10.07.2011

sıcak külleri kaldı

oya baydar

kötü şeyler hep fimlerde olur, hep başkalarının başına gelir sanırsınız; sonra bir gün, bakarsınız ki bir korku filminin ortasındasınız.

öfkelendiği, çaresiz kaldığı, istediği hedefe ulaşamadığı zamanlar kadının silahının belden aşağı vurmak, karşısındakini acıtmak olduğunu bilirdi.

"kalbin, aklın tanmadığı gerekçeleri vardır."

burası türkiye. devlete tosladığın zaman boynuzları kırılan hep sen olursun.

sevinçler ortaktır, acı yalnız çekilir.

sevgiyi, sevilen kişinin özgürlüğünü kısıtlamak olarak anlamadım hiç. sevgi, ilgi, bağlılık; insanları kendime bağımlılaştırmak, insanlara yapışmak değildir benim için.

zafer haklı kılar, yenilirsen haksız olursun.

ne çok benzer bina gördüm. kapılarında ne bir levha ne bir kurum adı vardır; ama içlerinde insanların 'yaşamadıklarını', hizmetinde oldukları çark adına sadece devindiklerini hemen hissedersiniz.

dışardan ne kadar izlersen, gerçeği bilemezsin, kişinin özel tarihini yakalayamazsın.

noktası bir türlü konulamayan, uzadıkça uzayan ve giderek anlaşılmaz olan bir cümleye benziyordu ilişkimiz. hep baştan alınan, bir türlü ilerlemeyen ve bir türlü üstü çizilip iptal edilemeyen. her ayrılıktan sonra küllendiği sanılan ve her defasında kendi küllerinden yeniden doğan.

en iyi sosyalistler, sınıfını inkar etmiş burjuvalardan çıkar.

doğa hiç ummadığın bir insanda ile, inanılmaz estetik duygular yaratır.

koşullar ne kadar olgunlaşmış olursa olsun, devrimler için çoğu zaman bir dış müdahale gerekir.

faşizmin, sermayenin en zalim, en kanlı diktası olduğu gerçeği devrimci edebiyattan ibaret değildir. sermayenin sola yönelmiş topyekün saldırısıdır faşizm.

insanı çocukluğuna, ilkgençliğine bağlayan anılarda büyülü bir şeyler vardır.

ayının on hikayesinin onu da armut üstüneymiş.

kaybedebileceğiniz tek şey zincirleriniz olunca zincirlerinizi bile kaybetmekten korkarsınız.

evleri insanları ele verir. küçük ayrıntılar çok şey anlatır.

kedi dinginlik ve yerleşiklik demektir.

komünist momünist, her sağlıklı erkek de en sonunda yatılacak kadın arar.

stalin mahkemelerinin yargıçları da işçiydi, karaormanlar'da kesilen binlerce komünistin cellatları da! işçi sınıfı yıkmaya yarar, yeniden inşaya gelince, orada duracaksın. onu beceremez. dışardan götürülen bilinç de, el şeyiyle gerdeğe girmek gibi, o kadar işe yarar işte.

belli bir dönemde, binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca kişinin düşünceleri, inançları, atılımları birkaç kişide adeta cisimleşir. deniz, mahir, ötekiler, dönemin ruhuydular işte; hatalarıyla sevaplarıyla.. darağaçlarında, nurhak'ta, daha dün kızıltepe'de yitip gittiler.

aslolan devrim için ölmek değil, devrimi gerçekleştirmek için yaşamaktır.

çocuklarımıza özlemlerimizin adını koyarız hep.

bazen, tam uyanacağınıza yakın tuhaf bir rüya görürsünüz ve uyandığınızda hala o rüyanın içinde yaşarsınız. rüya mı gerçekti, uyanışınız mı rüya; uzun süre ayıramazsınız.

"gülleri, dostlukları, sevgileri sulamak gerekir."

insan yetiştiği çevrenin değerlerini ne kadar aşabilir ki!

aşağılık duygusu ile gurur ikiz kardeştirler.

milyarder olduğun zaman kimse rengini sormuyor. para, bakanda renk körlüğü yaratıyor.

bu ülkede kurtarılacak hiçbir şey yok artık. dibe vurursa yeniden bir şeyler yapılır belki.

"hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı değildir."

belki de yaşlanmak umudun yitirilmesidir.

bir insan ömrünün değeri neyle ölçülebilir ki? hangi devrim, uğruna ölenlerin yaşamının yerini tutabilir?

birileri size, belki de tam paylaşmadığınız bir amaç gösterir. sizi ateş hattına sürer; dava uğruna ölmenizi, öldürmenizi ister. kendiniz için öldüğünüze, öldürdüğünüze inandırır sizi. dava, insan hayatının önüne geçer. biz şefler, şefçikler onları savaşa süreriz. o savaşın kendi savaşları olduğuna inandırırız onları.

aşkta ve inançta soru sormaya başladın mı büyü bozulur. dindar soru sormaz; aşık da, kör militan da öyledir. onlar inanırlar ve inandıkları için huzurludurlar.

yolunu kaybetmemek; vahşi bir dünyanın ortasında, üstelik de bunca anı ve acı yüküyle kimliksiz, benliksiz, yapayalnız kalmamak için yitip giden duyguların son kırıntılarına, büyük yangınların sıcak küllerine razı olması gerektiğini biliyor. "aslolan hayattır." kendini kandırma pahasına da olsa, henüz küller soğumadan tutunmalı umut kırıntılarına..

moskova ağırbaşlı ve trajikti; berlin yaralı ama katı; leipzig soğuk, sinirli ve kasvetli; istanbul hülyalı, dağınık ve mahmurdur.

insan tam da böyle zamanlarda yalnız kalmalıdır. dostların ve sevgililerin hastabakıcı olmadıklarını unutmamalıyız. hastalık çirkindir, çirkinlik ise sevgiyi ve ilgiyi öldürür.

ne bakanın, ne müsteşarın, hiç kimsenin en küçük yetkisi yok ohal bölgesinde. orası türkiye değil sanki. hani vatanı bölüyorlar falan diyorlar ya, kendileri çoktan bölmüşler türkiye'yi. 

"hayatın neresinden dönülse kardır."

bir tek kediler ölmek için evlerinden uzak yerler ararlar, ölülerini göstermezler.

evlilik, iki taraflı sineye çekme ve uzlaşma sanatıdır.

insan hakları insanlar içindir. bunlar cahil, ilkel yaratıklar; şeriat istiyorlar. sokakları görmedin mi? kara çarşaflıdan, cüppeliden, sarıklıdan geçilmiyor.

hayatta herkesin, hepimizin, bedelini ödeyip efendilerinden özgürlüğünü satın almak istediği bir an olur. onun özgürlük bedeli ağırdı.

9.07.2011

harfler

ilhan berk

bir biçimler evrenidir harfler. salt biçimleriyle vardı benim için. özü yoktur ya da görmem onu. bir aristoteles gizemciliği. anlam olarak beni ilgilendirmezler, harfler olarak görmeye alışmışımdır çünkü. böylece de özel ilişkiler kurdum. böyle gördüğüm için de, biçimler, renkler, kokular kazanmıştır; yani benim olmuştur. her harf benim yaşamımda çeşitli kılıklara, renklere, kokulara girip çıktı. bir zamanlar büyük a'yı severdim, şimdi küçük a'yı büyük a'nın hiçbir biçimine değişmem. ama u ile f her zaman sevdiğim baş harflerim oldu. büyük bir aşk duymuşumdur u'ya. bir esriklik simgesidir u: dölyataklarında barınır. bir zamanlar, y de benim için böyleydi: yarıklığını, ayrıklığını severdim. büyük, güzel kokular bağışlamıştır bana. sarı bir renk de bulmuşumdur onda. baygın ve kızgın bir koku da. v ise hep dışımda kalmıştır benim, salt bir anlam yükü bulurum onda ve sevmem. oysa bir yazıyı ne güzel uzatır v: durukluğu sevmez. küçük r de sevgi doludur benim için. fukara bir güzellik ve sevgi. harflerin bunca ayrıntılarına girmemden olacak, hiçbir alfabeyi ezberden sayamam ve bilmem. ayrıntılar yetiyor bana. harflerin biçimleri, kokuları, renkleri daha da başka alanlara götürmüştür beni. imgelem alanı bu. özellikle evler, nehirler, eller, yüzler, ağızlar kuran bir imgelem evreni. o, en güzel imgelem alanı verir bana. bütün bir sayfada tek başına bir

