böyle de umutsuz bir sona bağlanıyor.

16.05.2012

ölümcül kimlikler

amin maalouf

kimlik bölmelere ayrılamaz; o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir "dozda" onu biçimlendiren bütün ögelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.

insanlar aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek durumunda bırakılıyorlarsa, kabilelerinin saflar arasına dönmeye zorlanıyorlarsa, o halde dünyanın gidişatı hakkında endişelenmekte haklıyız demektir.

çoğu zaman ileri sürülen kimlik, hasmınınki üzerine -ters yönde- inşa edilir.

bir insanın kimliği başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir "yamalı bohça" değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmayagörsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır.

hepimizin içinde bir "mr. hyde" var; önemli olan canavarın başını göstermesini kolaylaştıracak koşulların bir araya toplanmasını önlemektir.

son yıllardaki çatışmalarda bazı grupların, uluslararası kamuoyunun anında düşmanlarını suçlayacağını bildiklerinden, kendi halklarına karşı şiddete giriştikleri bile görülmüştür.

çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanlar bir bakıma göçmen ya da azınlık haline getirmek değil mi? hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız; hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz.

bir gerçekliğin belirsiz, kavranamaz ve istikrarsız olması onun var olmadığı anlamına gelmez.

eğer olmuşsa, olması için belli bir olasılık var olduğu için olmuştur.

aynı kitaplara dayanarak köleliği içinize sindirebilir ya da mahkum edebilir, ikonaları yüceltebilir ya da ateşe atabilirsiniz, şarabı haram kılabilir ya da hoş görebilir, demokrasiyi ya da din devletini savunabilirsiniz; bütün insan toplulukları yüzyılların akışı içinde şimdiki uygulamalarını doğru göstermişe benzeyen kutsal ayetler bulup çıkarmayı bilmişlerdir.

20. yüzyıl bize hiçbir doktrinin mutlaka kendiliğinden özgürlükçü olamayacağını, hepsinin, komünizmin, liberalizmin, milliyetçiliğin, büyük dinlerden her birinin, hatta laikliğin kontrolden çıkabileceğini, hepsinin yozlaşabileceğini, hepsinin elinin kana bulaştığını öğretmiş olacak. hiç kimse fanatizmin tekeline sahip değil ve tam tersine hiç kimse de insanlığın tekeline sahip olamaz.

hiçbir din hoşgörüsüzlükten soyutlanmış değildir.

kendilerinden emin olan toplumlar yansımalarını güven verici, huzur dolu, açık bir dinde bulurlar; güvensiz toplumlarsa korkak, bağnaz, çatık kaşlı bir dinde. dinamik toplumlar; yenilikçi, yaratıcı bir islamda yansırlar; oldukları yerde kalan toplumlar durağan, en küçük değişime bile isyan eden bir islamda yansırlar.

yaraların hissedilmesi için tanımlanmaya ihtiyaçları yoktur.

milliyetçiliğin birinci erdemi her sorun için bir çözümden çok bir sorumlu bulmak değil midir?

çoğunluğun zulmü, ahlaki açıdan, azınlığın zulmünden daha iyi değildir.

aynı rüzgar deneyimsiz ya da ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken, bir başkasını sakin bir limana ulaştırır.

farklılıklarımızı büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az farklı hale gelmemizdir.

1920'lerin başında almanya'da genel seçim kamuoyunun eğilimlerini yansıtan hükümet koalisyonlarının kurulmasına yarıyordu; 1930'ların başında ağır bir sosyal kriz ve ırkçı propaganda atmosferi altında yapılan aynı genel seçimler demokrasinin sonunu getirdi; alman halkı kendini yeniden rahatça ifade edebildiğinde ölü sayısı çoktan onlarca milyonu bulmuştu.

bir azınlık baskı görüyorsa, oy hakkı onu ille de özgür kılamıyor; hatta daha da eziyor. iktidarın bir çoğunluk grubuna bırakılarak azınlıkların çektiklerinin azaltıldığını savunmak için çok saf -ya da tersine çok pervasız- olmak gerek. ruanda'da hutular'ın nüfusun yaklaşık onda dokuzunu, tutsiler'inse onda birini oluşturduğu tahmin ediliyor. bugün orada yapılacak "özgür" bir seçim etnik bir sayım olmaktan öteye gitmeyecektir ve buna hiçbir önlem almadan çoğunluk yasası uygulamaya kalkışılacak olursa, işin sonu kaçınılmaz olarak bir toplu kıyıma ya da bir diktatörlüğe varacaktır.

