14.06.2011

mrs. dalloway

virginia woolf

yürürken, bir yandan da, tek yeteneğim, insanları anlamak diye düşünüyordu, neredeyse içgüdüyle sezmek.

kişi başarısızlıklarını gizler.

insanın hayatının yarısı uydurmakla geçer; kendini uydurur, kızı uydurur, zararsız bir eğlencenin ötesine geçen bir şeyler yaratır. işin tuhafı, bunu kimseyle paylaşamaz.

kadınlar, geçmişi bizden daha çok yaşıyorlar. yerlere bağlanıyorlar, bir de babalarına.. kadınlar hep babalarıyla övünürler.

insanın kendi öz kız kardeşinin yıkılan bir ağacın altında kalışını görmesi; hayatının en verimli çağını yaşayan bir kız; içimizde en yetenekli oydu, derdi clarissa, böyle olaylar insanı taş yürekli yapıyor hayata karşı. sonraları iyimserliği kalmamıştı. tanrılar yok, diyordu, suç kimsede değil; böylelikle tanrıtanımazların iyilik için iyilik yapma dinini benimsemiş oldu.

yaşlılığın tek avuntusu, tutkular eskisi kadar yoğun olduğu halde kişinin eninde sonunda yaşayışına nasıl eşsiz bir tat katan gücü elde edebilmesidir; deneyi yakayalıp ışıkta yavaşça döndürerek gözden geçirme yeteneğini kazanması..

ne saçma bir düştü mutsuzluk. belki de dünya anlamsızdır.

böyle bir dünyaya çocuk nasıl getirilir? acıyı ne hakla besleyebiliriz? uzun süreli sevgilerden yoksun küçük duyguların ardına takılıp şuraya buraya sürüklenen bu zevk düşkünü hayvanların soyunu ne hakla sürdürebiliriz?

aslında -o istediği kadar anlamazlıktan gelsin- yalnızca yaşadıkları anın tadını artıracak kadar bir incelik, bir bağlılık, bir sevecenlik vardır insanlarda. sürüler halinde ava çıkarlar. çölü tarar, haykırarak dalarlar bozkıra. düşenlere dönüp bakmazlar bile. yüzlerinde alçıdan maskeler vardır.

insan yaradılışı acıma bilmez.

hiç kimse yalnız kendisi için yaşamaz.

sağlam olmalıyız; sağlıksa ölçüye dayanır; bu yüzden biri odanıza gelip de isa olduğunu (çok sık rastlanan bir kuruntu), bir bildiri taşıdığını, (çoğu bunu ileri sürer zaten), kendini öldürmeyi düşündüğünü (çoğu düşünür zaten), söylerse, ölçüye başvurursunuz; yatakta dinlenmeyi öğütlersiniz; odana çekil ve dinlen; huzur ve dinlenme; arkadaşsız, kitapsız, bildirisiz başını dinle biraz; altı aylık bir dinlenme dönemi..

değeri ölçülmez bir şeydi özsaygı.

aşk en önemli şeydi dünyada; hiçbir kadın anlayamazdı bunu.

din ve aşk, diye düşündü clarissa, sinirden titreyerek odasına döndü. ne iğrençtiler, ne iğrenç. bu kavramları, beceriksiz, öfkeli, hırçın, ikiyüzlü buluyordu; kapılara kulak dayıyor, kapı eşiklerinde yağmurluklara sarınarak kıskançlıkla, kinle tutuşuyorlardı din ve aşk. kendisi hiç kimseyi değiştirmek istemiş miydi? herkesin olduğu gibi kalmasından hoşlanmıyor muydu? pencereden karşı evdeki ihtiyar kadının merdivenleri çıkışını gözledi. isterse çıksın merdivenleri, isterse dursun sonra yine çıksın, yatak odasına girsin usulca (clarissa onun yatak odasına girişini kaç kere gözlemişti), perdeleri aralasın, gözden kaybolsun odanın içinde. gözlendiğini bilmeyen bu ihtiyar kadının pencereden bakmasında saygıdeğer bir şey vardı. küçümsenemeyecek bir şey -ama aşkla din, yok ederlerdi bunu, ruhun bu dokunulmazlığını. ihtiyara baktıkça ağlamak geliyordu içinden.

insan mutlu olunca kendi kendine yeter.

en güzel şarkılar nasıl sözsüz olanlarsa, en iyi dostlar da adsız olanlardır.

13.06.2011

takvim

şebnem şenyener

hristiyan takvimi, dünyanın güneş etrafındaki hareketine dayanan miladi takvimi kullanır, ayla bir ilgisi yoktur. halbuki hicri takvim adından anlaşılacağı gibi ayın hareketine dayanır. güneşle bir ilgisi yoktur. yahudi takvimi bu iki takvimi birbirine bağlar. ikisini de kullanır. bu açıdan yahudi takviminin ayları ayın hareketine bağlıdır. eski takvim ayla belirlenen 13 aydan oluşuyordu. kadınların regl süresi olan 28 gün, ay takvimiyle özdeştir. hristiyan takviminin 12 ayının bununla bir ilgisi yoktur. 12 iyi peri ve 13. kötü peri, kadınların regl takvimindeki "ölümcül lanetin" simgesidir.

dexter

insanın yüreği neredeyse yuvası da orasıdır, derler.

herkes gerçek kişiliğini saklıyor. en azından arada bir. bazen benliğinizin o bölümünü o kadar derine gizliyorsunuz ki onun orada olduğunu birinin size hatırlatması gerekiyor. bazen de kim olduğunuzu  bütünüyle unutmak istiyorsunuz.

koluna ne kadar rütbe takarsan tak, herkesin pisliği kokuyor.

normalmiş gibi yapmanın sakıncası, normal insanların böyle aptalca durumlara düşmeleri.

cadılar bayramına bayılıyorum. yılın bu zamanı herkes bir maske takıyor. sadece ben değil. insanlar, canavarmış gibi yapmanın eğlenceli olduğunu sanıyorlar. ben ömrümü canavar değilmişim gibi yaparak geçiriyorum. ağabey, arkadaş, erkek arkadaş. hepsi de kostüm koleksiyonumun parçaları. bazıları bu yüzden bana sahtekar bile diyebilir. ben kendimi 1001 surat diye düşünmeyi yeğliyorum.

hayat o kadar fani, o kadar kırılgan ki. her nefesimiz son nefesimiz olma potansiyeline sahip.

hepimiz kendimize özgü bir şekilde yas tutuyoruz. ben 6 yaşındakilerin yaklaşımını tercih ediyorum.

kocasından mı şüpheleniyorsun? her zaman kocası çıkar.

gerçeği ancak en yakınlarından saklayarak hayatta kalabilirsin. ve bir terslik olduğunda onları ancak böyle koruyabilirsin.

eylemi yapan, eyleme eklenen bir kurgudan başka bir şey değildir.  eylem her şeydir.