o

görmek gönendirir beni. daha çok da bir yerinden kopmuş görmek isterim onu. beyazla en güzel ilgiyi o'nun kurduğuna inanırım. beyazın biricik yaşadığı içli dışlı olduğu alan. o ile vardır beyaz. başka harfler siler, öldürür beyazı. o'yla nesnelleşir, doruklaşır beyaz. büyük

t

renkler taşır; renklerle görürüm en çok onu. pat diye bir kırmızıdır ya da bir mor. bağıran bir kırmızı ve mor. yatık bir s'yi de korkunç resimsel bulurum. bir resim diye bakarım ona, duvara asılacak bir resim diye. küçük e de u'dan f'den sonra en çok sevdiğim harftir. alçakgönüllü ve uysal.

böylece harfler bende bir harf ailesinden çok, bir bireyler topluluğu olup çıkmıştır. birbaşlarına yaşar olmuşlardır. birer kişidirler: büyük i, ağırbaşlı ve gülmez; c, içine dönük, kapalı bir ekonomi alanıdır; küçük b (sevdiğim dördüncü harf), duruk ve dişidir, bir gizemsellik otağıdır sanki; r canavar sesli; h erotik; j askersi; g utansak; k şövalye yüzlü; ö kalvenci; ş yahudi duruşlu; m sürtük; ı fahişe;

f'yi 

hep kendime benzetmişimdir: esmer, uzun, zayıf ve sabahları erken kalkan.

8.07.2011

kahramanlar ve mezarlar

ernesto sabato

onu yeniden görme umudu.. insanoğlunun tüm umutları böyle gülünç değil mi? dünyadaki genel eğilime bakarsak umutlanmamıza neden olan olaylar bize yalnızca düş kırıklığı ve acı getirirler; bu nedenle karamsarlar eskiden umut etmiş olanların arasından çıkar, dünya hakkında karanlık bir görüşe sahip olmamız için bir zamanlar dünyaya ve sunduğu olanaklarına inanmış olmamız gerekir. esas ilginç ve karmaşık olan şu: karamsarlar bir kez düş kırıklığına uğradıkları zaman, sabit ve sistemli bir biçimde umutsuzluklarını sürdüreceklerine, geçen her dakikayla beraber sanki umutları çoğalır; ama bu yeni umut da evrensel acıların karanlık örtüsü altında gizlenir. bunun nedeni metafizik bir utanma duygusudur, sanki karamsarlığın güçlü ve geçerli kalabilmesi için arada bir yeni ve sert bir düş kırıklığı darbesine ihtiyacı vardır.

bir insanın esrarengiz ve hüzünlü bir öyküsü yoksa, varlığının ne anlamı vardır?

gece, çocukluk, karanlıklar, karanlıklar. korku, kan, kan, et ve kan, düşler, uçurumlar, dipsiz uçurumlar, yalnızlık yalnızlık yalnızlık, dokunuyoruz ama birbirimizden çok uzağız, dokunuyoruz ama yalnızız. dev gibi bir kubbenin altındaki çocuktu, kubbenin ortasında, korkunç bir sessizliğin ortasında, bu dev, sonsuz evrende yapayalnız.

kader gizli kapaklı davranmaz, kimi zaman bir kölenin bıçağının ucundadır; kimi zaman yalnız bir kadının gülümsemesinde gizlenir. kader aracını seçer ve onun kılığına bürünür. ara sıra ufak tefek farklılıklar olur; çünkü kader her zaman kendine tam da istediği gibi hizmet edecek araçları bulamaz. eğer bir yere yetişmek ölüm kalım sorunu halindeyse, arabanın yeşil rengine ya da atın kuyruğunun hoşuna gidip gitmediğine dikkat etmezsin.

burası buenos aires
insanlara aşk ve altın getiren zaman
bana bu solmuş gülü bıraktı yalnızca
ve bir tutam saç

sana tam da seni sevdiğim için zarar vereceğim. anlamıyor musun? insan kayıtsız olduğu kişilere kötülük yapmaz.

insanlar fikir alışverişinde bulunduklarında, genellikle bir süre sonra hiç kimse baştaki sertlik ve kararlılığı gösteremez.

her geceyi büyülü bir sarayda geçiren; ama her sabah kendi domuz ağılında uyanan bir hizmetçi gibiydi.

kimse kimseyi yoksul üniformalı şeytanın öteki yoksul şeytanları hor gördüğü gibi hor göremez.

yaşamın sert ve acımasız olduğu yıllarda insanlara bu ideallere inanmak uygun düşüyordu. bu idealler ne kadar soylu olursa olsun, ki gerçekten çok soylular, insanlar için yapılmamışlar. hayalperestler tarafından yapılmış hayali idealler bunlar, neredeyse şairler tarafından diyeceğim geliyor. çok iyiler, kitaplar yazmaya, konuşmalar yapmaya çok uygunlar ama pratikte uygulanmaları olanaksız. öte yandan düşünürsek genç bir erkeğin ya da kızın bu ayrımcı, sosyal adalet ve kuramsal toplum ideallerine inanmaları da çok olumlu. ama daha sonra evleniyorsunuz, toplumdaki yerinizi sağlamlaştırmak istiyorsunuz, evinizi yapmak istiyorsunuz, ki tüm insanların en doğal arzusudur bu; hayallerinizden vazgeçiyorsunuz. gençken ve insana annesi babası bakarken anarşist söylemlere inanmak ne kadar kolay değil mi? ama yaşamla karşı karşıya kalmak çok farklı bir şey. kurduğun evi çekip çevirmek zorunda kalıyorsun, özellikle de insanın çocukları olup bir ailenin sorumluluğu sırtına binince kaygıları değişiyor: yeni kaygıları giysiler, okul, ders kitapları, hastalıklar oluyor. sosyalist kuramlar pek şeker ama kabaca dendiği gibi iş karnını doyurmaya gelince, küçük dostum, insanın beli bükülüyor ve dünyanın malatesta ya da kropotkin gibi hayalperestlere uygun bir yer olmadığını anlıyor.

özgürlük kutsaldır. ne pahasına olursa olsun korumamız gereken bir değerdir.

umut başarısızlığa yazgılı da olsa mücadele etmeyi bırakmaz; çünkü umut tam da insan bedbahtken, bedbahtlıktan doğar.

aşk, acı çeken bir insanla, sıkıntıdan ölen bir insan arasında yaşanandır.

geçen her anla değişiriz, bir an sonra, bir an önce olduğumuzdan farklıyızdır. demek ki her zaman aynı insan değiliz. aynı duyguları duymuyoruz. bir insanı sevebilir ama kısa süre sonra ona aldırmamaya hatta ondan nefret etmeye başlayabiliriz. eğer o insana kendisine aldırmamaya başladığımızı söylersek yanlış yapmış oluruz; çünkü bu gerçektir; ama anlık bir gerçektir, bir saat sonra, bir gün içinde ya da koşullara bağlı olarak değişecektir. ama bunu kendisine söylediğimiz insan bunun gerçek olduğunu, ezelden beri gerçek olduğunu ve her zaman gerçek olacağını düşünecek, umutsuzluğa kapılacaktır.

bir tek bellek zamana ve zamanın yıkıcı gücüne karşı koyabilir. bellek öyle bir şeydir ki sonsuzluğu bitmek bilmez geçiş anında yaşatabilir. bizler -bilincimiz, duygularımız, deneyimimiz- yıllar geçtikçe değişiriz, tenimiz, çizgilerimiz de zamanın geçişine tanıklık etmek istermiş gibi değişirler; ama taa derinimizde, çok karanlık bölgelerde, bir şey, dişiyle tırnağıyla çocukluğa, geçmişe, köklere, geleneklere, düşlere tutunur, bu trajik olaya karşı koyar: bellek, gizemli belleğimiz. belleği olmayan, onu derinliklerinde meydana gelen yıkıcı ve olağanüstü bir patlamanın sonucunda kaybetmiş olanlar inatçı, uçarı, sahtedirler; zamanın anlamsız ve şiddetli rüzgarının oradan oraya sürüklediği yapraklara benzerler.

