20.12.2008

öğretmen

fatma aliye

bir sanatkârı güzel görmek isterseniz onu sanatı başında görünüz. bir ressamın en güzel resmine sahip olmak isterseniz şövalesi önünde, fırçası elinde olduğu ve işine daldığı anda bir fotoğrafını çekiniz. hiç de dikkati çekmeyen bir piyanist, piyanosunun başına geçtiği ve artık zihni parmaklarının meydana getirdiği havayla uğraştığı, gözleri belirlemesi güç bir noktaya dalgın baktığı zaman öyle bir letafet ve öyle bir güzellik alır ki o kadın sanki başka biriymiş gibi gelir. sanki müzik perisi orada güzelliği keşfe çıkmış zannedilir.

sanatını sevmeyen kişi sanatkâr olamayacağı gibi, öğrencilerini sevmeyen öğretmen de iyi bir öğretmen olamaz.

19.12.2008

geceleyin

lale müldür



gömülmek geceye.
bazen düşüncelere dalmak için
baş eğilir ya, işte öyle, düpedüz gömülmüş
olmak geceye. çepeçevre insanlar uyumaktadır
ufak bir oyunculuk, masum bir kendini aldatış
sanki evlerde uyumaktadırlar, sağlam yataklarda
sağlam çatılar altında, döşekler üzerinde boylu
boyunca uzanmış ya da büzülmüş, çarşaflar içinde
yorganlar altında, gerçekte bir araya gelmişlerdir
o bir vakitler ve sonraları olduğu gibi çöl gibi bir
yerde, açıkta bir konak, sayılamayacak kadar insanlar
bir önder, bir kavim, soğuk bir gök altında, soğuk
yapraklar üzerinde, önce ayakta, şimdi savrulmuş
yerlere, alınlar kollar üzerine bastırılmış, yüzler
yere doğru sakin soluyarak. ve sen uyanık durursun
nöbetçilerden birisin, yanıbaşındaki çalı çırpı
yığınından yanan bir odun parçasını sallayarak
ama en yakınını bulursun. neden uyanıksın
birinin uyumaması gerekiyor işte.
birinin olması lazım.

kargaşa

hasan hüseyin korkmazgil


öyle bir kargaşada açtık ki gözlerimizi
soygun çalar vurgun oynar
otuzun tadı nedir
tadı nedir kırka merdiven dayamanın
meyvelerden neye benzer elliden öte
kaç beş köşelidir yetmiş beşlerde dünya
seksende ne görünür kadın bacakları insanın gözüne
seksenden öte giden yolda ne yandan doğar güneş
öpüşmek tuzlu mudur ekşi midir kekre midir yoksa
belalı bir uçurum mu dönüp geriye bakmak
ne soracak vakit bulduk
ne de bir söyleyen çıktı
yaşadık yetmiş yaşın bütün sığlıklarını daha on beşimizde
yaşadık otuz beşte on beşin
o buğulu, o bulanık, o delicoş düşlerini
uzandıkça uzaklaştı bizden o yüklü dallar
kıyılar kaçtı ellerimizden biz çırpındıkça
bir yer ki medet umar insan ölümden
çek ipini öylesi yaşamanın
yüz yıl da yaşasan değmez bir boka
bin yıl da yaşasan arkası boş

18.12.2008

bir dinozorun gezileri

mina urgan

kedilere tutkuyla bağlananlar, öteki insanlardan bambaşka bir soydandır bana kalırsa. bu soy, gerçekten soylu bir soydur. belirli bir kültür düzeyi ve duyarlılık şarttır kedileri tutkuyla sevebilmek için. bu soydan olanlar genellikle kültürlü, ince, sanat meraklısı insanlardır. kaba saba bir hödüğün kedi sevmesinin yolu yoktur.

ne yazık ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için öyle bir hale geldiler ki, "rahat" uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden, rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye hazırlar artık.

yılbaşlarında, doğum günlerinde falan, yani tarihi önceden bilinen, özenle organize edilen toplantılarda, insan gerçekten eğlenemez. "buraya eğlenmek için geldiğime göre, mutlaka eğlenmek zorundayım" düşüncesi bile, sahiden eğlenmenizi engellemeye yeter.

bizlerin başlıca iki kusurundan biri yaşama sevincinden yoksun olmamızsa, ikincisi de doğa sevgisinden yoksun olmamızdır. çoğumuz, küçük mutluluklara sıkı sıkı kapatırız benliğimizin kapılarını. neşeli insanları sulu sayarız. dertlenecek bir neden bulunmayınca bile, hep dertliyizdir genellikle. doğanın güzelliğini görmeye de pek meraklı değilizdir.

kürt sorununu çözümlemenin tek çaresi, dağı taşı topa tutmak değil; doğuyu kalkındırmak, refaha ulaşmasını sağlamak, kürt yurttaşlarımıza insan gibi yaşamak olanağını vermektir.

kapitalist toplumun, sürekli ürettiği tüketim mallarını, bilmem kaç katlı koskocaman mağazalarda gözler önüne sermesi, öteden beri midemi bulandırır. bir şey almam gerekiyorsa, bunu küçük bir dükkandan almayı yeğ tutarım.

bu yolculuk sırasında beni sarsan başka bir şey de, insanların eskiden oralarda yarattıkları anıtların görkemiyle şimdi aynı bölgede yaşayanların yoksulluğu; daha doğrusu sefaleti arasındaki korkunç uçurumu görmek oldu. bir yanda ishak paşa sarayı'nın ihtişamı vardı, bir yanda doğu beyazıt'ın yoksulluğu; bir yanda malabadi köprüsü'nün akılalmaz güzelliği vardı, bir yanda sefaletten kaynaklanan bir çirkinlik. doğayla kentler arasındaki aykırılık da çok çarpıcıydı. haşmetli ağrı dağı'nın buzulları ışıldayarak gökyüzüne yükselirken, ağrı kenti yoksulluktan dökülüyordu.