15.05.2012

yaşamaya dair

nazım hikmet


yaşamak şakaya gelmez
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden
yani bütün işin gücün yaşamak olacak
yaşamayı ciddiye alacaksın
yani, o derecede, öylesine ki
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
yahut kocaman gözlüklerin
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde

yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için
yaşamak, yani ağır bastığından

2
diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var
duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini

diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için
diyelim ki, cephedeyiz
daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün
tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu

diyelim ki hapisteyiz
yaşımız da elliye yakın
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının
yine de dışarıyla beraber yaşayacağız
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla

yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak

3
bu dünya soğuyacak
yıldızların arasında bir yıldız
hem de en ufacıklarından
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani
yani bu koskocaman dünyamız

bu dünya soğuyacak günün birinde
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız

şimdiden çekilecek acısı bunun
duyulacak mahzunluğu şimdiden
böylesine sevilecek bu dünya
"yaşadım" diyebilmen için

14.05.2012

mülksüzler

ursula k. le guin

bütün duvarlar gibi iki anlamlı, iki yüzlüydü. neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.

hiçbir zaman hiçbir şey olmuyordu. olay gerçekten çıktığında da, o hazırlıklı değildi.

ölmek, kendini yitirmek ve diğerlerine katılmaktır. o ise kendini kurtarmış, diğerlerini yitirmişti.

makineler olmasa da, kürekle kazmak veya sırtta taşımak gerektiğinde belki erkekler daha hızlı çalışır -iri olanları yani- ama kadınlar daha çok çalışır. çoğu kez bir kadın kadar dayanıklı olmayı istediğim olmuştur.

benzetmeleri kullanarak her şeyi kanıtlayabilirsin.

erkeğin istediği özgürlüktür. kadının istediği mülkiyettir. seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakır. bütün kadınlar mülkiyetçidir.

erkeklerin çoğunlukla anarşist olmayı öğrenmek zorunda kaldıklarını düşünüyorum. kadınlar öğrenmek zorunda değiller.

nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. eğer içinden geçebilirsen. eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.

insan yaşamının gerçek durumu sevgidir.

tuhaf ölçüde şık, görkemli makineler olan kiralık arabalarla kent dışına çıktılar. yollarda pek fazla araba yoktu. araba kiralamak çok pahalıydı ve çok az kişinin özel arabası vardı. çünkü vergiler çok ağırdı. halkın özgür kullanımına bırakıldığı zaman, yerine konulamayacak doğal kaynakları kurutma veya çevreyi, artık ürünlerle kirletme eğilimi gösterecek bu tür bütün lüksler yasalarla ve vergilendirme yoluyla sıkı bir denetim altında tutuluyordu.

laia asieo odo: bütün olmak parça olmaktır; gerçek yolculuk geri dönüştür.

geri dönmeyen ya da haberini iletecek gemileri göndermeyen kaşif, kaşif değildir, olsa olsa bir maceracıdır; oğulları da sürgünde doğar.

burada yalnızdı; çünkü kendini sürgün etmiş bir toplumdan geliyordu. kendi dünyasında hep yalnız olmuştu; çünkü kendini toplumundan sürmüştü.

laia asieo odo: aşırılık dışkıdır. bedende kalan dışkı da zehirdir.

