29.06.2016

uzun lafın kısası

kierkegaard: doğru her zaman azınlıktadır.

anatole france: aptalca bir şeye elli milyon kişi inansa bile, o aptalca bir şey olmayı sürdürür.

maya angelou: asıl coşku, arayışın kendisindedir.

zygmunt bauman: insanlar "her şey her zamanki gibi", "herkes her zamanki gibi" dedikleri sürece sorulacak soru ve neredeyse yapılacak hiçbir şey yoktur.

charlotte bronte: insanların aradıklarını dinlenişte bulmaları gerektiğini söylemek boştur; eylemdir onlara gereken; bunu onlara yaşam sağlamazsa, kendileri yaratacaklardır.

epikuros: yaşamımızı bekleyişten bekleyişe tüketiyor ve hepimiz acı içinde ölüyoruz.

gustave flaubert: parasız ve zorunlu eğitim bir işe yaramayacak; ancak budala sayısını artıracaktır.

jane austen: normalde karşılaşılan şeyleri fersah fersah aşmamış hiç kimse gerçekten hünerli sayılamaz.

alexandre dumas: coşkuyla istenen bir şeyin, onu elinden almak ya da koparmak istedikleriniz tarafından coşkuyla savunulmamasına ender rastlanır.

romain gary: umarım hiçbir zaman normal olmam; bir tek namussuzlar normal olur hep.

orhan pamuk: insanın kendisi olmasına bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar.

sylvia plath: bu eş arama, deneme yanılma oyununda öyle çok incinme var ki..

28.06.2016

bir taş

yves bonnefoy


hâlâ açlığını çekiyorum o yerin
ki bizim için bir aynaydı
suyuna eğilmiş yemişlerin
kurtaran ışığının

ve kazacağım taşa
onun parlaması anısına
bir çember, şu ıssız ateş
üzerinde hızlıdır gök

dileğe kapalı olması gibi taşın
aradığımız neydi? hiçbir şey belki
tutku yalnızca bir düştür
onun elleri istemez

ve bir imgeyi sevmiş olanın
bakışı arzulayadursun
sesi kırıktır
sözü külle dolu

26.06.2016

son

mübeccel izmirli



seni, dağınık mısralarda yitirmişim ilk defa
ve sırayla: beklediğim günlerde
seni, sana yarattığım evrende
ve düzende, belkilerle kurduğum
bir başına bırakmışım ilk defa

bir kalemde
ışıklar yaktığım gerçekleri sil
ve çekil türküler düzdüğüm gecelerimden
nedendi yalancı sabahlara uyanmak, neden
duy işte çözüldüğüm o yoksun ikindilerin
gök düşlerinde arınmışım bir defa

gerçeklerden uzak, tedirgin uykularda
boyuna bölüştük kaderlerimizi aylarca
çil akçeler, uyutan şarap avuçlarında
gölgesiz, ışıksız, çırılçıplak umutlarla
seni inançlarımda yitirmişim her defa

şiirler anlatmaz olunca sevimizi
anladım bu masal için geçen yerimizi
sildik ya, eski umut arkadaşım dünlerden
ölümsüz günlere yazılmamış yazımızı
şimdi çağ geçti, dostluklar geçti, bozamam
alnımda ak pak olmuş asıl kaderim
seni gönlümde yitirmişim son defa

25.06.2016

aşka veda

can dündar

iktidar, her türden defoyu gizleyen parlak bir örtüdür.

insan vücudunda görevini yaparken kanla dolan iki organ var: biri kalp; diğeri erkekte penis, kadında klitoris. aşkı sekse bağlayan en somut kanıt bu galiba.

shakespeare: acıkan şehvet, ruhu ezip geçer.

bu gece tek kişilik sofranıza çift kadeh koyun. izleyin canlı yayında potansiyel katillerin buselerini. siz içtikçe canlansın o güzelim anılar. unutmayın ki, yalnızlığın da kahredici bir tadı var.

modern rus edebiyatının kurucusu sayılan puşkin, kitaplarında romantik şiirlerini yayımlarken günlüğüne pornografik içgüdülerini yazıyordu. puşkin'e ait olduğu iddia edilen gizli günce'yi okurken sevgilisi için söylediği iki cümle dikkatimi çekmişti: "hangi biçimi istersem, o biçimi alabileceğini düşünmüştüm. sadece tanrı'nın yaratış anında hissedebileceği bir coşkuyla doluydum."

ilkbaharda çoğunlukla imkansızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; sonbahardaysa fedakârlık.

çocuklara, "aşk nedir?" diye sormuşlar. şöyle demiş afacanlardan biri: "anneannem sırtından hasta olmuştu. eğilemediği için ayaklarına oje süremiyordu. dedem, devamlı elleri titremesine rağmen anneannemin ayaklarına oje sürüyordu. bence aşk budur."

"dost düşman söz eder kendi kavlince
kınanmak yiğit başına
bu ne ayıp ne de yasak
öylece bir gerçek
kendi halinde belki yaşamama sebep"
(ahmed arif)

günseli inal: bir toplumda kadın şairin varlığı, o toplumun ilerleme ve uygarlık düzeyi göstergesidir.

inanılmaz bir sahneydi okuduğum: görmeyenler arası futbol müsabakası.. görmeyen bir forvet, görmeyen bir kaleciye penaltı atacak. iyi de kaleyi nasıl "görecek"? işte halis kuralay, ayşe arman'a buna buldukları çözümü anlatıyordu. kale direği niyetine, görmeyen iki insan koyuyorlarmış. penaltıyı çeken bağırıyormuş: "sağ kale direği?" karşıdan ses geliyor: "buradayım!" "sol kale direği?" "ben de buradayım!" "kaleci?" "burada!" şut!

defosuz insan beklentisinin, sadece hayalperestlik değil, aynı zamanda haksızlık olduğunu erken anladım.

refik halit karay, "üç nesil üç hayat" kitabında, "meşrutiyet öncesinde aşk, gizli ah'lar, of'lar, iç çekmeler, iğne ipliğe dönmeler, verem olmalardan ibaretti." diye yazar. delikanlı, yüzünü bile göremeden sevdiği yavuklusuna aşkını ilan etmek için penceresi önüne bir parça kömür, bir limon, bir de kuru ekmek bırakır. kömür, "aşkından yandım kavruldum." demektir. limon, "sevdanla sararıp soldum." kuru ekmek ise, "yeter ki kavuşalım, ömrümce kuru ekmek yemeğe razıyım."