"tek ayrıcalıklı sınıf çocuklardır." 1917 devrimi'nin eski güzel günlerinden kalma çok sevdiğim bir slogandır.

bütün dünyada, orta sınıflar, özellikle de yoksullar, kral ailelerinin ya da çok varlıklı kişilerin özel yaşamlarına akılsızca bir ilgi duyarlar. bunların şatafatlı yaşantısı, boyalı basının en bayağı magazinlerinde sürekli olarak gözler önüne serilir. büyük bir şairin, bir romancının, bir müzisyenin, bir ressamın özel yaşamına merak duymazlar da, bu metelik etmeyen prenslerin ve para babalarının neler yaptığını öğrenmek için meraktan çatlarlar. hatta onlarla özdeşleşirler, onların dertlerini dert edinirler kendilerine.

neden bilmem ama, olağanüstü insan güzelliğinde olduğu gibi olağanüstü doğa güzelliğinde de gizemli bir şey vardır her zaman.

venedik'in büyüleyici güzelliği dünyada başka hiçbir yere benzememesinden mi kaynaklanıyor acaba diye düşündüğüm olmuştur. dünyanın hangi kenti laguna'ya serpilmiş 300 kadar adacık üstüne kurulmuştur? dünyanın hangi kentinde o adacıkları birbirine bağlayan 300'e yakın irili ufaklı köprü vardır? dünyanın hangi kenti trafiğe tümüyle kapalıdır? dünyanın hangi kenti mimarinin ve resim sanatının başyapıtlarıyla böylesine tıklım tıklım dolu büyük bir müzedir?

ancak ağzına et koymayan bir vejetaryenin boğa güreşlerini vahşi bulmaya hakkı vardır.

amerikalı erkekler para kazanmak, çok çok para kazanmak amacıyla, stres altında fazla çalıştıklarından, eşlerinden önce ölürler. paraya konan dullar da, kırmızılar giyip boyunlarına beş altı kilo ağırlığında gerdanlıklar ve zincirler, kulaklarına omuzlarına kadar sarkan küpeler takarak, ölen kocalarının kazandığı paralarla pahalı gezilere çıkarlar. bir amerikalı turist grubuna bakarsanız, bu yüzden yaşlı kadınların hep çoğunlukta olduğunu görürsünüz.

17.12.2008

ornitorenk

atilla atalay

neydi, nasıl bir hayvandı bilmiyordum ama, 10 yaşımda filanken, hararetle bir ornitorenk kartpostalı bulmaya çalışıyordum. mandarin ördeği, tibet sığırı, sırtlan, çekiç balığı filan.. hepsinin resmi vardı, bi tek o melun hayvanınkini bulamıyordum. hiç abartmıyorum, neye benzediğini bilmediğim halde, bir rüya boyunca çocuk bilinçaltımın bana ornitorenk diye sunduğu acayip bir hayvanın peşinden koşmuş, rüyanın sonunda hayvan bana doğru dönüp fen bilgisi öğretmenim fatma didim'in sesiyle "gir içeri" diye bağırınca korkarak uyanmıştım.

şimdi, çocukken rüyasında ornitorenk sandığı bir şey görmüş birisi olmayı hiç de tuhaf bulmuyorum. çünkü o zaman birçok çocuk ornitorenk peşinde koşuyordu. bir cikletin içinden çıkan ufak hayvan kartpostallarını biriktiriyorduk. her bir kartpostalın arkasında ciklet markasındaki harflerden birisi oluyordu. hepsini tamamladığınızda firma size resimleri olmayan bir hayvan ansiklopedisi yolluyordu. siz, o zamana kadar biriktirdiğiniz hayvan resimlerini boş yerlere yapıştırıp bir adet "hayvanlar ansiklopedisi" sahibi oluyordunuz. türlü çeşitli onlarca hayvan kartpostalının arkasında ciklet markasındaki 4 harften bol miktarda bulunabiliyordu. ama ciklet markasının son harfi olan "y" adı geçen ornitorenk kartpostalının arkasındaydı ve o asla bulunamıyordu. "zeytinburnu'nda bi çocuk bulmuş" veya "esasen "y" harfi hiç yokmuş" gibi birtakım efsaneler kulaktan kulağa dolaşıyorken az kaldı ben ikincisine inanıyordum. zaten, ornitorenk bu dünyada olmayan bi hayvanın adına benziyordu. neydi o ööle hecüc mecüc gibi. düpedüz kaskallıyorlardı insanı. üstelik, hava harp okulu hastanesi'ndeki dişçi naci yüzbaşı ben "hazrol" pozisyonunda koltukta yatarken ağzıma bakarak "sen de 'y' harfi arıyosun dimi, ağzından belli" demişti. kendi kızı da ornitorenk peşindeymiş. durumu komutanı sıfatıyla uygun bir ses tonuyla "çok sakız çiğnetmeyin buna başçavuşum" diyerek babama da tembihleyince ben ornitorenk yüzünden azar işiten bir çocuk olarak tuhaf insanlar tarihine geçtim. babam ornitorenke ve bana hiç hak etmediğimiz laflar söyledi. o gece dişçide geçen korku dolu dakikaların da etkisiyle yine düşümde neye benzediğini asla bilemediğim o hayvanı kovaladım. ve yine aynı şey oldu, rüyanın sonunda ornitorenk bana dönüp fen bilgisi öğretmenimiz fatma didim'in sesiyle "gir içeri" diye bağırdı.

ben tam adını tamamlamaya çalıştığım sakız firmasıyla ilişkimi kesmişken, mahalle ornitorenk kaynamaya başladı. sakızların alayından ornitorenk kartpostalı, dolayısıyla "y" harfi çıkıyordu. herhalde firma yeterince ciklet sattığına karar verip vakti gelince piyasaya ornitorenk sürüsü salmıştı. derhal ben de ornitorengimi edinip tamamladığım harfleri ciklet firmasına postaladım. sonra gönderdikleri ansiklopediye şööle bi baktım; ama o kadar. tüm çocuklarla birlikte sürdürdüğümüz ornitorenk avı artık benim için de bitmişti.

