11.03.2010

hayat

emil cioran

belirsizlik içinde sürüklenirken en ufak kedere bir cankurtaran simidi gibi yapışırım.

şeyleri olduğu gibi görmek hayatı neredeyse çekilmez hale getiriyor. en azından ben kısmen de olsa şeyleri olduğu gibi gördüğüm için harekete geçemedim. daima eyleme geçmenin sınırında kaldım. insanlar şeyleri gerçekten olduğu gibi görmeyi istiyor mu? bilmiyorum. insanların genel olarak bundan aciz olduklarına inanıyorum. yalnızca bir canavar şeyleri olduğu gibi görebilir; çünkü canavar insanlığın dışında bulunmaktadır.

birçok kez sırf evde kalırsam vereceğim ani kararlara karşı duramayacağım için kendimi dışarı atmışımdır. sokaklar daha güven vericidir; çünkü gördüğümüz her şeyin zayıflık ve yozlaşmışlık içermesi, bizi umutsuzluğa sürükleyerek kendimiz hakkında daha az düşünmemizi sağlar.

bu hayatta bir şeyleri fark eden çok az sayıda insan olduğunu gözlemledim. kesinlikle hiçbir şeyi anlamamış büyük yazarlarla tanışabilirsiniz. bunlar, yetenekleri olan ama değersiz kimselerdir. tam tersine sokaklarda, bir barda, sizi aydınlatan, derinlere inebilen, büyük sorunları ele alabilen insanlarla tanışabilirsiniz. sorunlu karakterler kendilerine aşık filozoflardan çok daha ilgi çekicidir. gerçekten de bu tarz insanlarla iletişim halinde olarak çok şey öğrendim. bu anlamda entelektüel ortamlara uyum sağlayan biri olmadığımı söyleyebilirim. diyebilirim ki beni en derinden etkileyen insanlar, hayatında hiç kitap okumamış olanlardı.

her zaman en kötüsüyle karşılaşılacağından korkularak geçen bir yaşamda, kendimi henüz gerçekleşmeden bir talihsizliğin içine fırlatarak her durumda kendimce bir üstünlük kazanmaya çalıştım.

her zaman çelişkiler içinde yaşadım; ama bundan dolayı asla acı çekmedim. sistemli biri olsaydım, bir çözüm bulmak için düzenli biçimde yalan söylemek zorunda kalırdım. bunun yerine sadece şeylerin çözülemez yapıda olduğunu kabul etmekle kalmayıp aynı zamanda bunun kendine has bir zevki olduğunu fark ettiğimde çözülemezliğin zevkini keşfettim. asla sakinleştiren, bir araya getiren düşünceyi ya da bir fransız deyimine göre "uzlaşmazı uzlaştırmayı" aramadım. her zaman çelişkileri olduğu gibi kabullendim; hatta özel yaşamımda da bu teoriye göre davrandım. asla bir amacım olmadı, asla sonuç aramadım. bence bir çözüm olamaz, genel olarak tıpkı bizlerin kendisi gibi amaçlar ve sonuçlar yoktur. her şey anlamsız değilse bile, ki kelimeler beni terk ediyor yavaş yavaş, ancak gereklilikten yoksundur.

bir otel odasında 25 yıl yaşadım. bunun bir faydası var: hiçbir yere ve hiçbir şeye bağlı değilsin, gelip geçici bir yaşamın öncülüğünü yapıyorsun. her zaman ayrılık noktasındaymış gibi hissedip geçici bir gerçeklik algısıyla yaşıyorsun.

beni kurtaran şey intihar fikriydi. intihar fikri olmasaydı kendimi çoktan öldürmüş olurdum. yaşamaya devam etmemi sağlayan şey, her zaman önümde böyle bir seçeneğin olduğunu bilmekti. sahiden de bu düşünce olmasaydı bu hayata, bir yere veya bir şeye saplanmış olma duygusuna asla katlanamazdım. benim için intihar fikri, her zaman özgürlük fikrine dayalıydı.

bir gorilin gözündeki perişanlık. bir cenaze hayvanı. işte o bakışın soyundan geliyorum ben.

bir gece, iki yanında ağaçların olduğu bir patikada yürüyordum, ayaklarımın altındaki kestaneleri seziyordum. patlama sesi çıkıyordu, bunun yankısı beni kışkırtıyordu ve bu önemsiz olayın orantısızlığı karşısında altüst oldum; beni bir mucizenin, belirli bir vecdin içerisine sürükledi. burada artık daha fazla soru yoktu, sadece cevaplar vardı. binlerce umulmadık keşfin arasında sarhoş oldum ama hiçbirinden faydalanamadım. işte aydınlanmaya en çok bu şekilde yaklaştım. ancak bunun yerine, yürüyüşüme devam ettim.

her şeye karşın bu sapkın evrenin içinde yaşamımı boşa harcamadım, hiç kimsenin yapmadığı kadar kıpırdanıp durdum. hepimiz her bir anının mucizelerle dolu olduğu bir cehennemin dibindeyiz.

via bir nevi dipnot!

10.03.2010

peter schlemihl

adelbert von chamisso

doğru dürüst insanlar güneşe çıktıkları zaman gölgelerini de yanlarına alırlar.

demir zincirlerle sımsıkı bağlanmış olan bir kimseye kanadın yararı olur mu? o, bu kanatlara karşın, hem de daha korkunç bir biçimde, umutsuzluğa düşer.

gölgesi olmayan güneşe çıkmaz, bu en akıllıca ve en güvenilir yoldur.

insan bir kez yitirdiği bir şeyi başka bir kez yeniden bulabilir.

sen dostum, insanlar arasında yaşamak istiyorsan, her şeyden önce gölgeye, sonra da paraya saygı göstermeyi öğren. eğer yalnızca kendin için ve içindeki iyi tarafın için yaşamak istiyorsan, o zaman öğüde gereksinmen yok.

tahakküm

philip pettit

birisinin başkası üzerinde, hangi oranda olursa olsun, tahakküm gücüne sahip olması o gücü elinde bulunduran kişinin tahakküm altında tuttuğu kişiye, iyi ya da kötü niyetlerle, fiili olarak müdahale etmesini gerektirmez; hatta gücü elinde tutan kişinin böylesi bir müdahaleye bir nebze yeltenmesi bile gerekli değildir. tahakkümü oluşturan şey bir bakıma güç sahibinin, hiçbir zaman böyle yapmayacak bile olsa, keyfi olarak kurbanının açık ya da örtük olarak güç sahibinin izin verdiği alan içinde hareket etmesidir; o kişinin insafına kalması, bir bağımlı, borçlu ya da benzeri bir konumda olmasıdır. eğer, genelde olacağı gibi bu içerimin ortak bilgisi varsa, güç kurbanı psikolojik bir eşit statüsü kazanamaz; normal gidişatı, özneler arası eşitlikle gelen içtenlik değil korku ve itaat olan bir konumda bulunur.