"şimdi anımsıyorum, kuşkulu bir gürültü duymuştum." deriz ya, aslında o gürültü düş gücümüzün yarattığı, belleğimizdeki gerçek ve basit olaylara eklediği bir ayrıntıdır; şimdiki zaman geçmişi bu biçimde etkiler, farklılaştırır, zenginleştirir, önceden görüldüğü sanılan belirtiler aracılığıyla değiştirir.

insanlık sorunlarına bile değinse, soyut kavramlar hiçbir insanı avutamaz, etten kemikten somut bir varlığın, sıkıntılı gözlerle bakan bir zavallının, yalnızca umutla beslenen birinin üzüntülerini ve kaygılarını hafifletemez. neyse ki insanın mayasında yalnızca umutsuzluk değil, esin ve umut da vardır; yalnızca ölüm değil, arzu ve yaşam da vardır; yalnızca yalnızlık değil, birlik anları ve aşk da vardır. eğer yalnızca umutsuzluk olsaydı hepimiz kendimizi ölmeye bırakırdık ya da kendimizi öldürürdük; ama böyle olmuyor.

aslında bu günün dünyasında umut sahibi olmak mantıklı değil. aklımız, mantığımız bize sürekli bu dünyanın vahşi olduğunu kanıtlar, bu nedenle mantık yok edicidir; kuşkuya, kinizme, en sonunda da yok etmeye yönelir. neyse ki insanoğlu mantıklı bir yaratık değildir, umut büyük yıkımların arasında tekrar tekrar yeniden doğar. bu kadar mantıksız, dokunaklı bir biçimde mantıksız, narin, her türlü temelden yoksun bir şeyden yeniden yeniden doğmak, insanoğlunun akılcı bir varlık olmadığının kanıtıdır. böylece depremler japonya'nın ya da şili'nin geniş bir bölümünü yerle bir etmişken, çin'de, yang tse'de millerce arazi dev bir su baskını sonucu sular altında kalmışken, otuz yıl savaşları gibi zalim ve kurbanlarının çoğunluğu için anlamsız bir savaş kadınları, çocukları, köyleri kesmiş, doğramış, işkence etmiş, katletmiş, tecavüz etmiş, yakmış, yok etmişken, başkalarının ya da doğanın bu mahvına maruz kalan güçsüz ve korumasız insanlar, umutsuzluk içinde asla yaşamak istemediklerini, yaşamlarını hiçbir zaman yeniden kuramayacaklarını, isteseler bile kuramayacaklarını düşünürler. ama aynı erkekler ve kadınlar (özellikle kadınlar; çünkü kadın yaşamın kendisidir, toprak anadır, her zaman içinde minicik bir parça umut barındırır), bu zavallı, eğreti insanlar, aptal ama kahraman karıncalar gibi her şeye yeniden başlarlar, yeniden küçük, gündelik dünyalarını inşa etmeye koyulurlar; küçücük, bu yüzden çok dokunaklı dünyacıklarını. dünyayı kurtaran fikirler değildir, ne akıl ne de mantıktır; tam tersine, insanların akıl almaz umudu, yaşamda kalmak için gösterdiği inatçı gayret, henüz olanak varken solumak için gösterdiği coşku, şanssızlıkların karşısında her gün gösterdiği küçük, gülünç, dirençli kahramanlıktır.

kaygı, hiçbir şeyin deneyimi, hiçbir şeyin ontolojik bir kanıtı gibidir. umut, varlığın gizli anlamının kanıtı değil midir? ve uğrunda mücadele etmeye değmez mi? umut kaygıdan daha güçlü olduğuna göre (ve her zaman kazandığına göre), eğer tersi olsaydı hepimiz intihar ederdik), gizli anlam şu ünlü hiçbir şeyden daha gerçek değil midir?

kendisini yalnız sanan, yalnız olduğundan kesinlikle emin olan bir insanı izlemek korkunçtur; halinde trajik hatta kutsal; ama aynı zamanda korkunç ve hüzünlü bir şey vardır. her zaman maske takarak dolaşırız, taktığımız maskeler o anda oynadığımız role göre değişir: öğretmen, sevgili, entelektüel, aldatılmış koca, kahraman, kardeş. ama, yapayalnızken, kimsenin, hiç kimsenin bizi görmediğini, denetlemediğini, dinlemediğini, bizden bir şeyler istemediğini, bize yalvarmadığını, saldırmadığını, yakınlaşmadığını sanırken hangi maskeyi takarız ki? belki de yapayalnız insanın kutsallığı o anda ilahi olanın önünde ya da kendi bilincinin önünde maskesiz olmasındadır. yüzümüzün bu en uç noktadaki ve asıl çıplaklığı, çıplaklıkların en gerçeği, en korkuncudur; çünkü ruhumuz savunmasızdır.

görünüşte hiçbir anlamı olmayan sözcükler; ama fırtınanın ortasındaki adam için ne anlamlıydılar, şimşekler ve yıldırımlar ortalığı kasıp kavurduğu zaman sıcak, tanıdık, sevecen mağarasına sığınıyordu adam. yuva, ateş, aydınlık ve dost barınak. bu nedenle yalnızlık yabancı diyarlarda çok daha büyür; çünkü vatan da tıpkı yuva gibidir, ateş gibi, çocukluk gibi, ana kucağı gibidir; yabancı diyarlarda olmak sıradan bir otelde kalmak gibi hüzünlüdür, kayıtsızdır, bildik ağaçlar, çocukluk, hayaletler yoktur. vatan tıpkı çocukluk gibidir, anne gibidir, yalnızken ve üşürken sarıp sarmalar insanı, ısıtır.

kediler bağımsızdır, soyludur, nankördür, güvenilmezdir; ama bunların ehpsi göreceli değeri olan kavramlardır, yani insanlığa ait değerlendirme ve kavramlarla ortak ölçülerimiz, hiçbir ortak yanımız olmayan varlıkları anlamaya çalışıyoruz demektir. aynı biçimde insanlar insani özelliklere sahip olmayan tanrıları da anlayamazlar; hatta gülünç bir noktadan bakarsak, birbirlerini boynuzlayan yunan tanrılarını da anlayamayız biz.

bir insanın büyüyüp, düşler kurup, felaketler yaşayıp, savaşa gidip, ruhsal olarak çöküntüye uğrayıp, fikirleri değişip, duyguları farklılaşıp hala aynı adı taşıması bana oldum olası sahte gelmiştir. fernando vidal. bir anlamı var mı? ya da her şeye karşın, sonsuza kadar uzayabilen ama mucizevi bir biçimde kopmayan, tüm bu değişimler ve felaketler yaşanırken kimliğimi ve beni bir arada tutan bir bağ var mı?

eğer bir insan enerjisini yaşadığımız dünyanın olanakları içinde bir amaca sistemli olarak toplarsa, yalnızca kişiliğini oluşturan güçleri değil, bilinçaltının daha kuvvetli güçlerini de harekete geçirir ve çevresindeki diğer insanlara da arzusunu dayatan bir telepatik güçler alanı yaratır; bunun sonucunda rastlantıymış gibi görünen; ama aslında ruhumuzun yaratmış olduğu bu görünmez potansiyelden kaynaklanan olaylar meydana gelir.

