15.07.2011

orta doğu

oğuz atay

bu dünya geçicidir. bu dünyada elde etmek ve korumak bir insan için sadece kısa ömrü için gereklidir. bunu unutmamalı. mezarlıklar bu nedenle gözümüzün önünde bulunmalı. evimizin bahçesinde, sokağın köşesinde tek mezarlar yer almalı. her şey geçicidir. belgeler gereksizdir, unutulacak ayrıntıları yazmak anlamsızdır. belki de unutmak esastır. öğrenmek, kendini tanımak mutsuzluktur. bizden geri kalan eserler, birbirine benzer taşlar, yazılar, yapılar olmamalıdır. putlar gibi ayırıcı özelliği olmamalıdır.

hristiyanlık da ikonoklast bir dönem yaşadı; ilk hristiyanlar eski yunan ve roma'dan kalan anıtları yok ettiler. islamlık, özellikle osmanlı bu işi daha ciddiye aldı. osmanlı, islamlığı ciddiye aldı. islamlık, put kırıcılığını ciddiye aldı. osmanlı bunu islamlığın ciddiye alınışından da öteye götürdü. kuralları ciddiye aldı, insanı ciddiye almadı. sorunların sayısını azaltarak mutluluğu artırmaya çalıştı. bütün değişimleri devlet eliyle gerçekleştirmek istedi. nevzat tandoğan (tek parti döneminin ünlü ankara valisi), yakalanıp yanına getirilen bir solcuya "bu memlekete komünistlik gerekirse onu da biz getiririz, sana ne oluyor?" demişti.

bireye ne oluyordu? yahya kemal kendisine soru sorulmasından hoşlanmazdı. o, geleneği temsil ediyordu. onunla tartışılamazdı. kendisine bir toplantıda genç bir adam soru sorunca yanındakine dönerek, "kim bu adam?" demişti. osmanlı gösterişi sevmiyordu. küçük saraylarda, ahşap evlerde oturuyordu. tiyatroyu soytarılık, resmi küfür sayıyordu. bütün sosyal kurumlar, askerlik örgütü için birer araçtı. bunun yanı sıra halk, kendi düzenini ayrı bir biçimde geliştirdi. bugün saray dili yaşamadığı halde, halkın dili yeni düzen için esas oldu. hiçbir ülkenin resmi dili, fermanların osmanlıcası kadar insanların anlayamayacağı bir biçime sokulmamıştır. bu bakımdan devlet, kafka'nın insanları için aşılmaz bir duvar olan bürokrasiye çok benzer. lale devri bir bakıma istisnadır. devlet her türlü eleştiriye kapalıdır. felsefe yoktur. tek felsefe bireyin yok oluşudur, vahdet-i vücuttur.

şiirde, divancılar 'biz' diye seslenir. eleştiri çirkini güzelden ayırır; oysa çirkin yoktur. kapalı sistemdir bu. ülkücü insan yoktur. ülkücülük bireyciliktir. özgün sanat yoktur. usta-çırak ilişkisi içinde taklit vardır. bir bakıma gelenek de yoktur. usta, yaşantısını kimseyle paylaşmaz; yaratıcılığın ayırıcılığı kendisiyle birlikte ölür. ne ruhun ölümsüzlüğü, ne de canlı dünyanın gürültüsü duyulmaz. batıya olduğu kadar, doğuya da kapalı bir sistemdir bu. orta doğu'dur, kenar batı'dır. ne doğu'dur, ne batı'dır. kafka'nın yer altında yaşayan hayvanı gibi, kendisine doğru kazılan bir tünelin içindeki bilinmeyen düşmanı korkuyla bekler.

bizim "ilk günah"ımız belki de budur: kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. yaşama korkusudur. fütuhat da, herkese ve her şeye boyun eğdirerek bu korkudan kurtulma çabasıdır. dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra, her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. bir şehre kapanıp, bütün ülkenin saldırısını bekleyen sarayın korkusudur bu. sarayı kaleye çevirenlerin korkusudur. kardeşleri tarafından öldürülmeyi bekleyen saray'ın korkusudur. her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. kültür korkusudur. matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden; hatta dinden korkmaktır bu. halk partisi'nin köy enstitülerinden korkmasıdır. demokrat parti'nin modern resimden korkmasıdır. halkın içinde sivrilen esnafın, eşrafın, mollanın halktan korkmasıdır.

korkunun sonucu yabancılaşmadır. yeni yazarların kelimeler icat ederek azınlık olma telaşıdır, toplumsal sorunlara eğilerek kendini tanıma korkusudur. kavram kargaşası yaratarak temel kavramlardan uzaklaşma korkusudur. temel kavramların onu bir hiçe indireceği korkusudur. korku ortadan kalkarsa postunu kaybedeceğinden korkan tekke şeyhinin korkusudur. bunun için müeyyideler gevşektir, herkes korkmalıdır; ama ceza da uygulanmamalıdır. müeyyideler hayatı zehir edecek kadar korkutmalıdır; ama isyan ettirecek kadar kesin olmamalıdır. neyin ne olduğu, hangi suçun cezası ne kadar olduğu bilinmemelidir. fakat herkes her an suç işlediğini hissetmelidir ki başkaldıramasın. her zaman, suç işlediği halde kendisine taviz verildiğini hissettiği için başı önünde dolaşır insanımız.

bizim "ilk günah"ımız budur: cezalandırılmayan küçük günahların toplamı. hoşgörümüz de budur. ayrıca devlet de aynı suçluluk duygusu içinde müeyyideleri uygulamaz. bu bakımdan bağışlayıcıdır. karşılıklı bir oyundur bu. bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. gerçeği aramaktır. bilim bunun için tehlikelidir, felsefe bunun için tehlikelidir, "deneme" bunun için tehlikelidir, roman ve hikaye bunun için tehlikelidir. belirli kalıplar içinde kalan şiir bunun için tehlikesizdir. taklitçi olmayan batıcılık bunun için tehlikelidir. gerçeği arayan doğu bunun için tehlikelidir.