12.06.2011

kızılağaçlar kralı

michel tournier

gustave flaubert: bir şeyin ilginçleşmesi için ona uzun süre bakmak yeter.

öldükten sonra kendileirni neyin beklediğinden deli gibi kaygılanan; ama doğmadan önce ne olduklarıyla zerrece ilgilenmeyen insanların vurdumduymazlıkları da tepemin tasını fena halde attırıyor. oysa yaşam öncesi de yaşam sonrası kadar önemlidir; yaşam sonrasının anahtarı da belki yaşam öncesindedir. ben, işte, o zamanlarda oradaydım, bin yıl önce, yüz bin yıl önce. dünya daha gökyüzünde fırdolanan helyumdan bir ateş topuyken, onu alevlendiren ruh, onu döndüren ruh benim ruhumdu. kökenlerimin bu baş döndürücü eskilliği bile yeter aslında doğaüstü gücümü açıklamaya: varlık ve ben, o kadar uzun süredir birlikte yol alıyoruz ki, o kadar eski yoldaşlarız ki, birbirimizden öyle pek fazla hoşlanmasak da, yeryüzünün geçmişinden beri var olan bir alışkanlıkla birbirimizi anlıyoruz ve birbirimizden bir şey esirgemiyoruz.

iki tür kadın vardır. bir, ne istersen yapan, kullanabildiğin, sarıp öpebildiğin, erkek yaşamının süsü olan biblo-kadın. bir de görünüm kadın. bu kadında gezilir, tozulur; içinde kaybolma tehlikesi bile vardır. birincisi dikeydir, ikincisi yatay. birincisi çalçenedir, kaprislidir, kokettir, istekleri bitmek tükenmek bilmez. ötekiyse suskundur, dik kafalıdır, sahiplenicidir, düşçüdür, hiçbir şeyi unutmaz.

kadının tam anlamıyla kendisine ait cinsel parçalarının olmamasının nedeni, kadının kendisinin bütünüyle bir cinsel parça olmasıdır. sürekli taşınması zahmetli olduğu ve fazla yer tuttuğu için erkeğin çoğu kez bir yerlere bıraktığı, ondan sonra da gerek duyduğunda gidip aldığı cinsel parçası.

kitabı mukaddes'in, insanoğlunun ilk cinayetini anlatan satırlarını okuyuncaya kadar adım olan abel'in, yani habil'in bana öylesine, düşünülmeden konmuş bir ad olduğunu sanıyordum; hiç merak etmemiştim adımın kökenini. abel/habil çobandı, cain/kabil ise çiftçi. çoban, yani göçebe; çiftçi, yani yerleşik. abel/habil ile cain/kabil kavgası, zamanın başlangıcından beri göçebeler ile yerleşikler arasındaki temel toplumsal karşıtlık olarak sürüp gitmekte; daha da açıkçası, bu durum, yerleşiklerin göçebeleri kendilerine kurban belledikleri amansız bir kıyım olarak kuşaktan kuşağa sürmekte. bu kin bugün de sönmüş değil. çingenelerin uymak zorunda oldukları aşağılık ve aşağılayıcı yönetmeliklerde bile var -sabıkalı muamelesi yapılıyor onlara resmen- köy girişlerine filan hiç utanmadan arlanmadan dikilen ve üstlerine "göçebelerin konaklamaları yasaktır." yazan tabelalara varıncaya kadar sergilenmekte bu kin.

s.s.'lerin en çok saldırdıkları, köklerini kazımak istedikleri iki halk da yahudi ve çingene halkarıydı. böylece, burada, yerleşik ırkların göçmen ırklara karşı besledikleri bin yıllık kini de doruğuna ulaşmış bulunuyordu. yahudiler ve çingeneler, göçmen halklar, habil'in çocukları; auschwitz'de çizmelerini çekmiş, miğferini giymiş, bilimsel bir biçimde örgütlenmiş bir kabil'in darbeleri altında kitle halinde ölüp gidiyorlardı.

insanın yaşamındaki en heyecan verici şey, içinde doğuştan var olan sapkınlık yönelimini keşfidir.

yoğunluk, şaşırtıcı gizlerle doludur; çünkü o yaşamdır; ama arılığın da iyi yanı yok değildir. arılık eşittir hiçlik. arılığın bizim için karşı konulmaz bir çekiciliği vardır; çünkü hepimiz hiçliğin oğullarıyız.

mutluluk nedir? bu kavramın içinde, insanın belirli bir refaha erişmiş, yaşamını bir düzene sokmuş olması, durmuş oturmuşluğa ulaşması gibi hepsi de bana yabancı kavramlar var. insanın birtakım mutsuzluklarının olmasıysa, mutluluğun çevresine kurulmuş olan iskelesinin, yazgının darbeleriyle sarsıldığını hissetmesi demek. onun için, içim rahat. mutsuzluklara karşı güvencedeyim; çünkü benim iskelem falan yok. hüznün ve sevincin adamıyım ben. mutluluk/mutsuzluk seçeneğinin tam karşıtı olan seçenektir bu. çırılçıplak ve tek başıma, ailesiz, dostsuz, geçinmek için, nefes alır ya da hazmeder gibi ayrımına varmadan yaptığım, düzeyimden çok aşağı bir mesleği sürdürerek yaşıyorum ben. abanoz gibi kapkara, ışık sızdırmaz, karanlık mı karanlık bir hüzündür, benim doğal tinsel ortamım. ama bu karanlığın içinden sık sık beklenmedik ve hak edilmedik, hemen sönüveren; ancak gözlerimin önünde yine de yaldızlı, dans eden, parlak izler bırakan coşkun sevinçler de geçmez değil.