tüm tek tanrılı dinler iyiyi diretirler. daha da fazlası, bizi buna zorlarlar, yönetirler, kurallar koyarlar, zina yapmayı, öldürmeyi, çalmayı yasaklarlar. yönetirler. ve kötünün gücü öyle büyük, öyle çarpıktır ki, iyiyi diretmek için bile bu gücü kullanırlar. şunu bunu yapmazsan seni cehenneme gitmekle tehdit ederler.

sonunda ona benzemeden yıllarca güçlü bir düşmanla dövüşemezsiniz. eğer bir düşman makineli tüfek icat etmişse ve eğer yok edilmek istemiyorsak, er ya da geç bizim de makineli tüfeği icat etmemiz ve kullanmamız gerekir. bir savaş silahı için geçerli olan bu kaba ve fiziksel kural psikolojik ve ruhsal silahlar söz konusu olduğunda da geçerlidir, yalnızca daha derin ve kurnaz motifler kullanmamız gerekir: yüz hareketleri, gülümsemeler, hareket ve ihanet etme biçimleri, konuyu değiştirmeler, hissetme ve yaşama biçimleri; bu nedenle sonunda karı ve koca birbirlerine benzerler.

en kolay çözüm her zaman en son aklımıza gelir.

nice aptallığı çok akıllıca davrandığımıı sanarak yapmışızdır.

victor brauner adındaki ressamın körlükle ilgili bir takıntısı vardı, pek çok resminde bir gözü akmış ya da oyulmuş adamlar çizmişti. hatta kendisinin bile tek gözü yokmuş gibi görünen bir portresini yapmıştı. bilin bakalım ne oldu: savaştan kısa bir süre önce, gerçeküstücü gruba ait ressamlardan birinin atölyesinde düzenlenen bir orji sırasında sarhoş dominguez birine bir bardak fırlattı ve bu bardak victor brauner'in bir gözünü kör etti.

rastlantının insanlar arasında en ufak bir anlamı yoktur. tam tersine insanlar, uyurgezerler gibi karanlıkta sezdikleri amaçlarına doğru ilerlerler, tıpkı alevlerin çağrısına giden bir kelebeğe benzerler. saf insanları uyarıyorum: rastlantı diye bir şey yoktur.

insanların çok sevdikleri bir insandan kendilerine kalan son parçaya, sevgilinin bedeninin ve ruhunun dünyada kalan bu son izine asılma arzusu.. bu iz fotoğrafların belli belirsiz, bölük pörçük ölümsüzlüğünde, sözcüklerde, birinin anımsadığı ya da anımsadığını söylediği bir ifadede; hatta simgesel ve sonsuz bir değere kavuşan ufak tefek nesnelerde (bir kutu kibrit, bir sinema bileti); o uzak, ulaşılmaz, uçucu ve umutsuz ruh buradaymış gibi mucize bir his yaratan nesnelerde ve sözcüklerde, burna çarpan bir parfüm kokusunda ya da kulağa çalınan bir müzik parçasında varlığını sürdürür. önemi ve derinliği olmayan bir koku, kabalığıyla o büyülü zamanlarda bizi güldürmüş olan banal, sıradan bir müzik parçası olabilir bu; ama ölüm, bu sonsuz ayrılık onu soylulaştırdıktan sonra, bize dokunaklı ve derin gelir.

deliler de dahiler gibi, ülkelerinin ve yaşadıkları çağın kısıtlamalarına isyan ederler ve bu isyanlar genellikle felaketle sonuçlanır. saçmalayarak, büyülenmişçesine, çılgın gibi ve gürültü patırtıyla o kimsenin ayak basmadığı bölgeye girerler; sıradan vatandaşlar onları korkudan nefrete, aşağılamadan gizlice ve ürkerek gıpta etmeye kadar değişen duygularla izler. bana kalırsa bu sıradışı varlıklar, bu kanunsuz ve ülkesiz yaratıklar, aslında doğdukları toprakların ve düne kadar kendilerine benzer olan insanların özelliklerini yansıtırlar. ancak bu yansıma bozuk mercekler ve canavar bir projeksiyon sisteminin kötü odakladığı büyüteçler yüzünden bozulmuştur. don kişot bir ispanyol delisi değil de nedir? yaşam karşısındaki duruşu ve başkaldırışı onu evrenselleştirmiş ve tüm dünya insanlarının gözünde anlaşılır ve beğenilir kılmış olabilir; ama bu adamda bir zamanlar vahşi bir biçimde gerçekçi ve büyülü bir biçimde çılgın bir ülke olan ispanya'nın izleri vardır.

dürüst ve içten insanlar, arkadaşlıklarına insanlar arasında var olması kaçınılmaz binlerce sorunu ve anlaşmazlığı yansıtırlar, bu nedenle siniklerin ve yalancıların yapabildiği gibi karşılarındakini tam anlamıyla büyüleyemezler; insanlar yalandan her zaman gerçekten daha fazla hoşlanırlar; çünkü en mükemmel, hoşlarına gitmekten ve onları mutlu etmekten en hoşlanacağımız insanlarla ilgili gerçeklerin bile çirkin, kusurlu yanları vardır.

banka, burjuva ruhunun tapınağıdır.

kendi varlığımızı sorgulamaya başladığımız zaman ister istemez tüm insanlığı da sorgularız. şöyle de söylenebilir: insanlığı sorgulamaya başladığımız zaman aslında kendi bilincimizin derinliklerini sorgularız.

günümüzde sanat, bu gergin ve parça parça ayrılan sanat, aykırılığımızdan, kaygımızdan, mutsuzluğumuzdan doğuyor. sanat, bu narin soyun, adı insan olan kaygılı ve doymak bilmez yaratığın evrenle barışma girişimidir belki de. hayvanların böyle bir şeye gereksinmeleri yok: onlar yaşamakla yetiniyorlar. varlıkları içgüdüsel arzularıyla uyum içinde. kuşa birkaç tohum ya da kurtçuk, yuvasını yapabileceği bir ağaç kovuğu, uçacağı geniş alanlar yetiyor. yaşamı doğumundan ölümüne dek ne çıkarsa bahtına kabilinden bir ritimle akıp gidiyor, metafizik bir umutsuzluk ya da delilik gibi nedenlerle sarsılmıyor. oysa insan iki ayağının üzerine dikildiği ve karşılaştığı ilk sivri taşı balta yaptığından beri hem büyüklüğünün temellerini hem de sıkıntılarının kaynaklarını inşa ediyor. elleriyle ve elleriyle yaptığı aletlerle adı kültür olan o çok güçlü ve çok tuhaf yapıyı inşa ederken bir yandan da kendi kendini parçalıyor; çünkü artık bir hayvan olmamasına karşın ruhunun sandığı gibi bir tanrı da değil. o, hayvanların toprağıyla kendi tanrılarının göğü arasında yaşayan iki yönlü, talihsiz bir yaratık henüz, masumluk çağlarının yeryüzü cennetini kaybedeli çok oldu; ama ruhunun kurtarılışının ilahi cennetine de erişemedi. bu acılı, hasta ruhlu varlık kendine ilk kez varlığının nedenini soracak. böylece elleriyle, baltasıyla, ateşle, sonra bilimle ve teknikle kendisini asıl ırkından, zoolojik mutluluğundan ayıran uçurumu kazacak. kent, bu çılgın kariyerinin son durağı, gururunu ifade ediş biçiminin tepe noktası, yabancılaşmasının en uç düzeyi olacak. bu tatminsiz, kör ve biraz da deli yaratıklar gizem ve kan aracılığıyla o kaybettikleri uyumu bulmaya çalışacaklar, kendilerini çevreleyenden daha farklı bir gerçeklik çizecekler ya da yazacaklar, bu çizip yazdıkları gerçeklik fantastik ve çılgın; ama ilginçtir, gündelik gerçekliklerinden daha derin ve doğru olacak. böylece, herkes adına düş gören bu narin ve savunmasız varlıklar kendi bedbahtlıklarının üzerinde yükselerek ortak kaderin yorumcuları, hatta (acı çeken) kurtarıcıları olacak.