çocukluğundan beri birçok bakımdan başkalarından farklı olduğunu biliyordu. bir çocuk için böyle bir farklılığın bilinci çok acı vericidir; çünkü henüz bir şey yapmamış ve bir şey yapacak durumda olmadığından, bunu mazur gösteremez. kendi açılarından farklı olan büyüklerin varlığı, böyle bir çocuğun tek güven kaynağıdır.

nezaketi uzlaşma içermiyordu. hükmetme yarışına girmediği için ona hükmetmek mümkün değildi.

anarres öğrenme merkezlerinde dersler böyle düzenlenirdi: öğrencilerin isteğiyle, öğretmenin inisiyatifiyle ya da her ikisiyle birlikte.

en alttaysan, aşağıdan yukarıya örgütlenmelisin.

o kadar cömertçe sunulan şeyleri alacak kadar güçlü değildi. bu güzel vahada kendini bir çöl bitkisi gibi kuru ve kavruk hissediyordu. anarres'teki yaşam onu mühürlemiş, ruhunu hapsetmişti; yaşam pınarları, çevresinde dolup taşıyor; ama o bir türlü içemiyordu.

bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın. suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.

kuşyemi, şehirli işçi sınıfı için üretilen popüler basın, gazeteler, yayınlar ve edebiyata argoda verilen addı.

eğer öldürmek isteseydin, buna karşı çıkarılan bir yasa seni engeller miydi? zorlama, düzeni sağlamanın en etkisiz yoludur.

bir insana onu birkaç yıl içinde öldürecek ya da sakatlayacak bir işte çalışmasını söyleyemezsiniz. neden bunu yapsın ki?

eğer çoğunlukla mekanik bir dokuma tezgahında çalışıyorsan, her on günde bir dışarı çıkıp değişik bir grup insanla birlikte boru döşemek veya tarla çapalamak hoş gelir insana.. paranın olmadığı bir yerde gerçek dürtüler belki daha açık çıkar ortaya. insanlar bir şeyler yapmaktan hoşlanırlar. yaptıkları işi iyi yapmak isterler. insanlar tehlikeli, zor işleri üstlenirler; çünkü onları yapmaktan gurur duyarlar, daha zayıf olanlara.. nasıl denir.. hava atabilirler -biz buna bencilleşmek diyoruz. hey, bakın küçükler, ne kadar güçlü olduğumu görün!

insan iyi yaptığı şeyi yapmak ister.

yüreği ona kardeşim diyen genç varlıklara uzanmak istiyordu; ama ne o onlara, ne de onlar ona ulaşabiliyorlardı. yalnız olmak için doğmuştu, kahrolası soğuk bir entelektüel, bir bencildi.

düşünceler baskı altına alınarak yok edilemez. onlar ancak dikkate alınmayarak yok edilebilir.

eğer gereksinmem olmayan şeyleri alırsam, gereksinme duyduklarıma hiçbir zaman sıra gelmez.

yaşam, aşağıda, soğuk karanlıkta, kayaların arasından çabucak akıp giden ırmak.

zamanı gayet safça, uzanıp giden bir yol gibi görüyordu. ileri doğru yürüyüp bir yerlere varıyordunuz. eğer şanslıysanız, gidilmeye değecek bir yer oluyordu bu.

göbek bağları hiçbir zaman kesilmeyen ruhlar var, diye düşünüyordu. hiçbir zaman evrenden kopmuyorlar. ölümü bir düşman olarak görmüyorlar, çürüyüp humusa dönüşmeyi arıyorlar.

eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen, hep güzelmiş gibi görünür. gezegenler, yaşamlar.. ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur. günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın. uzaklığı ararsın, ara vermeyi. dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu ay gibi görmekten geçiyor. yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor.

yaşamı bütün olarak görmek için tek yapman gereken şey, onu ölümlü olarak görmek. ben öleceğim, sen öleceksin; başka türlü birbirimizi nasıl sevebilirdik ki? güneş de bir gün sönecek, başka türlü nasıl parlamaya devam edebilir?

- adlarınızı bir bilgisayardan aldığınız doğru mu?
- evet.
- bir makine tarafından adlandırılmak ne sıkıcı!
- neden sıkıcı olsun ki?
- o kadar mekanik, o kadar kişiliksiz ki.
- ama yaşayan başka kimsenin sahip olmadığı bir addan daha kişisel ne olabilir?
- hiç kimse mi? tek shevek siz misiniz?
- yaşadığım sürece. benden önce başkaları vardı.
- akrabaları mı kastediyorsunuz?
- akrabalara pek önem vermeyiz; hepimiz akrabayız aslında.

onun için telefon acil gereksinmeleri, ölüm, doğum ve deprem gibi durumları bildirmeye yarayan bir araçtı. ne söyleyeceğini bilmiyordu.

takver, cinselliklerini erkeklerle güç mücadelesinde bir silah olarak kullanan kadınlara "beden satıcısı" diyordu.

insanlar genellikle birbirlerine çok yakından dikkatle bakmazlar; eğer anneyle çocuk, doktorla hasta ya da iki sevgili değillerse.

