
9.10.2016
hypatia

pornografi

bilim
joseph le doux: kendinizi bulmanız için hiçbir zaman çok geç değildir. kırk yıl sonra hala gitarda kendimi bulmaya çalışıyorum.
ray kurzweil: doğru bir fikrin gücü, aşılmaz gibi görünen bir sorunu her zaman alt edecektir.
j. doyne farmer: bilim hem evrensel bir inanç sistemidir hem de gündelik sorunları çözmenin bir yoludur.
steven strogatz: bazı insanlar bütün hayatlarını gerçekten ne yapmak istediklerini hiç bilmeden geçiriyorlar.
v.s. ramachandran: bilimle şiirin ortak noktaları çoğumuzun sandığından daha fazladır; her iki girişim de en aykırı düşünceleri yan yana getirmeyi ve dünyaya biraz romantik bir gözle bakmayı gerektirir.
lee smolin: einstein'ın bana çekici gelen düşüncelerinden biri, bir bilim adamı olarak insanın gündelik hayatın belirsizliği ve acılarını aşabileceği idi. doğanın yasalarını kavrayarak, insan yaşamının kısa süreli uğraşlarına göre dünyanın çok daha kalıcı ve güzel bir yönüyle bağ kurabilirdiniz.
newton: büyük hakikat okyanusu karşımda keşfedilmemiş halde dururken, deniz kıyısında oynayan, ara sıra daha düzgün bir çakıl ya da olağandan daha güzel bir deniz kabuğu arayarak kendimi oyalayan bir çocuğa benzer gibiyim.
matt ridley: bilim adamları gerçeklerle ilgilenmezler. onlar bilgisizliği severler. onun içini oyar, onu yer, ona saldırırlar -hangi eğretilemeyi canınız istiyorsa onu seçin- bunu yaparken de durmadan daha fazla bilgisizlik keşfederler.
8.10.2016
aydınlanma

bir yalanın gerçek olmasını sağlamanın en iyi yolu, onu sonsuz kere tekrarlamaktır.
gerçekle yüzleşemeyen insanlar bir günah keçisine ihtiyaç duyarlar. en iyi günah keçileri de şahsen tanımadığın kişilerdir.
saf aşk diye bir şey yoktur; mücadele dokunduğu her şeyi kirletir.
her şey geçmişle iç içedir. hiç kimse sana bütün hikayeyi anlatmaz; dolayısıyla nerede durduğunu bildiğinden asla emin olamazsın. riskini alıp düğümünü kendin atarsın; çünkü hikaye asla bitmez.
er ya da geç herkes geri döner.
dünyanın neden benim istediğim gibi olmadığını sormayı bıraktığımda, kendi yaptığım işi daha mütevazı bir ışıkta görmeye başladım. asıl onurun, her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışmakta yattığını düşündüm.
hayatın bana öğrettiği bir şey varsa, o da fırtınaların asla uzun sürmediğidir.
numaracı, sinsi ve pozcu insanlarla dolu bir ülkede yaşıyoruz. sahtekarlarla dolu bir ülkede. özgürce dolaşan, gayri meşru yollardan edindikleri servetlerini her geçen gün daha büyük bir kibirle sergileyen sahtekarlar.
dünyada adalet diye bir şey yoktur.
dünyanın kıyısında oturmuş, bilinmeyene bakıyorum ve uzakta parıldayan her ışık, arkasındaki her gölge daha büyük, daha hakiki, daha derin bir şeyler olduğunu ima ediyor. riski göze alıp devam etmek zorundayım.
insanların olduklarına inandıkları şey gerçekten oldukları şeyden daha önemlidir.
başını eğ, dünyayı tüm çirkinliğiyle gör, hiçbir şey söyleme, kaderinle savaşmayı bırak; ama utancını asla unutma.
sabır ile koruk
oscar wilde anlatıyor:
vaktiyle bir balıkçı vardı. günlerce denizde kalır, döndüğü zaman mahalle halkını etrafına toplar, onlara avlanırken başından geçen acayip şeyleri anlatırdı. dinleyenlerin heyecandan nefesleri kesilir, peri padişahı ile başlayan, denizkızları ile devam eden hikayenin bir tek kelimesini kaçırmamak için balıkçıya daha çok sokulurlardı. balıkçı o kadar güzel anlatırdı ki herkes onun peri kızları, denizkızları ile senli benli olduğuna inanır, her sefer dönüşü, heyecanla sorarlardı:
"bugün hangi peri kızı ile beraberdin? bugün gene neler gördün?"
günlerden bir gün balıkçı denize açıldı, denizin orta yerinde bir ada, adanın kıyısında da adıyla sanıyla peri kızları ile denizkızlarının oynaştıklarını görmez mi?
mahalleye döndüğü zaman balıkçının suratı bir karıştı. ağzını bıçaklar açmaz olmuştu, gene etrafını sardılar:
"hadi anlatsana! bugün neler gördün?"
balıkçı yorgun, perişan, mahzundu. neredeyse ağlayacaktı:
"hiç, dedi. hiç! bugün hiçbir şey görmedim!"