7.07.2011

hayat

hasan ali toptaş

yaşam irili ufaklı mucizelerle doludur. bakarsın, bir gün ayağa kalkmayı başarırsın. bu, yaşamdan ne beklediğine bağlı.

insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.

beni yeniden arınmaların gelir geçer mutluluğuna kilitleyen yaşamın içine öfkeyle tükürmek isterdim. kocaman bir kentin kocaman bir alanına söz gelimi; öğle sıcağında.. herkes fark edilemeyecek kadar büyük bir çemberin çevresinde yorgun atlar gibi dönüp dururken.. havada duygulardan, heveslerden, tutkulardan, alışkanlıklardan ve coşkulardan örülmüş renk renk kamçı sesleri.. ama insanlar kamçılardan habersizler; hatta kamçıları kendilerinin savurduklarından da..

hiç ama hiç yapmam dediklerimizi bize yaptıran bir şey var.

çember

edip cansever


vardır ya, hepimiz bir yerde olmak
ben işte onu
tutulmuş gözlerinden ağaç altlarıyla
bir turuncu bahçeye yürüyorken ustaca
bir karınca küçümenliğe yerleşiyorken
siyah olarak
bir güneş şemsiyesi göğe öykünüyorken arada bir
dönüyorken ve
bir anı geldiği yere
işte pek fazla kurcalamazsak dünyanın orta yerindeyiz
ben
yani çok değişik bir sokağı yakalamış bulunan
kullanmak için yaşayıp ölmeye

2
bir kadın evine girer ellerimden
bir adam tıraşı uzar ellerimden
şöyle bir dururum, bunu hepiniz yaparsınız
daha çok görünmek için yaparsınız bunu
ve biliyorsunuz ki bu yüzden
bir köpek bulanıklığa uğradı
karanlığa yazıldı bir dülger
biriyse "hişt" diyerek yanındakine
kolunu dürter
evet, bakalım insan nereye gidecek
ben omuzlarımı alıp sıkıntıya giderim
bir asker kışlaya döner
sonra çok olağan bir şeymiş gibi
yerine yer koyarak biraz
bir şehir kendine ilerler
böylece
ama böylece
gittikçe daraltır bizi o siyah
o büyük milyonerli çember

3
şunu şuraya koymalı bill
-ne kötü bir ingilizce-
ya da ben
gene mi yenildim bill
odada, adamın içindeki odada
radyoyu açıyor bill
radyoda isterik bir sesle amerika
ne kötü bir hava
ne kötü bir yaşantı
kadehimi doldur bill
"seni seviyorum" de uşak olarak
pencere korkunç kapa bill
radyoyu kapa
-bill kalbini tutar, elbette çünkü bill-
kapa, ama kapasana bill
çünkü nasıl anlamalı dünya dönüyor
hep aynı yerde mi dönüyor bill
hangi yıldız biraz mavi
hangisi biraz yeşil
hiç paran oldu mu bill
bozdurup harcamak kadar
bana bir sevme yarat bill
bana bir sevme yarat
ya da ben
gene mi yenildim bill
ağlama
ama ağlama bill
bill!
hey!
bill!

4
ben, aslına bakarsanız gücenmeyin
bir melon şapkayı durdurdum diye
çarpık bir masanın üzerinde
dengeyi kurtarmak için
çünkü ben hiç mi hiç etkisi olmayan bir adamım
mesela hiç unutmam bir pazartesiye
yüzümün birazıyla benim
elimle, elimi parklardan sayarak
bir ayrılık öncesini getirdim
bunu ben yaptım o pazartesiyi hiç unutmam
çünkü ben sizin bütün alışkanlıklarınızda varım
bir duvar bakıra çalar akşama doğru
olanca kırmızılarımla koşarım
martısı olurum en kadınsı çığlıklarınızın
kumaşlara girerim bir çizgiler uyumunda
bitmeyen şekeri çocuklarınızın
sabahlarınızda çay içme önceleri
sizi alma, sizi götürme havası duraklarınızda
ne zaman bir sevgili bekliyorsunuz -çünkü bu olabilir-
en önce ben koşarım
bunalıp sıkıldınızdı bir toplulukta
açık havada, evde, baloda
benimdir bir sıcaklık serin
bekleyen yatağınızda

çünkü biliyor musunuz
ben her şeyim

5
bugün de başlamayı unutuyoruz
herkes birbirine bakıyor
bulan bulana kendini
sapsarı bir kedi geçiyor hızlanarak
sanki yüzümün bir kenarı dünya
bir kenarı?
duvarda akşam yemeği gibi hindiler olmalı
bir ibik, az kırmızı, giderek tanrıyı kurmalı
belki de
bir avuç kanamak üzere
yüz kiloluk bir çiçek büyüyor aramızda
belki de aynı zamanda iki kişi
aynı sözü kullanıyor
ben seni bir avluya bakarak
ama ne tuhaf!
bir çocuk bulutu mendil sanıyor
yüzünü biçimliyor ona göre
her bakış bir serüven sayılıyor belki
belki de
salt başlamayı tekrarlıyoruz işte
bir güzellik eri de kuşanarak
kımılda diyor çarşıya
bize değerler ver
dengeyi sağla
çocuğa çocuğa
düdüğü öttürme olanakları
bir güneşlik eri de gölgeyle anlaşıyor
kirazla votka içiriyor
bir milyoner ağzına
güneş de bir parlıyor ki
adam da öyle bakıyor ki garsona
garson
güneşle mutluluk bakımından anlaşıyorlar

6
kim ne derse desin en iyisi
gözleri durduramıyoruz
işte bu kadar!
üstelik ne de çok şey istiyor onlar
üç aşağı beş yukarı biri
bir uzaklığı istiyor
oysa tam istediğimiz gibi uzaklar
bir şey sonsuz mu, elbette istediğimiz gibi
çünkü istediğimiz gibi aşk
çünkü biz sadece maviler çalıyoruz doğadan
elimiz değdi mi bir nehir kıyısını
bir yüzük taşının parıltısını çalıyoruz biraz
balolar, gökler, süvari boyunları
kadınlardan ağız ıslağı, saçlar
kıllı göğüsleri erkeklerden
daha dün gibi bir martının süzülmesini
çalıyoruz

ama hiçbiri istediğimiz gibi değil
eve dönünceye kadar bitiriyoruz
çaldığımız her şeyi
işte bunun içindir ki bir yere gitme isteği içimizde
o sonsuz
ve her zaman bir sokak yaratıyor karşısı
rahata büyütülmüş bir oda
yeni açmış akasyalarıyla
bir bahçe bir bahçe
genişe gülmek gibi
avunuyoruz onlarla
o kadar avunuyoruz ki avunmak bile değil
anlaşıyoruz çaresiz
- bizi karşıya geçirin bay polis!

6.07.2011

ölü canlar

gogol

dünyayı dolaşmak, değişik insanlarla konuşmak canlı bir kitap okumaya benzer, ikinci bir ilim sayılır. göremediğin şeyleri görür; yeni, hiç tanımadığın insanlarla karşılaşırsın. yabancılarla konuşmak da çok değerli şeyler kazandırır insana.

dünyada en değerli şey paradır. arkadaşın ya da dostun bir felaket anında seni yalnız bırakır; ama para seni hiçbir zaman bırakmaz. paranın açamayacağı kapı yoktur bu dünyada.