şu eski ikiyüzlülük. yaşam bir kavgadır ve en güçlü olan kazanır. uygarlığın tek yaptığı güzel sözlerle kanı ve nefreti gizlemek!

eş'siz insanların önünde birbirini okşayıp sevişmek en az aç insanların önünde yemek yemek kadar kaba bir davranıştı.

birbirini öldüren ülke adları değil, insanlar. askerler neden gidiyor? bir insan neden gidip yabancıları öldürür?

burada siz mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. gözlerde de görkemi, insan ruhunun görkemini görürsünüz. çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiçbir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. siz sahipler ise sahiplisiniz. hepiniz hapistesiniz. herkes yalnız, tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. hapiste yaşıyor, hapiste ölüyorsunuz. gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu duvar, duvar!

onlarla pazarlık etmeyi düşünmüştü; ancak çok saf bir anarşistin düşünebileceği bir şeydi bu. birey devletle pazarlık edemezdi. devlet güçten başka bir para tanımaz: üstelik parayı da kendisi basar.

düşünen bir adamın işi, bir gerçekliği bir diğeri adına reddetmek değil, onu içermek ve birleştirmekti. kolay bir iş değildi.

var olduğunu bilmek, hükümeti, polisi, ekonomik sömürüsü olmayan bir toplumun var olduğunu bilmek, artık onun yalnızca bir serap, idealist bir düş olduğunu söyleyemeyeceklerini bilmek!

adalet güç kullanılarak elde edilemez.

hiçbir şeyiniz yok. hiçbir şeye sahip değilsiniz. hiçbir şey sizin malınız değil. özgürsünüz. sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğinizdir.

vaadi yerine getirdik biz, anarres'te. özgürlüğümüz dışında hiçbir şeyimiz yok. size kendi özgürlüğünüzden başka verecek bir şeyimiz yok. bireyler arasında karşılıklı yardımlaşma dışında hiçbir yasamız yok. hükümetimiz yok, yalnızca özgür birlik ilkemiz var. devletlerimiz, uluslarımız, başkanlarımız, başbakanlarımız, şeflerimiz, generallerimiz, patronlarımız, bankerlerimiz, mülk sahiplerimiz, ücretlerimiz, sadakalarımız, polislerimiz, askerlerimiz, savaşlarımız yok. başka da pek fazla bir şeyimiz var sayılmaz. biz paylaşırız, sahip olmayız. varlıklı değiliz. hiçbirimiz zengin değiliz. hiçbirimiz iktidar sahibi değiliz. eğer istediğiniz anarres ise, aradığınız gelecek oysa, o zaman ona eli boş gelmeniz gerektiğini söylüyorum. ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor. tıpkı bir çocuğun dünyaya, geleceğine, hiçbir geçmişi olmadan, hiçbir malı mülkü olmadan, yaşamak için tümüyle başka insanlara dayanarak gelmesi gibi. vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. devrim'i satın alamazsınız. devrim'i yapamazsınız. devrim olabilirsiniz ancak. devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir.

insanı canlı tutan, bir yerden ötekine dolaşmak değil, zamanı kendi yanına çekmek. zamanla birlikte çalışmak, zamana karşı değil.

her zaman liste yapmaya gönüllü birileri vardır.

sana yaptırdıkları, şunun yaşayıp bunun öleceğini söylemek. insanın bunu yapmaya hakkı yok, herhangi birine yapmasını söylemeye de hakkı yok.

küçük çocuklar metin oluyorlar. kafalarını çarpınca ağlıyorlar; ama büyük şeyleri olduğu gibi kabul ediyorlar, birçok yetişkin gibi sızlanıp durmuyorlar.