7.10.2016
6.10.2016
din
james watson: tanrı'ya inanmanın en büyük avantajı, hiçbir şeyi anlamak gerekmemesidir; ne fizik ne de biyoloji. ben anlamak istedim.
heinrich heine: kitapları yaktıkları yerde, sonunda insanları da yakacaklardır.
thomas paine: insanlığa acı veren tüm tiranlıklar arasında dindar tiranlık en kötüsüdür. diğer tiranlık biçimlerinin hepsi, içinde yaşadığımız dünyayla sınırlıdır; fakat bu, mezarın ötesine geçmeye ve bizi sonsuza dek takip etmeye çabalar.
iain banks: insanlar güç gösterisinde bulunmak için tarikatlar, mezhepler oluştururlar.
jorge luis borges: bir din için ölmek, onun için yaşamaktan kesinlikle daha kolaydır.
george carlin: tanrı'ya inanmaktan bahsedecek olursak, bunu gerçekten, gerçekten denedim. fakat.. etrafınıza baktıkça bunu daha iyi anlıyorsunuz. ters giden bir şeyler var. savaşlar, felaketler, ölümler, yıkımlar, açlık, pislik, yoksulluk, işkence, suç, yozlaşma.. bu güzel bir eser değil. eğer tanrı'nın yapabileceği en iyi şey buysa hiç etkilenmedim. bu gibi sonuçlar yüce yaradan'a olan inancımı sarsıyor.
giordano bruno: belki de benim cezamı veren sizler, benden de büyük bir korku içerisindesiniz.
yaşam ve yazgı

savaşta oğlunu kaybeden bir anneye karşı bütün insanlar suçludur ve insanlık tarihi boyunca bu annenin önünde boş yere kendilerini aklamaya çalışırlar.
faşizm ve insan bir arada yaşayamazlar. faşizm galip geldiği zaman insan varlığı sona erecek, sadece içi değişime uğramış, insana benzeyen yaratıklar kalacaktır. ama özgürlük, akıl ve iyilik giysisini sırtına geçirmiş olan insan galip geldiğinde faşizm ölecek ve boyun eğenler yeniden insan olacaklardır.
dünya üzerinde sadece ve sadece dar kafalı, kendi haklılığını sarsılmaz bir duygu haline getirmiş olan insanlar hüküm sürerler.
yaşamın özgünlüğünün ve kendine özgü özelliklerinin kaba kuvvetle silinmek, yok edilmek istendiği yerlerde yaşam söner.
bir ırk adına, tanrı adına, parti adına, devlet adına oluşturulan bir birliğin, yaşamın aracı değil, anlamı olduğuna ilişkin inanç bir kör inançtır. insanın yaşam mücadelesinin biricik, gerçek ve ebedi anlamı insanda, onun basit, alçak gönüllü özelliklerinde, bu özellikler üzerindeki hakkındadır.
en zor şey, zamanın üvey oğlu olmaktır. kendi zamanında yaşamayan bir üvey oğulun alın yazısından daha zor bir şey yoktur.
herkes aynı acıyı çeker; ama herkes kendince çeker.
derin keder ve ölüme mahkum olma duygusu keskin bir korkuyla yer değiştirdiği zaman anlamsız bir uyuşturucu olan iyimserlik insanların yardımına koşar.
5.10.2016
leyla'ya mektuplar

şimdi burada güzel bir şafak. gene uykusuz, mutsuz, tedirginim. sana yazmak, yazmak, yazmak istiyorum. seni bütün şafaklarda, evrenlerin o ıssız ihanet saatinde öperim. ve sen geçersin içimden. bitmek bilmezsin.
seni anlamak, seni sevmek mühim ve aziz bir iştir.
bana öyle geliyor ki sen beni görmek istemiyorsun. işte oraya gelmeme engel ya da sebep olan asıl bu. gelicem, kahveni, cıgaranı içicem, sonra da iyi akşamlar, iyi geceler deyip boynumu kırıp gidicem; otele ya da bir gecekondu yatağına. allah kahretsin, bunu düşündükçe geberesiye tiksiniyorum dünyadan.
dün yemekte anneme "beethoven gelse istese kızını verir miydin?" diye sordum. "kim bu herif?" dedi. "açlıktan ölen bir müzik peygamberi" dedim. önce tövbe çekti, sonra küfretti anam. kardeşlerime sordum; kızlar yalandan, erkekler canı gönülden "evet" dediler. galiba erkekler hayale, romantizme daha düşkün oluyor. kız kısmı peşinci, realist! haklı bir şey. bir dostluk delisi, bir garip şair, böyle ehli namus ve eli ayağı düzgün bir hatuncağızla evlendi mi boku yediğinin resmidir.
hiçbir uğraş, hiçbir umut, seni düşünebilmek, seni anlayıp sevmek, yüzüne bakabilmek kadar dolu, anlamlı ve yaşanmaya değer olamaz.
değil evlilik, insan düşüncesinin ulaşabildiği bütün kavramların üstünde, biz hep birbirimizi görecek, duyacağız. dostluğumuzun uzun ömürlü oluşu, bundan.
uygarlığın huzursuzluğu

"dünyayı döndüren açlık ve sevgidir." (schiller)
yaşamın amacını belirleyen şey yalnızca haz ilkesinin programıdır. yapımız icabı yalnızca karşıtlıklardan yoğun bir zevk alabiliriz, sürekli durumlardan aldığımız zevk ise pek azdır.
wilhelm busch: derdi olanın içkisi de vardır.
fantezi tatminleri içinde ilk sırada, sanatçı aracılığıyla kendisi yaratıcı olmayan kişiler için bile ulaşılabilir kılınan sanat eserlerinden alınan zevk gelir. sanatın etkisine açık kişiler için buna haz kaynağı ve yaşamsal teselli olarak ne kadar değer biçilse azdır. ama sanatın sağladığı hafif narkoz, yaşamın sıkıntılarından geçici bir uzaklaşmadan fazlasını veremez ve gerçek sefaleti unutturacak kadar güçlü değildir.
