23.11.2020

son söz

georges bataille

gece boyunca sık sık uyandım. uyku, başlangıçta bir sarhoşluk gibiydi. uyurken dünyanın sağlamlığının yerini uykunun hafifliğine bıraktığını sandım. bu alaycı kayıtsızlık hiçbir şeyi değiştirmeyecekti: her şeyin peşini bırakmışlığın içinde ertelenmiş arzunun ateşliliği, onu sıkıntı içinde tutan frenlerden kurtulmuş olarak yeniden doğuyordu. ama uyumak belki de eksik bir zafer imgesidir ve bizi kendimizden geçirtecek özgürlük uykuda gizlidir. yuvaları çökmüş karınca gibi artık mantıksal bir yolu kalmamış olan ben, hangi koyu dehşetin kurbanı oldum? bu kötü düş dünyasındaki her düşüş, yalnızca bu, ölümün tam bir deneyimidir -ama, uyanışın kesin aydınlığı yoktur-.

bu uyku bataklığının çok tasa vermemesi eğlendirici. bu bataklığı unutuyoruz ve tasasızlığımızın "bilinçli" havalarımıza bir yalan niteliği verdiğini görmüyoruz. şu anda, yakın zamandaki düşlerimin mezbahayı andıran hayvaniliği -çevremdeki her şey yerinden olmuş; ama sakinleşmeye razılar- bende ölüme "tecavüz etme" duygusunu uyandırıyor. benim gözümde artık herhangi bir şeyin pastaki taşkınlıktan başka bir değeri yoktur; güneş altında dünyanın küflenmekten pek kurtulamamasının kesinliğinden başka bir şey de yoktur. yaşamın gerçeği kendi zıttından ayrılamaz ve ölümün kokusundan kaçsak da, "duyuların yolunu şaşırması" bizi ölüme bağlı mutluluğa götürür. bunun nedeni ölüm ile yaşamın sonsuz yenilenmesi arasında fark olmamasıdır. tıpkı bir ağacın köklerin görünmez ağı ile toprağa tutunması gibi biz de ölüme tutunuyoruz. ama biz, köklerini yadsıyan "ahlaklı" bir ağaca benziyoruz. bize anlamsız gizi veren acının kaynağına safça ulaşamasaydık, gülüşün coşkunluğuna sahip olamazdık. hesabın donuk yüzü olurdu yüzümüzde. müstehcenlik yalnızca acının bir biçimidir; ama fışkırmaya o kadar "hafifçe" bağlanmıştır ki, tüm acıların içinde en zengin, en çılgın, arzuya en uygun olanı odur.

bu devinimin yoğunluğu içinde onun anlaşılmaz olması, kimi kez bulutlara eriştirmesi, kimi kez kum üzerinde cansız bırakması önemli değildir. parçalanmış olarak, benim yenilgimden ebedi bir sevinç kaynağının çıktığını düşlemek zayıf bir teselli olacaktır. gerçekten de, kanıtlara boyun eğmek zorundayım: sevincin çatlaması ancak bir koşulla olur: acı akışının hiçbir şekilde daha az korkunç olmamasıyla. büyük mutsuzluklardan doğan kuşku, aksine, yalnızca zevk alanları, tüm mutluluğu, ancak mutsuzluğun karanlık halesi içinde biçim değiştirmiş olarak tanıyabilenleri aydınlatır. öyle ki akıl belirsizliğe çözüm değildir. aşırı mutluluk ancak sürdüğünden kuşku duyduğumda olanaklıdır; aksine, mutluluktan emin olduğum an, ağırlık haline gelir. böylece, aklı başında olarak ancak belirsizlik ortamında yaşayabiliriz. diğer taraftan mutsuzluk ile sevinç arasında asla tam bir fark yoktur: dolanıp duran mutsuzluk bilinci her zaman vardır ve dehşette bile mümkün olan sevincin bilinci tamamen yok olmamıştır: acıyı baş döndürücü biçimde artıran odur; ama buna karşın işkencelere katlanılmasını sağlayan da odur. oyunun bu hafifliği, şeylerin belirsizliği içinde öyle iyi verilmiştir ki, bu oyunları ciddiye aldıklarında tedirgin insanları küçümseriz. kilisenin hatası, ahlaktan ve dogmalardan çok, bir oyun olan trajik ile çalışma belirtisi olan ciddiyeti birbirine karıştırmasındadır.

buna karşın, uyurken düşte acı çekmeme neden olan bu insanlıkdışı boğulmalar, hiçbir ciddi özellikleri olmadığından, verdiğim karar için uygun bahaneydiler. boğulduğum anı anımsadığımda, acı bana bir tür tuzak kurmuş gibi geliyor; bu olmasa, düşünce tuzağı "kurulamazdı." o an bu hayali mutsuzluk üzerinde takılıp kalmak ve bu mutsuzluğu göğün saçma genişliğine bağlarken, düşüncesizlik ve "kaygı yokluğu"nda, bir sıçrayıştan ibaret olan kendime ve dünyaya ilişkin bir kavramın özünü bulmak hoşuma gidiyor. ölen kardeşimle tuhaf bir biçimde oyun oynayan çılgın, vahşi ve ağır bir senfoni içinde, düşümde, sırtımın oyuğuna biraz önce girmiş -öyle korkunç bir şekilde ki, bağırsaydım bile sesim çıkmazdı- bir parmağın düşmanca ve sert ucu bir öfkeydi; asla böyle olmamalıydı ama böyleydi, acımasızdı ve bir sıçrayışın özgürlüğünü "gerektiriyordu." parmağın acımasız vahşetinin artırdığı şiddetli bir öfke içinde her şey buradan çıkıyordu: işkencemde, içinde uyanılan dayanılmaz acıya erişmeyen, ondan koparılmayan hiçbir şey yoktur. ama, bu uykudan uyandığımda, e., karşımda, ayakta bana gülümsüyordu. aynı giysi vardı üzerinde; daha doğrusu odasında uzandığı zamanki aynı giysisizlik. düşümden çok kötü uyandım. bir markizin sepet etekliği içindeki rahatlığıyla, tanımlanamayan bir gülümseyiş, sıcak ses tonu beni hemen yaşamın zevklerine teslim etti: "monsenyör, tenezzül ederler mi?" dedi bana. giysinin tahrik ediciliğine hangi rezilliği eklediğini bilmiyorum. ama sanki bir an bile bir komediyi sürdüremeyecekmiş gibiydi; apış arasındaki kılları gösterdi hemen ve boğuk bir sesle sordu: "sevişmek istiyor musun?"

fırtınalı, masalsı bir ışık demeti odamı dolduruyordu: bir ejderhaya saldıran silahlı, genç ve aydınlık bir aziz georges gibi üstüme atladı; ama bana yapmak istediği kötülük giysilerimi çıkarmaktı ve yalnızca bir sırtlanın gülümseyişiyle donanmıştı.