arılık düşüncesi, en bilinen ve en öldürücü kötücül tersyüz edilmelerin birinden doğmuştur. arılık, masumluk durumunun kötücül tersyüz edilmesidir. masumluk, varoluşu sevme, göksel ve yersel besinlerin gülümsemeyle kabulü, cehennemsel arılık ya da kirlilikten birini seçebilme olasılığından habersiz oluş demektir. bu kendiliğinden olan ve sanki doğuştan gelen azizlikten, şeytan, bunun tam tersi olan ve kendisine benzeyen bir maskaralık üretmiştir: arılık saplantısı. arılık saplantısı, yaşamdan nefrettir, insana kin duymadır, hastalıklı bir hiçlik tutkusudur. kimyada arı bir cisim, tümüyle doğala aykırı bir duruma gelebilmek için vahşice bir işlemden geçirilir. sırtına arılık şeytanı binmiş insan çevresine yıkım ve ölüm saçar. dinsel arılaşma, siyasal temizlik, ırkın arılığını koruma gibi pek çok çeşitlemesi vardır bu korkunç izleğin; ancak bunların hepsi, aynı biçimde, hem arılığın hem de cehennemin simgesi olan o ayrıcalıklı araç ateşle işlenen sayısız cinayetle son bulur.

sanat yapıtının işlevi, zamanın -zaman aşındırmasının, her yerde hazır ve nazır ölümün, sevdiğimiz her şeyin bir gün yok olup gideceği konusundaki var olan kesin sözün- hasta ettiği yüreklerimize biraz sonsuzluk getirmek olmalıdır. sanat yapıtı en yüce ilaçtır, ulaşmak için çabaladığımız sakin huzur limanıdır, ateşten yanan dudaklarımıza bir damla soğuk sudur.

kabızlık önemli bir nemrutluk kaynağıdır. durmadan bağırsaklarını yıkatan 17. yüzyıl insanlarını o kadar iyi anlıyorum ki! insanın en son kabul edebileceği şey, iki ayaklı bir bok çuvalı olmaktır. bütün bunların çaresiyse, mutlu, bol ve düzenli bir sıçma; ama bu ayrıcalık ne kadar az kişiye nasip oluyor!

evrenin anlamı açık. çiçek olma zamanı geçmiştir. meyve olmak gerek, tohum olmak gerek. kısa süre sonra evlilik tuzağı çenelerini kapatıp budalayı içine alır. o da, böylece, başkalarıyla birlikte, türün üremesini sağlayan ağır arabaya koşulur, insanlığın gebermesine yol açan büyük nüfus ishaline katkıda bulunmaya zorlanır. üzül, kız istediğin kadar. ama neye yarar? yakında başka çiçekler de bitmeyecek mi bu gübre üstünde?

aslında kıştan nefret etmemin temel nedeni, kışın tenden nefret etmesi. kış, püriten bir vaiz gibi, nerede çıplak bir ten görse, onu cezalandırır, kamçıya yatırır. soğuk, bir ahlak dersidir, jansenistçe bir nefretten kaynaklanan bir ders. bu mantık gereğince, göstergelerin belirginleşmek için tene gereksinimleri olduğundan, kış sesleri susturur, genelde yolum boyunca dizilen ateşleri söndürür. o zaman, benim dengem bozulur. kış uykusuna yatarım, yüzümü duvara dönüp yumruklarımla kulaklarımı tıkayarak..

körlüğümüzün ve sağırlığımızın duvarını delebilmek için göstergelerin bıkıp usanmadan kafamıza dank dank vurmaları gerek. yeryüzünde her şeyin simge ve alegori olduğunu anlamak için gereken tek şey sonsuz bir dikkat yeteneği.

büyü ve büyü uygulamaları, fotoğrafçının fotoğrafı çekilene yarı-sevisel, yarı-ölümcül sahip oluşunu kullanırlar. bu büyüsel yan benim için de çekici; ama fotoğraf çekme eylemi benim kafamda çok daha uzağa ve çok daha yukarılara gidiyor. fotoğrafçılıkta yapılan şey gerçek bir nesneyi yeni bir güce, düşsel bir güce ulaştırmaktır. gerçeğin tartışma kabul etmez yayılımı demek olan fotoğraf imgesi, hem böyledir hem de düşlerimle aynı hamurdan, düşsel evrenimle tam bir uyum içinde. fotoğraf, gerçeği düş düzeyine yükseltir, gerçek bir nesneyi kendi öz söylenine dönüştürür. fotoğraf makinesinin objektifi bir dar kapıdır, ünlü ölülerimi sakladığım içimdeki anıt kabire girmek için her biri sahip olunmuş tanrılara ve kahramanlara dönüşecek seçkinlerin geçtikleri bir dar kapı.

fotoğraf yoluyla, yabanıl sonsuz evcilleşmiş bir sonsuza dönüşüyor.

paul claudel: olan biten her şey anlatılmaya layıktır; olan biten her şey bir anlam kazanır. her şey ya bir simgedir ya da bir alegori.

goethe: utanılacak olan yere düşmek değil, yerde kalmaktır.

yaşam ve ölüm, ikisi de aynı şey. ölümden nefret eden ya da korkan, yaşamdan da nefret eder ya da korkar. tükenmez bir yaşam çeşmesi olduğu için doğa her anın boğazlandığı bir yerden, büyük bir mezarlıktan başka bir şey değildir. metin olmak gerek. çocuğunu taşıyan kadın onun yasını da taşımak zorundadır.