çok sayıda insanın hep birlikte, mutluluğu garantileme ve acıya karşı korunmayı, gerçekliği sanrılı bir biçimde yeniden kurma yoluyla sağlamaya kalkıştığı durumlara özel bir önem vermek gerekir. insanların dinleri de böylesi kitlesel sanrılar olarak tanımlanmalıdır. tabii ki insan bu sanrıyı paylaştığı sürece, bunun sanrı olduğunun asla farkına varmaz.
goethe: bir dizi güzel gün kadar çekilmez şey yoktur.
uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir.
uygarlık, bireyin tehlikeli saldırganlık arzusunun üstesinden, bireyi zayıf düşürerek, silahsızlandırarak ve bireyin, tıpkı ele geçirilmiş bir şehirdeki işgal kuvvetleri gibi, bir iç merci tarafından gözetlenmesini sağlayarak gelir.
insanın kötülüğe, saldırganlığa, yıkıma ve dolayısıyla vahşete yönelik doğuştan gelen bir eğilim taşıdığından bahsetmek "küçük çocukların hoşuna gitmez". tanrı insanları kendi mükemmelliğinin bir eşi olarak yaratmıştır tabii ki; kötünün yadsınamaz varlığını tanrı'nın mutlak kudret ve iyiliğiyle bağdaştırmanın ne denli zor olduğunun kendisine hatırlatılmasını istemez insan.
büyüklükleri kitlenin hedef ve ideallerine tümüyle yabancı özellik ve işlerden kaynaklandığı halde çağdaşlarının takdirini kazanmış kimi insanlar vardır.
kimi insanların, biz diğerlerinin acı verici şüpheler ve ardı arkası kesilmez denemelerle ulaşmak durumunda olduğu en derin kavrayıştan kendi duygularının girdabından hiç de çaba göstermeden çekip çıkarma becerisine sahip olduklarını fark ettiğinde, insanın iç geçirmeye pekala hakkı vardır.
"freud'a göre hayvani dürtülerle güdülenen insanın aynı zamanda uygar bir varlık olmaya çalışması trajik bir durumdur. bununla beraber freud insanın uygarlıktan vazgeçemeyeceğini de kabul eder. sonuç uygarlığın kaçınılmaz huzursuzluğudur."
cumartesi

uzunca, düzgün, temiz, cilalı; boyalı değil. bir insanın tırnakları pek çok şeyi ele verir. bir hayat çökmeye başlayınca ilk gidenlerden biri tırnaklardır.
ütopyanın peşinden gidilirse sonunda her türlü aşırılığa izin verilir; ki hepsi de bu ütopyanın gerçekleşmesinin acımasız yollarıdır. eğer sonunda herkes sonsuza kadar mutlu olacaksa şimdi bir ya da iki milyonu katletmek neden cinayet sayılsın ki?
inananların pençelerinden kurtulmak pek kolay değildir.
pek mantıklı gelmiyor kulağa; ama genellikle insan inanmamaya yatkındır. inandığının yanlış olduğu ortaya çıkınca da düşüncesinden döner. ya da inanır ve inancını sürdürür. zaman içinde, kuşaklar boyunca en yararlı olan şuydu belki: ne olur ne olmaz, sen inan.
ne kadar büyük düşünürsen o kadar saçma görünür.
önemli konuların üzerinde durursak, politik durum, küresel ısınma, dünyadaki yoksulluk, gerçekten korkunç görünüyor, hiçbir şey iyiye gitmiyor, umut beslenecek hiçbir şey yok. ama küçük düşünürsem, daha dar alanda, yeni tanıştığım bir kız ya da chas'la hazırladığımız şu şarkı ya da gelecek ay kayağa gitmemiz; o zaman önemli görünüyor bana. öyleyse benim sloganım bu olacak: küçük düşün.
insanlar meydana çoğunlukla kendi dramlarını sahnelemek için gelirler. bir sokağın bu işe yaramayacağı aşikar. tutkuların geniş mekanlara ihtiyacı vardır, bir tiyatronun hizmete hazır ferahlığına örneğin. çöllerin, askeri planlamacının rüyası olduğu söylenir. kentteki meydanlar da bunun özel hayattaki karşılığıdır.
bir hastanın üstü örtülür örtülmez ameliyathanede bir kişilik, bir birey olduğu duygusu silinir. görme duyusunun gücü böyledir. geriye yalnızca kafanın o küçük alanı, ameliyat bölgesi kalır.
peter brian medawar: ilerleme umutlarıyla alay etmek en büyük ahmaklıktır; ruhun yoksul ve zihnin değersiz olduğunu bu sözden daha iyi kanıtlayan bir şey yoktur.
insanın hayatını kazanamaması ya da içkiye hayır diyememesi ya da dün yapmaya karar verdiği şeyi bugün hatırlayamaması umutsuz bir yazgı. her kentin halka açık alanlarını dolduran bu güçsüz ordu, ne kadar toplumsal adalet sağlasanız da tedavi edilemez ya da dağıtılamaz. o zaman ne yapılacak? gördüğünde tanıman gerek talihsizliği, bu insanlardan sakınman gerek. bazılarını bağımlılıklarından vazgeçirebilirsiniz, kimilerini de.. bütün yapabileceğiniz, onların bir şekilde rahatını sağlamak, acılarını azaltmaktır.
4.10.2016
aylaklar

siyaset yararlanmak için değildir. siyaset halkın da çıkarına değildir. ondan ne tek tek insanlar, ne de topluluklar yararlanabilir. siyaset insan topluluklarının kaderidir. bu kader birtakım dahilerin elinde arada bir yeniden yazılır ve birtakım bıkkınlıklar giderilerek insanlara yeni bir yaşama ümidi aşılanır. siyaset bir şey için değil, siyaset için yapılırsa güzel olur. siyasetin yararlısı, yararsızı olmaz, dahicesi olur, o kadar.
evrenin, insan için hiçbir özel amacı yoktur. insan türünün çoğalıp gelişmesi, sonsuz zaman içinde, üzerinde durulmaya değmez bir oyundur.
savaş demek politika demek değildir. savaş insanların bir deliliğidir.
büyük işler için de, küçük işler için de serçe parmağımı bile kıpırdatmam. çünkü olayların gidişini değiştirecek bir güç verilmemiştir bize, her şey olacağına varır.