refik erduran ağabeyimiz 70 yaşında amerika'ya gittiğinde, "mavi hapı denediğini açıklayan ilk türk" oldu ve izlenimlerini milliyet'e yazdı. zafer satırlarında, iktidara kavuşmuş bir liderin coşkusu vardı: "ne yalan söyleyeyim, böyle bir deneyimi gençliğimde bile yaşamadım. yüzde 100 değil, yüzde 110 başarı."

nietzsche: insan kirli bir nehirdir. kirli bir nehri, kirlenmeden içine alabilmen için deniz olman gerekir.

sokakta şiddetin, sinemada pornonun hüküm sürdüğü 1970'lerin sonlarında sevgili hocam prof. ünsal oskay, "eros'un ölümü"nden söz ederdi bize, üniversitede. dünya hızla ve acımasızca değişirken yaşadığı ekonomik ve kültürel sarsıntının nedenlerini kavrayacak birikime sahip olmayan kesimlerin nasıl husumete sürüklendiğini anlatırdı. sıradan insan, bu husumeti iktidara değil, en yakınındaki benzerlerine yöneltir; şiddete, kabalığa, zorbalığa başvururdu. kitlelerin ruh sağlığı bozuldukça eziklikten doğan bir üstünlük duygusu ve sadizm öne çıkardı. bu, yaşama sevincinin ölümünün habercisiydi.

mutluyu oynamak, kırık kalplerin ayakta kalma yöntemidir.

o küçük ayrıntılar! sıradan, önemsiz, manasız görünen detayları gündelik hayatımızın. aslında ne çok anlam yüklüdürler ve ne çok gizli hastalığı ele verirler! yıllar önce bir arkadaşım evini terk ederken, "lavaboda sıkılmış diş macunu artıkları görmeye dayanamıyorum." demişti.

"insanın hası, beraberken değil, ayrılırken belli olur." derler.

karacaoğlan, "ay doğup da şafak atmada sandım / meğer yârin düğmeleri çözülmüş," diyerek divan şiiriyle dalga geçer. fecrin onun dünyasında daha somut ve dünyevi bir anlamı vardır. sevgili üzerinden allah'a ilanıaşk etmez; tersine, "öpülmemiş kızların kabul olmaz orucu" diyerek, aşka mani olan bir inanç sistemine posta koyar.

kant'ın dediği gibi, "mutluluk aklın değil, tahayyülün bir idealidir."

aşk -çoğu zaman karın doyurmasa da- hissiyatların en eşsizi, performansın katıksız besleyicisi ve bilinen en iyi ses açıcıdır. aşkla çınlayan yüreğin sesi, semaya vurur.

bugün sevdalılara yollanacak ne kadar şiir, söylenecek ne kadar şarkı, kulaklarına fısıldanacak ne kadar aşk sözcüğü varsa çoğu, sevdası uğruna gemileri yakmayı göze almış cesur âşıkların eseridir.

imajını bozan bir aşk, aşkını gömen bir imajdan evladır. seni ebediyete taşır.

şarkıları, şiirleri, ağıtları hep su üzerineymiş. merak edip sormuş beyaz adam: "niye şiirleriniz hep sudan söz ediyor?" "buralarda en çok suyun yokluğunu çekiyoruz da ondan," deyip gülmüş yerli: "ya sizin şiirleriniz niye hep sevgiden söz ediyor?"

ışık doğudan gelir

cemil meriç

insanı kurtarmak için tabiatüstü bir yardıma lüzum yoktur.

insan bu dünya üzerinde bir mahpustur. dünya zindanından bilgi sayesinde kurtulabilir ancak.

çağımızın özelliği, eski inanç biçimleri ile felsefi zihniyet arasındaki kavgadır. dinlerin yerini alabilecek yeni bir felsefe kurulamadı.

modern toplumun görevlerinden biri de mazinin siyasi müesseselerini temizlemeye çalışarak demokrasinin kurulmasını sağlamak, sosyal güçlerin ve iktisadî unsurların yeni baştan dağılımını gerçekleştirmek. demokrasi son şeklini alamadı henüz. toplum, tam bir dengeye kavuşamadı. sermaye ile emek hâlâ iki düşman kardeş. amaç: onları barıştırmak.

"devlet, içtimai huzuru sağladığı ölçüde değer taşır." (quadri)

her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur, başka kültürlerin anlayamayacağı bir dil. cihanşümul bir felsefeden söz edilemez. bütün büyük kültürlerin aynı şekilde kabul ettiği, aynı tarzda anladığı, aynı yönde yorumladığı hiçbir inanç veya değer yoktur. hiçbir kültür bütünüyle iktibas edilemez. bir kültürün unsurları başka bir kültür için ancak malzeme olarak kullanılabilir. yaşayan her kültür, yabancı kültürlere kapalıdır. yalnız kendi kendini anlayabilir, yalnız kendi insanları tarafından anlaşılabilir.

galland: büyük teşebbüslerin çoğunu bekleyen hazin bir kader var.

yalnız gönülden gelen ilhamlar hakiki ilhamlardır. çünkü kâinatın iç yüzü, gerekçesi ve manivelasıdır bu hakikatler. onlar olmadan, ruhun ne ilkelerine akıl erdirebiliriz ne de tecellilerine.

"kadınların aklı amelî bir akıl. belli bir amaca erişmek için lazım gelen yolları ustaca bulurlar. ama amacı bulamazlar bir türlü." (j. j. rousseau)

"bir davranışı bir çok sebeplerle izaha kalkarız da asıl saiki söylemeden geçeriz çok defa. (jones)

tek dinin tarihi daima dar, daima batıl, daima yanlış olmaya mahkumdur. hakiki olan, yalnız insanlığın din tarihidir. bu zirveden nazar edince bütün dünyayı dolaşan akımları hissedersiniz.