11.06.2011

elebaşı

dostoyevski

hoşnutsuzluğun söz konusu olduğu durumlarda genelde dikkati çeken kişiler elebaşılık görevini üstlenirler. hem yalnızca cezaevlerinde değildir böyle. her birlikte, her toplulukta, her kuruluşta öyledir. bu kişilerin hepsi de birbirine benzer. bunlar ateşli, adalet isteyen ve adaletin en kısa, en çabuk yoldan, asıl önemlisi de en çabuk böyle elde edilebileceğini içtenlikle, son derece dürüst inanan insanlardır. onlar ötekilerden daha aptal değillerdir, kimi zaman çok zekileri de olur. ama kurnazlık edecek, ince hesaplar peşinde olamayacak kadar ateşlidirler. bunların arasında toplumu ustalıkla yönlendirebilecek, başarıya ulaşabilecek kimseler varsa da, bunlar halk önderlerinin başka bir çeşididir ve gerçek önder onlardır. ama öylelerine çok az rastlanır. şu anda sözünü ettiğim şikayet önderleri ve kışkırtıcıları ise hemen her zaman kaybederler; ama ateşli oldukları için de kitleler üzerinde etkili olurlar. nihayet seve seve giderler arkalarından. heyecanları, öfkeleri herkesi etkiler ve sonunda en kararsız olanlar bile onun yanına geçerler. onların başarıya olan körü körüne güvenleri bazen en kuşkucuları bile etkiler. oysa bu güven kimi zaman öylesine sarsak, öylesine çocukça bir temele dayanmaktadır ki, insanların onun arkasında nasıl gidebildiklerine şaşarsınız. ama önemli olan en önde onların olmasıdır. çoğu zaman konunun ne olduğunu bilmeden, en küçük bir önlem almadan, bazen en aptal birinin bile başarı kazanmasını, amacına ulaşmasını, sonunda suçsuz çıkmasını sağlayan küçük kurnazlıklara da başvurmadan, öküzler gibi boynuzlarını öne eğip hedefe doğru koşmaya başlarlar. kesinlikle kırılır boynuzları. günlük yaşamlarında bu insanlar genellikle hırçın, huysuz, sinirli ve hoşgörüsüzdürler. çoğunlukla dar görüşlüdürler ve bu da bir bakıma onların gücünü oluşturur. işin en acı yanı da, onların asıl hedefe yönelecekleri yerde yana, asıl hedef yerine, ufak tefek şeylere yönelmeleridir. onları mahveden de bu olur. ama kitleler anlamışlardır onları; güçleri de bundan gelir.

zaman kırıntıları

ahmet hamdi tanpınar


biz, zaman kırıntıları
zaman sinekleri
tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar
ve lüzumsuz görenler artık
bu aydınlıkta kendi gölgelerini

sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz
sanki hiç görmedik birbirimizi
sanki hiç tanışmadık

dünya bize öyle kapattı kendisini

neye yarar hatırlamak
neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde
hatırlamak geçmiş şeyleri
bu beyhude akşam bahçesinde
kapanırken üstümüze böyle
zaman çemberi
hatırlıyor yetmez mi
güneşe uzanan ellerimiz

aynalar sonsuz boşluğa
çoktan salıverdi çehremizi
yüzüyoruz
ipi kopmuş uçurtmalar gibi
biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun
birdenbire bulanlar içlerinde
gülüncün sırrını
ne kadar benziyoruz şimdi
aynı tezgahtan çıkmış testilere
bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları

baksak aynalara
tanır mıyız kendimizi
tanır mıyız bu kaskatı
bu zalim inkarın arasından
sevdiklerimizi.

ben zamanı gördüm
içimde ve dışımda sessiz çalışıyordu
bir mezar böyle kazılırdı ancak
yıldırımsız ve baltasız
bir orman böyle devrilirdi
ben zamanı gördüm
kaç bakışta bozdu hayalimi
ve kaç düşüncede
ben zamanı gördüm
şimşek gibi bir anın uçurumunda

kim tanır bizi şimdiden sonra
aydınlığı kıt gecemize
misafir olanlardan başka
kuru tahta üstünde bizimle
paylaşanlar günlerimizi
ve benim gözlerimle bakanlar güneşe
ancak tanır bizi
mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından
akşamın tek bir ağaç gibi
dal budak saldığı sular
çocukluk rüyalarının bahçesi
sakın kimse el sürmesin dallara
yapraklar, meyveler olduğu gibi kalsın
benim uykum boyunca

ben zamanı gördüm
devrilmiş sütunların arasından
çok eski bir sarayın
alnında mor salkımlar vardı
ve ilahlar kadar güzeldi
uçmak için kanatlanmayı bekleyen
yavru kuş gibi doğduğu kayada
ben zamanı gördüm
çırpınırken avuçlarımda

bak martılar kanat çırpıyor sana
bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz
yelkovan kuşları yalıyor suyu
sen ki bakışında yumuşak bir yaz
gülümser en yeşil gecesinden
ve sesin durmadan, durmadan örer
yıldız yosunu bir uykuyu
bak, martılar kanat çırpıyor sana

süzülen yelkenler var enginde
dalgalar var, güneş var
güneş ayna ayna, güneş pul pul
güneş saçlarınla oynar
omzundan tutar giydirir seni
sırtında tül olur belinde kemer
boynunda inci
ve dişlerinin zalim çocuk sevinci
birden tanrılaşırsın genç adımlarında
mevsimler önünde çözer yükünü
bahçeler yığılır eteklerine
rüya ile
hayal arasında
hayal ile
hakikat arasında
yalnız sen varsın
gece ile
gündüz arasında
güneşle
göz arasında
yalnız sen varsın

niçin sen yaratmadın bu dünyayı
ellerinin mesut işaretlerinden
daha güzel doğardı eşya
daha zengin olurdu aydınlık
kendi karanlığından çağırsaydı sesin
sular başka türlü akardı
sert kayalardan göklere doğru
büyük, mavi, aydınlık sular

eğilme sakın üstüne
kendi yeşilinde boğulmuş havuzların
ve bırakma saçlarını tarasın rüzgar
durmadan çukurlaşan bu aynada
bilinmez hangi uzaklara götürür seni
dudak dudağa öpüştüğün hayal
sokma güneşle arana
imkansızın pırıltısını
ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları
değişmenin ebedi olduğu yerde
güzeldir hayat

ne kadar uzak, uzak
yollardan gelir bize
ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz
keder durmadan çiçek açar içimizde
ne çıkar unuttuk hepsini

biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık
yıldızların amansız çarkına
ve boş yere sızlamış kemiklerimiz
bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı
bahçelerde hala güller açar mı
bilmiyoruz, kadınlar, kızlar
şarkılar masallar var mı
gece ile gündüz
acıdan kaskatı kesilmiş yüz
uykusuzluktan harap göz
öpüşen dudaklar
çözülmeye razı olmayan eller var mı
ayrılık var mı gurbet var mı
biz beyhude yere gecikenler
çoktan bitmiş bir yolun ucunda
bilmiyoruz şimdi ıssız gecede
ne yapar ne eder
gidip de gelmeyenler
beyhude bekleyenler
biz ayın çıplak arsasında
savrulan zaman kırıntıları
nerden bilelim bunları