gül mevsiminde tövbe-i meyden benim gibi
zannım budur ki sen de pişmansın ey gönül (nedim)
kan dökücü insanlar, enteresan olmak için güzel sanatlara meraklı görünürler. öyle ince bir ruhta, bu ne şiddet diye şaşılsın isterler. ama ben şaşmam; çünkü kanmam bu yavelere.
annem sağ olsaydı, "bırak da babamla biraz da ben yatayım." derdim. ana babalarla, çocuklar, kız erkek kardeşler arasındaki cinsel ilişki yasağı tümüyle anlamsızdır.
zenci ile yatmamış bir kadın, eksik bir kadındır.
aşkı küçük görür, aşka bir küçük burjuva tutkusu diye bakar. küçük burjuvanın zavallılığını gösteren bir acayipliktir aşk, der.
dünya onun için bir tuzaktı, babamın bütün çabası da bu tuzağa düşmemek için çalışmak, uyanık bulunmak olmuştur. paçayı kurtarmak kaygısı, bencillik, başka bir şey değil.
platon: felsefe, insanların ve toplumların güçlü oldukları çağlarda yararlıdır; zayıf oldukları zamanlarda ise acınacak bir şeydir.
petrol kuyularından da, önce birtakım pislikler çıkarmış, petrol arkadan gelirmiş. benim günlüğüm de öyle olacak. asıl önemli olan düşünceleri yakalamak için, onları örten süprüntüyü çıkarıp atmalı.
irade teorisi yapan bir düşünür, bir tekerleğin orta yeri gibi sakin kalmaya alıştırıyordu kendini. hayat gümbür gümbür dönüyor; ama o, orta yerde istifini bile bozmadan hareketsiz kalabiliyor. gerçekten büyük bir başarı.
yaşamaktan soğumamak için tek çare, daha güzel bir dünya düşünmektir. o dünyayı özlemek ve o dünya için savaşmaktır.
rahattır insanın ilkelerinin olması; her gün, her saat yeni baştan düşünmek zorunda kalmaz çünkü. ama bunun için gerçekten doğru olmalı, içten olmalı; gösteriş diye gütmemeli bu davranışı.
doğanın, insan için -bütün canlılar için olduğu gibi- hiçbir ereği yoktur. etimde, kanımda bir enerji var; bunun işletilmesi gerekiyor, işlemezse bizi bekleyen sadece deliliktir. onun için koşuşuyorum, yorgun düşünceye kadar didiniyorum. enerjimle deliliğim arasında korkunç bir yarışma başladı. bir an dursam, sanki dağılacağım, zerrelerime ayrılacağım, beni bilincimle yaşatan denge altüst oluverecek. bilincimi korumak değil ereğim, onun üstünlüğünü ezmek, egemenliğini ortadan kaldırmak. bilinç, onu baskı altında tutmak için, tutacak kadar gerekli bana. iş arkadaşlarımın, parti arkadaşlarımın davranışlarındaki içtenlik payını, doğruluk payını öyle ince eleyip sık dokumayacağım. görünüşlerin altındakini anlamaya hiçbirimizin gücü yetmez. yeteneğim ne kadar elverirse, o kadarcık bir iş göreceğim ve üst yanına karışmayacağım.
benim içimde hiçbir inanç yok. hiçbir sevgi yok. insanları da, memleketimi de sevmiyorum. şu son yıl içinde ne yaptımsa hepsi zoraki idi. kendimi oyaladım, aldattım; fakat korkunç gerçek ağır bastı sonunda.
memur sınıfı

işim olmasaydı, bu soruna karşılık sana iki perdelik bir moliere oynardım ki.. ve alınmayacaksın hiçbir sözden. anlatacaksın. daha bir dakika önce, yanındaki arkadaşına seslenir gibi alçak bir sesle, omzunun üstünden aşarak seslendi: "şükrü efendi! bana bir çay getir." evet ne istiyordunuz? şimdiye kadar söylediklerini dinlemedim; çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle, yeni baştan anlatman gerekiyor, demek istiyor. ne kadar özlü konuşuyor değil mi? ayrıca, öksürmenin yararı dokunmadı, beni genç gördü. ilk sözlerle baştan savmak istiyor. sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: "evrakın sizde olduğunu söylediler." gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı, iki oda kadar öteye savuracak. belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. bu kanlı savaş, dışardan hiç belli olmuyor değil mi? işte al sana kesinlik: yazının tarih ve numarası. yalnız, bu başarıyla sarhoş olmamalısın. evrakın ona havale edildiğini hemen söylemeyeceksin. yazı işlerine gittim zimmetle size gönderdiler diyerek, ilk dakikadan onu bunaltmaya gelmez. kendisini çok çaresiz görürse, ümitsiz hareketler yapabilir. mesela: "bir dakika" der, çıkar odadan, bir daha koydunsa bul. nazlı masal kuşlarıdır. ürkütmeyeceksin.
belki biraz daha beklemeliydim. ne dersin? bir iki iş sahibi gelse. onları terslese. ben bir köşede durup bakışlarımla ona hak versem? adamlar gidince de önce şundan bundan konuşuruz: bir iki basit hastalık filan. bir ilaç tavsiye ederim. yalnız, fazla ileri gitmeye gelmez. olmayacak bir şey ister insandan. ikmale kalmış kızının fikir hocasına gidip iltimas yaptırmak gerekir; gel de işin içinden çık. fazla kibarlık da etmeyeceksin.. kibarca atlatıverirler seni. bunları düşünüp, karşılıklı oyunlar oynamakla harcadığımız enerjiyle kimbilir kaç tane elektrik santrali çalışırdı? efendim?