şu ölümlüleri anlamak kadar güç şey yoktur dünyada! yeni bir şey duymasınlar, isterse yalan olsun, hemen bir ötekine anlatmaya koşar. hem de anlatmaktaki tek amacı da: "bakın ne yalanlar uyduruyorlar!" demektir. karşısındaki de tabi hemen kulağını zevkle açar ve kendi kendine: "amma da yalan, doğrusu üzerinde durmaya bile değmez!" der. demesine der ama; aynı anda da üçüncü bir ölümlü aramaya koşar; hem de ona bunu anlatmak ve onunla birlikte: "amma da alçakça uydurulmuş bir yalan!" diye namusluca bir öfkeyle haykırmak için. böylece bu yalan bütün kente, bütün kentliye yayılır, ağızdan ağıza dolaşır. sonunda herkes bununla iyice doyar ve gerçekten üzerinde durmaya değmeyeceği benimsenerek unutulur gider.

milyoner sözcüğünün çağrışım yaptığı para yığını yalnız bayağı insanlar değil -zengin olsun yoksul olsun, aşağı tabakadan olsun yüksek tabakadan olsun- bütün insanlar arasında bir büyü yaratır. milyonerin kişisel çıkara dayanmayan ve herhangi bir hesapla da ilgisi olmayan tüm alçaklığı tanıyabilme yetkisi, olanağı vardır. herkes ondan en ufak bir zırnık bile koparamayacağını bildiği halde gene de önüne koşarlar, yüzüne gülerler, şapkalarını çıkarırlar, onun davet edildiği bir ziyafete kendilerini de çağırtmaktan geri kalmazlar.

"dünya kadar paran olacağına konuşup anlaşabileceğin bir tek dostun olması daha iyidir."

gelin de anlayın şu insanları! gerçekten güzel, sanat dolu, şiir dolu, buna kimsenin itiraz edemeyeceği gün gibi açık bir eseri bir yana atar; doğanın yarattığı eseri kabaca bozmuş, biçimsizleştirmiş tuhaf, bayağı bir esere dört elle sarılır ve haykırır: "işte insan kalbinin en gizli sırlarını açığa vurabilen gerçek bir eser!"

"öküzle ne kadar uğraşırsan uğraş, tek damla süt sağamazsın."

tatlı gençlik yıllarından sert, katı olgunluk çağına geçerken insancıl duygularınızı da birlikte götürün, yolda bırakmayın. sonra o duyguları bir daha bulamazsınız. önünüzdeki yaşlılık daha korkunçtur. bir daha geri çevirmez insanı. mezar bile ondan iyi yüreklidir. mezarın üstünde "burada bir insan gömülüdür" diye yazar hiç olmazsa. oysa insanlıkla ilişkisi kalmamış olan yaşlılığın soğuk, duygusuz çizgilerinde böyle bir yazı bile okunmaz.

"ölülerden çit bile yapılmaz."

insan "aptal" sözcüğünü bol bol kullanır ve günde en az 20 kez bunu yakınlarına yakıştırıverir. onda bir oranında kusur yapın, hemen öteki bütün iyi davranışlarınız yok olur, unutulur ve aptal oluverirsiniz. sakin bir köşeden ya da tepeden bakan okuyucular için, yalnız yakında olup bitenlerin gözüktüğü, aşağıdaki olayları çok daha genel görmek, bir yargıda bulunmak çok kolaydır. dünya tarihinde öyle yüzyıllar vardır ki, insanlar onları tarihlerinden silmek, kazımak ister. öyle yanılmalar olmuştur ki, bugün böyle bir şeyi çocuk bile yapmaz.

herkesin ayrı bir tutkusu vardır: kimi tazı köpeklerine düşkündür. kimi müziği sever ve bu konuda her şeyi bildiğini sanır. kimi yemek işinde ustadır. bir dördüncü kendine verilenden biraz daha yüksek bir rolde oynamak ister. istekleri yönünden biraz daha alçakgönüllü olan beşinci, yanında yaveriyle aylak aylak dolaşıp eşe dosta; hatta tanımadıklarına bile caka satmayı düşünür içinden. altıncısı kupa asına ya da ikilinin köşesine tırnağıyla işaret koymak gibi önü alınmaz bir tutkuya kaptırmıştır kendini. bu sırada yedincinin eli ise her girdiği yeri düzene sokmak, posta müdürü ya da arabacıların akıllarını başlarına getirmek çabasındadır. sözün kısası herkesin kendine göre bir tutkusu vardır.

tatlı bir konuşma her yemekten iyidir.

kimi insanlar iki kişi konuşurken birden başka yana, örneğin o arada rasgele içeri girmiş hiç tanımadığı bir üçüncü kişiye dönerek karşısındakine söylemek istediğini ona söylerler. hem de ondan hiçbir cevap, hiçbir fikir, hiçbir onay beklemediği halde. ama bunu bilmesine rağmen sanki aracılığa çağırmış gibi gözlerini diker ona. bu yeni gelen de hiçbir şey anlamadığı için apışıp kalır. işin ne olduğunu bilmediği için de cevap vermesi mi, yoksa görgü kurallarına uyup bir süre durduktan sonra çekilip gitmesi mi gerektiğini kestiremez bir türlü.

"yakov'un saksağanı bir şey ezberler, hep onu söyler."

her ulusun yaratıcı güçleri, ruh özellikleri; hatta dini güçleri ayrıdır. her ulusun kendine özgü özelliklerini belirten, herhangi bir şeyi anlatırken kendi karakterlerini de yansıtan özel sözleri vardır. britanyalının sözü insanın kalbine, bilgisine hitap eder; fransızın sözü daha havai, daha geçici, kısa bir süre içerisinde kayboluveren sözlerdir; almanın sözü en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüş, karmakarışık sözlerdir. ama hiçbir ulusun sözü tam yerinde kullanılmış, tam kalpten çıkmış, canlı bir rus sözünü tutmaz.

bizim köylülerin hepsi hırsız, hepsi dolandırıcıdır. bir gün başlarından ayrılsam dönüşte ceketimi asacak bir çivi bile bulamam.

"kimi papazı sever, kimi papazın karısını."

önünden her an gelip geçen sıkıcı, ters, gerçekçiliğiyle insanı üzüntüye boğan kişileri bir yana bırakıp yüksek değerli kişileri -ki bu kişiler her gün karşılaşılan bayağı insanlar arasından seçilmiş kişilerdi- anlatan; çaldığı lirin yüksek perdesini hiç değiştirmeyen, kendi bulunduğu yüksek ortamdan, zavallı yoksul kardeşlerinin arasına inmeyen, toprakla hiçbir ilişkisi kalmamış, ondan uzaklaşmış, hep yüksek ortamdan kişilere bağlı kalan bir yazar mutludur. bu yazar iki yönden talihlidir: birincisi, anlatmış olduğu bu kişiler arasında kendini ailesi içindeymiş gibi sanır; ikincisi de adını çok uzaklara, hem de tantanayla duyurabilir. insanların gözünü tatlı bir sisle örtmesini ve hayatın acı yönlerini gizleyip tatlı yönlerini, güzel örneklerle göstermesini ve insanları övmesini çok iyi bilir. herkes onu alkışlar, bindiği zafer arabasının ardına takılır, kartalın yükseklerde uçan bütün kuşlardan üstün olması gibi, o da dünyadaki herkesten üstün tutulur. adını duyan bütün ateşli gençlerin yürekleri coşkunlukla titrer, gözlerde yaşlarla karşılanır gittiği yerlerde.. onun gücüne hiç kimse erişemez. tanrılaşmıştır!

cimrilik kurdun açlığına benzer, yedikçe acıkır.

hani sokağa neşeyle gezmeye çıkan her şeyden hoşlanmaya hazır bir insan birdenbire bir şey unuttuğu kafasına takılınca olduğu yerde durur -ki adamın o andaki durumu gibi bir şaşkınlık düşünülemez- yüzünde aptalca bir ifade ile ne unuttuğunu düşünmeye çalışır boş yere: mendilini mi? hayır, mendili cebindedir; parasını mı? parası da cebindedir; ama gene de görünmez biri kulağına bir şey unuttuğunu fısıldar durur. artık önünden geçip giden kalabalığa, arabalara, geçit töreni yapan alayın başlıklarına, tüfeklerine, mağaza tabelalarına şaşkın, boş gözlerle bakar durur; ama hiçbir şey göremez.

bu dünyada öyle şeyler vardır ki, bir kadın bembeyaz, bir başka kadın ise kızıl, yaban mersini gibi kıpkırmızı görebilir.