gebe kadınların ahlakı yoktur. yalnızca o en ilkel kendini feda etme içgüdüsü vardır. kitabın da, eşliğin de, gerçekliğin de canı cehenneme, eğer değerli cenini tehdit ediyorsa!

odocu toplum kalıcı bir devrim olarak tasarlanmıştı, devrim ise düşünen bir akılda başlar.

doyum, zamanın bir işlevidir. zevk arayışı döngüseldir, yinelenir, zamandışıdır. izleyicinin, heyecan arayanın, rastgele cinsel ilişkide bulunanın çeşitlilik arayışı hep aynı yerde son bulur. bir sonu vardır. sona erer ve yeniden başlamak zorunda kalır. bir yolculuk ve dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır, bir hapishanedir.

ölü anarşistler şehit olur, yüzyıllar boyu yaşarlar. ama ortadan kaybolanlar unutulur.

yok edemezsen evcilleştir.

entelektüeller her zaman yollarını şaşırabilirler; çünkü zaman, mekan ve gerçeklik gibi ilgisiz şeylerle, gerçek yaşamla bağı olmayan şeylerle ilgilenirler. bu yüzden kötü niyetli sapmalar tarafından kolayca kandırılabilirler.

eğer yola çıkarsan. her zaman gittiğin yere ulaşıyorsun. her zaman da geri dönüyorsun.

özgürlük hiçbir zaman çok güvenli değildir.

biz zamanın çocuklarıyız.

hiçbir şey getirmemişti. elleri bomboştu, her zaman olduğu gibi.

engels: yeni bir dünya hayal etmekle yetinilemez. o dünyayı var olan dünyanın, eski dünyanın somut, bilimsel eleştirisi üzerinde kurulabilir.

le guin'e göre, ikide bir gelip tosladığımız duvarlar, bugünümüzü yaşanmaz kılan engellerdir. bir birey olarak çevremizi saran, devletin, kapitalizmin ya da yalnızca "kamuoyu ön yargısının", çoğunluk kanaatinin duvarlarını yıkmak yeterli değildir. ulusları, ülkeleri, dünyaları ayıran duvarları yıkmak da yeterli değildir. kendimizi kendimizden, an'ı zamandan ve hangi toprak parçasında, hangi gezegende yaşarlarsa yaşasınlar tüm canlı varlıkları birbirinden ayıran duvarlar yıkılana kadar her birimizin birer "olumsuz, tersine duvarcı ustası" olmamız gerek.

içeri kapamak, dışarıda bırakmak, aynı şey.

13.05.2012

türkiye'de rezil olmak

murathan mungan

türkiye'de her şey olabilirsiniz; ama bir tek şey olamazsınız, rezil olamazsınız. unuturlar çünkü. hafızaların 24 saate ayarlı olduğu bu ülkede isteseniz de rezil olamazsınız.

öncelikle memlekette her şeyin bu kadar kolay "olunmasıyla" ilgili bir şeydir bu. her şeyin bu kadar kolay "olunduğu" bir ülkede rezil olmak elbette imkansız hale gelir. her şey bu kadar kolay olunuyorsa, "sahiden" bir şey olunamıyor demektir.

yalnızca üzerinde "su tesisatçısı" yazan bir tabela ve birkaç aletle köşede bir dükkan açabilir, insanların evlerini berbat ede ede bir zanaat öğrenmeye çalışabilirsiniz; bunun için sizden hesap soracak kimse yoktur. kültür dünyasındaki karşılığı da farklı değildir bunun: bir yayın organında üst üste birkaç eleştiri yazın, kısa sürede "edebiyat eleştirmeni" ya da "sinema yazarı" olursunuz. istanbul'un otopark köşelerini kapanlarla, gazetelerde köşe kapanlar arasında ciddi bir fark olduğunu mu sanıyorsunuz? istanbul'da trafiğe çıkıp taksim'i bilmeyenlerin şoförlük yaptığı bir ülkede elbette tansu çiller ve benzerleri de başbakan olacaktır. türkiye'de tek bir yasa vardır: birleşik kaplar yasası! ya da yerli bir deyişle ekmek kadar köfte!