16.12.2008

bediüzzaman said nursi olayı

şerif mardin

nurcu hareket, gücünün bir bölümünü de cumhuriyet döneminin bazı başarısızlıklarından aldı. bu başarısızlıklar arasında önde geleni, cumhuriyetçi laik ideolojinin bir dünya görüşü olarak islamın yerini alamamasıydı.

türk devlet görevlileri, anadolu'da yüzyıllardır büyük dertlere yolaçagelen karizmatik liderlerin ve kendi kendilerine kurtarıcı rolü veren kişilerin faaliyetlerine hep kuşku ile bakmışlardı. osmanlı memurları korkularında haklı idiler. çünkü hükümeti devirmeye yönelik gizli tertiplerden ilki yani 1859 kuleli vakası, 1856'da müslüman olmayanlara temel hakların tanınmasından sonra meydana gelmişti. osmanlı reformcularını uzun süre düşündüren bu olay görüldüğü kadarıyla bir halidi şeyhi tarafından kışkırtılmıştı.

kürdistan'daki müslüman-hıristiyan ilişkileri hızla kötüleşti. 1843 yılında, botan emirliği kürtleri tiyari ilçesini istila ederek -bu bölgede nasturi hıristiyanları yaşamaktaydı- yaklaşık 10.000 erkeği öldürdüler ve çok sayıda kadın ve çocuğu köle olarak aldılar.

21 ekim 1895'te, osmanlıların ingiliz reform önerisini uygulamayı kabul ettikleri açıklandığında, ilk tepki bitlis'ten geldi. 25 ekim'de bitlis'te panik üzerine birdenbire başgösteren bir ayaklanmada 200 ermeni öldürüldü.

said nursi, şeyhler hiyerarşisini, karizmalarını dünyevi amaçlar için kullanmaları ve asgari ihtiyaçlarının cemaat tarafından karşılanmasıyla yetinmemeleri nedeniyle suçlamıştır. said nursi'ye göre bu liderler, kendilerine bağlı olanlara, fazladan zekat yüklüyorlardı ve bu da tek kelimeyle bir sömürü idi.

bediüzzaman'a göre osmanlıların bilimde ilerleme sağlayamamış olmalarının nedeni, türkiye'de eğitim alanında birbirinden ayrı üç akımın bulunması idi: medrese, tekke ve mektep sistemi. yaratıcılığı geri getirmenin tek yolu, mekteplere yeniden din dersleri konulması, medrese eğitim programlarına bilim üzerine araştırmaların eklenmesi ve yetkin ulemanın tekkelere sokulmasıydı.

ateşkesten kısa bir süre sonra, yanlış biçimde "kürt teali" olarak bilinen "kürdistan teali cemiyeti" kuruldu. cemiyetin bazı üyeleri diğerlerine göre daha radikal amaçlar benimsemiş ve cemiyet'in diyarbakır şubesi doğrudan kürt milliyetçiliği yapmış olsa da, görüldüğü kadarıyla, kuruluşun başlıca amacı kültürel hedeflerdi. said nursi'nin bu cemiyetin kurucuları arasında yer aldığı söylenmektedir.

herhangi bir şey hiçbir şey'den çıkmayacağına göre, olgunlaşmış bir bitkide görülen dokuların ve diğer karmaşık varlıkların, o bitki olgunlaşmadan önce de bir mekanda potansiyel olarak varolmuş olmaları gerekir. fakat bunlar sözü edilen olgunlaşmadan önce hiçbir yerde görülememektedir. o halde bitkinin yapısı ancak ilahi bir plana izafe edilebilir. her tür, plandan sapma olmaksızın, herhangi bir yanlışlık ortaya çıkmaksızın kendi önceden belirlenmiş sürecini yaşadığından dolayı, bu süreç böyledir.

1923 yılı ocağında said nursi'yi meclis'te, türk kurtuluş savaşı'nın allah'ın inayetiyle kazanıldığını, buna rağmen türkiye'yi daha müslüman bir yaşam tarzına kavuşturmak için hiçbir şey yapılmadığını savunan bir bildiri dağıtırken görüyoruz. said nursi, büyük millet meclisi üyelerini, tehlikeli bir laiklik dalgasının türkiye'yi boğmak üzere olduğu yolundaki korkularıyla uyarmaktaydı.

1932 yılında arapça ezan yasaklandı. aynı yılın temmuz ayında said nursi, kaldığı köyde arapça ezan okuduğu için tutuklandı.

1956 yılına gelindiğinde said nursi, takipçilerinin yeni demokrat parti'yi desteklemekle yükümlü olduklarını ilan etti.

said nursi'ye göre şiiler, yanılgı içinde olmakla birlikte islamiyet'in sinesine yeniden kazanılabilirlerdi.

said nursi urfa'da öldü ve orada gömüldü. bundan üç ay sonra da bir askeri darbe sonucu demokrat parti iktidarı devrildi. 1960'ın temmuz ayında said nursi'nin mezarı açılarak kemikleri buradan alındı ve bir askeri uçağa konularak, ısparta dolaylarındaki dağlarda bilinmeyen bir yere gömüldü.

said nursi'nin başlıca korkusu, bir müslüman'ın yaşamına ben duygusunun egemen olmasıdır. ona göre çağdaş materyalizm bunu geliştirmektedir. bir başka korkusu ise, toplumun çözülmesidir.