uzun uzun, tarih ve numarayı inceliyor. sanki hayatında tarih ve numarayı ilk defa görüyor. selim olsa, bir cinayet çıkardı. budist olacaksın: ağaç, taş, bu münasebetsiz memur ve turgut özben. kaynaşıp gideceksin. işi cahilliğe vuruyor. böylece hem zaman kazanıyor, hem de sabrımı deniyor. sonra saf saf başını kaldıracak, ben bundan hiçbir şey anlamadım, diyecek. cahilliğine aldanmayacaksın, hemen atılıp anlatmaya kalkmayacaksın. öyle bir anlamıştır ki küçük ve önemsiz bir yanlışını yakalayıverir senin. bilgisizliğini yüzüne vurur. küçümser seni. çileden çıkarmaya çalışır. bu kadar okumuş, tahsil görmüş, daha bir dilekçenin nasıl yazıldığını bilmiyor, der bakışlarıyla. masasının gözünden talimatnameler, nizamnameler, kanunlar çıkarır. maddeler denizinde boğar seni. bir işin nasıl yapılacağından çok nasıl yapılmayacağını gayet iyi bilir. gerçek olumsuzluğun sultanıdır. canım benim! şişman da değil ki biraz gevşeyebileceğinden ümitli olalım. zayıf, sinirli ve orta yaşlı. eski usul bıyık bırakmış.
koyu renk elbisemi giymeliydim. gençliğimi kızgınlıkla karşılar belli etmeden. öksürüğümü de beğenmedi. şartnamenin unutulmuş bir maddesiyle öyle bir saldırır ki müdürler bile çekinir böylelerinden. yapamam efendim, der; sonra mesul olurum. müdür diyor ki mukavelenin ruhuna aykırı bir taraf yokmuş. müdür bey böyle diyorsa kendi imzalasın: benim parafıma ihtiyaç yok. müdür bey, memur arkadaş dedi ki sizin imzanız yetermiş. ne demek efendim? imzalasın. vazifesi. çağırın bana. müdürle memur arasında sıkışacağını düşünmek turgut'u terletti. önce size havale edilmiş necati bey, neden paraf etmediniz? susun! moralimi bozmayın. uykusuzluktan olacak. boş yere kendini korkutmayacaksın. selim'in olumsuzluk meleği nihat, dairede nasıl bir adamdı acaba? bu adammış. selim öldü nihat bey: imzalayın artık. olmaz. babam mezardan çıksa imzalamam. ne korkunç adamsınız. yalnız çiğ et mi yersiniz? masaya fazla yüklenmişim: biraz geri. bazıları, masanın başında durup dikilmeye sinirlenirler. çok duyarlı bünyeleri var. en küçük bir hareket baskı oluyor. gözlüklerini burnuna indirmiş, elleri düzgün. yalnız kağıt tutmuş eller. memur sınıfı diyorlar.
fragmanlar

güneş her gün yenidir.
karşıt olan şeyler bir araya gelir ve uzlaşmaz olanlardan en güzel uyum doğar.
eşekler samanı altına tercih eder.
aynı ırmaklara girenlerin üzerinden farklı sular akar.
insanların çoğu başlarına gelenler hakkında düşünmezler ve öğrendiklerini kavrayamazlar; yalnızca kendi kanılarına inanırlar.
beklenmeyeni beklemezsen, onu bulamazsın; çünkü ne bir iz vardır ne de bir yol.
altın arayanlar çok fazla toprak kazarlar ve çok az bulurlar.
en iyiler bütün şeyler arasında tek bir şeyi seçer: ölümlüler arasındaki ezeli ünü. çoğunluk ise sığır sürüsü gibi tıkınır.
bilgelik tektir; her şeyi her şeyle yöneten düşünceyi bilmektir.
halk yasayı kentin surlarını savunur gibi mücadele ederek korumalıdır.
bütün yollarını yürüsen bile ruhun sınırlarına ulaşamazsın.
sevgili

hiçbir zaman merhaba yok, iyi akşamlar yok, iyi yıllar yok. hiçbir zaman teşekkür yok. konuşmak yok. konuşma gereksinimi yok. her şey dilsiz, uzak kalıyor. taştan bir aile işte, ulaşılmaz bir derinlikte taşlaşmış. her gün birbirimizi öldürmeye çalışıyoruz. birbirimizle konuşmamakla kalmıyoruz, birbirimizin yüzüne baktığımız da yok.
insan görünmeyegörsün, bakamaz artık. bakmak, bir şeye karşı, bir şey için merak duymaktır, düşmektir. baktığımız hiç kimse kendisine yöneltilen bakışa değmez. her zaman onur kırıcıdır. konuşma sözcüğü atılmış. sanırım burada utancı ve gururu en iyi açıklayan bu. ister aile topluluğu olsun, ister başka türlüsü, her topluluk tiksinti vericidir, alçaltıcıdır. yaşamı yaşamak zorunda bulunmanın temel utancı içinde bir aradayız.
selde, arzunun gücünde, her şey akıp gider.
savaş her yana yayılır, her yana sızar, çalar, tutsak eder, her yanda hazır bulunur, her şeye karışır; bedenlere, düşüncelere, uykulara, uyanıklıklara, her zaman, her yere girer; çocuğun bedeninin, zayıf kişilerin, yenik halkların güzelim toprağını ele geçirmenin sarhoş edici tutkusunun pençesindedir; nedeni de kötülüğün orada, kapılarda, tenin üzerinde olmasıdır.
bu konularda insanları uyarmalı: ölümsüzlüğün ölümlü olduğunu, onun da ölebileceğini, eskiden de şimdi de böyle şeyler olduğunu anlatmalı onlara. bu biçimiyle hiç ortaya çıkmadığını, salt ikiyüzlülük olduğunu. ayrıntıda değil, yalnızca ilkede var olduğunu. bunu yaptıklarını bilmemek koşuluyla, kimi insanların onun varlığını benliklerinde saklayabileceklerini. yaşamın o yaşarken, o yaşamdayken ölümsüz olduğunu anlatmalı. çöllerin ölü kumlarına, çocukların ölü bedenlerine bakın: ölümsüzlük geçmez oradan, durur, çevrelerinden dolaşır.
eşiğinde sessizlik başlayan yerdir o. sessizliktir burada olup biten, yaşamım boyunca süren bu ağır gelişmedir. hala orada, bu büyülenmiş çocuklar önündeyim, gizem de hep aynı uzaklıkta. yazdığımı sandım; ama hiç yazmadım. sevdiğimi sandım; ama hiç sevmedim. kapalı bir kapı önünde beklemekten başka bir şey yapmadım hiçbir zaman.