"akıl, eşyanın hikmetini kavrama kabiliyetidir." diyor cournot.

oryantalizmler cömert bir tecessüsün insan düşüncesine kazandırdığı fetihler değil, çok defa, kapitalizmin emellerini gerçekleştirmeye yarayan birer keşif koludurlar. champollion veya anquetil cihangir bir içtimai sınıfın emrinde şuurlu veya şuursuz birer misyonerdir. kapitalizm, sömürmek için tanır.

niyazi berkes: politik doktrinde vahye dayanan devlet düzenini ideal devlet düzeni saymaktan kendini kurtaramayan bir düşünürün bugün sosyalizme vereceği bir şey yoktur.

annem

georges bataille

yalnızca boğucu, dayanılmaz bir deneyim yazara, uzlaşımlarla zorla kabul ettirilmiş dar sınırlardan bıkmış bir okurun beklediği uzak bir görüşe ulaşma olanağını verir.

insanın başı asla ölümünde döndüğünden daha iyi dönmez.

eğer bizi aşmayan, ister istemez aşmayan, her ne pahasına olursa olsun olmaması gereken hiçbir şey yoksa, var gücümüzle yöneldiğimiz ama var gücümüzle de ittiğimiz o çılgın an'a ulaşamayız.

yalnızca güzellik, aşkın kaynağı olan bir düzensizlik, şiddet ve kötülük gereksinimini hoş görülebilir kılar.

aşılmış bir dindarlık olsa olsa can sıkıntısıdır. yalnızca tenin güçlükleri, sorunları, kendi yalanları, başarısızlıkları, korkuları, yol açtığı yanlış anlamalar, beceriksizlikler namusluluğun var olma nedenini sağlarlar. cinsel zevk yaşlılığın, çirkinliğin ve yoksunluğun tüm şekillerinin sınırlandırdığı bir lükstür.

cehennem, tanrı'nın bize kendisi hakkında istemeyerek verdiği zayıf bir fikirdir.

yaşlılık, dehşeti sonsuza dek yeniler. insanı durmamacasına başlangıca geri getirir.

yaşamın ölüm kadar kanlı ışıltısı yoktur.

içine düştüğüm yalnızlıkta, bu dünyanın ölçüleri, eğer hala var iseler, içimizde baş döndürücü bir ölçüsüzlük duygusunu sürdürmek için vardırlar: bu yalnızlık, tanrı'dır.

gülme, ciddi görünmediği zaman insanı tiksindiren bir görünüş karşısında kabul ettiğimiz bir uzlaşma tutumudur.

zevk gibi güçlü bir duyguya eşlik eden sıkılma, utanma duygularının kendileri de akılsızlığın kanıtları değiller midir?

la rochefoucauld: güneş ve ölüm birbirlerine sabit bir biçimde bakamazlar.

zevk ancak kurt meyvenin içinde olduğu anda başlar ve yalnızca, mutluluğumuz zehirle yüklü olursa çok hoştur. gerisi çocukça şeylerdir.

gülme, gözyaşlarından daha kutsal ve hatta daha anlaşılmazdır.

hiçbir şey bilmiyoruz ve zifiri karanlığın içindeyiz. ama, hiç olmazsa, bizi aldatan şeyi, bizi üzüntümüzü bilmekten, daha doğrusu, neşenin acıyla aynı şey olduğunu, ölümle aynı şey olduğunu bilmekten uzaklaştıran şeyi görebiliriz.

24.06.2016

geceye küçük şarkı

ahmet muhip dıranas


rüzgar, güzden
yapraklar döktü
karanlık söktü
karşı düzden
son ışıklar yüzünde gündüzden

bir çift kanat
sesi geliyor
ay yükseliyor
başka bir tat
ayışıklı gecedeki hayat

sevgilim gel
gece bahçeye
ah, gel geceye
daha güzel
gecede yüzün, saçların.. tel tel

ayda kaldı
yüzün, söğüdün
dalında örtün
kaydı kaldı
gece seni ellerimden aldı

game of thrones

inanç çoğu zaman mantığı öldürür.

herkes kraliçe sikmek istiyor; çünkü henüz bir kraliçeyle tanışmadılar.

büyük amaçlara hizmet eden her hamle kumardır.

kim olursan ol, ne kadar güçlü olursan ol, er ya da geç kontrolün dışındaki olaylarla karşılaşacaksın. önceden görmenin mümkün olmadığı, görsen bile engelleyemeyeceğin olaylar. kader için kendini suçlayamazsın.

çoğu zaman en kötüler ve en zenginler adaletin erişemeyeceği yerlerde olur.

piçler bu dünyada oldukça yüksek mevkilere gelebiliyor.

bazen insanlar seçmek zorunda kalır. bazen dünya onu bu yola iter. bir adam kendini tanırsa ve kendine sadık kalırsa o seçim aslında seçim bile değildir. onun için yazılanı oynamalı ve olması gereken kişi olmalıdır. bunu yapmaktan ne kadar rahatsız olsa da.

herkes, derisini soymaya başlayınca konuşur.

bazen bir adamın diğerlerine yanlış gibi görünen zor kararlar alması gerekir; ama uzun vadede doğru olduğunu bilirsin.

20.06.2016

seçme aforizmalar

francis bacon

karanlıkta bütün renkler aynı görünür.

hiçbir kibirli adam kendini, bir aşığın sevdiği kişiyi beğenmesi gibi ahmakça beğenmez. 

insanlar arılara hiç benzememeli: "onlar canlarını açtıkları yarada bırakır.

genellikle büyük ikiyüzlülüklere o adi siyasetçilerde rastlanır. 

bilgi güçtür.

kurnazlar bilimi küçümser, sıradan kişiler onu hayranlıkla karşılar, bilgeler ise olabildiğince onun nimetlerinden yararlanmaya çalışır.

evli ve çocukları olan bir adam, artık kaderine tutsak olmuş demektir.

çoğunlukla kötü erkeklere iyi eşler düşer.

bir eş ve çocuklar, erkek için insanlık eğitimidir.

gündelik davranışlarda en önemli şey nedir? "ataklık" "ikincisi?" "ataklık" "üçüncüsü?" "yine ataklık."

en zararlı ayaklanmalar, karın açlığından doğmuş olanlardır.

kazanan yalnızdır

paulo coelho

her şeyin, 1953 cannes film festivali'nde, kimsenin tanımadığı 19'luk bir kızın, yapacak daha iyi bir işi olmayan fotoğrafçılara bikiniyle poz vermesiyle başladığı söylenir. genç kız bir anda yıldız olmuş, adı efsaneleşivermişti: brigitte bardot. şimdi herkes aynı şeyi yapabileceğini sanıyor. bir aktris olmanın önemini kimse anlamıyor, tek geçerli şey güzellik.

cannes aslında bir moda gösterisidir.

moda, aslında, "ben sizin dünyanızdanım. sizin ordunuzla aynı üniformayı giyiyorum; onun için beni vurmayın." demenin bir biçimidir.