said nursi: seçkin kesimi oluşturan zenginler, yoksul ve alt sınıfları ücret karşılığı uşak haline getirmiştir. yani, sermayeye sahip olanlar, ancak emeklerini harcayabilecek olanları ve işçileri düşük bir ücret karşılığı istihdam etmektedirler. bu aşamada sömürü öyle boyutlara ulaşmıştır ki, sermayedar kişi sarayında oturup bankalar aracılığıyla günde bir milyon kazanırken, yoksul bir işçi boğaz tokluğuna madenlerde çalışmaktadır. bu durum öylesine nefret ve öfke yaratmıştır ki, alt sınıflar yukardakilere karşı ayaklanmışlardır.

kendisinden kerametle ilgili güçlerini sergilemesini bekleyenlere said nursi eğlendirici bir hikaye anlatırdı: "adamın biri günün birinde oğlunu bir kuyumcuya götürmüş. niyeti, oğluna değerli bir mücevher almakmış. oysa oğlu henüz çok gençmiş. dükkana girdiğinde tavana asılı duran renkli balonları görmüş. babası ne istediğini sorduğunda, değerli mücevherlerden herhangi birini değil, bu balonları işaret etmiş." said nursi bu hikayeyi şöyle noktalıyordu: "ben, balon satıcısı değilim."

köy enstitüleri modelinin mimarları, daha sonra, kırsal kesimlerde sosyalizmin ve komünizmin yayılması için uygun ortamı sağlayacak bir truva atı inşa etmekle suçlanacaklardı. köy enstitüleri bazıları için marksizmin etkilerini barındırdığından, bazıları açısından da öğrencilere freud'un öğretileri tanıtıldığı için birer günah yuvası sayılıyordu.

dikkati çeken çarpıcı bir nokta, özgün biçimde oluşan bu gruplarda hiç kadın olmamasıdır.uzun yıllar boyunca hareketin gelişmesine katkıda bulunmuş tek bir kadın göstermek mümkün değildir. bu katıksız erkek girişimciliği, mezheplerin, askeri grupların ve edebiyatta küçük toplulukların oluşunda da gözlenen, ortadoğu'ya özgü bir tür grup formasyon modelini yinelemektedir.

said nursi tasavvufa, müslümanları, kuran'da kendileri için belirlenen görevlerden alıkoyduğuna inandığı için karşı çıkmıştı. mutasavvıfların öğretilerinin taşıdığı geniş esneklik, said nursi'nin yaratmak istediği, harekete geçmiş müslümanın ortaya çıkmasına yetmemişti.

yapraklarıyla

rabindranath tagore


yapraklarıyla, çiçekleriyle gövdeme girdi bahar.
sabah boyunca arılar vızıldıyor orada; rüzgarlar gölgelerle oyalanıyor.

tatlı bir pazar fışkırıyor yüreğimin yüreğinden.
gözlerim çiğle ıslanmış sabah gibi mutlulukla yıkanıyor.
yaşam, o çalgının telleri gibi titriyor bacaklarımda.

yaşamımın kıyılarında, gelgitler arasında tek başına mı dolaşıyorsun
ey sonsuz günlerimin sevgilisi
renkli kanatlarıyla pervaneler gibi mi çırpınıyor çevrende düşlerim
ya varlığımın karanlık mağaralarında yansıyan senin şarkıların mı

senden başka kim duyabilir bugün damarlarımda seslenen uğultusunu kalabalık saatlerin; göğsümde kıpırdayan sevinçli adımları, içimde kanat çırpan tedirgin yaşamın gürültüsünü kim duyabilir senden başka?

15.12.2008

imam

amin maalouf


bir imam kalksın istiyor kimileri
ve söz alsın suskun kalabalığın önünde
boş hayal! imam yoktur akıldan başka
yalnız o, gece gündüz yol gösterir bize

14.12.2008

bu ülke

cemil meriç

bir adamı tanımak için düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. kronoloji aptalların tarihi.

ben putperest değilim, kitaba tapmıyorum; içindeki ses, içindeki ışık, içindeki sevgi, içindeki ruh, içindeki çile, içindeki gözyaşı, içindeki tecrübe, içindeki tanrı çekiyor beni.

gözlerimi, yani her şeyimi kaybetmiştim. tekrar çarka takıldım. ölümü bir münci olarak arıyordum. meselelerimi ancak o çözebilirdi. korkak olduğum için intihar edemedim.

neden işçi partisine girmiyorsun? girmem, çünkü benim yerim kütüphane. ben ışık arayan, aydınlanmak ve aydınlatmak isteyen bir insanım. politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum.

uluların hepsi fildişi kulede yaşadı. fildişi kule, tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi. zaman zaman kalabalıklara karışsan bile, limandan uzaklaşma. kalabalık kasırgalı bir umman.

münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. karşınızdaki göremediğinizi gösterecek size.

sağ ve sol: anladım ki bu iki kelime, aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir.

"birini tanımak, hepsini tanımaktır."

sosyal sınıflara ayrılmamış bir ülkede sağcı solcu ne demek?

"hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. bir adamın 'benden başka herkes aldanıyor' demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?" (daniel defoe)

ve yehova, 'bunların hepsi tek kavim' dedi. 'konuştukları dil aynı, giriştikleri işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar. gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların: birbirlerini anlayamaz olsunlar.' ve ademoğulları kentlerini kuramadılar. oraya babil dendi. babil, yani karışıklık. (tevrat)

"rabbin sevgili kulları sağında oturacaklar." (tevrat)

hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. öğretmen ne demek? ne soğuk, ne çirkin kelime.

dergi korkak, pısırık bir kelime, mecmuanın kötü bir tercümesi.

"suçluyu affeden hakim, kendini mahkum etmiş olur." (publius syrus)

kitapta okudum, gazete yazıyor gibi sözler iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir.

okuma ile zehirlenenler uykularını kaybederler. uykusuzluk psikoz başlangıcıdır. bu hastalık da afyon ve esrar gibi, rüyalara, hayallere, sanrılara yol açar. illetin bir başka tezahürü de mektup yazma, daha doğrusu yazı yazma hastalığıdır.

aşk da tanrı gibi öldüğüne göre, cinsiyet tek değer.