ivan krilov: bence şarkı söyleyen, çalışandan iyidir.

insan öyle şeylerle karşılaşır ki daha onun ne olduğunu anlayamadan, kavrayamadan, sanki içinde birden büyüyüvermiş kurtlar tarafından özsuyu emilivermiş ve posası bırakılıvermiş bir durumda bulur kendini. yalnız büyük tutkular değil, en küçük tutkular bile büyür, insanı için için kemirir, en iyi, en kutsal işler için yaratılmış bir insana bile en büyük, en kutsal görevlerini unutturabilir. insanın tutkuları denizdeki kumlar kadar sayısız, biri ötekine benzemeyen, başlangıçta en iyisinden en aşağılığına kadar, hepsi insanın iradesi altında; ama sonra iradesi altından çıkarak, kişiyi iradesi altına alıveren, insanı zalimleştiren tutkulardır. tutkularını iradesi altında tutabilene, içlerinden en soylu ve güzelini seçebilene ne mutlu!

bizim vatanseverlerin aslında vatanseverlikle ilgileri yoktur. onlar aşağı bir hayat yaşamayı, kendileri için aşağı bir yaşam sürdürüyorlar demelerinden daha üstün bulan kişilerdir. hey gidi benim sözde vatanseverlerim; sizler her şeyi görenlerden korkar, kendiniz de fazla derinliğine inmekten çekinir, her şeye şöyle bir üstünkörü bakmanın daha iyi olduğunu savunursunuz.

ruhun gizli yanları vardır: bir insan ne kadar doğruluktan uzaklaşırsa uzaklaşsın, ne kadar geri dönülmesi imkansız suçlar işlerse işlesin, ne kadar kötü yola saparsa sapsın; eğer yaptıklarının kötülüğü, rezilliği onun başına kakılırsa elinde olmadan sarsılır ve dünyası altüst olur.

bu gürültülü dünyayı ve dünyanın baştan çıkarıcı şeylerini unutun. bırakın o da sizi unutsun. dünyada barış yoktur.

metallerin içinde en serti, ateşe en dayanıklısı olan platin bile potadaki alevin içinde erimeye başlar. körük hızlandırılıp sıcaklık dayanılmaz dereceye yükselince beyazlaşır ve sıvı duruma geçer. işte mutsuzluk potasında en dayanıklı insan bile eriyerek kendi yaradılışını yumuşatmaya başlar.

5.07.2011

para

jack london

insan gafil, aciz bir yaratıktır. çağlardan taşıdığı mirasına gururla bakıp o mirasın her emrine bilinçsizce uyar; çünkü bu miras onda vücut bulmuş, ruhunun en derinlerine yerleşmiştir. ne kadar uğraşsa da kaçamaz ondan -bir dahi değilse eğer; yani tanrı'nın tamamen yeni ve özgün şeyler yapabilme ayrıcalığını tanıdığı o nadir varlıklardan biri değilse. ama sıradan, kilden yapılma insan, sahip olduğu yeteneklerle sadece kendinden önce yapılanları tekrar eder. çok çaba gösterir ve kendini çok iyi geliştirirse türünün önceki eylemlerini çoğaltabilir; hatta bazılarını daha iyiye götürebilir; ama oraya kadar, atalarının ağır eli eziverecektir onu.

ilk kez gözlerini bir yere odaklayıp annesinin göğsüne doğru şaşkınca yönlendiği günden beri ona dayatılan ve büyük dünya hasadından devşirdiği fikirlerin baskısından kurtulamaz. ona hizmet eden bu fikirler, kaderini de yönlendirir. bir dahiyi zorlayamazlar belki ama, kilden yapılma olanın her eylemini belirleyip yönetirler. yeni bir hareketin eşiğindeyken duraksarsa, onu çıktığı yağlanmış yive tekrar sokuverirler; keşfedilmemiş bir bölge görüp de duraklayınca, her yerden işaret levhaları gibi çıkıp onu köy yolları üzerinden ortak çayırlara yönlendirirler. buna razı olur ve razı olmayı sürdürür, elinden başka bir şey gelmez; çünkü bir köledir. fikirleriyle zekice kuramlar, güzel idealler dokuyabilir; ama hep kumdan iplerle. en ufak gerilimde, birbirine yapışmış taneler ayrılır ve her bir fikir diğerlerinden kopuverir; herkes eski, onaylanmış biçime uygun davranıp düşünmesini haykırır ona. kilden yapılma olduğundan, boynunu büker. kilden yapılma olanların nasıl acınası, merhametsiz bir çoğunluk oluşturduğunu, onların yapmadığı hiçbir şeyi yapamayacağını bilmektedir.

paranın getirdiği saygınlığı işte bu şekilde anlayabiliriz. geceleyin sessiz odamızda veya yıldızların sonsuzluğu altında, böyle bir saygınlık yokmuş gibi gelir; ama günün beyaz ışığında arkadaşlarımızla dirsek dirseğe iken, onun var olduğunu ve kendimizi, sahip olduğumuz parayla ölçtüğümüzü anlarız. para bize cesaret, duruş ve saygınlık verir -evet, çıplaklığımızı gizleyen kumaşların da altına işleyen bir kişisel asalettir bu. dünya, tanımadığı bir adama elbiseleriyle kıymet biçer; adamın kendisiyse, dahi ya da filozof değil de salt kilden yapılma biriyse, kendine cüzdanına göre kıymet biçecektir. başka türlüsü elinden gelmez; balo salonunda utangaçlığından kurtulamadan yürüyen, sıkılgan bir genç adam gibidir.

4.07.2011

baba

mario puzo

bir avukat, evrak çantasıyla, eli silahlı yüz kişinin çalacağından daha fazlasını çalar.

balzac: her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir.

hayat talihsizliklerle doludur.

hayatının kadınlar tarafından yönetilmesine izin verdin; oysa kadınlar bunun için yaratılmamışlardır. gerçi öldükten sonra onlar cennete giderler; biz erkekler de cehennemde yanarız, doğrudur.

arkadaşlık her şeyden üstündür.

erkekler dostluğun anlamını kadınlardan daha iyi biliyorlar.

yapılması gereken şeyler vardır. bunlar yapılır, bir daha da sözü edilmez. yapılan işler doğru olmayabilir; ama yapılması gereklidir. yapılır ve unutulur, üzerinde durulmaz.

oscar armağanı bir aktöre on yıl kazandırır.

para en etkili, en gözde güçtür.

bu dünyada bazı kişiler vardır, ortalıkta "beni öldürün" dercesine dolaşırlar. kumarhanelerde kavga ederler, arabalarının çamurluğunu hafifçe çizen birinin üstüne çılgın gibi atılırlar, yeteneklerini bilmedikleri kişilere kafa tutar yahut hakaret ederler. işte bu tür insanlar dünyada "beni öldürün, beni öldürün" diye bağıra bağıra yaşarlar. onların bu isteklerini yerine getirmeye hazır kişiler de vardır. hikayelerini gazetelerde her gün okuyoruz. böylelerinin hem kendilerine zararı dokunur, hem de başkalarına.

her insanın hayatta bir kere hata işlemeye hakkı olmalıdır.

hayat hep tatlı bir müzik değildir.

gençler böyle işte: en kabiliyetlileri bile meseleleri sağduyu ile çözümlemeye çalışmıyor, her şeye birden sahip olmak istiyorlar.

kart horozlar güneşin doğuşunu karşılamazlar.

anneler polis gibidir, hep en kötü şeyi düşünürler.

kişilik sahibi bir adam için şerefsizliğin doğuracağı yoksulluk ve korku, kabul edilemeyecek kadar feci bir şeydir.

zaman, eski yaraların iyileşmesine yardım eder.