insanlar yalnızca, elde edip edemeyeceklerinden emin olamadıkları şeylere değer verirler.

erkekler kafalarında kadınları hep soydukları için, bir kadının ne giydiğine hiç dikkat etmezler.

yorucu bir işgününden sonra otele döndüğümde, genellikle duşun altında saatlerce kalır, vücuduma dökülen suyun sesini dinlerim. içimde çarpışan birbirine zıt iki dürtü vardır. biri tanrı'ya şükretmemi söyler; öteki ise hala vakit varken bırakıp gitmemi.

birine sakin olmasını söylemek onu daha da gerginleştirmekten başka işe yaramaz.

ne zaman biri ölse, onunla birlikte evrenin bir parçası da ölür.

insanlar hiç tatmin olmazlar. ellerindeki azsa, daha fazlasını isterler. ellerindeki çoksa, daha da çoğunu isterler. daha da çoğunu elde ettiklerinde ise, keşke daha azla mutlu olabilseydik derler; ama bu yönde küçücük bir çaba bile harcayamazlar.

hayat bazen insanları, birbirleri için ne kadar çok şey ifade ettiklerini anlasınlar diye ayırır.

insanlar çevrelerinde olup bitene hiçbir zaman fazla dikkat etmezler.

toplum suçu önlemek için harekete geçmiyorsa, insanlar da doğru olduğunu sandıkları her şeyi yapmaya hak kazanırlar.

sen zafere inanırsan, zafer de sana inanır. şansı yakalamak için her şeyi göze al ve sana rahat bir dünya sunan her şeyden uzak dur. yetenek evrensel bir armağandır; ama onu kullanmak epey cesaret ister. en iyi olmaktan korkma.

ruh, güzel ve derin olan her şeyi sever.

tutku. dürüst davranmak gerekirse, 5 yılı aşkın evlilikten sonra başka bir eş bulma arzusuna kapılmadığını hangimiz söyleyebilir? yine dürüst davranmak gerekirse, kim hayatı boyunca en az bir kez ihanet etmediğini, en azından aklından geçirmediğini iddia edebilir? kim bilir kaç kadın ya da erkek bu yüzden evlerini terk etmiş, sonra tutkunun uzun sürmediğini fark edip gerçek eşlerine dönmüştür. azıcık olgunlukla davranılırsa her şey unutulabilir. bu, insan biyolojisinin tamamen normal bir yanıdır.

doğru yol, her zaman, başkalarının karşı olduğu yoldur.

tüm işkolikler yaptıkları şeyi yapmaktan mutluluk duyduklarını söyler ve aynı durumdaki dostlarından hiçbiri de onların yardıma ihtiyacı olduğunu düşünmez.

moda altı ayda bir kendini yenileyebilir; ama bir tek şey hep aynı kalır: fedailer siyah giyer.

renklerin rastgele seçildiği zannedilir; ama her rengin amacı farklıdır. beyaz saflığı ve namusu simgeler. siyah insanı ürkütür. kırmızı şaşırtır ve felç eder. sarı dikkat çekicidir. yeşil her şeyi sakinleştirir ve ufku açar. mavi yatıştırır. turuncu kafa karıştırır.

sıradan insanlar ilahi adaletsizlikten yakınıyor, güç sahibi olmayı kıskanıyorlar ve hayatın tadını başkalarının çıkarması onlara acı veriyor. kimsenin hayatın tadını çıkaramadığından, herkesin kendini güvensiz ve endişeli hissettiğinden, mücevherlerin, arabaların ve şişkin cüzdanların büyük bir aşağılık kompleksini örtbas etmeye çalıştığından haberleri bile yok.

her zaman yeni bir başlangıç yapmak mümkündür.

bir adamın itibarı, başarının doruğundayken çevresinde olan insanlarla değil, en zor zamanında ona yardım etmiş olanlara vefasıyla ölçülür. o ellerin kana mı tere mi bulanmış olduğunun önemi yoktur; uçuruma düşmek üzereyken bir yere tutunmuşsanız, sizi tutup çıkaranın kim olduğuna elbette aldırmazsınız. şükran duygusu önemlidir; en muhtaç olduğu anda yanında bulunan insanları unutan biri fazla ilerleyemez.

birini seviyorsan, onu özgür bırakmaya hazır olmalısın.

insan bedeni yaratılış olarak dünyanın en etkileyici mekanizmalarından biri olabilir; ama küçücük bir mermi belirli bir hızla girip bir kesik attı mı, işi bitirir.

17.06.2016

dilek

ziya osman saba

mesut olmuş görmek isterdim hepinizi
bu bahar gününde, dertliyi, ümitsizi
terfi etmiş memur, sınıf geçmiş öğrenci
kadını, erkeği, yaşlısı, genci
bir bayram sevinciyle, kol kola, sokaklarda
su başlarında, ağaç altlarında, parklarda
sevgililer, baş başa, muratlarına ermiş
çocuklar, el ele, bir halka oluvermiş
görmek isterdim camlardan, odalarda oturmuş
radyoyu açmış, küçük sofrayı kurmuş
yol, meydan, dere, tepe, dağ, bayır, kır
vapurlar, limanlarda yola çıkmaya hazır
gazinolar, plajlar, sinemalar açık
her dilden bir şarkı, her dudakta bir ıslık
ne yoksul ahı ne dul hıçkırığı ne hasta iniltisi
mesut olmuş görmek isterdim hepinizi

14.06.2016

veba

albert camus

tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan vardır.

bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevip sevmediğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır.

erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. bu uçlar arasında çoğunlukla bir orta nokta yoktur.

herkesin ortak iyiliği tek tek her kişinin mutluluğuyla olur.

endişeli bir yüreğin en büyük arzusu, sevdiği kişiye sonsuza dek sahip olmak ya da ayrılık zamanı gelip çattığında, bu varlığın ancak buluşma günü gelince son bulacak düşsüz bir uykuya dalmasını sağlayabilmektir.

ermişlik bir alışkanlıklar bütünüdür.