"bizim kanunlarımız avam içindir, dahiler için değil." (papa)

"katıksız demokrasi ayaktakımının despotizmidir." (voltaire)

izm'ler, insan idrakine giydirilen deli gömlekleridir.

aşk yoktur sade için. çiftleşme vardır. kadın bir zevk makinesidir. insana işkence en büyük haz kaynağı.

kanun, eski yunan'dan beri, "büyük sineklerin yırtıp geçtiği, küçüklerin takılıp kaldığı bir örümcek ağı" avrupalı için.

katili göklere çıkarır sade, ayaktakımının peşin hükümlerinden sıyrılmış bir gerçekçi olarak alkışlar.

büyük adam için kanun yoktur.

bütün kanun koyucular; solon, muhammet veya napolyon, suçludurlar. suçludurlar çünkü ataları tarafından konulan, çağdaşları tarafından saygı gören yasaları çiğnemişlerdir.

söyleyecek sözü olan herkes suç işlemek zorundadır.

"ebediyete giden yol tımarhaneden geçer." (st. simon)

"yetenek, belli bir hedefe başkalarından daha ustaca ok atmak; deha, oklarını başkalarının bakışlarıyla dahi ulaşamayacağı bir hedefe saplamak." (schopenhauer)

"her dahi bir parça delidir." (seneca)

"dahinin özelliği, öldükten yirmi yıl sonra salaklara düşünceler ilham etmesidir." (aragon)

gördüklerinizi anlamak için daha önce yaşamış olmalısınız.

"burada hiçbir puta tapılmaz, her inanca saygı gösterilir." (tagore)

"bir insan ne kadar büyük olursa olsun bir ülkenin kaderine hükmedememeli." (tagore)

gandhi hakikatti, tagore rüya.

ulu çamlar, fırtınalı diyarlarda yetişirmiş.

hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir.

hatalar bıçakla düzeltilir dam'da.

"gerçek kendisini zor teslim eder; çünkü canlıdır, değişkendir. canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. bu savaşın zaferi sürekliliğindendir." (kemal tahir)

ya ölüm boğacak şarkılarımı, ya elimden aldığın dünyadan daha muhteşemini yaratacağım.

her kitapta kendimizi okuruz. kendimizle yatarız her kadında.

aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.

yaratmak yabancılaşmaktır.

ıtır gülün sesi, ışık sonsuzun. geceleri ölüm konuşur karanlıklarda.

"seni görmesem buddha olurdum, seni gördüm budala oldum." (özdemir asaf)

"dilin görevi gerçeği gizlemektir." (talleyrand)

"ha gayret yağmacılar, salaklar, sayın baylar
hazların etrafına çöreklenin, şölen var
koşun yeriniz hazır
baylar, hayat kısadır, yiyin, için, eğlenin
sizlersiniz sahibi bu talihsiz ülkenin
bu millet malınızdır" (victor hugo)

"ırmak kenarına otur ve hayatın akışını seyret." (şirazlı hafız)

"amaç, araçları meşru kılar." (machiavelli)

mistisizm: inceleme ve akılyürütmeden çok, duygu ve sezgiye dayanır

"insanlık belli bir gelişme aşamasına ulaşınca devlete ihtiyaç kalmayacaktır." (proudhon)

voltaire, halkı sever fakat halka güvenmez.

tantalos: zeus onu cehenneme yollar. zebaniler bir gölün ortasındaki ağaca bağlar. tantalos susuz mu susuzdur. dudakları uzadıkça göl çekilir. ağaç meyvelerle yüklü, altın meyvelerle. ama tantalos'un elleri uzadıkça bir rüzgar bulutlara kadar yükseltir dalları. ve bu işkence kıyamete dek sürer. tantalos, elde edemeyeceği şeyi veya şeyleri isteyen; varlık içinde yokluk çeken kimse anlamında kullanılır.

13.12.2008

karanlık

peter ackroyd

dünya ve görünür evren, başıboş maddenin sonsuz hiçliğin içine doğru patlaması, püskürmesidir; uzayın ve zamanın birlikte yaratıldığı o akıl almaz zamanın bir kalıntısıdır; o ilk rastlantı anının ve gereksiz yaratışın estirdiği yıldız rüzgarının bir araya getirdiği fosillerdir.

karanlık. ve biliyorum ki, maddenin kendisi bir kalıntıdır, kozmosun kusursuz örnekleme yolunda bir engeldir, ilk hiçliğin yüzeyinde bir benektir. nesneler olmaksızın yerçekimi olamaz; yerçekimi olmaksızın nesneler olamaz; uzay, zamanın dışında akıl almaz bir şey, zamanın kendisi ise uzayın bir yönünden başka bir şey değil. bu güçler parçalanmış ve eksiktir; öyleyse, yalnızca onların arasındaki ilişki anlamlıdır; çünkü bu ilişkide, görünür evrenin yaratılışından önce var olan düzenin zayıf bir yankısı vardır. belki de ben, kusursuz düzenin bir yankısını duyuyorum.

karanlık. maddenin kendisi, ancak nispeten düşük bir enerji altında incelendiğinde tanınabilir bir şekil alır; daha yüksek bir enerjide gözlendiğinde kararsız bir duruma dönüşür -şiddetli, kendiliğinden, anlaşılmaz, belirsiz, daha büyük bir gücün çakışları. içini delip geçen bu uzay-zaman sarmalları olmaksızın var olabilseydi bu güç, ne kadar basit, ne kadar katışıksız olabilirdi? evren, kendinden kurtulmak istediği için mi genişliyor?