10.06.2011

şair sözü

mehmet can doğan

philippe aries: her insan kendi ölümünün aynasında, kendi bireyselliğinin sırrını keşfedecektir.

attila ilhan: garip şiiri inönü diktasının, ikinci yeni menderes diktasının şiiridir.

abdülhak hamit tarhan: en güzel, en büyük, en doğru şiir, müthiş bir hakikatin baskısı altında hiçbir şey söyleyememektir.

ahmet hamdi tanpınar: insan kendini tenkit etmeye başlayınca, sonu gelmez.

a. alvarez: intihar bir tutkudur ve ancak bu tutkuya üstün gelindiğinde gerçekleşir. sadece bir tarafın üstün geldiği ve yarı kazanılan bu son zaferi bürokrasi ve görgü kurallarından dolayı kötü bir kazaya dönüştürmek, varolan yanılgılara son bir yanılgı daha eklemektir.

turgut uyar: herkes ne zaman ölür; elbet gülünün solduğu akşam.

albert camus: uyumsuzluk, kabul edildiği andan sonra bir tutkudur, tutkuların en keskinidir. uyumsuz, her şeyden önce bir kopuştur. uyumsuzun bilincine varmış insan, ayrılmamasıya bağlanmıştır ona. umutsuz ve umutsuzluğunun bilincine varmış bir insan, geleceğin değildir artık.

orhan veli: şiir, bütün hususiyetleri edasında bulunan bir söz sanatıdır.

cahit zarifoğlu: şiirin ayağı yere basmalı diyorum, şimdilerde. şairlere, yeni yeni şiire koyulanlara anlaşılır olmalarını salık veririm. şiirin sırrını aynı zamanda anlaşılır olmanın içinde yakalamaya çalışsınlar. keşke ben de en başta bunu yapabilseydim. okuyucum yüzlerce katlanırdı. bir yunus emre olmak isterdim. herkes anlar onun şiirini.

ülkü tamer: hiç bilmeseydim testileri, yatakları, develeri; çekip giderdim gelmemeye.

hz. isa: kılıcı çeken kılıçla öldürülür.

gülten akın: kişi, en çok suçlarını ve günahlarını unutur, unutmaya çalışır; ama en çok da onları hatırlar.

"öfkeden ve özlemden ağladı zerdüşt, acı acı" diye bitirir nietzsche "gezgin" başlıklı buyurusunu. onu acı acı ağlatan -söyleten de tabi- dostları hakkındaki düşünceleri için kendine duyduğu "öfke" ve onlardan gönüllü ayrıldığı halde onlara duyduğu "özlem"dir. "yazgım" diye kabullenir bu ayrılmayı nietzsche; ama, unutulmamalı, bunu yazgı haline getiren de kendisidir, bir üst-insan oluşudur. bir kendilik hali, kendi olma sorunu ayırır onu; değilse kimse sürmemiştir, kovmamıştır.

gaston bachelard: bir şair başka bir şairden sempati ile söz etti mi, söyledikleri iki kere doğru olur.

metin altıok: şiirin saati kavrama değil imgeye ayarlıdır.

jose ortega y gasset: sürekli bir göç durumu içinde olmak, sevgi içinde olmak demektir.

şiir, insanın dilde varlık bulmuş halidir. şiirde kurulan bütün bağdaştırmalar, tercih edilen ekler, sözcüklerin bir araya getirilişinde dikkat edilen yerleştirme biçimi, insanın dil içinde yeni bir varlık kurma çabasıdır. bir şiirde, bu çabanın bütün anlam alanlarını bir kişinin yakalaması mümkün olmayabilir; ama yine de söylenenlerle, bırakılan boşluklarla şiirin çevrimindeki varlık kazanan bilinç yakalanabilir.

8.06.2011

yedi yaş ozanları

arthur rimbaud


pek çalımlı, halinden hoşnut annesi evin
gidiyordu kapayıp sayfasını ödevin
görmüyordu o mavi gözlerinde çocuğun
yankısını çirkefe terk edilmiş bir ruhun

büyümüş de küçülmüş gibi, bütün gün, kan ter
içinde, buyruklara baş eğse de çizgiler
ah o kara çizgiler, çocuğun ikiyüzlü
küflü, loş odaların karanlığında gizli
davranışını ele veriyordu bakınca
duvarları küflenmiş karanlık sofalarda
dili sarkık, elleri kalçasında geçerken
kapalı gözlerinde noktalar uçuşurken
hüznünü söylüyordu, yürüyüşü, yapısı
ve gün batıp açılınca akşamın kapısı
gece lambanın kesik bir alevi yüzünde
gün'ün çatıdan sarkıp ağaran körfezinde
hırıltısı gelirdi yukardaki odadan
yenik, yorgun ve alık, yaz yürüdüğü zaman
helaya bir girince, çıkmak bilmezdi, orda
rahatça düşünürdü teslim olup kokuya
ve kışın, günün kokularından arınınca
aydınlanırdı evin arkasındaki bahçe
uzanıp eteğine yere batık duvarın
dinlerdi uğultusunu uyuz dalların
özlem dolu gözlerle çocuklara bakardı
insaf! onun akranı yalnız bu çocuklardı
düşmüş yanaklarına gözbebekleri, cılız
alınları çıplak, böyle yoksul, yalnız
çamura bulanmış, kirli, arık parmakları
ot kokan partal giysilerin altında saklı
budalalara özgü tatlılıkla konuşan
garipleri izlerken yakaladığı zaman
ürküyordu annesi. çocuğun bakışları
sonsuz sevgiyle dolu sonsuz yakarışları
sorar gibiydi annesine: -bu telaş neden
mavi gözleri vardı onun -yalan söyleyen