farz edin ki, kadınlar kocalarının fiziksel kötü davranışları karşısında ne yasal ne de kültürel olarak korunuyorlar. siz kocası muhtemelen kötü davranmayacak şanslı bir kadın olabilirsiniz; ama sizin durumunuzla öteki evli kadınların durumları arasındaki bu farklılık sizin tahakkümsüzlükten payınıza düşenin ötekilerden tamamen bağımsız olacağı anlamına gelmez. aksine, herhangi bir kadın kocası tarafından keyfi bir temelde kötü muameleye maruz bırakılabiliyorsa, kadınlık bu açıdan bir zayıflık alameti gösterir; bu, özelde şanslı olsanız da, başkalarıyla ortaklaşa katlanmak durumunda kaldığınız bir zayıflık alametidir. bu bakımdan, bütün kadınlar tahakkümden kurtulabildikleri takdirde, siz de tahakkümden kurtulmayı umabilirsiniz. kaderiniz onlarınkiyle birlikte örülmüştür. fiili olarak müdahale edip etmeyeceğine bakmaksızın kocanız size müdahale etme kapasitesine sahip olduğu, müdahale kocanız için erişilebilir bir seçenek olduğu müddetçe, siz onun tahakkümü altında olursunuz ve bu tahakkümü kaldırmanın, kadınların genel olarak erkeklerle girdiği ilişkilerin koşullarını değiştirmekten başka yolu yoktur. tahakkümsüzlük olarak özgürlük, kocanızın böyle bir muameleye başvurmasının ihtimal dışı olması değil, onun için keyfi müdahalenin erişilemez olmasını gerektirir.

9.03.2010

doubt

john patrick shanley

bir kadın, çok iyi tanımadığı bir adam hakkında bir arkadaşıyla dedikodu yapıyordu. o gece bir rüya gördü. büyük bir el arkasından belirdi ve onu işaret etti. bastıramadığı suçluluğu onu derhal ele vermişti. ertesi gün günah çıkarmaya gitti. semtin yaşlı papazı peder o'rourke'ye gitti ve ona her şeyi anlattı. "dedikodu günah mıdır?" diye sordu yaşlı adama. "beni işaret eden yüce tanrı'nın eli miydi?" "günah çıkarmalı mıyım? peder, söyleyin bana, ben kötü bir şey mi yaptım?" "evet!" diye cevap verdi peder o'rourke. "evet, seni cahil, terbiyesiz kadın! komşunla ilgili yanlış izlenime kapılmışsın. aceleci davranıp itibarını zedelemişsin ve bu yaptığından çok utanmalısın!" kadın üzgün olduğunu söyledi ve günah çıkarmak istedi. "o kadar acele etme" dedi o'rourke. "eve gitmeni ve çatıya bir yastık koymanı istiyorum, bıçakla kesmeni ve bana gelmeni istiyorum!" böylece kadın eve gitti, yatağındaki yastığı aldı, çekmeceden bir bıçak, yangın merdiveninden çatıya tırmandı ve yastığa bıçağı sapladı. söylendiği gibi, yaşlı semt papazının yanına geri gitti. peder "yastığı bıçakla iyice deştin mi?" dedi. "evet, peder" "ve sonuç neydi?" "tüyler" dedi kadın. "tüyler?" diye tekrarladı papaz. "her yerde tüyler vardı, peder!" "şimdi geri gitmeni istiyorum" ve rüzgarın uçuşturduğu son tüye kadar toplamanı istiyorum!" "şey", dedi kadın, "bunu yapamam." "nereye gittiklerini bilmiyorum. rüzgar onları her tarafa dağıttı." "ve işte," dedi peder o'rourke, "dedikodu böyle bir şeydir."

7.03.2010

yahudi zekası

giovanni papini

yahudi zekası, düşünce binanızın dayandığı sütunları, en aziz inançlarınızı baltalamak ve kirletmekten başka bir şey yapmamıştır.

yahudiler serbestçe yazmak imkanını elde ettikleri andan itibaren sizin fikir yapınız yıkılmak tehlikesindedir.

alman romantizmi idealizmi yaratarak katolikliği ihya etmişti. heine adında düsseldorflu bir küçük yahudi çıktı, kurnaz ve neşeli cerbezesini romantikler, idealistler ve katoliklerle alay etmek yolunda kullandı.

insanlar politika, ahlak, din ve sanatın yüksek fikir ürünleri olduğuna, kese ve mide ile bir ilgisi olmadığına daima inandılar: trevesli ve marx adında bir yahudi çıktı, bütün bu çok yüksek ideallerin aşağı ekonominin fışkı ve gübresi içinde yetiştiğini ispat etti.

herkes dahi bir insanı ilahi mahluk, caniyi de bir canavar zannederler: lombroso adında veronalı bir yahudi gelip deha sahibinin saralı bir yarı deli, canilerin ise ecdadımızdan intikal eden kalıntılar tesirinde mahluklar olduğunu gün gibi açık, meydana koydu.

on dokuzuncu asır sonunda, tolstoy, ibsen, nietzsche, verlaine avrupası, insanlığın en büyük devrelerinden biri olmakla övünüyordu. budapeşteli bir yahudi olan max nordau ortaya çıktı, meşhur şairlerimizin birer soysuz ve uygarlığımızın yalan üstüne kurulmuş olduğunu, çocuk oyuncağı nevinden gösteriverdi.

hepimiz kendimizin ahlak sahibi, tabii bir insan olduğumuza inanmışızdır. freiberg'den, bir yahudi, sigmund freud göründü, en ahlaklı, en kibar asilzadenin içinde bir katil, bir cinsi sapık gizlendiğini keşfetti.

büyük hükümdarların saraylarındaki aşk maceralarından ve platonik saz şairlerinden beri kadını bir mabude ve mükemmelin örneği olarak saymayı adet edinmişiz; viyanalı bir yahudi, weiningh çıktı, ilim ve mantık bakımından kadının iğrenç ve tiksindirici bir mahluk, bir pislik ve alçaklık çukuru olduğunu kanıtladı.

aydınlar, filozoflar ve başkaları, zekanın, araştırılması insan için en büyük şeref olan hakikate erişmek için tek çare olduğunu daima ileri sürmüşlerdi. paris'ten bergson isimli bir yahudi ortaya atıldı; ince ve dahice tahlilleri ile zekanın her şeyden önce geldiği teorisini devirdi, binlerce yıllık platonizm kalesini yıktı ve konseptif düşüncenin realiyeti kavramak imkanına sahip olmadığı neticesine vardı.

bütün dünya, dinlerin allah ile insanın sahip olduğu en yüksek meziyetler arasında yüksek bir işbirliği neticesi meydana geldiğini kabul eder; saint-germain-en-layeli bir yahudi salomon reinach dinlerin sadece vahşi tabulardan kalmış, muhtelif ideolojik maksatlarla kurulmuş bir yasaklar sisteminden meydana gelmiş olduğunu gösteriverdi.