ölümsüz

cevat çapan


sözcüklerinin
koyu yeşil
karanlık ormanına
dalıyorum gene
osip mandelştam

bilinmeyen mezarını arıyorum
kulağımı toprağa dayayıp

yeraltının sessizliği içinde
soluğuna biçim veren
birer atardamar
kımıldayan dudakların
duyar gibi oluyorum

üzerinde
kızılkara büyüyen
bu buruk böğürtlenler
senin zengin yoksulluğun
görkemli züğürtlüğün
tek mirasın

3.07.2011

luther

cevaplamayı huy edinirsen telefonlar hiç susmaz.

bertrand russell: iyi bir acı, çoğu zaman kötü bir başarıdır.

iflah olmaz bir narsisti pohpohlayarak yatıştırmak işe yaramaz bir taktiktir.

bazen ayrı yataklar evliliği mutlu kılar.

insanlar kendilerine yalan söylüyor: kendilerini inanılması güç bir şekilde olumlu görerek hayatları üzerinde aslında olduklarından daha fazla kontrol sahibi olduklarını sanıyorlar. ayrıca geleceğin, var olan durumun gösterdiğinden daha iyi olacağına inanırlar.

john milton: idrak kendi yerinde ve kendi içinde cehennemin cennetini, cennetin cehennemini yaratabilir.

insanlar böyledir, seni şaşırtacak bir yol bulurlar.

"her şeyin birbirine eşit olduğu bir ortamda, en basit açıklama doğruya en yatkın olandır."

insanlar hata yapar. tekrar tekrar olur bu. suçlular sandıkları kadar zeki değildirler.

john christie: bana göre bir ceset, canlı bir bedenin taşıyamayacağı bir güzellik ve saygınlık taşır.

her şeyin bir nedeni yoktur. bazen öylece oluverir.

dünya görüşümüzü onaylayan cümlelerin altını çizmeye meylederiz.

evlilikteki asıl trajedi şudur: kadınlar hep erkeklerin değişeceğini düşünür; ama değişmezler. erkekler ise kadınların değişmeyeceğini sanır; ancak değişirler.

kainat kötü değildir, sadece kayıtsızdır.

sevgi hakkındaki şey şu ki, sendeki iyi şeyleri ortaya çıkarır ama kötü şeyleri de ortaya çıkarabilir. bütün korkularını, öfkeni, şüphelerini. çok fazla uğraşma. elinde patlar.

yeryüzünde yeni bir şey yoktur.

pek çok kadın bağlanıp boğulmayı ya da kaçırılıp alıkonulmayı hayal eder. katil ne kadar ahlaksızsa kadın ona o kadar yaltaklanır. buna "ölümcül cazibe fenomeni" denir: şiddet düşüncelerinden kaynaklanan cinsel uyarılma. katilin öldürme niyeti kadını etkiler. katilin cinayeti kadının olayı olur.

tek bir itham edilmiş hareketi ihmal etmek farklı ithamlara neden olur.

herhangi bir eylemsel kararın değeri ancak sonucu üzerinden değerlendirilebilir.

ben bir seks işçisiyim. evet, garip şeyler yapıyorum ama en azından kendi kendimin patronuyum. insanların birbirlerine anlattıkları aşk, evlilik ve tek eşlilik hakkındaki zırvalara inanmak zorunda değilim.

"tanrı bir tiran olarak zuhur etti. şeytan ise bir kahraman."

aşk diye bir şey yok. gerçekten yok. çoğu hilekar ve acımasız, sadece sorundan ibaret.

din

bertrand russell: kanıtlar ortada olunca kimse inançtan bahsetmez. iki artı ikinin dört ettiği ya da dünyanın yuvarlak olduğu söz konusuyken, inançtan söz etmeyiz.

steven weinberg: bilimin en büyük başarılarından biri, zeki insanların dindar olmasını imkansız kılmak değilse bile, en azından dindar olmamalarını mümkün kılmasıdır.

kenan malik: her bilimsel ve sosyal ilerleme, çağının geleneklerine saldırı niteliği taşımaktadır.

walt whitman: bilim dünyaya çoktan yayılmış, tüm düşünceleri, tüm çalışmaları kesinlikle test eden bir güneştir; en aydınlatıcı, en ihtişamlı olgudur, kesinlikle bir daha batmayacaktır. buna rağmen insanlığın mitsel materyalist, hurafe dolu, eğitimsiz ve her şeye inanan, masallara bayılan, ilkel çağlarından kalan, fosilleşmiş teoloji içimizde oldukça derin bir kök salmıştır.

frank zindler: bilim bilinmeyenleri bilinenlerle açıklamaya çabaladığı için indirgemecidir. bunun aksine, dini açıklamalar sıklıkla, bilinmeyeni daha da az bilinenlerle açıklamaya yöneliktir.

isaac asimov: en yüce peygamber tarafından tasavvur edilen tanrı ve cennet imgeleri bile, benim fikrime göre, newton ya da einstein tarafından algılanan evrenin yanına bile yaklaşamaz.

terry pratchett: açık fikirli olmanın sorunu, insanların yanınıza gelip zihninize bir şeyler yerleştirmek konusunda ısrarcı olmalarıdır.

2.07.2011

gurur dünyası

william m. thackeray

bir kadın için en büyük kompliman kendi cinsi tarafından hor görülmesidir.

çiçekler vardır, kuytu, gölgelik yerlerde açarlar; yumuşacık, güzel kokulu ama gizlidirler. çiçekler vardır, tabak gibi kocaman ve parlak renkli, bahçelerin ortalık yerlerinde açarak güneşin göz alıcılığıyla yarışa girmiş gibidirler.

şu kadın milletinin tanrı vergisi yeteneklerini daha sık kullanmayışlarına nasıl şükürler etsek yeridir! kullandıkları zaman karşı koyamıyoruz. hele en ufak bir ilgi göstermeyegörsünler -ortada kaç erkek varsa- o saat dize getirirler.

gurur dünyası bir sürü yapmacık, sahtecilik, gösteriş ve iddiayla dolu; aptallıktan, günahtan ve kendini beğenmişlikten geçilmeyen saçma sapan bir yerdir.

"her aşk alışverişinde iki taraf vardır: seven ve kendini sevdirmeye tenezzül eden."

en iyi kadınlar ikiyüzlü olanlarmış. biz erkekler kadınlarımızın bizden neler gizlediklerini, en saf ve içten göründükleri zamanlarda ne denli hesaplı ve tetikte olduklarını, ha deyince dudaklarında bitiveren o candan gülüşlerin bizi yumuşatmak ya da atlatmak için kullanılan birer silah olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. böyle yapanlar yalnızca yosmalardır, hafif kadınlardır demek istemiyorum; örnek, namuslu ev kadınları da böyledir. kocasının aptallığını gözden gizleyen ya da yırtıcılığını yumuşatıp küllendiren kadınları hepimiz bilmez miyiz? bu köle ruhluluğu kadınlığın başlıca erdemi olarak övüp göklere çıkaran, bu ikiyüzlülüğe dürüstlük gözüyle bakan biz erkekler değil miyiz? iyi bir ev kadını ikiyüzlü olmak zorundadır.

"lafla peynir gemisi yürümez." diyen enayi kimmiş, çok merak ederim. hayattaki peynir gemilerinin yarıdan fazlası lafla su üstünde durur, lafla yürür.

insanlar aslında çok korkak oldukları için mi yiğitliği böylesi el üstünde tutar ve savaşta gösterilen kahramanlığa her şeyin üstünde değer vererek tapınırlar acaba?

dostlarımızla akrabalarımızın bizler için neler düşündüklerini bilsek bu dünyadan kaçmak ister, her an dayanılmaz bir korku ve kaygı içinde yaşardık.

erkekleri parmaklarının ucunda oynatan kadınların gerçek sosyeteye girebilmek uğruna nasıl yırtındıklarını, ne hakaretlere boyun eğdiklerini görmek, kadın yaradılışını inceleyenler için çok ilginç bir konudur.

ne esrarlı ve anlaşılmaz, akıl sır ermez bir şeydir: kimini yücelten, kimini de yerlerde süründüren şu hayat piyangosu.

bu dünyada hangimiz mutlu olduk ki? hangimiz muradımıza erdik? murada erenler de bununla yetindiler mi sanki?