"ama" ile "ve" arasında gerektiğinde kolayca bir seçim yapabilirsiniz. "ve" ile "sonra" arasında bir seçim yapmak daha zordur. "sonra" ile "ardından"a gelince iş daha da güçleşir. ancak kesin olarak en güç olan, "ve"yi kullanmak gerekip gerekmediğine karar vermektir.

daniel defoe: bir hapsedilmişliği başka bir hapsedilmişlikle göstermek, gerçekte var olan herhangi bir şeyle göstermek kadar mantığa uygundur.

dünyadaki kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer aydınlatılmamışsa, iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. insanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir; şu erdem ya da kusur denilen şeyin, en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. katilin ruhu kördür ve insan her tür sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.

tanrı sevgisi zor bir sevgidir. insanın kendinden vazgeçmesini ve kendini hor görmesini gerektirir.

birisini gerçekten düşünmek, başka hiçbir şeyle, ne temizlik, ne uçan sinek, ne yemekler, ne kaşıntılar, hiçbir şeyle ilgilenmeden onu her dakika düşünmektir. ama sinekler ve kaşıntılar hep vardır. işte bu nedenle yaşamak zordur.

çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim.

13.06.2016

belirsiz derinlikler

pascal mercier

insanın yaptıklarının yüzeyinin altında bir sır var mıdır? yoksa insanlar tamamen böyle midir, açıkça ortada duran, her şeyi gösteren eylemleri gibi?

son derece ilginç; ama şehre ve tejo'ya vuran ışıkla birlikte içimdeki yanıt da değişiyor. net, keskin hatlı gölgeler doğuran, parlak bir ağustos gününün büyüleyici ışığı mı; insanın içinde saklı derinliğin düşüncesi bana hem garip görünüyor hem de acayip ve biraz da dokunaklı bir fantasma gibi; o ışıkta yanıp sönen dalgalara uzun uzun baktığımda beliren serabı andırıyor tıpkı. buna karşılık, ocak ayının puslu bir gününde, şehrin ve ırmağın üstünde gölgesiz ışıktan ve mat griden oluşan bir kubbe oluştuğunda, şu diyeceğimden, kuşkuya yer bırakmayacak derecede emin oluyorum:

insanın yaptığı her şey, bilinmeyen derinlikte saklı bir iç hayatın tamamlanmamış, adeta gülünesi çaresizlikteki ifadesidir sadece; bu iç hayat yüzeye çıkmaya çabalar ama onun uzağına bile ulaşamaz.

ve kararımın bu tuhaf, rahatsız edici güvensizliği yanında bir şeye daha vakıf oluyorum, olduğumdan beri de hayatım durup durup sarsıcı bir kuşkunun içine gömülüyor: biz insanlar için ondan daha önemli hiçbir şeyin olamayacağı bu konuda, işin içindeki kişi bensem, aynı şekilde bocalıyorum. örneğin en sevdiğim kafenin önünde otururken, güneş üzerime vururken, önümden geçen genç kızların çınlamalı kahkahalarına kulak verirken, öyle sanıyorum ki, iç dünyamın tamamı, en kuytu köşelerine kadar doluyor, her yanını tanıyorum; çünkü bu hoş duygularda tükenir o dünya. ancak sonra büyüyü bozan, beni kendime getiren bir bulut örtüsü güneşi kapatınca içimde, hiç tahmin etmediğim şeyler doğuracak ve beni alıp sürükleyecek saklı derinlikler ve büyük uçurumlar bulunduğuna bir çırpıda emin oluyorum. o zaman hesabı hemen ödüyor, güneşin gecikmeden yeniden bulutların ardından görünmesi ve sakinleştirici yüzeyselliğin yerini bulmasına yardımcı olması umuduyla kendime hızla oyalanacak bir şey arıyorum.

tractatus

ludwig wittgenstein

dünya, olduğu gibi olan her şeydir.

mutlunun dünyası, mutsuzunkinden başka bir dünyadır.

dilimin sınırları, dünyamın da sınırlarıdır.

düşünce, düşündüğü olgu durumunun olanağını içerir. düşünülebilir olan, olanaklıdır da.

gündelik dil, insan örgenliğinin bir parçasıdır ve ondan daha az karmaşık değildir.

gündelik dilin anlaşılması için yapılan sessiz düzenlemeler korkunç derecede karmaşıktır.

felsefe konularında yazılmış çoğunluk tümceler ve sorular yanlış değil, saçmadır.

uzam, zaman ve renk, nesnelerin biçimleridir. ancak nesneler varsa dünyanın belirgin bir biçimi olabilir.

bir tümceyi anlamak, o doğru olduğunda, neyin olduğu gibi olduğunu bilmektir.

felsefe bir öğreti değil, bir etkinliktir.

hiçbir tümce kendi üzerine bir şey söyleyemez; çünkü tümce imi kendi kendisinin içinde kapsanamaz.

12.06.2016

aslanlı yol

sevan nişanyan

kendinde güç vehmeden bir budala kadar tehlikelisi yoktur.

ahiret hesabı gözeterek yapılan her şey mutlak bir ahlak yoksunluğunun işaretidir. "menfaatim yoksa kılımı kıpırdatmam" diyen pespaye çıkarcılığın başka türlü söylenişidir.

gürültü ve gösteriş, çoğu zaman, yalanın örtüsüdür.

komplo teorileri her zaman yanlıştır. gerçek dünyada olaylara, dahiyane tasarımlar değil, insanların aptallığı, beceriksizliği, hesapsız hırsları, korkuları, kıskançlıkları yön verir. bir hocam mao bağlamında söylemişti: "tarihte cehaletin önemini asla küçümseme." sanırım tarihe ilişkin söylenebilecek en derin sözlerden biridir.

zafer bazen aldatıcıdır, neyi getirip neyi götüreceği belli olmaz.

eninde sonunda çoğunluğun normu galip gelir. onun için, azınlıkta olanların normlardan değil, özgürlüklerden yana olması gerekir.

iyi bir editör yazardan akıllı olduğunu asla hissettirmez, usturasını acıtmadan kullanır.

terk edip gitmenin özgürlüğüyle sarhoş olan birini kavgada yenemezsin. seni sıfırlar geçer. sırf zevki için kavgayı tırmandırır, tahmin bile edemeyeceğin seviyelere taşır. kırılırsın.

macera

richard bach

yaşamınız boyunca yapmaya mecbur olduğunuz tek şey, kendinize karşı dürüst olmaktır.

hayalleri paramparça eden tek şey, ödün vermektir.

bir şey öğrenmek için cehaletinizin güvenlik kalkanını devre dışı bırakmalısınız.

bekleneni ve uygun olanı yaşamak kolaydır. beklenmeyeni yaşadığınızda hayattan zevk almaya başlarsınız.

değişmeniz için önemli bir şeylerin risk altında olması gerekir.

yaşadıklarınızın ustası, yaşamakta olduklarınızın kalfası, yaşayacaklarınızın çırağısınız.

yerküredeki maceranızda aşılması gereken zorluklardan biri, ölü sistemler -savaşlar, dinler, uluslar, yıkımlar- üzerinde yükselmektir; onların parçası olmayı reddetmek ve bunun yerine olmayı bildiğiniz yüce benliği ifade etmektir.

bazen kazanmanın tek yolu, teslim olmaktır.

en derin sorular, en basit olanlardır: "nerede doğdunuz? eviniz neresi? nereye gidiyorsunuz? ne yapıyorsunuz?"

bu dünyanın gerçek olmadığını hatırlayın.