birbirinden ayrı ve değişme telakki edilen zaman ve mekan esaslarına dayanan, muntazam, sağlam bir kainatta rahat rahat yaşıyoruz zannedilirken, ulm'de doğmuş bir yahudi, einstein, zaman ile mekanın aynı şey olduğunu, tam olarak ne zamanın ne de mekanın mevcut bulunmadığını, her şeyin daimi bir görelik üzerine kurulduğunu, modern ilmin iftihar ettiği eski fizik binasının yıkıldığını tespit etti.

ilmi rasyonalizm, düşünceyi ele aldığına ve realitenin anahtarını verdiğine emindi; lublinli bir yahudi, meyerson, geldi, bu hayali de yok etti; rasyonel kaideler hiçbir vakit realiteye tamamen intibak etmezler, "muhakeme eden fikir"in zafer iddialarına meydan okuyan, asi ve azaltılması imkansız bir tortu vardır.

daha da devam edilebilir: politikadan bahsetmiyorum. diktatör bismarck'ın rakibi yahudi lasalle'di, yahudi disraeli, gladeston'a galip gelmişti. kavur'un sağ kolu yahudi arton ve clemenceau'nunki yahudi mandel, lenin'in ise yahudi troçki idi.

bugünün aydın avrupasının büyük bir kısmı, bahsettiğim bu isimlerin etkisinin, daha doğrusu büyüsü altındadır. muhtelif milletler arasında doğmuş, muhtelif araştırmalara girişmiş olan hepsi, alman veya fransız, italyan veya polonyalı, şair veya matematikçi, filozof ya veya antropolojist, ortak bir vasıf taşırlar, ortak bir gayeleri vardır, o da, kabul edilmiş hakikatlerden şüphe ettirmek, yüksekte olanı alçaltmak, temiz görüneni kirletmek, sağlam görünenleri sarsmak, hürmet edileni ayaklar altına almaktır. 

asırlardan beri imbikten süzdüğümüz bu zehirlerin yıprandırıcı, parçalayıcı tesirleri, grek, latin ve hristiyan aleminden yahudilerin büyük intikamıdır.

masallar

hermann hesse

insan dünyayı öğrenmeyi arzuluyorsa hep ileri gitmeli. 

önemsiz gibi görünen birçok ayrıntının çok kötü yazgılara neden olduğunu gösteren örnekler hiç de az değildir.

her şey yiter, yeni olan da zamanla eskir.

dünyanın bütünlüğü, evrensel bütünlüğün uyumlu bir parçasıdır.

yitirilmiş uzak ezgileri düşünüp anlamaya çalışmak, onları aramak ve onları dinlemek için yaşıyoruz. gerçek yurdumuz aslında o ezgilerin ardında.

6.03.2010

kadınlar

ilhan berk


mendireğin orda durmuşlar konuşuyorlar
sesleri kuşlar kaldırıyor yapraklar döküyor
(kadınları kimbilir hangi zamanların)
hani bazen durur gibi olur ya dünya
çiçekler kurutmuşuzdur bir gün birlikte
bir defterde
öyle bir şeydir işte kadınlar
kim bilir ne zaman, nerde, birden
yaşamışızdır bir sesi
yanımıza bıraktıkları

ben senin krallığın ülkene yetiştim

ben senin krallığın ülkene yetiştim
kaldım gölge tanımayan güzelliğinle
her sabah büyüten denizimizi böyle
gülüşlerindi o ülkede bilmez miyim

sen o çıktığım sularsın, zencim benim
denize bakan evler gibiydim seninle
dur, geliyorum ellerin ne güzel öyle
beni şey et gülüşlerini bekleyeyim

sen gittiğim o ülkesin varılmıyorsun
vurmuş sonrasız nasıl en güzel sulara
güzelliğin balıkları gibi istanbul'un

şimdi her yerde ne güzeldiniz o kalmış
yankımış denizlere öbür kadınlara
dünyada sizinle istanbul olmak varmış

suda yan ateşte boğul

charles bukowski



hiçbir şeyin önemi yok
bir yatakta debelenmekten başka
ucuz hayaller ve bir birayla
yapraklar ölürken ve atlar ölürken

düşünüyorum da
bir kadın açmamışsa bacaklarını
35 yıl
iş işten geçmiştir
aşk için de
şiir için de

ve onu sürükleyip götürdüklerinde
ölen bir şey olmaz
bir şey geçmiştir
ve neticede kokuşmuş olan
dünyanın kendisidir

o kadar çok kadın var ki dünyayı kurtarmak isteyen
ama kendi mutfaklarını bile idare edemezler

ölmek için hep yeterince erkendir
ve daima fazla geç

bir erkek, trabzana yaslanmış dırdır eden bir kadına
tahammül edemez

tatlım, dedi, suratına ne oldu böyle
panayırda oldu, dans eden bir ayının
dans etmeyeceği tuttu

benim çıldırdığımı düşünüyorsanız
komşunuzun bahçesinden bir çiçek koparmayı deneyin

gülmek şarkı söylemektir bizce

aşk iki yabancının tanışmasıyla başlar

doğru şekilde konumlanmış dört adamla dövüşmek
çok daha fazla sayıda adamla dövüşmekten daha zordur

bazen berbat yazarlar da doğruyu söyler

sabahın üçünde ışığı yaktığında
banyoda gördüğün bir böcek gibiyim

her yerde
yiyecek, barınak
ve giyimden başka bir şey istemeyen
insanlar görüyorum
düşlerini yitirmiş
başka bir şey
düşünemiyorlar

yeni yıl arifesi
hep korkutmuştur beni
yaşam ne anlar ki yıllardan

5.03.2010

oz

duvara yumruk attığında genellikle duvar kazanır.

belki ölürken söylediklerimiz ardımızdan söylenenler kadar önemli değildir. öldüğünüzde birisinin sizin arkanızdan söyleyeceği en güzel şey nedir? peki ya en kötüsü nedir? kim olduğunuz ikisinin arasındadır. veya belki kelimeler bir hayatı tanımlamak için kifayetsizdir. belki de yaptıklarınız tanımlar.

kazanmak her zaman en iyisi değildir. düşünün bir. bir anda bir sürü paranız oluyor. nasıl harcayacağınızı düşünerek endişeleniyorsunuz, nasıl saklayacağınızı, yatırımlarınızı. ihtiyacınız olmayan bir sürü eşya alırsınız ve sonra da bunalıma girersiniz. diğer taraftan kaybetmeninse arındırıcı bir etkisi vardır. hiçbir şeyiniz yoksa ve hayatınızdaki tüm gereksizliklerden sıyrılırsanız özgür kalırsınız.

gezegenin üzerindeki herkes bir çeşit gerçeğe inanmak üzere büyütülür: tanrı'ya, ahlaka, ölümlülüğe, hayatın amacına. bu tür inanışlara genellikle "din" diyoruz. ve eğer hayat sırasında bu inanışlar çökerse, gerçek olmadıkları kanıtlanırsa, takip edeceğimiz ve inanacağımız başka bir din buluruz. bu dönüşüm sarsıcı olabilir; sadece bizim için, ruhumuz için değil; ama etrafımızdakiler için de.

en iyisini yaptığımız sürece ne yaptığımız önemli değildir.

değişime uğrayan herkes eski inançlarını kötüler. çünkü onun işine yaramadıysa kimsenin işine yaramamalıdır. bakış açısı daralır, ışıktan kör olur. hindu da olsa, adsız alkoliklere de katılsa bir fanatiğe dönüşür. bana sorarsanız dünyanın içine sıçanlar fanatiklerdir. fanatikler, tanrı'nın kendi saflarında olduğuna inanırlar. ya geri kalan bizler? bizim ilahi ışığa ihtiyacımız yok. bize gereken, gecenin karanlığında tuvalete giderken ayağımızı çarpmamıza engel olacak kadar bir ışık sadece.