yedi yaşına bastı, yaşam üstüne nice
düşler kurdu, ah, düşler, yapraklar devrilince
resimli güncelerde, italyan, ispanyollar
esrik bir özgürlüğün ışıldadığı çöller
loş ormanlar, güneşler, ırmaklar, güney dallar
kızarmış gözlerinden akıp gidiyorlardı
-sekizindeydi- yandaki yoksul evin kızı
delidolu kızı, sallayıp kalçalarını
sıçramaz mı sırtına bir köşede aniden
altında kaldı kızın, öcünü aldı hemen
dişleyip kabasını -donu falan da yoktu-
boğuştular bir süre, yoruldu, canı çıktı
yumruklar yediyse de böğrüne, kafasına
teninin kokusunu götürdü odasına

aralık ayının yavan pazar günlerini
hiç mi hiç sevmese de, sessiz alıp yerini
üstünde maun ağacından yapılmış sıranın
okurdu lahana yapraklarını tevrat'ın
-gece düşler kurardı yatağa yattığı an
sevmiyordu tanrıyı ama, kızıla çalan
akşamları tellallar davula üç kez vurup
sağır gürültülerle kulakları doldurup
buyrukları duyurur, halkı eğlendirirken
kara tulumlarıyla varoşlarına dönen
işçileri kendine daha yakın bulurdu
düşlerini sevdalı çayırlar doldururdu
çayırlar ki içinde ışıklı çalkantılar
altın rengi yapraklar, kutsal, ermiş kokular
kıpırdanıyordu, sular gibi, sessiz, durgun

karanlık nesnelerdi tek dostu. akşam, yorgun
duvarları küf kokan, pencereleri örtük
soluk mavi boyalı, içinde, eski, tek tük
eşyanın bulunduğu odaya çekilince
düşlediği romanı kurardı bütün gece
neler neler geçmezdi özlem dolu usundan
aşı boyası gökler, sislere batmış orman
dallarda yıldız yıldız açan ten çiçekleri
düşler bitip yalnızlık odanın her yerini
doldurunca, bozgunlar, bunalımlar başlardı
insaf! orda, odada çarpan bir yürek vardı
yalnız, kaba çuhanın üzerine uzanmış
kendini kentin usul gürültüsüne salmış
dört duvar arasında soluyan derin derin
düşünde çarşaf gibi yelkeni gemilerin

kontes

hans habe

tanrı diye bir şey yoktur.

ruhu bozuk, düşleri dağınık, kalbi doyumsuz; hüznü mutluluk gibi duyan, her şeyi az bulan bir adam. hayatı gitgide can sıkıcı bulan ve bu nedenle çaresiz kalarak kurtuluşu yolculuğa çıkmakta arayan kişi.

evlilik, acının yumuşak örgüsüdür.

bir evli çifti nefretten çok birbirine bağlayan şey yoktur. nefret edilen bir kadınla sevişirken, onu kendinden geçmiş görebilmek: ne büyük, ne şahane bir zevktir bu! ve sevilmeye hazır olmayışı, ne güzel yanılgı! bir de gururu!

ağaç, meyvesinden tanınır. 

kendisine benzemek istediğimiz tanrı, mutsuzdur. öfkeli ya da bağışlayıcı olsun, yargıç görevini yüklenen ve cezalandırıcı tanrıyı anlatır kutsal kitap. ama mutlu bir tanrıdan, sadece dinsizlerin mitolojisi söz etmektedir. evreni yarattı yaratalı pişmanlık içindedir tanrımız. dünya mutluluğunun sözünü eden sadece şeytandır.

her hayvan boşalım sonrası hüzünlüdür.

gerçek alçak gönüllülük başın dik tutulmasındadır.

her şeyi anlamak insanı hoşgörülü kılar.

erkeklere iyi davranmamalı. bu üstün yaratıklar aslında aptal köpeklerdir. kırbaçtır onların istedikleri. eziyete katlanmak en iyi iyileştiricidir onlar için.

hayal kırıklığı kötü bir danışmandır.

mutsuzluk, alevleri yukarda yanan eğik bir meşaledir.

bir kedinin ağzındayken türkü çağırmak zordur.

özgürlükten başka mutluluk yoktur.

acılar şarlatanların yol göstericileridir. acı, fazla ve şişirme bir şeydir. şarlatanlar ve doktorlar, filozoflarla din adamları acıyı yüceltirler. hristiyanlık yüceltip durur acıyı. cennete gitmek istersen haça gerilmelisin! özgür olmayanların özgür kişilere kurdukları bir tuzaktır bu. mutluluk acıdan kurtulmaktan başka bir şey değildir.

hiç pişman olmamak bilgeliğin başlangıcıdır.

bir yıl daha yaşayabilmek için ruhunu satmayacak insan yoktur.

aşkın biricik ve en yüce zevki, aslında, acı vermektir. bütün zevkler kötülük ve elemin içinden geçer. acı ve zevk aynı görüntünün değişik yüzleridir.

sonradan görmenin davranışları, yaşadığı toplumun bilinçsizce bir karikatürünü çizer.

mutsuzluğa uyanış, uyanmaların en kötüsüdür.

7.06.2011

sürünün içinde birey

zülfü livaneli

türkiye'de insanlar genellikle kendileri için değil, başkaları için yaşarlar. aslında güzel bir evde oturmanın ya da iyi bir otomobil kullanmanın vereceği zevk, başkalarının bu eve ve otomobile nasıl özlemle ve gıptayla bakacağını bilmenin vereceği keyfin yanında solda sıfır kalır. servet sahibi olanların, her gün servetlerini medyada sergilemeleri bu yüzdendir. makam ve mevki için de böyledir durum.

otoriteyi ele geçirmenin sarhoş ediciliği de buradadır: başkalarını susta durdurmak, onlardan üstün olmak, onlara emir vermek! bazı siyasiler bunu bir parça gizleyebilir ama kimilerindeki zevk kasılmaları her gün ekranlara yansır.

birbirine bu kadar çok çiçek gönderen toplum yoktur dünyada. ama bunlar gönülden gelen alçak gönüllü kır çiçekleri değil, illa dev çelenkler olmalı ve üzerinde isminiz yazmalıdır. yerli yersiz herkese çelenk gönderilir: cenazeye, düğüne, kebapçı, oto galerisi ya da umumi hela açılışına.