11.06.2016

birisi

virginia woolf

yazık! hindistan'da güneş başlığıyla at sürüp küçük bir eve dönemedim. senin yaptığın gibi, geminin güvertesinde hortumla birbirlerine su fışkırtan yarı çıplak oğlan çocukları gibi, ortalıkta yuvarlanamam. bu ateşi istiyorum ben, bu sandalyeyi istiyorum. gün boyu bu şeylerin peşinde koştuktan sonra, onun üzünçlerinden sonra, inlemelerinden, beklemelerinden, kuşkularından sonra yanına oturacağım birisini istiyorum. tartışmalardan, uzaklaşmalardan sonra özel yaşamımı istiyorum, seninle yalnız olmak, bu yaygarayı düzene sokmak. çünkü, alışkılarım konusunda kedi denli düzenliyim. yeryüzünün pisliğine, bozulmuşluğuna karşı çıkmalıyız; dönen, girdaplar oluşturan, kusulmuş, ezen kalabalığına. kişi, kağıt keseceğini bile romanın sayfaları arasında tam bir düzenle kaydırmalı, mektup paketlerini yeşil ipekle düzgünce bağlamalı, faraşla külleri toplamalı. bozulmuşluğun korkusunu sindirmek için elinden geleni yapmalı. romalıların dayanıklılığını ve erdemlerini yazanları okuyalım, kumlar içinde yetkinlik arayalım. evet; ama soylu romalıların erdemini, dayanıklılığını senin gri gözlerinin ışığı altına kaydırmayı seviyorum, dans eden çimenlerin, yaz esintilerinin, oynayan oğlanların kahkahaları, bağrışmaları altında, gemi güvertelerinde hortumla birbirlerini ıslatan çıplak kamarotların. bu nedenle yan tutmaz bir arayıcı değilim. her zaman renkler lekeliyor sayfayı, bulutlar geçiyor üzerinden. ve şiir, düşünüyorum da, yalnızca senin konuşan sesin. alkibiades de ajax, hektor, percival de sensin. ata binmeyi sevdiler, umursamazca tehlikeye attılar yaşamlarını onlar; kitaplara çok düşkün de değillerdi öyle. ama sen, ne ajax'sın ne percival. senin kendine özgü tavırlarınla burunlarını kırıştırmadılar, alınlarını kaşımadılar. sen sensin. birçok şeyin yokluğuna karşın beni avutan da bu işte -çirkinim, güçsüzüm- yeryüzünün aktöre çöküşüne karşın, gençliğin uçuşuna. percival'in ölümüne, sayısız acılara, kinlere, kıskançlıklara karşın.

10.06.2016

cumhuriyetçilik

philip pettit

cumhuriyetçi devlet, onları özel tahakküm karşısında yetkinleştirip koruyarak ve onların bizatihi devleti denetlemelerini mümkün kılan anayasal ve demokratik kontrol mekanizmaları geliştirerek yurttaşlarına özgürlük sağlamalıdır.

kölelik asıl olarak fiili müdahale ile değil, tahakkümle karakterize edilir. kölenin efendisi son derece iyicil ve müsamahakar olduğunu kanıtlamış olsa bile, köle üzerindeki tahakkümü sürer. özgürlüğü köleliğin karşısına koymak, özgürlüğü müdahalesizlik değil tahakkümsüzlük olarak kabul etmenin kesin bir göstergesidir. nazik bir efendinin kölesi bile özgür değilse, o zaman özgürlük, müdahalenin yokluğunu değil tahakkümün yokluğunu gerektirir.

mary wollstonecraft: erkeklerden bir dereceye kadar bağımsız olana dek kadınlardan erdem beklemek nafiledir; hatta ve hatta onları iyi birer eş ve anne yapacak doğal şefkati beklemek bile nafiledir. kocalarına mutlak anlamda bağımlı kaldıkları sürece, kadınlar kurnaz, sefil ve bencil olacaklardır.

müdahale; kısıtlama ya da engelleme biçiminde bedenin baskı altına alınmasını, ceza ya da ceza tehdidinde olduğu gibi iradenin baskılanmasını ve manipülasyonu içerir. manipülasyon genelde örtüktür ve gündem belirleme, insanların inançlarını ve arzularını hile yoluyla ya da rasyonel olmayan bir tarzda şekillendirme ya da insanların eylemlerinin sonuçlarını çarpıtma biçimini alabilir.

bir kişi müdahale kapasitesine sahip, bunu keyfi temelde, başkasının yapmak durumunda olduğu seçimlerde yapıyorsa, başkası üzerinde tahakküm kurma gücüne sahiptir; başkası üzerinde tahakküm kurar ya da ona boyun eğdirir.

richard price: bireyler özel hayatlarında efendilerinin gücüne tabi oldukları müddetçe, kendilerine ne kadar eşit ve nazik muamele edilirse edilsin, özgür olamazlar.

john stuart mill: hiçbir köle, bir eş olarak kadının olduğu kadar eksiksiz ve kelimenin gerçek anlamında köle değildir.

mary astell: eğer bütün insanlar özgür doğmuşlarsa, nasıl oluyor da bütün kadınlar köle doğuyorlar? erkeklerin tutarsız, belirsiz, anlaşılmaz, keyfi iradesine tabi olmak tam bir kölelik durumu değil de nedir? özgürlüğün özü, saygın bir hayat sürmek değil midir?