çeviri roman

aziz nesin

bir roman yazdım. üç ay geceli gündüzlü bu romana çalıştım. dünyada herkes birbirini kandırır, yazar kısmı da kendi kendini kandırır.

başkalarına söylemeye utansam bile kendi kendime söyleyebilirim: roman çok güzel oldu. gazetelerden birine götürdüm.

"biz telif roman neşretmiyoruz." dediler.

"bir kere okuyun!"

"ne gereği var, halk telif roman sevmiyor."

bir kitapçıya götürdüm. daha "bir romanım var" der demez, "biz yalnız tercüme romanlar basıyoruz" dedi.

başka birine götürdüm. o da, "tercüme varsa getirin, telif roman satılmıyor" dedi.

nereye gittimse, hepsi birbirinin ağzına tükürmüş. üç ay, ha babam ha, çalışıp büyük ümitlerle yazdığım roman, kimse görmeden cami kapısına bırakılacak günah çocuğu gibi elimde kaldı. o zaman aklıma geldi. bizim arkadaşlar, kimi fransızcadan, kimi almancadan, kimi ingilizceden, italyancadan hikayeler aparıp johnson'u ahmet, martha'yı fatma yapıyorlar; sonra kendileri yazmış gibi hikayenin altına imzalarını çakıp dergilere veriyorlar. ben niye sanki tersini yapmayayım?

oturdum, romanda ne kadar türk adı varsa değiştirdim. amerikan ismi koydum. elime bir yerden de new york'un planını geçirdim. romandaki yer adları da amerikanca oldu. şimdi sıra geldi, romanın yazarına; mark obrien diye bir de ortaya amerikan yazarı çıkardım.

"yalnız çeviri roman yayımlıyoruz" diye beni tersyüz eden gazeteye romanı götürdüm. "size mark obrien'den çevirdiğim bir roman getirdim" dedim.

"çok güzel. kim bu mark obrien?"

"aaa! bilmiyor musunuz? ünlü mark obrien yahu! kitapları bütün dünya dillerine çevrildi."

romanı okuma gereği bile görmediler; trink paraları sayıp aldılar. yalnız bana, "yazar ve eseri hakkında bir şeyler yaz" dediler.

sarıldım kaleme:

"mark obrien'in son şaheseri: 'struggle for life'

amerika'yı yerinden oynatan bu eser bir ayda 4 milyon sattı. bütün dünya dillerine çevrilen bu kıymetli roman, nihayet 'hayat kavgası' adıyla dilimize de çevrilmiştir."

mark obrien efendiye bir de hal tercümesi şişirdim, sormayın. 18 çocuklu ailenin en küçük çocuğu. babası philadelphia'da bir çiftçi. oğlunu papaz yapmak istiyor. küçük mark, daha 14 yaşında ilahiyat profesörünün kaba etine iğne batırıp mektepten kovulmak zekasını gösteriyor. tıpkı birçok ünlü amerikan yazarının hayatı gibi. balıkçılık yapıyor. hep bildiğiniz hikaye. derken 40 yaşında ilk hikayesini "let us kiss" dergisine gönderiyor. dili, üslubu o kadar bozuk, anlamsız, saçma ki..

anlayacağınız, uzun bir hal tercümesi. bizim roman bir tutunsun. kitapçılar, "aman şu mark obrien'den bir çeviri de bize yap!" diye peşime düştüler.

mark obrien'den tam 18 roman çevirdim. daha da ömrüm oldukça çevireceğim. iş bununla kalmadı. hani ünlü polis hafiyesi jack lammer var ya. kitabı herkesin elinde dolaşıyor. ondan da 6 kitap çevirdim. son günlerde işi ilerletmiştim. hintçeden, çinceden bile çeviriyordum.

bu gidişle bir zaman gelecek, amerikan edebiyat tarihini yazacak olanlar, türkçe romanları okumaya mecbur olacaklar. benim de artık son umudum, mark obrien adıyla, amerikan edebiyatında yer almak.

4.03.2010

bir bilimadamının romanı

oğuz atay

"iyi bir hayat hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur."

newton: başkalarından daha ilerisini görebiliyorsam, bunu, devlerin sırtına çıkmama borçluyum.

"düşünmek, en çok enerji kullanılmasını gerektiren fiziksel bir olaydır. bu enerjiyi bulamadığı için veya kullanma külfetine doğuştan istekli olmayan insan yavrusu ise, böyle bir işe karşı daima tembellik içindedir. her fırsatta ondan kaçmanın yolunu bulur. onun için, düşünme sporu ile bu işe alıştırılması ve düşünme sanatını öğrenmesi gereklidir."

"herkes hafızasından, hafızasının zayıf olduğundan kolaylıkla şikayet eder; fakat asla zekasından yakınmaz. bilmez ki hafıza, zekanın bir unsurudur."

"belirli problemleri çözebilmek için elbette belirli bilgileri öğrenmek gereklidir; fakat bence önemli olan, asıl güçlük, problemleri kurmaktır. çoğumuz, problemleri yanlış kurduğumuz için, daha baştan çözümsüzlükle karşılaşırız."

"basit ve açık fikir, daima muğlak ve karışık fikre galip gelmiştir. basit çözümler aynı zamanda güzeldir."

henry ford: düşünmeye mecbur kalmak bir kimse için en büyük cezadır.

derler ki meşhur fizikçi einstein, bir toplantıda şarlo'ya "siz büyük bir adamsınız." demiş, "herkes sizi anlıyor, herkes size hayran." şarlo, " siz daha büyüksünüz." diye itiraz etmiş, "size herkes, hiç anlamadığı halde hayran."

belirli bir düzeyi aşan insanların içe dönük olduğuna inanıyorum ben. fakat onların çoğu, iç dünyalarını başkalarından tecrit etmek isterler, bu dünyalarını adeta başkalarından kıskanırlar. bu nedenle, dışa dönük bir elbise giyerler.