birilerinin çıkıp sizden hesap sorması; başarısızlıklarınızın, yanlışlarınızın ya da yolsuzluklarınızın hatırlanması mümkün değildir. geçmiş kimseye yük değildir türkiye'de. kurum, şirket, marka, banka batıranların aynı sektörde, aynı makamlara hem de daha yüksek maaşlarla gün gelip oturması işten bile değildir. kayıp değerler, bulanık vicdanlar kısa zamanda başarıya tahvil edilir. arsızlık, ısrar, dayatmacılık, ilkesizlik günün birinde herhangi bir şey olmanız konusunda yeterlidir.

bu nedenle memleketimizde insanların her şeyi zamana bırakması, bir yaşama bilgeliği, bir olgunluk belirtisi olmaktan çok, unutturma kurnazlığına dayalı bir hayat sürdürme tekniğidir. en kanlı katillerden deprem müteahhitlerine kadar ömür boyu hapislerde çürüyecek sandığımız insanların üç gün sonra aramızda ferah ferah dolaşmaları da bundandır.

hafızayı diri tutan adalettir. adaletin olmadığı bir ülkede hafıza silmek, sessiz çoğunluk dedikleri diğerleri için belki de hayatta kalmaya çalışmanın, gerçeklere dayanmanın bir yoludur, kim bilir?

ar damarınızı biraz gevşetmekle her şey olabileceğiniz bir ülkede, ölmek değil, yaşamak tesadüftür. maç sonrasında ya da bir düğün sırasında havaya sıkılan kurşunlara "kader" denilen bir ülkede "olmak" yalnızca karar ve ısrar işi, ölmekse bir anlık dalgınlıktır. "ekmek parası"nın arkasına sığınılarak her şeyin mubah sayılageldiği bir memlekette ölmek nedir ki, olmak ne olsun? kitaplar korsan, rakılar sahte, faturalar naylon, mobilyalar hayali, hayatsa bildiğiniz gibi..

olunması zor bir şey yok mudur bu memlekette peki? ne olursanız olun, "sahici olmak" en zorudur en başta. insanın kendisi olması en zorudur. hiçbir tribüne oynamadan "biri" olmak; zamana uyarak değil, zamana yaslanarak insan olmak; kana, karanlığa bulaşmadan politikacı olmak; "köyün delisi" olmadan aydın olmak; kadınlığını unutmadan kadın olmak; aslını inkar etmeden kürt olmak; kepaze olmadan eşcinsel olmak; yaşlandıkça çocukluğuna geri çekilerek ilkokul düzeyi milliyetçiliğine gerilemeden hayat tamamlamak zordur.

gelecek

murathan mungan


kimi sevsem büyük geldi yüreğim

diyelim buldun sonunda
kendin olmanın hayalini
yeni bir başlangıca imkan kalmış mıdır
acaba, oraya vardığında

bazen ömür yetmez
bazen izin vermez yaşadığın coğrafya

yetmez seni gündeliğin
karantinasından çıkarmaya
geçici körlüğe yol açmayan aşk

kalındır bazı aşkların sisi
yolunu saklar yolcusundan

bazılarının kaderidir
karıncanın bilgeliği
öldükten sonrasını yaşamak
ölmeden önce

şairlerin arasına karışan kısıtlanmışlardan korkulur
üç boyutta delemedikleri şiirin hıncını dünyadan alırlar

her şiir var olduğu dile aittir
çeviri odasıysa platon'un mağarasına benzer
yalnızca bir kez girilir

eksiksiz kavrayış anında şiir sahibine gülümser

susmaktan yapılmıştır bazı anlar
yüksek sesle okunduğunda dağılırlar

olanaksızlıkta söylemektir şiir
gün günden olanaksızlıkta
önceden kaybetmiş olmakla
yeniden kaybetmiş olmak
arasında

şiirin işi olanaksızlıktır
yahut kendi zıddına inanmak tekrar

bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman

neden anlamıyorsun sevgilim
benim çocuk yüreğim aşkta cesur ayrılıkta korkak

12.05.2012

sevme sanatı

erich fromm

çağdaş insanın mutluluğu, vitrinlere bakmaktan ve peşin ya da taksitle alabileceği her şeyi almaktan ibarettir.

insanlık, sevgisiz bir gün bile yaşayamaz.