bir buluşun öyküsü

mahlon b. hoagland

bir hastalık bakterisini, laboratuvarda cam kabın dibinde, jöle gibi maddenin üzerinde üretiyorsunuz. bir sabah laboratuvara giriyorsunuz ve deney kaplarından bir tanesinin farklı göründüğünü saptıyorsunuz. aslında hepsinin şöyle görünmesi gerekiyordu: kaptaki noktaların her biri tek hücreden üremiş bir bakteri kolonisidir. ama bu kapların biri şimdi aşağıdaki gibidir: hiç bakterinin üremediği büyük bir açıklık var.

ilk tepki, bekleneni yapmayan kabı atmak. önce bu beklenmedik ve sinirlendirici gözlemi zihninizde şöyle bir tartıyorsunuz. biliyorsunuz ki bakteriler bir nedeni olmadıkça kapta böyle bir boşluk bırakmazlar. öyleyse o boşlukta bakterinin üremesini engelleyen bir şey var. bu, bir gün önce kabın kapağını kaldırdığınızda içine düşmüş zehirli bir madde olabilir mi? pencerenin açık olduğunu, odanın biraz tozlu olduğunu hatırlıyorsunuz. kaba bir toz parçasıyla gelen zehir, kapta her yöne yayılarak, bakteri büyümeyen yuvarlak alanı oluşturabilir. bu fikri sınamak için, odanın çeşitli yerlerinden toz örnekleri alıp, yetiştirdiğiniz yeni bakterilerin kaplarının ortasına ufacık toz parçaları atıyorsunuz.

iki gün sonra bakterilerin normal geliştikleri görülüyor. yeniden başa dönmüş oldunuz. bu sefer dikkatinizi bir sıranın arkasında kalmış, çok eski küflenmiş bir fıstık ezmeli sandviç çekiyor. heyecanlanıp küflü sandviçten bir şeylerin kaba ulaşıp bakterileri zehirlediğinden kuşkulanıyorsunuz. fıstık ezmesinden ve ekmekten ufacık parçalar alıp, tozlarla denediğiniz gibi bunları da bakterili kaplara koyuyorsunuz.

iki gün sonra kabın görünüşü şöyle: nefretle kapları ve sandviçi kapıp çöpe atıyorsunuz. ellerinizi yıkayıp bu pis işten kurtulmayı düşünüyorsunuz. bu arada ellerinizden birinde, mutlaka küflü sandviçten bulaşmış, ufak, mavimsi yeşil bir leke dikkatinizi çekiyor. birden aklınız başınıza geliyor. acaba o kaba ekmeğin küfü mü bulaştı? çabucak sandviçin küflü kısmından ufak bir parça alıp, bunu bakterinin üzerine bir kaba koyuyorsunuz. bundan sonraki kırk sekiz saat geçmek bilmiyor. içinizde bir şeylerin olacağı gibisine bir his var. nihayet bir şeyler oluyor da. ekmek küfü, hastalık yapan bakterilerin üremesine izin vermiyor.

bu ufak öykü, bilimsel buluş yapmanın bazı özelliklerini örnekliyor. bunu burada keselim. olabilecek en iyi sonucu vermiş olan gerçek bir öykü var bizim öykümüze benzer. sir alexander fleming, bildiğimiz kadarıyla fıstık ezmeli sandviçlerle ilgili olmadığı halde, yukarda anlattığıma benzer bir şekilde penisilini buldu.

ebedi hayat

balzac

bütün insanlar, içgüdüler katmanında bir çeşit birinci hayat sürer ve bin bir zahmetle dünya hazinelerini biriktirdikten sonra onların faydasızlığını görüp hayatı anlamaya çalışmakla geçirirler tükenmiş zamanlarını.

insan, düşüncenin sahte bilimlere uygulandığı ve zihnin nihayet insan sözünden bıkıp usandığı soyutlamalar katmanında girilecek başka sınavlara hazır bir şekilde çıkıncaya kadar, bu birinci dünyada kim bilir kaç kez yaşar. zira madde tükenince gündeme mana gelir.

göğe çıkmaya yazgılı varlık, manevi dünyaların giriş avlusu olan yıldızlı steplerin sessizlik ve yalnızlığının değerini anlayacak noktaya gelinceye dek kim bilir kaç suret eskitmiştir.

gözler boşluk ve hiçliği yaşadıktan sonra doğru yola döner. o zaman, ışığın parladığı yola varıncaya kadar daha başka varoluşlar eskitmek söz konusudur. ölüm bu yolculuğun ara konağıdır. o zaman aynı yaşantılar bu kez tersine gerçekleşir: çoğu kez insana, daha önce içinde yaşadığı hataların tam karşıtı olan erdemleri edinmesi için bütün bir hayat daha gerekir. böylece, önce acı çekilen ve uğranılan işkencelerin insanı sevgiye susattığı yaşam gelir. ardından, bir şeyin sevildiği, yaratılmışa bağlılığın yaratana bağlılığı öğrettiği, sevginin erdemlerinin ve sebep olduğu binlerce ıstırabın, meleksi umutlarının, peşinden hüzün getiren sevinçlerinin, sabır ve rızasının insanda ilahi şeylere karşı istek uyandırdığı hayat gelir. daha sonra, sessizlikte sözün izlerinin arandığı, insanın mütevazı ve hayırsever olduğu hayat, onun ardındansa bir şeye arzu duyulan hayat gelir. son olarak da dua edilen yaşam. işte orası ebedi öğle vaktidir. çiçekler oradadır, hasat orada yapılır.

bir insan tarlada ilk çiziğini doğru attı mı diğerlerinin doğruluğu için bu yeterlidir. tek bir derinleştirilmiş düşünce, işitilen tek bir ses, derinden duyulan tek bir ıstırap, sözün sizde uyandırdığı tek bir yankı, ruhunuzu ebediyen değiştirir.

gutenberg galaksisi

marshall mcluhan

göçebe bir toplum, kapalı uzayı deneyimleyemez.

yazma eylemi tek başına, fonetik teknolojinin insanı kabile insanı olmaktan çıkarma gücüne sahip değildir.

şizofreninin, okuryazarlığın zorunlu bir sonucu olması mümkündür.

uygarlık, barbar ya da kabilesel insana, kulağa karşılık göz verir ve günümüzde elektronik dünyayla bağdaşmaz niteliktedir.

elyazması kültürü, sırf icracı olarak yayın yoluyla yazar ile dinleyicisinin fiziksel olarak bağlantılı olması nedeniyle bile olsa, söyleşiseldir.

okuryazarlık tarihinin ancak küçük bir bölümü tipografiktir.

sabit bir bakış açısı, matbaa ile mümkün hale gelir ve plastik bir organizma olarak imgeye son verir.

marjinal insan, çevresi olmayan bir merkez, tamamlanmış bir bağımsız tiptir. başka bir deyişle, marjinal insan, feodal, aristokratik ve sözeldir.

alfabe, saldırgan ve militan bir kültür özümleyicisi ve dönüştürücüsüdür.