önce "yabancı ülkelerin ülkemizdeki okulları" denilen garip yaratığın binbir özenle yetiştirdiği gençlere için gider, onlar bu kadar puanı nasıl tutturdu diye hüzünlenirsin. sonra özel dersanelerin yetiştirdiği yarış atlarını izlersin, aman ne hızlı koşuyorlar diye üzülürsün. dünya bir yarıştır oğlum diyerek acele felsefeye başlarsın.yarışa bir tur, iki tur, çok tur geriden başlayan yalınayak bir koşucunun telaşını yaşarsın. antrenmansız bacaklarının yorgunluğunu duyarsın.

herkese kendini beğendirmek de pek makbul değildir.

"çok ağrı çektim, çok parasızlık çektim ve hiç halimden şikayetçi olmadım. güçsüzlüğüm yüzünden hiç spor yapamadım ve kendimi bildim bileli para sıkıntısı çektiğim için ve kendimi bildim bileli onun bunun derdine koşmakla, onu bunu çalıştırmakla uğraştığım için, belki de bilimle gönlümce uğraşamadım."

3.03.2010

işler güçler

pınar öğünç

"evren beyne benzer, makineye değil. hayat şu anda anlatılan bir hikayedir. ilk gerçeklik hikayedir. tamircilik bana bunu öğretti." (john berger)

bulmacacı: bir bulmacada kelimelerin harf ve uzun kelimelerin sayısı ne kadar fazlaysa bulmaca o kadar değerlidir. kapalı karelerin sayısı arttıkça değerinden gider tabi. okuyucular genelde ancak yanlış bir soru, cevap çıktığı zaman arar. bulmaca hastaları zaten detaycı, titiz, biraz da takıntılı diyebileceğimiz insanlardır. (nedret erdoğdu)

faytoncu: at, sahibini tanır; şeker verirsin, sabah kalktığında, sonra yorulduğunda elini yüzünü, apış arasını yıkarsın. terlediğinde su verilmez, önce dinlendirirsin. beygir hayvanı çok hisli bir hayvandır. bir baksın anlar seni. sen ona sopayla vurursan o da sana vurur. insan gibidir, onların da hainleri çıkar arada, durup dururken arkadan vurur. yine de insandan vahşi bir şey yoktur. insan dediğin dağdan vahşi ayı indirip burnuna halka takıp oynatır. (ali kemal gücüyeter)

arşivci: sarı kağıt okumayı kolaylaştırır; bütün kutsal kitaplar sarı kağıda basılır. (mehmet çelik)

aynacı: evde çok ayna olması iyi bir şeydir; mekanı ferahlatır, derinlik verir; ama hep kendini görmekten de sıkılabilirsin. dengesizlik yapabilir ayna. kendisini merak eden, bakımlı insan aynayla ilişkilidir. kendisine bakmayan, aynaya da bakmaz. (mustafa evirgen)

egzozcu: egzoz dediğin çürür, sesi çoğalır. çürüdü mü bağırır zaten. 2 senede çürür mesela. ama tek egzoz da değil ki, baştan sona 3 egzoz vardır. artı borular, artı arkasına uç taktığın zaman 4 yerine geçer. ha bak mesela şu geçen arabanın egzozu patlak. ya da "abart" takmış. bağıran egzozlar var ya, onlara "abart" denir. genç insanlar sever. cezası da var ama takıyorlar işte. kulağa hoş geliyor. normal bir insana "gel takalım" desen, "e ben zaten bağırıyor diye geldim" der. hem de benzini daha çok yakar bağırttığında. (necmi usta)

lunaparkçı: gelen giden sayısı azaldı tabi yıllar içinde; çünkü önce yemeğini yiyeceksin, elbiseni alacaksın, sigaranı içeceksin, paran artarsa eğleneceksin. insanlar eğlenmeye geliyor; ama 3,5 milyon bilet fiyatını görünce frankenştayn'ın torunu gibi oluyor suratları. bir de yağmuru, karı kışı var. (rafet toksoy)

mısırcı: bende hem haşlama hem közde mısır var. bir gün biri daha çok gider, bir gün diğeri, belli olmaz. her zaman közlemenin kokusu caziptir insanlar açısından. biz de kömür yandıktan sonra, özellikle koku çıksın diye sakat mısırları yakarız. duman yapınca insan çekiyor, dumanı takip ederek geliyor insanlar. hele yemek vakitleri.. (erhan erol)

piyano satıcısı: taşıması ayrı zor tabi. bunun için bir ekibimiz var. yangın hortumlarından yapılan kayışlarla, iki kişi teraziye alarak taşır. o 210 kilo kaç kat çıkar. bir defasında 18. kata piyano sattık. ekibimizin olmadığı, taşıyıcılarla çalıştığımız dönemdi. arkadaşlar taşımak uzun sürer diye önceden zile basmıyor, 18 kat çıkarıyorlar. "hanımefendi piyanonuz" diye kapıyı çalıyorlar; fakat apartman 2 blokmuş. onlar a bloka çıkmışlar. (birol özbek)

takı tasarımcısı: italya'da tasarımda farklı kültürlerin yaratıcılığa nasıl yansıdığını görebiliyorsunuz. mesela japonlar çizimlerde çok titizdir, sinir bozucu bir şekilde çalışkandırlar. almanlarda tasarımlar hep kocaman parçalardır. amerikalıların genel zevksizliği takılara da yansır. italyanlar daha modanın içinde işler yaparlar. (bihter pekin)

veteriner: akşam 8'e kadar buradayız; ama gece acil vakalar da olabiliyor. en çok kedi köpekle haşır neşiriz tabii ki. en çok da kızgınlık dönemlerinde oradan buradan düşen kediler gelir. halk arasında kızgınlık zamanı olarak mart bilinir; ama havanın sıcaklığına ve kedinin bünyesine göre, kedi çiftleşinceye kadar kızgınlığı sürer. mart geçince bitmez yani. (celal karabulut)

yoğurtçu: yoğurt kimin icadı, orası karışık. türk icadı geçer; ama benim ailem bulgaristan'dan gelmiş, orada da yapıyorlarmış. zaten yoğurdun içindeki ana bakterinin adı bilmemneyus bulgarus. (alif sakkaf)

kuru temizlemeci: çok ütü hastaları vardır, her şeyi ütülü ister. ama ütüsüz iç çamaşırı ben de giymem. deterjan çünkü mikrop bırakır. hatta en önemli şey iç çamaşırını ütülemektir.