3.10.2016
insan
insanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar. hayatta olduğunuz sürece durumunuz kuşkuludur. kuşkulu olmaktan çıkmak için düpedüz var olmaktan çıkmak gerekir.
insan böyledir, aziz bayım, iki yüzü vardır onun: kendini sevmeden sevemez. gözleyin komşularınızı, şansınıza bir ölüm olursa binanızda. onlar kendi küçük yaşamları içinde uyurken, örneğin kapıcı ölür. hemen uyanırlar, koşturmaya başlarlar, acınırlar. taptaze bir ölü. gösteri başlar sonunda. onların trajediye gereksinimleri vardır. neylersiniz, onların küçük aşkınlıklarıdır bu, aperitifleridir.
her insanın temiz hava gibi, kölelere gereksinimi vardır. kumanda etmek soluk almak demektir. en nasipsizler bile soluk almayı başarır. toplumsal merdivenin en altında bulunan kişinin bile bir eşi ya da çocuğu vardır. bekarsa bir köpeği vardır. kısacası asıl olan, karşıdakinin yanıt verme hakkı olmaksızın insanın kızabilmesidir.
yalnız, tanrısız ve efendisiz kimse için günlerin yükü korkunçtur. o halde insanın kendine bir efendi seçmesi gerekir. kölelik olmadan kesin çözüm yoktur.
önemli olan, özgür olmaktan çıkmak ve kendinden daha namussuz olana pişmanlık içinde biat etmektir. hepimiz suçlu olduğumuz zaman demokrasi olacaktır. ölüm yalnız başına olur; kölelik ise ortaklaşadır. sonunda herkes bir yere gelir; ama dize gelmiş ve başı eğik olarak.
mutluluğunuz ve başarılarınız, ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde affedilir. ama mutlu olmak için başkalarıyla fazla ilgilenmemek gerekir.
mesele kötü insan olmak değil; ama ışığı yitiriyor insan. evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.
2.10.2016
allah'ın kızları
nedim gürsel
insanın karnı nerede doyuyorsa vatanı orasıdır.
hz. isa "kılıç kuşananın kılıçla ölmektir sonu." dememiş miydi çarmıha gerilmeden önce?
taş olan ille de taş basmaz bağrına, bazen böyle, terk edildiğini anlayınca, kendi gözyaşında boğulur.
bütün gerçek kahramanlar gibi kahramanlık türkülerinden pek hoşlanmazdı.
ibrahim büyüdüğünde, ne doğan güneşten ne batan aydan ne de yıldızlardan tanrı olamayacağına karar verdiğinde -çünkü onlar sürekli değildiler, bir görünüp bir kayboluyorlardı gökyüzünde- bu kararından geriye dönüş olmadığını anladığında nemrut onu huzuruna çağırıp "inandığın, benim kullarımın da inanmaları için ısrar ettiğin tanrı kimdir?" diye sordu. ibrahim: "o hem öldürür hem diriltir!" diye yanıtladı. "bunu ben de yaparım." dedi nemrut. iki kölenin huzura getirilmesini buyurdu. kılıcını çekip hemen oracıkta birinin başını gövdesinden ayırdı, ötekini azat etti. ve ibrahim'e dönüp "gördün işte." dedi, "birini öldürüp öbürünü dirilttim." bunun üzerine ibrahim "benim tanrım güneşi doğudan getirir sen de batıdan getir bakalım." dedi. nemrut ne diyeceğini bilemedi, sustu kaldı. sonra da ibrahim'in harlı ateşe atılmasını buyurdu.
game of thrones
kimse size özgürlüğünüzü veremez. özgürlüğünüzü istiyorsanız kendiniz almak zorundasınız.
ünlü bir kaçakçıysan işini yanlış yapıyorsun demektir.
özgür geçen bir gün, zincirle geçen bir ömre bedeldir.
sebebi olmayan bir adamdan kimse şüphelenmez. her zaman düşmanlarını şaşırtacaksın. kim olduğunu veya ne istediğini bilmiyorlarsa sonrasında ne planladığını da bilemezler.
çok fazla insan çok az risk alır. hayatlarını tehlikeden kaçarak yaşar. ve sonra ölürler. ben istediğimi almak için her şeyi riske atarım.
dünyada hiçbir şeyi, ilk göz ağrını sevdiğin kadar sevmezsin.
nefret, birini ayakta tutmak için çok iyi bir şeydir.
çıplak bir adamın birkaç sırrı olabilir; ama derisi yüzülenin olmaz.
insanlar yemek masalarında ölüyor. yataklarında ölüyor. tuvaletlerini yaparken ölüyor. herkes er ya da geç ölüyor. ölümü dert etme. yaşamı dert et. yaşayabildiğin süre boyunca hayatının kontrolünü eline al.
aşkın celladı

varoluşsal yalnızlık, insanın kendisiyle diğerleri arasındaki derin ve doyurucu ilişkilerde bile var olan bir boşluktur. insan yalnızca başka varlıklardan değil, kendi dünyasını oluşturduğu ölçüde dünyadan da yalıtılmış durumdadır.
spinoza: her şey kendi varlığı içinde sürekliliğini korumaya çabalar.
