11.07.2011

odessa

frederick forsyth

adım salomon tauber. yahudiyim ve ölmek üzereyim. kendimi öldürmeye karar verdim; çünkü bu hayatın artık ne bir değeri var ne de benim için yapacak bir şey kaldı.

yaşantımda yapmaya çalıştığım şeyler bir hiçle sonuçlandı, uğraşlarım bir işe yaramadı. gördüğüm kadarıyla kötülük yaşadı ve serpilip gelişti. öte yandan iyilik toz, toprak ve alay içinde göçüp gitti. tanıdığım dostların, acı çekenlerin ve kurbanların hepsi de öldü. çevremde yalnızca ezenler, öldürenler kaldı.

gündüzleri sokaklarda hep bunların yüzlerini, geceleri de uzun yıllar önce ölen karım esther'in yüzünü görüyorum. bugüne kadar yalnız yapmak istediğim bir şeyi yerine getirmek, bir şeyi görmek için yaşadım. ama artık anlıyorum ki bunlar olmayacak.

alman halkına karşı ne nefret ne de hırs duyuyorum. çünkü onlar iyi insanlardır. halklar kötü değildir. kötü olan kişilerdir. ingiliz filozofu burke "bütün bir milleti suçlamanın nedenini anlamıyorum." derken haklıydı. toplu suç yoktur. kutsal kitap, tanrı'nın, içlerinde yaşayan erkeklerin kötülüğü yüzünden kadın ve çocuklarla birlikte sodom ve gomore'yi nasıl batırmak istediğini; fakat aralarında doğru bir adam bulunduğunu ve onun canının nasıl bağışlandığını anlatır. o bakımdan, kurtuluş gibi suç da kişiseldir.

riga ve stutthof toplama kamplarından çıktım, magdeburg ölüm yürüyüşü'nden kurtuldum. ingiliz askerleri nisan 1945'te bedenimi buradan kurtarıp yalnız ruhumu zincirlerle bağlı bıraktıklarında dünyadan nefret ediyordum. insanlardan, ağaçlardan ve kayalardan nefret ediyordum. bütün bunlar bana karşı birleşmişler, bana acı çektirmişlerdi. hepsinin üstünde de almanlardan nefret ediyordum. o zaman, daha önceki dört yıl boyunca birçok kez sorduğum gibi tanrı'nın, son erkeğine, son kadınına, son çocuğuna kadar bunları neden yere çalmadığını; şehirlerini, evlerini neden yerle bir etmediğini sordum. yapmadığı için o'ndan da nefret ettim. en sevgili kulları olduğumuza bizi inandıran o'nun beni ve halkımı mahvettiğini haykırarak varlığını bile yadsıdım.

ama aradan geçen yıllarla birlikte sevmeyi; kayaları, ağaçları, yukarıdaki göğü, şehrin içinden akıp geçen nehri, sokak kedilerini, köpekleri, kaldırım taşları arasında büyüyen yaban otlarını, çirkin olduğum için sokakta benden kaçan çocukları sevmeyi yeniden öğrendim. onları suçlamıyorum. bir fransız atasözü vardır, "her şeyi anlamak, her şeyi bağışlamaktır." der. bir kimse insanları anladığı, onların ne kadar kolay aldandıklarını ve korkularını, hırslarını ve güçlü olma ihtiraslarını, cahilliklerini ve en üst perdeden haykırabilen insana gösterdikleri yumuşak başlılığı anladığı zaman bağışlayabilir. evet, insan yapılanları da bağışlayabilir; ama asla unutamaz.

bazı kimseler vardır ki cinayetleri insan anlayışını, dolayısıyla bağışlamayı da aşar. bu gerçek bir başarısızlıktır. çünkü bunlar hala aramızdadır; şehirlerde dolaşmakta, bürolarda çalışmakta, kantinlerde yemek yemekte, gülümsemekte ve el sıkmakta, namuslu insanlara yoldaş demektedirler. bunların yaşamaya devam etmeleri, toplumdan kovulmuş kimseler olarak değil de saygı gören şehirliler gibi yaşamaya devam etmeleri, kişisel kötülükleriyle tüm bir ulusu sonsuza kadar lekelemeleri; işte bu, gerçek bir başarısızlıktır. bunda da başarısızlığa düştük; siz ve ben, hepimiz; başarısızlığa düştük ve üstelik pek kötü bir başarısızlıktı bu.