hiç çıkmayacak leke, koyu renklerde pas lekesi. açık renkte çıkma olasılığı var. sandık lekesi çıkmaz. saç boyası lekesinin ilacı hala bulunamadı. mürekkep çıkar ama pilot kalemlerinki çıkmaz. beklemiş çay, kahve, kan lekesi çıkmaz. (yaşar alel)

müze bekçisi: çivi yazısı hoşuma gitti, sempati duydum, o şekilde öğrendim. o zaman zaten türkiye'de çivi yazısını bilen çok azdı. ankara üniversitesi'nde vardı bir hoca, yurt dışında da bir iki tane. sonra yavaş yavaş çoğalmaya başladı. şu anda dünyada 38 kişi var, türkiye'de 23 oldu. ama kendi kendine öğrenen ben tekim, gerisi hepsi hocadır. onların hepsi benden bilge insanlardır. ben ortaokul mezunuyum. urartu'nun hiçbir kazısına yabancı kabul edilmiyor. türk arkeologlar çalışır. ben de yazılar çıktıkça bakardım. "bunlar da insanlar tarafından yazılmış bir şeydir. ben niye anlayamayayım?" diye düşünürdüm. en azından deneyeyim istedim. o sırada başka bir profesör vardı, sert de bir adamdı. ben "öğrenebilir miyim?" diye sorduğumda, "ne yapacaksın, zaten beceremezsin" diye sert çıktı. o biraz ağrıma gitti. ben de kendi kendime, tek tek kelimeleri çözmeye çalıştım. istanbul'a geldim, oktay (belli) hoca'ya danıştım. bir lügat aldım, oradan da çok faydalandım. çalıştım, çalıştım, çevirdim. sonra iran'a gittim, oradaki kitabeleri okudum. o şekilde geçti, benim için de zevkli bir şey oldu. gözlerimi kapadığımda hep yüzler gelir gözümün önüne. işte o insanlar bırakmışlardır bu izleri. çok isterdim 2800 yıl önce yaşamış olmak. 40 senedir bir dağın başındayım ben; hele istanbul'daki bunca insan çok fazla geliyor bana. (mehmet kuşman)

hoparlörcü: iyi müzik dinlemek zamanla olur. 100 milyona da hoparlör var, 100 bin dolara da. 100 milyonluk hoparlörden müzik dinlemeye alışmış bir kulağa 10 bin dolarlık bir hoparlör dinletseniz, o kulak uygun değildir. önce 1000 dolarlık, sonra 2 bin dolarlık.. kademe kademe eğitilir kulak. (musa sezak)

taksici: gündüzleri evde televizyon seyrediyorum daha ziyade. ben kovboy filmleri severim. bir de hayvanlar alemi. bana kalsa bütün aslanları vururum. doğa kanunu diye ellemiyorlar; ama öbür hayvan su içmeye gitmiş, geliyor aslan parçalıyor. çok vahşet. demek büyükler, küçükleri hep yiyor. insanlar gibi. (tevfik şatcı)

sinemacı: biri sorduğunda "freelance tasarımcıyım" diyorum. bu tabiri bulmaları çok iyi oldu. işsizim demenin en harika yolu "freelance". (hürel çobanoğlu)

kafe işletmecisi: 80 ihtilaline kadar bira da satardık. turist adam sabah kahvaltısında bira istiyor. "yok" deyince, 90 yaşındaki adam yüzünü buruşturuyor. ona alışmış çünkü, anlarım. benim sinir olduğum bizim enteller. onlara özenip sabah sabah bira içmezlerse entelliklerini kaybedeceklerini sanıyorlar. (doğan gündoğdu)

hélène ve juan

julio cortazar

törensel bir dönenme gibiydi -kalkıp bir bardak içki almak, bir lambayı ya da bir sigarayı yakıp söndürmek, dayanılmaz bir biçimde ve onları anında ayıran bir şiddetle sarılmak, sanki ihtirastan uzak olmak gitgide daha acı bir hal alıyormuş gibi. alttan alta, düşman zamanın bir nabız gibi attığı ezici sessizlik, hélène'in sanki uyuyacakmış gibi kolunu ısrarla yüzüne örtmesi, omuzlarının soğuktan titremesi, juan'ın el yordamıyla bir örtü bulup onu bir anlığına örtmesi, sonra tekrar çıplak bırakması, onu yüzüstü yatırması veya karanlık sırtında yeni bir unutuş ya da başlangıç patikasını okşaması.

infazın ertelenmesi mümkün değildi; çünkü anlık doygunlukları takip eden duraklamalar uzayınca birbirimize bakıyorduk ve eskisi gibi olduğumuzu görüyorduk, kabul ve uzlaşmanın dışında; sonra kucaklaşmalar ve inlemelerle yuvarlansak da, bir başka kibritin alevinde ya da bir başka içkinin tadında kayıtsızca bekleyen o düşman zamanı ezmek için gövdelerimizin ağırlığını kullansak da faydası yoktu. bunun yüzeyler ve yanılsamalardan ibaret olmadığını yinelemek neye yarardı? ölü adamlarda ve bebeklerde birbirimizi aramaya devam edeceksek asla öte tarafa geçip şekli tamamına erdiremeyecekmişiz gibi konuşmak neye yarardı? bunu hélène'e anlatmanın ne faydası vardı, ben bile kendimi öyle uzak hissediyordum ki, daha önce defalarca mıntıkada aradığım gibi şehirde arıyordum onu hala, yüzünde ufacık bir değişiklik arıyordum, mesafeli gülüşünün sadece benim için olduğunu umuyordum. yine de ona bazı şeyler açıklamam gerekiyordu; çünkü ara ara karanlıkta ağız ağıza konuşuyorduk, okşamalardan kaynaklanan ya da onları bölen sözler sarf ediyorduk, bizi o ertelenmiş buluşmaya, onun yüzünden binmeyi bile başaramadığım o tramvaya götürsün diye; şehrin, şehrin düzeninin bir kaprisi sayesinde bulmuştum onu orada, mıntıkada defalarca ya da şimdi olduğu gibi çabucak kaybetmiştim, ona sımsıkı sarılsam da ele avuca sığmaz bir dalga gibi gidip geldiğini hissediyordum. sonsuz bir tanışıklıkla dudakları dudaklarıma değerken beni kuşatan o endişeyi nasıl dindirebilirdim, ben ki juan'a şehirde hiç rastlamamıştım, bir hata daha yapmakla, yanlış bir köşede inmekle yarıda kestiğimi söylediği o takipten hiç haberim yoktu. çaresizlikle bana sarılmasının, beni takip edeceğine söz vermesinin, bu tarafta olduğu gibi o tarafta da beni bulacağını söylemesinin ne faydası vardı; bütün o konuşmaların ve düşüncelerin eşiğinde bir yerde böyle bir şeyin asla olmayacağını kesinleyen bir ışık aydınlatıyordu içimi, yoluma devam etmem o paketle randevu yerine gitmem gerekecekti ve belki yalnız olacaktım, o andan itibaren; ama değil, öyle de değil. ne kadar sıkı sarılırsa sarılsın buna olan inancımı, üstünde gecenin terinin kurumaya başladığı tenimdeki külü değiştiremezdi. ona anlattım; şehirdeki ya da hayattaki her şey gibi başlangıçsız başlayan o akılalmaz görevden  söz ettim. şehirde birisiyle buluşmam gerektiğini söyledim, herhalde (hafif hafif ısırıyordu beni ağzı, elleri yine beni arıyordu) oraya gidebileceğimi düşünüyordu, son buluşmaya yetişeceğimi. teninden ve salyasından hala bu son yanılsama içinde olduğunu tahmin ettim, randevunun onunla olduğunu, şehirdeki otelin odalarından birinde sonunda bir araya geleceğimizi zannediyordu.