karanlık. ama yine de evren, kökeninin kalıntılarından kaçamıyor -zamanın ve uzayın içine itilmiş, bu yolla "yaratılmış", ışığa ve sıcaklığa dönüşmüş, ağır ağır görünür varlığına ayrışmakta olan enerji. dünya kendi gelişiminin kalıntılarından nasıl kurtulamazsa, kozmos da uzay ve zaman boyutlarına indirgenişini geriye döndüremez artık. işte bunun içindir ki, tümülüsün içine gömülmüş olanlar benden bir parçadır; benim de onların bir parçası oluşum gibi. her şey başka her şeye dokunuyor, dışa doğru genişliyor; fakat yine de birbirine karışıyor. eğer bir tek ağacın bir yaprağı mucizeyle kaybolsaydı, bütün evren yok olurdu; çünkü o anda güçler dengesi bozulmuş olurdu.

karanlık. ve ben de, o düzenin bir parçasıyım, uzay ve zamanın birlikte dokumakta oldukları ilk yaratılışın bir anısıyım: görünür evrenin şekli ustaca değişmedikçe bana hiçbir şey olamaz. sonsuz uzayın içinde ben de giderek uzaklaşıyorum; bana sonsuz dehşet gibi gelen o sonsuz genişlemenin parçasıyım ben. yine de kendim değilim; kozmosun öteki her parçası kadar gelip geçici ve değişkenim; parçacıkların rastlantısal bir düzeniyim; uzayın ve zamanın sonsuz ayrışımı içinde ufak bir düzlüğüm; madde haline dönüşmüş olan güçler savaşımında bir denge haliyim.

karanlık. ama yine de madde değilim ben; içinden evrenin güçlerinin geçtiği uzayım sadece; tıpkı kozmos içindeki gezilerinde içimden geçen milyarlarca zerre gibi. bir gaz bulutu ya da bir takımyıldızla aynı varoluş düzenindenim ben. her şey bir başka şeyi seyrediyor ve şimdi damian, gözlemevinin açık kubbesinden yukarı baktıkça, çalkantılı hava içinde titreşen ve dans eden yıldızları görebiliyordu.

12.12.2008

avrupa kültüründe kusursuz dil arayışı

umberto eco

ii. friedrich, hiç kimseyle hiçbir şey konuşmaksızın yetişen çocukların, ergenliğe vardıklarında hangi dili ve lehçeyi konuştuklarını sınamak istedi. ve bu yüzden dadılarla sütannelere, bebeklere süt vermelerini ama onlarla konuşmamalarını emretti. aslında, çocukların ilk dil olan ibraniceyi mi, yunanca, latince ya da arapçayı mı, yoksa onları dünyaya getiren anne-babalarının dilini mi konuştuklarını bilmek istiyordu. ancak çabaları sonuç vermedi. çünkü çocukların ya da bebeklerin hepsi ölüyordu.

gizli bir bilgiden daha çekici bir şey yoktur. var olduğu bilinir; ancak bilginin kendisi bilinmez. dolayısıyla çok derin bir bilgi olduğu varsayılır.

ünlülerin yazılmadığı bir dilde anagram, öteki dillere oranla daha fazla değiştiri olanağı sağlar.

kuran'dan yola çıkarak x. yüzyılda el-makdisi yeryüzünde adem'den önce başka insanların varlığına değinmişti.

kempe, havva'nın fransızca konuşan bir yılan tarafından baştan çıkarıldığını, tanrının isveççe, adem'in danimarkaca konuştuğunu hayal eder.

halkların farklı niteliklerinden farklı diller doğduğuna göre, evrensel dil yoktur.

gök cisimleri yeryüzündeki şeyler üzerinde güç alanları ve etkiler oluştururlar.

mantıktan kısaca söz ediyoruz; çünkü tanrıdan söz etmemiz gerekiyor.

homo (insan) humus (toprak) tan gelmektedir.

satürn: gizli ve derin şeyler bilgisinin, hitabetin burcu. kara örtüler, karanlık ırmaklar, derin kuyular ve tenha yerler, metallerden kurşun, demir, kara ve pis kokulu her şey, hayvanlardan kara develer, domuzlar, maymunlar, ayılar, köpekler ve kediler.. (picatrix)

steganografi siyasal ve askeri kullanımlar açısından yararlı bir şifreleme tekniğidir.

daha çok ad mı vardır, daha çok şey mi?

amerikan kızılderili uygarlıklarının piktografik yazıları..

iskit kralı idanthyrsus'un kendisini savaşla tehdit eden büyük darios'a beş gerçek sözcükle (bir kurbağa, bir fare, bir kuş, bir saban dişi ve bir ok yayı) verdiği yanıt senaryo-bulmacaya bir örnek oluşturur. kurbağa, yazın kurbağaların topraktan doğduğu gibi, onun iskitlerin ülkesinde doğmuş olduğu anlamına geliyordu. fare, onun doğduğu yerde yuva kurduğu, yani halkını oluşturduğu anlamına geliyordu. kuş, ayrıcalıklara sahip olduğu, yani tanrıdan başkasına kulluk etmediği anlamına geliyordu. saban, bu toprakları ekerek kendi toprakları haline getirdiği anlamına geliyordu. ve son olarak yay onun iskit toprağında ülkesini savunabileceği üstün silah gücüne sahip olduğu anlamına geliyordu.

alfabe yazısı, seyahat etmek ve değişik diller konuşmak zorunda olan tüccar halklar tarafından bulunmuştur.

gül-haçlar: şimdilik, adlarımızı açıklamamış ve karşılaştığımızda da açıklamayacak olsak bile, yine de herkesin görüşünü, hangi dilde açıklanmış olursa olsun, elbette öğreneceğiz ve her kim bize adını ulaştırırsa, bizden biriyle karşılıklı olarak ya da bir engel söz konusu olursa yazı yoluyla görüşebilecektir. bizim binamız da, (yüz bin kişi onu yakından görmüş olsa bile) ebediyen dokunulmaz, yıkılmaz olacak ve dinsiz dünyadan gizli kalacaktır.