düğünlerde çok cayırtı yapılması, mesela anadolu köylerinde göğe ateş edilmesi ve istanbul köylerinde havai fişek gösterisi yapılması da bunun bir göstergesidir.

bu yüzden türkiye'de birey olarak kendi varoluş problemleriniz ya da metafizik kaygılarınızla uğraşamazsınız. ne kadar köşenize çekilmiş olursanız olun fazilet davası, kur hesabı, manken aşkları ve arabesk feryatlar gelip sizi bulur.

medyanın en çok söylenti ürettiği ülkedir burası. çünkü insanlar buna meraklıdır. bu yüzden bireysel olan hiçbir şey derinleşemez, kök salamaz; insanlar kendi iç hesaplaşmalarına dalamaz, olgunlaşamaz.

her şey "bir rivayete göredir" buralarda. "bir hadisenin şüyuu vukuundan beterdir." (söylentinin çıkması, gerçekleşmesinden daha kötüdür).

yöneticilerin eleştiriye tahammül edememesi de aynı konunun bir başka yönüdür.

sorunların çözülmesi değil, yok sayılması, görmezden gelinmesi tercih edilir. bu nedenle, bir şeyi eleştirdiğinizde, o durumu ortaya çıkaran kişi olarak sanki sorunun nedeni sizmişsiniz gibi tepki alırsınız.

jose ortega y gasset'nin felsefi mesajı daha çok bizim için söylenmiş gibidir: "ben, kendimin ve çevremin toplamıyım!" her tc yurttaşı, kendisinin ve çevresinin toplamıdır. yani hangi erdemleri taşırsanız taşıyın, hangi ilkelere inanırsanız inanın, toplumun akmakta olduğu çamurlu dere yatağından kurtulamazsınız. gelir, size bulaşır! sizi de kendisi gibi kılmak için müthiş bir uğraş verir. milyonlarca satır yazı üzerinize saldırır; milyonlarca televizyon imgesi gözünüzü ve beyninizi hırpalar. çünkü siz bir bireysinizdir ve türkiye'nin bireye tahammülü yoktur. hele bağımsız, özgür düşünceli, kendi kendisine sorular soran, vicdanlı bireylere asla! bu yüzden türkiye'de bireyselliğini korumak isteyen insanların ömrü, sürüleştirme çabalarına direnmekle geçer.

6.06.2011

goriot baba

balzac

iyi insanlar uzun zaman dünyada kalamazlar. gerçekten de büyük duygular bu bayağı küçük, yüzeysel toplumla nasıl bağdaşabilir?

paris gerçek bir okyanustur. ne kadar iskandil atsanız dibini bulamazsınız. bu şehri gezip dolaşın, anlatmaya çalışın. onu gezip dolaşmakta, bize anlatmakta ne kadar titiz davranırsanız davranın, bu deryayı araştıranlar ne kadar çok ve ilgili olurlarsa olsunlar, onda her zaman hiç kimsenin bilmediği bir yere, bilinmedik bir mağaraya, çiçeklere, incilere, ucubelere, edebiyat dalgıçlarının unuttukları duyulmadık şeylere rastlanacaktır.

iyi evlilikler krema gibidir; hiçbir şey yapmamak onları acılaştıracaktır.

hayatın dibini kazımış olan benim gözümde ancak bir tek gerçek duygu vardır. o da, iki insan arasındaki dostluktur.

birtakım insanların bir arada yaşadıkları kimselerden artık elde edecekleri hiçbir şey kalmaz. onlara ruhlarının boşluğunu gösterdikten sonra, kendileri hakkında layık oldukları sertlikle hüküm verildiğini gizliden gizliye duyarlar. yalnız, pohpohlanmadan yoksun oldukları için, buna karşı yenilmez bir ihtiyaç duyarak ya da kendilerinde bulunmayan özelliklere erişmek isteğiyle kıvranarak, yabancı kimselerin saygısını, gönlünü kazanmayı umarlar. gün gelip bunları yine kaybedeceklerini bildikleri halde çıkar düşkünü olarak doğmuş birtakım insanlar vardır ki dostlarına, yakınlarına hiç iyilik etmezler; çünkü kendileri onlara borçludurlar. tanımadıklarına ise herhangi bir iyilikte bulunurlarken bundan dolayı koltukları kabarır; böylece, ne de olsa gene bir kazanç sağlamış olurlar. çevreleri daraldıkça sevgileri azalır, genişledikçe daha iyiliksever olurlar. gerçekte; bayağı, gösterişçi, iğrenç huylardır bunlar.

hayatta öyle durumlar olur ki neye baksan acıdır.

modaya uyan gençler, çamaşır konusunda zengin olmadan edemezler. çoğu zaman onlar için en çok üzerinde durulan şey çamaşırdır. aşk da, kilise de mihraplarında güzel örtüler isterler.

damat öyle bir adamdır ki sen, ben kendisine türlü bağlarla bağlandığımız bir yavrucağı onun için büyütürüz, bu yavrucak 17 yıl ailenin sevinci olur; lamartine'in dediği gibi, ailenin bembeyaz ruhu olur. sonra bir gün gelir bela kesilir. damat denen adam onu elimizden alınca, bu meleği ailesine bağlayan bütün duyguları onun kalbinden canlı canlı koparıp atmak için kızın sevgisini bir balta gibi kullanmaya başlar. dün kızımız bizim her şeyimizdi, bugün biz onun her şeyiyizdir; yarın ise bize düşman kesilecektir.

ihtiraslar hiçbir zaman yanlış hesap yapmazlar.

bu dünyaya değer neyse o değeri vermeli. kadın ahlaksızlığının derinliğini ölçecekseniz, erkeklerdeki o sefil kendini beğenmişliğin enginliğini kulaçlayacaksınız. hesabınızı ne kadar soğukkanlılıkla yaparsanız o kadar ileri gidersiniz. acımadan vurun, sizden korkarlar. erkeklerle kadınları her konakta yorgunluktan çatlamış bir halde bırakılacak posta beygirleri olarak kabul edin. böylelikle, isteklerinizin en yüksek noktasına ulaşmış olursunuz.