"tek bir hayat kurtaran, bütün dünyayı kurtarmış gibi olur; tek bir hayat yıkan, bütün dünyayı yıkmış gibi olur." (talmud)

insan emek verdiği şeyi sever, sevdiği şey için emek verir.

çok şeye sahip olan olan değil, çok şey veren kişi zengindir. bir şeyler kaybetmekten korkan istifçi, ne kadar zengin olursa olsun, ruhsal anlamda yoksuldur, zayıftır. kendinden verebilen kişi zengindir.

sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşamına ve gelişimine yönelik aktif bir ilgidir.

paracelsus: hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. hiçbir şey yapmayan hiçbir şeyden anlamaz. hiçbir şeyden anlamayan kişi değersizdir. ama anlayan kişi hem sever, fark eder hem de görür. bir şeyin yapısında ne kadar bilgi varsa o kadar sevgi vardır. bütün meyvelerin çileklerle aynı zamanda olgunlaştığını hayal eden kişi üzümler konusunda hiçbir şey bilmiyor demektir.

"sevgi, özgürlüğün çocuğudur, hiçbir zaman tahakkümün değil."

bencil insanların başkalarını sevemediği doğrudur; ama onlar kendilerini de sevemezler.

karl marx: felsefeciler dünyayı farklı yollardan yorumlamışlardır; ama yapılması gereken, dünyayı dönüştürmektir.

insan

balzac

devasa yaratıkların, balık soylarının ve yumuşakça topluluklarının ardından, değişime uğramış daha iri bir türün belki de yaratıcı tarafından ufaltılmasıyla insan ırkı ortaya çıkmıştır. geçmişe yönelik bakış açısıyla gayrete gelen, daha dün doğmuş bu cılız ve silik insanlar kaosu aşabilir, sonu olmayan bir şarkıyı söylemeye başlayabilir ve evrenin geçmişini geriye yönelik bir kıyamet şeklinde anlamlandırabilirler.

tek bir insanın gayretine borçlu olunan bu ürkütücü yeniden dirilmenin varlığında, tüm gök kürelerinde ortak olan ve zaman olarak adlandırdığımız bu isimsiz sonsuzlukta, kullanma hakkı bize bahşedilen bu kırıntı, yaşamın bu minicik dakikası bize içi sızlayarak bakıyor. kendi kendimize yıkıntı halindeki bunca evrenin altındaki ezilmişliğimizin varlığında, şanlarımızın, şöhretlerimizin, kinlerimizin, aşklarımızın ne anlamının olduğunu soruyor ve gelecekte minicik bir noktadan ibaret olacağımız düşünüldüğünde, yaşamak için bunca zahmete değip değmediğinin yanıtını bulmaya çalışıyoruz.

yaşadığımız andan kopmuş bir halde, uşağımız içeri girip bize, "kontes mösyöyü beklediğini söyledi!" diyene kadar bir ölüden farksızız.

11.05.2012

dil kurultayı

can dündar

dolmabahçe sarayı'nda abdülhak hamit'e özel bir ziyafet veriliyordu ve davet eşliydi; yani lüsyen de gelecekti.

dil kurultayı hala gündemdeydi; muhakkak ki o konu da sofrada tartışılacaktı. kurultaydan çıkan "imal edilecek yeni kelimeleri bir hamlede dilin bünyesine sokma" kararı, birçok kalem erbabını rahatsız etmişti. gazi'nin sofrasında en son yaşananlar herkesin dilindeydi.

anlatılanlara bakılırsa reisicumhur bir gece bu hamle konusunda sofradakilerin onayını aldıktan sonra yunus nadi'ye dönüp "siz ne dersiniz?" diye sormuştu. "bendeniz 'olmaz' derim efendim." cevabını vermişti yunus nadi. gazi inkılap bahsinde tavizsizdi. bu itiraz karşısında sertleşmiş, "öyle ise bu masanın başından kalkınız nadi bey!" diyerek nadir nadi'yi kovmuştu.

sonra falih rıfkı'ya dönüp aynı soruyu ona sormuştu: "sen ne dersin?" "bendeniz de 'olmaz' derim efendim." "öyleyse sen de kalk!"

sofranın kıymetli sandalyeleri birer birer boşalırken sıra necmettin sadak'a gelmişti. gazi, "sizin fikriniz nedir necmettin bey?" diye sorunca sadak cevap bile verememiş, kendisini bekleyen hükmü bizzat icra ederek "müsaade buyurursanız bendeniz de masadan kalkayım efendim." demişti.