yalnızca adlarını değiştirdikleri ve gizledikleri, yaşları hakkında yalan söyledikleri, bizzat kendilerinin belirttiği gibi tanınmaksızın gelip gittikleri gerçeğine bakarak bile, hiçbir mantıkçı onların zorunlu olarak var olduklarını açıklayamaz.

yazıların çeşitliliği, babil lanetinin bir uzantısıdır.

leibniz, her bireyin evren hakkında kendine özgü bir bakışının olduğunu düşünüyordu.

atom yoktur, hatta hiçbir kütle bölünemeyecek kadar küçük değildir.

evrenin her parçacığında bir sonsuz yaratıklar dünyası içerilmektedir.

sözcük, aslı düşünce olan bir tür resimdir.

kovuşturma, bir fikrin güç kazanmasına yol açar.

destutt de tracy: bugün yeryüzünün bütün insanları aynı dili konuşmak üzere anlaşsalar bile, bu dil değişik ülkelerde binlerce değişik tarzda değişikliğe uğrayıp farklı diller üretecek ve bu diller zamanla birbirlerinden uzaklaşacaklardır.

dillerin çoğunluğuna getirdiği kısmi açıklamayla, çoğulluğu yalnızca bir ceza ve lanetleme olarak sunan bu tarih bir propaganda edimidir. en azından, insanlar arasında evrensel iletişimi güçleştirdiği ölçüde, dillerin çoğulluğu gerçekten de bir cezadır; öte yandan, bu çoğulluk aynı zamanda adem'in başlangıçtaki yaratıcı gücünün artması, kutsal bir soluk sayesinde adları yaratma olanağı sağlayan gücün zenginleşmesi anlamına gelir.

pluche: dillerin çoğalması (ki dillerin karışması demek değildir) doğal olmanın ötesinde, toplumsal olarak olumlu bir olgudur.

dillerdeki farklılaşma, yurt sevgisinin zeminini oluşturan bağlanmayı güçlendirmiş, insanları daha yerleşik hale getirmiştir.

goethe: kutsal nedir? birçok ruhu bir arada tutan şeydir.

ibn hazm: başlangıçtaki dil, bütün dilleri kapsıyordu.

allah kuran'ı kendi halkı anlasın diye arapça indirmiştir, bu dilin özel bir ayrıcalığı olsun diye değil.

hakikat

pascal

hiçbir şüpheciliğin mağlup edemeyeceği biçimde, bir hakikat fikrine sahibiz.

heves ve güç, bütün eylemlerimizin kaynağıdır. heveslerimiz iradi olanlara, güç ise gayriiradi olanlara sebep olur.

elsiz, ayaksız, kafasız bir adamı pekala düşünebiliyorum; çünkü bize kafanın ayaklardan daha elzem olduğunu öğreten tek şey tecrübedir. fakat düşüncesiz bir insan düşünemiyorum. öyle bir şey ya taş ya da hayvan olurdu.

akıl bizi herhangi bir efendiden çok daha buyurgan biçimde idare eder; efendiye itaat etmezsek sadece mutsuz oluruz; ama akla itaat etmezsek aptal oluruz.

hiçbir dogmatizmin üstesinden gelemeyeceği şekilde ispattan aciziz.

pek az kişi tevazudan alçak gönüllülükle bahseder; pek az insan namustan namuslu biçimde, şüphecilikten şüphe ederek bahseder. insanda her şeye yalan, aldatma, çelişki. kendimizden saklanıyor, farklı kılıklara sokuyoruz kendimizi.

ne kadar yüksekten düşersek o kadar sefil oluruz.

kim olduğumuzu sorgulamadan yaşamak olağanüstü bir körlükse, tanrı'ya inanarak kötü bir hayat sürmek de feci bir körlüktür.

11.12.2008

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var

ataol behramoğlu


yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

insan saatlerce bakabilir gökyüzüne
denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
kopmaz kökler salmaktır oraya

kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

insan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
insan balıklama dalmalı içine hayatın
bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var
yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana

10.12.2008

biz burada devrim yapıyoruz sinyorita

ece temelkuran

ne kadar çok güvenlik görevlisi varsa o kadar güvensiz bir yerde bulunuyorsunuz demektir.

dışarıdakiler, içerideki gerçek dinamikleri çözemezler.

capoeira, angolalı yerlilerin portekizli efendiler ülkelerini sömürgeleştirdiği, kendilerini köleleştirdiği zaman kendi aralarında buldukları bir dövüş sanatı. afrika'da daha mistik kökenleri olmasına ve daha şiddet içeren bir biçimde yapılmasına rağmen portekizlilerin afrika'dan brezilya'ya getirdiği siyah kölelerle birlikte latin amerika'da dansa dönüşmüş bir sanat ve spor. sanatla sporun arasında durmasının bir nedeni var. köleler, efendilerini devirmek için savunma ve saldırı talimi yaparken kavga antrenmanı yaptıkları belli olmasın diye bu dövüş hareketlerini dans figürleri olarak geliştirmişler. fakat eski kölelik düzeni yıkıldıktan sonra bu kavga talimleri daha ziyade dans olarak yapılmaya başlanmış. iki kişilik, müthiş esneklik ve akrobasi yeteneği gerektiren bu kavga görünümlü dansı yaparken tarafların birbirine değmemeleri gerekiyor. eğer biri diğerine dokunursa dans bitiyor, dokunan kişi kaybediyor.

chavez ve chavez taraftarları istatistiklerden nefret ediyor. istatistiklerin insan hayatını anlamsızlaştırdığını, soğuk sayılara dönüştürdüğünü söylüyorlar.

yoksullar, zenginlerle karşılaşmadan önce kılık değiştirirler. zenginlere hizmet etmek üzere girdikleri mekanlarda yoksullara giydirilen üniformalar, insanlar arasındaki eşitsizliği estetize ederken yoksulluğun "kirini" örter.