"sanmam" dedi hélène. "keşke öyle olsaydı; ama öyle değil. orada da aynı şeyler olacak."

"ama artık, hélène, artık sonunda.."

"her şey çoktan eskisi gibi. şafak sökecek ve her şey baştan başlayacak. tekrar birbirimizin gözlerini göreceğiz, anlayacağız."

"burada benimsin" diye mırıldandı juan. "burada ve şimdi benimsin, bu gerçek, tek gerçek. randevudan, buluşamamaktan bize ne? gitmeyi reddet, isyan et, o boktan paketi kanala at ya da benim seni aradığım gibi orada beni ara. birbirimizi bulmamamız imkansız artık. birbirimizi bulmamızı engellemek için bizi öldürmeleri lazım."

omzunu silkti, sanki içinde bir şeyler savunmaya geçiyormuş, teslim olmayı reddediyormuş gibi kollarımda kendini geri attı. birdenbire üşüdük; ıslak çarşafa sarınıp ilk ışığın gelişini hissettik. gelgitin tahta ve cam parçalarıyla kirlettiği bir kumsalda yatarken üzerimizden çekilen gecenin salyasının, yorgun gövdelerimizin kokusunu içimize çektik. her şey çoktan eskisi gibi olmuştu. hélène öyle demişti ve ılık gövdesi kin dolu bir inkar gibi ağırdı kollarımda. inleyerek beni itene kadar onu öptüm. onu kendime bastırdım, adını söyledim, bir kez daha onu bulmama yardım etmesini istedim. zoraki güldü; elini ağzıma koyup yüzünden uzaklaştırdı.

"burada bir şeylere karar vermek çok kolay" dedi hélène, "şu anda belki de acı çekiyorsun; çünkü koridorlarda çırılçıplak dolaşıyorsun ve yıkanmak için sabunun yok, bu sırada belki de ben gideceğim yere gittim ve paketi teslim ediyorum, eğer yapmam gereken buysa. orada kendimizi tanıyor muyuz? neden sonradan sonraya nasıl olduğumuzu tahmin etmeye uğraşıyoruz? belki de şehirde her şey çözülüyor ve bu da kanıtı."

ama hélène karanlıkta yine gülünce juan kendini geri atıp abajurun düğmesine uzandı ve hiçlikle hélène'in saçları belirdi, içinde juan'ın ellerinden biri gizlenmişti, sonra küçük, dik göğüslerinin kavsi, göbeğindeki tüyler, kısa, geniş boynu, dar ama juan'ı zorlayacak kadar güçlü omuzları, mühürlü, sert dudaklara ulaşabilmek için çarşaflara iyice bastırması gereken omuzları, açılmayı, dişler arasından bir inilti koyvermeyi öğrenmek için bekleyen ağzı, juan'ın diline teslim olmadan önce onu ısırmaya ve son öpüşleri, sonsuz, yalnız bir ağıta bulamaya müsait olan dişleri. ışığın sivri ucu hélène'in kahkahasının sonuna saplandı ve onun faltaşı gibi açılmış gözlerinin irileşmiş gözbebeklerinde iptidai bir kötülük ifadesi gördü juan, juan'ın gövdesi üzerinde düğüm olan ellere ve bacaklara sığınan kendi ihtirasını inkar eden bir aymazlık ifadesi, bu ihtiras juan'ı baştan çıkarıyordu, onu çağırıyordu, hélène'i yüzüstü yatırıp kendi üzerine bıraktı, ağzını saçlarına daldırdı, bütün şiddetiyle içine girip bütün ağırlığıyla acıya batmak için onu açılmaya zorladı, hélène'in iniltilerinin hem zevkten hem de tiksintiden kaynaklandığını biliyordu, vücudunu kasıp titreten öfkeli bir hazla başını bir yandan bir yana savurdu ama juan'ın dişleri saçlarına yapışmış, onu gövdesinin ağırlığına mahkum etmişti. juan'ın üzerine yuvarlanıp kalçasının tek bir hareketiyle onu karşılayan yine hélène oldu ve acılı bir çığlık attı, sonra hazzın bittiği yerde, saçları juan'ın gözlerine girmiş, sımsıkı ona yapışmış vaziyette, evet dedi, onunlaydı artık, bebeği çöpe atabilirdi, juan onu dairede ve hastanede kalan ölüm kokusundan kurtarabilirdi, juan ona bir daha asla görüşürüz demeyecekti, juan kimsenin kendini teslim almasına izin vermeyecekti, kendisini kendisinden kurtaracaktı, bütün bunları onun üzerinde, o inanılmaz gücüyle üzerine abanırken söyledi, sanki ona sahipmiş gibi, sonra yana kaydı, görevini yapmıştı ve kuru kuru hıçkırarak ağlayışına endişelendi juan, oysa üzerine bir mayışıklık çökmeye başlamıştı, bütün o duydukları, bütün o yaptıkları ona huzur vermişti, artık şehirde hélène'i araması gerekmeyecekti, her nasılsa ölen oğlan affetmişti ve yanlarındaydı ve bir daha asla görüşürüz demeyecekti; çünkü artık görüşürüz diye bir şey yoktu, hélène öyle demişti, yanında büzüşmüş uyuyor ve titriyordu, üzerini örttü ve burnunun tepesini, öpülmesi çok hoş olan o yeri öptü ve hélène gözlerini aralayıp gülümseyerek ona bir sigara eşliğinde celia'yı anlatmaya başladı.

beşinci çocuk

doris lessing

insanın başına her şey gelebilir.

aristokratlar, tavşanlar gibi üreyebilirler, doğal sayılır bu; ama onların buna yetecek paraları vardır. yoksullar da çok çocuk yapabilir, yarısı ölür gider, bu da doğal sayılır. ama bizim gibiler, ara yerde kalanlar, biz düşünüp taşınarak çocuk yapmak zorundayız, onlara bakabilelim diye.

berbat bir işte çalışsan, hatta işsiz bile kalsan da iyi okullarda okumuş olmak kötü okullarda okumuş olmaktan yeğdir.

dorothy yepyeni bir konuşma tarzı edinmişti; ağzından çıkanları can kulağıyla dinler, ağzından çıkabileceklerden korkar gibi. harriet bunu ayrımlıyordu; çünkü kendi duyguları da böyleydi, en basit bir şey söylerken bile. düşünceleri, başkalarının bilmesini istemedikleri gizli mecralarda akan kimseler böyle konuşurlar.

bir çocuğun ayaklanmasından sonraki bir yılı en zor yılıdır. korunma nedir bilmez, tehlikeden anlamaz, yataklardan, sandalyelerden aşağı atar kendini, boşluğa fırlatır, sokaklara kaçar, her an izlenmesi gerekir. bu aynı zamanda çocuğun en tatlı dönemidir. en sevimli, insanın içini cız ettirecek kadar cana yakın ve komik. sonra yavaş yavaş çocuk akıllanmaya başlar ve hayat daha kolaylaşır.

piyangodan ne çıkacağını hiçbirimiz bilemeyiz, çocuk doğurmak da işte budur. neyse ki ya da yazık ki, bunda seçme hakkımız yoktur.

herkesin bildiği gibi bütün bu okullarda, eğitilemez, sindirilemez olan umutsuzlardan oluşan, tortu gibi bir tabaka vardır. bu çocuklar sınıftan sınıfa geçerek okulda yol alır ve ayrılabilecekleri mutlu günü beklerler. çoğunlukla okul kaçağı olmaları da öğretmenlerini rahatlatır.