ölüm gerçeğine uyum sağlayabilmek için, onu yadsıma ya da ondan kaçıp kurtulma yolları tasarlamakta üstümüze yoktur.
john gardner: her şey solup gider; her seçenek diğerlerini safdışı bırakır.
yaşamın gerçekleri arasında en açık olanı, sezgisel biçimde en kolay anlaşılanı ölümdür. erken bir yaşta, çoğu kez sanıldığından çok daha erken çağlarda, ölümün geleceğini ve ondan kurtuluş olmadığını öğreniriz.
thomas hardy: eğer daha iyiye giden bir yol varsa bu, en kötüye eksiksiz bir bakışı gerektirir.
insanın kendi yaşam planını yalnız ve yalnız kendisinin yapabileceği içgörüsüne sahip olmak olağanüstü zor, hatta dehşet vericidir.
bir ideolojinin yaratıcı üyeleri, eninde sonunda bağlı oldukları sistemi aşarlar.
kendini terk edilmiş hissetmekten, dünyada kesinlikle yapayalnız olduğunu hissetmekten daha kötü bir şey olamaz.
ölüm korkusu daima, yaşamlarını dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazladır.
woody allen: ölümden korkmuyorum; sadece geldiği zaman orada olmak istemiyorum.
eğer insan ölülerle yaşamayı öğrenecekse, önce yaşayanlarla yaşamayı öğrenmelidir.
her birimiz, sınırsız bir güç ve ilerlemenin inceden inceye işlenmiş yanılsamasıyla kuşatılmış olarak, en azından orta yaş bunalımına kadar, varoluşun yalnızca iradeye dayanan ve sonsuza dek yükselen bir başarı sarmalı olduğu inancıyla yaşarız.
gerçekten sevilmek, anımsanmak, bir başkasıyla sonsuza dek birleşmek ölümsüz olmaktır ve varoluşun canevindeki yalnızlıktan korunmaktır.
tanrı'nın antonius'u bırakması
1.10.2016
tirza

tatlısını yemekte olan hofmeester, bu panna cotta'yı birkaç sokak ilerdeki tatlıcıdan almıştı, soruyu duyduğu zaman yemesini kesti. saatine baktıktan sonra, "herkesin bekareti bozulur." dedi, "er ya da geç herkesin başına gelir bu tirza."
"sınıfımdaki hemen hemen bütün kızların bekareti bozuldu. benimki ne zaman olacak? sen her şeyi bilmiyor musun?"
"her şeyi değil; hatta az bile biliyorum." kaşığını ağzında temizleyip masaya koydu. panna cotta ilk verdiği tadı vermiyordu.
"ama her şey hakkında bir fikrin var, değil mi? en tuhaf konularda bile fikrin var. peki benim bekaretimin bozulmamış olmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? sınıfta zavallılar, sivilce suratlılar ve inekler hariç bütün kızların bekareti bozuldu, benim dışımda. buna ne diyeceksin?
hofmeester çatal bıçağına baktı. küçük kızıyla baş başaydı, sadece onunla kalmıştı.
"her şey bir nedenle olur." dedi. "eğer olmuyorsa onun da bir nedeni vardır. henüz bekaretinin bozulmamış olması doğru kişiye rastlamamış olmandan kaynaklanıyor."
tirza iç çekti. püfff, dedi sonra yine, püffff. tirza'nın tabağında daha yarım panna cotta duruyordu, kaşığıyla onu üçe böldü. "bu çok saçma baba, demode. söz konusu olan, doğru kişinin bekaretimi bozması değil. bekaretimin bozulması. tek mesele bu. bana yardım etmeni istiyorum. bana, bekaretimi kimin bozması gerektiğini söylemeni istiyorum."
hofmeester, ciddi bir diş ağrısı çekiyor gibi yüzünü ellerinin arasına aldı.
tirza'ya baktı, küçük zeki kızının bekaretini rastgele birisi bozmamalıydı. eskiden çok yüzerdi tirza. yarışmalara bile katılmıştı. haftada üç gün işten geldikten sonra onu bisikletiyle zuider havuzuna götürürdü. o da kızı gibi fanatikti. hayır ondan daha fanatikti. kızları onun yapmadığını yapmalı, ihmal ettiği şeyi ya da koşullar gereği yapamadığını yapmalı ve başarılı olmalıydılar. hofmeester hakkında her şey söylenebilirdi ama dünyada sadece başarılı olanlara yer olduğunu bilmemekle suçlanamazdı. geriye kalanlar bitiriliyor ya da kenara itiliyordu, sıkılmış bir şekilde köşeye atılıyordu. hatta başarılı olanlar bile bu kadere karşı duramıyorlardı.
tirza hasta olana kadar devam etti, sonra yüzmeyi bıraktı.
"uygun olan bütün oğlanların adını saymaya başlayacağım, sen bana, 'tamam, dur' diyeceksin, olur mu? böyle yapalım mı? yoksa ben seçemiyorum, ne yapayım bilemiyorum."
yerinden kalkıp babasının arkasına geldi ve ona sarıldı.
hofmeester oturmuş panna cotta'sına bakıyordu, elleri hala yanaklarına dayalı, kızını dinliyordu. karısı belki şimdi telefon eder diye düşündü, tam o sırada ve bunca hafta nerede olduğunu açıklar.
"bana yardım etmelisin." dedi tirza. "babalar bunun için yaratılmamış mıdır? hadi bana yardım et öyleyse baba."
"tirza, kendine gel, bırak bu acayiplikleri. lütfen, saçmalama artık. panna cotta'nı ye."
tirza babasının iskemlesine arkadan sıkı sıkı dayandı.