"burada patron yok. ustabaşınız yok. bu yüzden kendi sorumluluğunuzu yerine getirmek için birinin gelip sizi uyarmasını beklemeyin. çünkü burada kimse size emir vermeyecek. burada yaptıklarınızın gelirini eşit olarak bölüşeceksiniz. o yüzden eşit emek harcamalısınız."

9.12.2008

ölüm

michel de montaigne

mademki ölümün önüne geçilemez; ne zaman gelirse gelsin. sokrates'e: "otuz zalimler seni ölüme mahkum ettiler." dedikleri zaman: "tabiat da onları!" demiş.

bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek ne budalalık!

nasıl doğuşumuz bizim için her şeyin doğuşu olduysa, ölümümüz de her şeyin ölümü olacak. öyleyse, 100 yıl daha yaşamayacağız diye ağlamak, 100 yıl önce yaşamadığımıza ağlamak kadar deliliktir.

başımıza bir defa gelen şey büyük bir dert sayılamaz. bir anda olup biten bir şey için bu kadar zaman korku çekmek akıl karı mıdır? ölüm uzun ömürle kısa ömür arasındaki farkı kaldırır; çünkü yaşamayanlar için zamanın uzunu kısası yoktur. aristo, hypanis ırmağının suları üstünde bir tek gün yaşayan küçük hayvanlar bulunduğunu söyler. bu hayvanlardan, sabahın saat sekizinde ölen genç, akşamın beşinde ölen ihtiyar ölmüş sayılır. bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez? 

hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz? daha yaşayıp da ne yapacaksınız?

dünyaya geldiğiniz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarsınız.

hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.

yorgunluğu yapan son adım değildir; son adımda yorgunluk sadece meydana çıkar. bütün günler ölüme gider; son gün varır.

8.12.2008

düşünceler

bertrand russell

istedikleri şeylerin para ile alınacak şeyler olması bakımından, insanların çoğu materyalisttir.

devlet, başlangıçta yabancıları öldürmek için kurulan bir düzendir; başlıca amacı budur. devletlerin yaptığı başka işler de vardır tabi. bir parça eğitim de yaparlar ama, bu eğitim sırasında gençlere yabancıları öldürmenin iyi bir şey olduğu inancını vermek için de bir hayli çalışırlar.

insan kanına susamış delilerin birbirlerini öldürmeleri iyi bir şeydir ama, aklı başında insanların o sırada yanlarında kalmamaları gerekir.

herhangi bir işi iyi yapmak mutluluk getirir insana.

eğitimin çok büyük zararları oldu. insanların okuma yazma öğrenmemelerinin daha iyi olacağını düşündüğüm anlar oluyor. hayalimde, hepsi gürbüz, hepsi akıllı, hiçbiri ezmeyen, hiçbiri ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm oluyor. çünkü, büyük çoğunluk okuma yazma öğrenince, propagandaya açılıyor ve her memlekette propaganda devletin eline geçip devletin istediği gibi oluyor; devletin istediğiyse, sizi öldür dediği zaman öldürecek duruma sokmaktır.

yaptığınız şey başkasına zarar vermediği sürece, kötülenemez. bir cinsel ilişkiyi, sadece eski bir tabu kötülüyor diye kötülememeli. zarar verip vermediğine bakmalısınız. başka her konu gibi, cinsel ahlakın da temeli budur.

can sıkıntısı bir zeka belirtisidir ve önemi çok büyüktür.

bilim bildiğimiz şeyler, felsefe de bilmediğimiz şeylerdir. onun için de, insan bilgisi ilerledikçe, sorunlar felsefe alanından bilim alanına geçer.

ben şimdiye kadar kendime sadece mantıksal atomist demişimdir. ele aldığınız herhangi bir konunun özüne varmak için, tutulacak yol çözümlemedir. her şeyi çözümleye çözümleye, öyle bir yere gelirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşınıza. işte, bunlar mantıksal atomlardır. bunlara, nesneleri meydana getiren idealar (kalıplar) diyebiliriz.

toprağında büyük ölçüde petrol bulunan ufak bir ülkenin bu petrole tek başına sahip olması biraz saçmadır.

yoksulluk, bilgisizlik, saatlerce çalışıp didinmek, yerinden işinden güvenli olmamak gibi kötü koşullar içinde yaşayan insana gerçekten özgür denemez. böyle bir insan hayatını dilediği ve layık olduğu şekilde geçiriyor olamaz. özgürlük denince şu dört öge de bulunmalıdır: ulusça, hukukça, bireyce ve ekonomik özgürlük.

bir suçsuzun cezalanmasındansa, doksan dokuz suçlunun cezadan kurtulması daha iyidir.

iyi bir yönetimde güç, sınırlı olarak, kontroller ve dengelerle uygulanır; kötü yönetimdeyse, gücü engelleyen hiçbir şey yoktur.

çekmece

sunay akın


büyüklerle ben yapamıyorum
çocuklar da almıyor beni oyunlarına
devlet dairesinde
yangından kurtarılmayacak
sıkışmış bir çekmece gibiyim
açılamıyorum sana

kardeşiyle sokaklarda hep
bir örnek giydirilen sen
nasıl sevmezsin eşitliği
yürürken düşen çoraplarını
aynı hizaya getirmek için
annen değil miydi önünde diz çöken

öpüşme sahnesinin tam ortasında
içeri girdiğin yazlık sinemanın
yer göstericisiyim
yürüyorsun fenerimin ışığında
yer: kız kulesi
ve sonu ayrılıkla bitecek
hüzünlü bir aşk filmini oynuyor
beyaz duvarında

bir kez olsun çıkmazken ağzından
seni sevdiğimi
her gün söylememi yadırgama
bil ki bu şehirde
iskelenin verilmesini
beklemeden atlarım vapurlara

son karesi gibi red kit'in
batan güneşe doğru
sürerken atımı
gitme kal demeni bekliyorum
ama yalnızca
rüzgar çekiştiriyor atkımı