2.03.2010

1984

george orwell

e.m. forster: tüm uluslar iğrençtir; ama bazıları ötekilerden de iğrençtir.

tutuklamalar her zaman gece yapılırdı. uykudan, ansızın sarsılarak uyanma, omzunuzu dürten kaba bir el, gözlerinize tutulan ışık, yatağınızın çevresinde katı yüzlerden bir halka. olayların büyük çoğunluğunda, yargılama olmaz, tutuklama gerekçesi gösterilmezdi. insanlar geceleri ortadan kayboluverirlerdi, o kadar. adları sicillerden silinir, o güne dek tüm yaptıkları kayıtlardan silinir, bir zamanlar var oldukları yadsınır ve sonra unutulurdu. böyle ortadan kaldırılanlara, yok edilenlere genellikle 'buharlaştı' denirdi.

her eylemin sonucu, o eylemin içindedir.

bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.

proleterlerden beklenen tek şey, çalışma saatlerinin uzatılması ve yiyecek tayını kısıntılarını kabul etmelerini kolaylaştıracak ilkel bir yurtseverlik duygusuydu. bazen hoşnutsuzluk duyabiliyorlardı; ama bu hiçbir sonuca götürmüyordu onları; çünkü tutunacakları herhangi bir düşünceleri olmadığından, bu hoşnutsuzlukları ancak ufak tefek, belirli sorunlara yöneliyordu. büyük sorunların her zaman dikkatlerinden kaçması kaçınılmazdı.

saflıktan nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. erdem denen şey hiçbir yerde var olmasın istiyorum. herkesin iliklerine dek ahlaksızlaşmasını istiyorum.

sevişirken enerji harcıyorsun, sonra kendini huzurlu hissediyorsun ve her şey sana vız geliyor. işte kendini böyle hissetmene dayanamıyorlar. her zaman enerjiyle dolup taşmanı istiyorlar. tüm geçit törenleri, tüm bağırıp çağırmalar, bayrak sallamalar hep kokuşmuş cinsellik.

oynadığımız bu oyunda, kazanmak söz konusu değil. ama bazı yenilgiler ötekilerden daha iyidir, hepsi bu.

syme ortadan kaybolmuştu. bir sabah işine gelmemişti; bazı düşüncesiz kişiler yokluğu üzerinde yorumda bulundular. ertesi gün, kimse ondan söz etmedi. üçüncü gün, winston, arşiv dairesi'nin kapısındaki duyuru levhasına gidip baktı. orada çeşitli kağıtlar arasında, satranç kurulu üyelerinin bir listesi de vardı. syme de üyelerden biriydi. liste aynı gibiydi, hiçbir şey çizilmemişti; ama bir ad eksikti. bu yeterliydi. syme artık yoktu ve hiçbir zaman var olmamıştı.

her gün londra'da patlayan roket bombaları, özellikle okyanusya hükümeti tarafından, halkı korku ve baskı altında tutmak amacıyla atılıyordu.

hayatları dünyanın ele geçirilmesi üzerine kurulmuştur; ama bu arada savaşın sonunda bir utku olmaksızın sürüp gitmesinin gerekli olduğunu bilirler. savaş, ayrıca, toplum psikolojisinin istenilen düzeyde tutulmasını da sağlar.

kitleler, asla yalnızca ezildikleri için, kendiliklerinden başkaldırmazlar. kendilerine karşılaştırma yapabilecekleri ölçüler verilmedikçe, ezildiklerinin bilincine varmazlar.

daha zeki olan, daha az akıllıdır.

dünya egemenliğine en çok inananlar, bunun olanaksızlığını bilenlerdir.

gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir.

eğer eşitsizlik sürdürülecekse -yani yüksek grup yerini koruyacaksa- zihinsel koşullar, denetlenmiş delilik olmalıdır.

akıl istatistiksel değildir.

neden meyve, çiçeğinin yanında daha değerli olsun?

dünyadaki hiçbir şey fiziksel acıdan daha kötü olamazdı. acının karşısında kahramanlık yoktu, yerde işe yaramaz sol kolunu tutarken defalarca düşündü bunu.

geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu anı denetleyen geçmişi de denetler.

kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. iktidar araç değil, amaçtır. kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim, diktatörlüğü kurmak için yapılır. baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. işkencenin amacı işkencedir. iktidarın amacı iktidardır.

yalnız ve özgür olan insan her zaman yenilir.

eğer insan bir sırrı saklamak istiyorsa, onu kendisinden de saklamalıydı.

bazen insanı, direnç gösteremeyeceği, aklına bile getiremeyeceği bir şeyle tehdit ediyorlar. işte o zaman, "bana yapmayın, başkasına yapın, falancaya yapın." diyorsun. bunun sonradan bir hile olduğunu söyleyebilirsin kendine, onları durdurmak için yaptığını, gerçekte bunu düşünmediğini söyleyip kandırmak isteyebilirsin kendini. ama doğru değildir. olay yer aldığı zaman onu gerçekten istemişsindir. kendini kurtarmanın başka yolu olmadığını düşünürsün ve bu yolla kendini korumaya dünden hazırsındır. bu şeyin diğer kişiye olmasını gerçekten istersin. onun acı çekmesi umrunda değildir. tek düşündüğün kendinsindir. işte ondan sonra, öbür kişiye karşı aynı duyguları duyamıyorsun artık.

thomas jefferson: tüm insanlar eşit yaratılmıştır ve yaratan tarafından yaşam, özgürlük, mutluluk gibi tartışılmaz haklarla donatılmışlardır. bu hakları korumak üzere, gücünü yönettiklerinden alan devletler kurulmuştur. bu hakları elden alan ya da yıkan bir devleti değiştirmek ya da ortadan kaldırmak ve yeni bir devlet kurmak halkın hakkıdır.

1.03.2010

otobiyografi

nazım hikmet


1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda moskova'da komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine moskova'da tseka-parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum prag'dan havana'ya

lenin'i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmaya yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim

951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim

bindim trene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır
türkiyemde türkçemle yasak

kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filan olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim geceyarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kimbilir