"şimdi oğlanların adını saymaya başlıyorum, kısa bilgi de vereceğim. hazır mısın? david, kahverengi düz saçlı, yaklaşık bir yetmiş dört boyunda."
"hayır" diye bağırdı hofmeester. "hayır tirza. git otur yerine. bırak bu saçmalığı. git otur." eliyle masaya vurdu.
tirza onu bıraktı ve yerine gitti.
bir süre ayakta durdu ve ayaktayken panna cotta'sından bir lokma aldı.
"üzülme baba" dedi. "lütfen üzülme. sadece bekaretimden kurtulmayı çok istiyorum, hepsi bu. ben çirkin miyim? değilsem neden olmadı o zaman?"
hofmeester da tatlısından bir lokma koparttı. tirza iskemlesine oturdu. ellerini sildi; oysa silecek bir şey yoktu, sonra yine yanaklarına yapıştırdı.
"çok güzelsin tirza." dedi. "müthiş güzelsin, bunun konuyla bir ilgisi yok. ancak oğlanlar utangaçtır; ancak ileri yaşlarda bu utangaçlıklarından kurtulurlar; hatta kimisi hiçbir zaman kurtulamaz. onları rahatlatmalısın."
"nasıl yani?"
hofmeester elleriyle gözlerini kapattı, onu almanya'daki kliniğe götürdüğü günü hatırladı, hayatında ilk defa dua etmişti. kelimelerle değil, vızıldama şeklinde, kulağının içinde kocaman bir böcek vızıldıyor gibiydi.
tirza tekrar, "nasıl yani?" diye sordu. "gençleri nasıl rahatlatmam gerekiyor? çok tuhaf davranıyorlar."
ellerini gözlerine daha da bastırdı. vızıldama durdu. "unutmamalısın ki" dedi yavaşça, "onlar senden biraz korkarlar. onlar aslında her şeyden korkarlar ama en çok senden korkarlar. bu nedenle seçtiğin genci sizi kimsenin göremeyeceği gizli bir yere götürmelisin. orada ona yavaşça dokunmalısın. önce ürkebilir. ne olursa olsun, sen hiç ürkme. ona yeniden dokun ve kulağına "adım tirza ve senden hoşlanıyorum." demelisin.
ellerini gözlerine daha da bastırdı, bu şekilde ellerinin gözyaşlarını içerde tutarak parmaklarının arasından sızmasını ve bahçede çalışırken kullandığı ellerinin arasından dış dünyanın gözleri önüne serilmesini önlemeyi ümit ediyordu.
"peki sonra ne olacak, ben bunu söyledikten sonra?"
"sonra" dedi hofmeester yutkundu. "seçtiğin gencin üzerinde tişört ya da gömlek ne olacak bilmiyorum ya da ceket?"
"gömlek."
"o zaman, gömleğinin düğmelerini en üst düğmeden başlayarak yavaş yavaş açmalısın. belki buna karşı koyacaktır ya da gitmek isteyecektir, o zaman kolundan tutup 'kaçma çünkü ben tirza'yım ve senden hoşlanıyorum.' demelisin.
"peki sonra, devam et."
hofmeester devam edemiyordu. aklı başından gitmiş gibiydi. gözlerinin şiştiğini ve kızardığını hissediyordu, elleri ıslak ve yaşlıydı.
"sonra" derin bir nefes aldı. sonra yine nefes aldı. "sonra sarılmalısın, onun ne kadar korktuğunu unutma, kadın olduğun için sana duyduğu korku ölüm korkusundan daha fazla. sonra onu hissetmelisin, nasıl durduğunu hissetmelisin, onu koklamalısın, öpmelisin, bedenini bedenine iyice yaslamalısın, onu sıkı sıkı tutmalısın, elinden kaçmak ister gibi olursa daha da sıkı sarılmalısın. unutma, o da kendisine birisi sarılsın ister, sen güçlü olmalısın, tek çözüm bu. sonra da ona 'sen de kimsin? ben tirza'yım ve senden hoşlanıyorum ama sen kimsin?' demelisin.
tam o anda hofmeester'ın ağzından sis düdüğü gibi bir ses yükseldi. kısa ama güçlüydü, kilometrelerce öteden duyulacak gibi bir sesti. tirza ayağa kalkmıştı, kendi sesinden irkilen hofmeester da ayağa kalkmıştı.
"ne oldu baba?" diye heyecanla sordu. "ne oldu?"
gözyaşlarını görecek diye korku içindeydi, kızına sarıldı. onu saçlarından, kulaklarından, burnundan, yanaklarından, dudaklarından öptü. "bir şey yok tirza" dedi. "hayal gördüm galiba, garip düşünceler geldi aklıma. ama bir şey yok. her şey güzel olacak. her şey."
bahçe kapısını açtı ve kızını, aslında ceketsiz çıkmak için soğuk olan bu havada, bahçenin karanlığına çıkarttı, bu şekilde kızarmış gözlerini görmeyeceğini ümit ediyordu.
"demek böyle yapmalıyım." dedi tirza, ıslak çimenlerin üzerinde yan yana dururken.
"evet, böyle yapmalısın." dedi hofmeester, başını ters tarafa çevirmiş bahçedeki kulübeye ve willemspark sokağındaki evlere bakarken.
"peki oğlanlar benden neden korkuyorlar?"
karşı sıradaki evlerden birindeki odada ışıklar söndü, çocuk odası olmalıydı bu. kitap okuma saati sona ermişti.
başını ondan tarafa tamamen çevirmeden "çünkü senin erişilmez olduğunu düşünüyorlar da ondan. seni kırdıktan sonra artık senden korkmayacaklar."
tirza, parmaklarının üstünde yükselerek babasının kulağına, "adım tirza ve senden hoşlanıyorum." diye fısıldadı.