olanaksız şeyi olacak şeyle ispatlamak, olayları önsezilerle bilmek kadınların yaradılışında olan bir şeydir.

erkeğin yüreğinden kendiliğinden doğan duygu, zayıf bir varlığa karşı her an gösterilen korumanın verdiği gurur değil midir? sevgiye, istekleri ilham edene karşı bütün temiz ruhların gösterdiği derin minnettarlığı da katın, birçok manevi garipliğin sırrını anlarsınız.

insanlar soydaşlarını yargılarken vicdan azabının değerini pek seyrek olarak biçebilirler. işte o vicdan azapları yeryüzü yargıçlarının mahkum ettiği suçluyu gökyüzü meleklerine bağışlatır.

karınla çatışmaktansa erkeklerle savaşmak daha iyidir.

burada insan kendi yolunu nasıl açar, biliyor musun? ya dehanın ışığı ile ya da ahlaksızlıktaki ustalıkla. bu insan yığını içine ya bir top güllesi gibi düşmeli ya da bir veba gibi sokulmalı; dürüstlük hiçbir işe yaramaz. dehanın gücü altında herkes iki büklüm olur. herkes ona hınç duyar, çamur atmaya çalışır. çünkü deha elde ettiğini paylaşmaz. deha ayak direyince önünde herkes eğilir. kısacası, insanlar dehayı çamura batıramayınca önünde diz çöküp ona tapınırlar.

ahlaksızlık yaygındır, yetenek ise az görülen bir şeydir.

bahtsız zavallı bir kızcağızın yüreciği sevgiye susamış bir sünger, üzerine bir damla düşer düşmez şişiveren kuru bir süngerdir.

ahlakçıların "insan kalbinin uçurumları" dedikleri şey yalnız kişinin çıkarından ileri gelen aldatıcı düşünceler, elde olmadan yapılan davranışlardır. bunca söylevlere konu olan şu heyecanlı haller, şu geri dönüşler zevklerimiz yararına yapılmış birtakım hesaplardır.

bir insan ya her şeydir, ya hiçbir şey değildir.

gençlik, yüzünü adaletsizlikten yana çevirince vicdanın aynasından kendine bakmaktan korkar, olgunluk çağı ise kendini bu aynada görmüştür; hayatın bu iki safhası arasındaki fark buradan gelir.

insan sevildiğini sezer. duygu her şeye damgasını vurur, uzaklıkları aşar. mektup bir ruhtur, konuşan sesin öylesine tıpatıp bir yankısıdır ki ince zekalar onu sevginin en zengin hazineleri arasında sayarlar.

devrimizde, o dört köşe adamlara, kötülük önünde hiç eğilmeyen, doğru çizgiden en küçük sapmayı bir suç sayan o güzel iradelere her devirdekinden daha az rastlanıyor.

bir genç için, ilk macerasında da belki ilk aşkındaki kadar güzellikler, çekicilikler vardır. başarıya ulaşma güveni, erkeklerin itiraf etmedikleri, bazı kadınların da bütün sevimliliğini yaratan binbir mutluluk doğurur. istek güçlükten doğduğu gibi, zaferlerin kolaylığından da doğar. erkeklerin bütün ihtiraslarını aşk imparatorluğunu ikiye bölen bu iki nedenden biri ya harekete geçirir ya da besler.

gençlerin hemen hepsi de görünüşte açıklanamayan bir kanunun hükmü altındadırlar. bu kanunun nedenini onların gençliklerinde, zevke atılıştaki bir çeşit coşkunlukta aramak gerek. zengin olsun fakir olsun, hayatın zorlukları için hiçbir zaman ceplerinde paraları olmadığı halde keyifleri, hevesleri için her zaman cömert davranırken, peşin olarak ödenende cimridirler. ellerinde, avuçlarında ne varsa çarçur ederek sanki ellerinde olmayanın öcünü almaktadırlar.

bütün eserleri: 1

behçet necatigil



eski toprağa ektiklerin
bir yeni güçle göğerdi gür
ey dünya, toprağın üstü senin
toprağın altı, belki yalnız benimdir

tam ölçüye göre
bel kalça göğüs
ince yuvarlak dik

toprağın altında
sular durulunca

yıllar geçebilir anlamadan
zalimliğini
yaşanmışın
yaslı duvar gerisinde
bir güneş görünecek
şaşıracaksın

insanlara tezgahlara kağıtlara kolaydı
biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı

beni böyle kitaplar mı yaptı ne
kağıtlarda gidenlere içlenip ağlayan ben
hayattaki ölümlerde put gibi duruyorum

gelsem,
siz yine orda mısınız?

5.06.2011

kötülük

marquis de sade

bir erkeğin bu dünyada gerçekten mutlu olabilmesi için yalnızca bütün kötülüklere tamamen teslim olması değil, aynı zamanda da asla iyilik yapmaması gerekir.

kötülüğe biraz bulaşıp da cinayetin duygular üzerindeki imparatorluğunu ve boşalmayı nasıl şehvetli hale getirdiğini bilmeyen hovarda yoktur.

birine yapmamız gereken iyiliği yapmadığımızda, kötülük yapmış olmanın haince şehvetini yaşarız.

hırsızlık yaparken, adam öldürürken, bir yeri kundaklarken organımın sertleştiğini gördüm ve bizi harekete geçirenin şehvet nesnesi değil, kötülük olduğundan eminim; sonuç olarak yalnızca kötülük sayesinde istek duyuyoruz, nesnesi sayesinde değil; eğer bu nesne kötülük yapma olanağımızı yok etseydi onun için istek duymazdık.

herkes ikiyüzlü davranır; sorarım size, samimi bir kişi sahtekarlar cemiyetinde nasıl olur da her zaman başarısızlığa uğramaz!

doğanın insan yüreğine yerleştirdiği despotizmi sergilemenin gizli bir yolunu insana vermezsek, bu despotizmi uygulayabilmek için etrafındaki nesnelere saldırır, yönetimi karıştırır.

bayağılaşma, bazı ruhların en yaygın hazzıdır; hiçbir şeye yüzü kızarmayan adamın ne kadar ileri gidebileceğini bilmek olanaksızdır.