10.05.2012

kurtar halkımı musa

william faulkner

her erkek ve kadın, o anda evli olsunlar olmasınlar, o zaman ya da daha sonra evlensinler ya da evlenmesinler, ikisinin birlikte olduğu o anda tanrıdırlar.

kadınlar o kadar çok şey umarlar ki.. tutkuyla istedikleri şeylere sahip olabileceklerini tutkuyla umarlar; ömürleri bunun hiçbir zaman olmayabileceğine inanmayı öğrenecek kadar uzun değildir.

biz hepimiz kayıp doğmuşuz.

bana öyle geliyor ki insanların karşılaştıkları gerçekler evrenseldir. başka bir deyişle kara, beyaz, kızıl, sarı derili, ne olursa olsun, insan aynı umutlara bağlanır, aynı akılsızlıkları yapar, hep aynı zaferleri kazanır. insanın giriştiği savaşım, ya kendi yüreğine karşıdır, ya başkalarınınkine; ya da çevreyle savaşılır. bu anlamda yöresel yazar diye bir şey olamaz.

zaman, akıcı bir durumdur; kişilerin geçici varlıklarının dışında var olamaz.

insanın bu dünyada geçireceği yetmiş yılı var. bu süre içinde bir dolu şey isteyebilir insan; istediklerinin bir dolusu da ona gelebilir, vaktinde istemeye başlarsa. ben başlamak için fazla bekledim. 

insan ancak başkaları onu gördüğü için düzgün davranır. 

yaşamak, hayattan tat almak için kaynayan güçlü kanı sonunda toprak emiyor. elbette aynı zamanda keder ve acı da var; ama gene de, her şeye karşın, hayat yaşayana bir şeyler, pek çok şey veriyor; çünkü sonuçta acı çekmek olduğuna inandığın bir şeye katlanmak zorunda değilsin; her zaman bunu durdurmayı, buna bir son vermeyi seçebilirsin. ve acı çekmek, kederlenmek bile hiçlikten iyidir; yaşamamaktan kötü yalnız bir tek şey vardır, o da utanç. ama sonsuza dek yaşayamazsın ve hayat her zaman sen tüm olanakları yaşayıp tüketmeden önce biter. ve bütün bunlar bir yerlerde var olmayı sürdürmeli, bütün bunlar yalnızca bir yana atılmak için icat edilmiş, yaratılmış olamaz. ve toprak derin değildir; kayaya gelene dek çok fazla toprak yoktur. ve toprak nesneleri alıp kendinde saklamak istemez; onları yeniden kullanmak ister. tohuma, meşe palamutlarına baksana, gömmeye kalktığın kokmuş ete bile ne olduğuna bak: o da yok olmayı reddeder; yeniden ışığa, havaya erişinceye dek kaynaşır, savaşır, durmadan güneşi arar.

güçlü ve insafsız olan kişi, kendini beğenmişliği, gururu ve gücü konusunda kuşkucu bir önbilgiye sahiptir ve can verdiği herkesi küçümser. 

koşulların bile durduramadığı insanlar vardır. 

bir insanın özgürlük ile başıboşluk arasındaki ayrımı yapabilmesi için acı çekmekle kazanılan bilgelikten fazlası gerekir.

her zaman her yerde iyi insanlar vardır. çoğu insan iyidir. yalnız bazılarının şansı yoktur; çünkü insanların çoğu içinde bulundukları koşulların iyi olmak için onlara tanıdığı şanstan daha iyidir.

ormanın intikamı, onu yok edenlerin kendisidir.