8.06.2016

ahmak, alık, aptal ve kafasız

umberto eco / jean-claude carriere

umberto eco: kitaplarımdan birinde, ahmak, alık ve kafasız arasında bir ayrım yaptım. alık bizi ilgilendirmiyor. o, kaşığı ağzına götüreceğine alnına götürendir; ona söylediğiniz şeyi anlamayandır. onun durumu anlaşılmıştır. ahmaklıksa, toplumsal bir niteliktir; başka türlü bile adlandırabilirsiniz; çünkü bazılarına göre "kafasız" ve "ahmak" aynı şeydir. ahmak, belirli bir anda söylememesi gereken şeyi söyleyendir. istemeden gaflar yapandır. kafasız farklıdır, onun kusuru toplumsal değil mantıksaldır. ilk bakışta, doğru dürüst akılyürüttüğü izlenimine kapılırsınız. yolunda gitmeyen bir şey olduğunu ilk anda anlamak zordur. bu yüzden de tehlikelidir.

kafasız şöyle diyecektir: "pire'nin bütün sakinleri atinalıdır. bütün atinalılar yunan'dır. demek ki bütün yunanlar pire'de oturur." bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelenirsiniz; çünkü mesela spartalı olan yunanlar olduğunu bilirsiniz. fakat nerede ve nasıl yanıldığınızı göstermekten acizsinizdir. formel mantığın bütün kurallarını bilmeniz gerekir.

jean-claude carriere: bana göre, kafasız, yanılmakla yetinmez. hatasını yüksek sesle, bağırarak öne sürer, ilan eder, herkes onu duysun ister. öyle ki, kafasızlığın nasıl da borazan gibi öttüğünü görmek insanı şaşkına çevirir. "artık güvenilir kaynaklardan biliyoruz ki.." ve bunu müthiş bir salaklık izler.

umberto eco: sıradan, alelade bir hakikati ısrarla haykıra haykıra söylerseniz, hemen bir kafasızlığa dönüşür.

jean-claude carriere: flaubert, aptallığın yargıya varmak, sonuca bağlamayı istemek olduğunu söyler. ahmak tartışmaya yer vermeyen kesin çözümlere kendiliğinden ulaşmak ister. bir meseleyi bir daha açılmamak üzere kapatmayı ister. ama bir toplum tarafından çoğu zaman bir hakikat olarak algılanan bu aptallık, tarihe yeterli mesafede duran bizler için son derece öğreticidir. öğrenimimizi güzelliğin ve zekanın tarihiyle sınırlarız; daha doğrusu başkaları öğrenimimizi bunlarla sınırlar; oysa bu iki unsur insan etkinliğinin çok çok küçük bir bölümünü teşkil eder.

umberto eco: aptallığa gelince; kafasızlıkla aynı şey değil gibi geliyor bana. kafasızlığı idare etmenin, yönetmenin bir yolu daha ziyade.

jean-claude carriere: aklıma başka bir alıntı geldi: "ben iyi bir aileden değilim; çocuklarımsa iyi bir aileden." bu sözleri eden kişi mizahçı değilse, en azından halinden memnun bir ahmak.

umberto eco: ahmak, daima bilir bilmez konuşur.

jean-claude carriere: aptallık genelde hataya yatkındır.

umberto eco: aptallık, kafasızlığı kibirle ve sebatla idare etmenin, yönetmenin bir şeklidir.

umberto eco: ahmaklığın kendini gösterdiği bir vaka da, joyce'un mister skeffington'la yapılan bir konuşmayı aktarmasıdır: "erkek kardeşinizin öldüğünü duydum" der skeffington. "üstelik daha 10 yaşındaydı" derler. skeffington şu karşılığı verir: "gene de acı verici."

umberto eco: hakikate aykırı, yanlış olan ille de kafasızlığın ya da ahmaklığın ifadesi değildir. düpedüz bir hatadır sadece. ptolemaios dünya'nın hareketsiz olduğuna olanca iyi niyetiyle inanıyordu. bilimsel bilginin eksikliği yüzünden bir hata işlemişti. hatayı her zaman iyi niyetle işleriz. onun için de hata insanlık tarihini kateder.

jean-claude carriere: bechtel ile ben, büyük bir hırsla, yalnızca çok kötü kitaplar okuduğumuz uzun bir dönem geçirdik. kütüphane kataloglarını didik didik ediyor ve bazı başlıkları okuyunca bizi bekleyen hazineyi canlandırıyorduk kafamızda. listenizde, "velespitin ahlak üzerindeki etkisi" diye bir başlık görünce, zengin bir damar bulduğunuza emin olabilirsiniz.

"aptallık sözlüğü"nde yayımlanmış bir mektuptan alıntı yapayım; o zaman niye böyle dediğimi hemen anlayacaksınız. bu mektubu "havari misyonları dergisi"nde bulduk -evet, bunu bile okuduk-. bir papaz, kendisine mucizevi bir suyu ulaştırdığı için muhatabına teşekkür ediyor, bu su "hasta"nın üstünde çok olumlu bir etki yapmış ama onun bundan "haberi yokmuş." "hasta bir şeyden şüphelenmeden suyu 9 gün boyunca içirdim; 4 yıldır hayatla ölüm arasında gidip gelmiş, gene 4 yıl boyunca umut kırıcı bir inatla ve ürpertici küfürlerle bana direnmiş olan bu adam, 9 gün süren dualarının ardından, beklenmedik olduğu için daha da teselli veren merhamet duyguları içinde usulca can verdi."

umberto eco: bu papazın alık mı, kafasız mı yoksa ahmak mı olduğuna karar vermekte çektiğimiz zorluk, bu kategorilerin ideal tipler olmasından kaynaklanıyor. ne var ki çoğu zaman, aynı insanda bu üç tavrın bir karışımını buluruz. gerçeklik bu tiplojiden çok daha karmaşık.

jean-claude carriere: saçma bir şey söylemenin eşiğindeyizdir hep.

umberto eco: galiba, az çok farklı şekilde, aslında aynı dalga boyundayız. ömrümüz boyunca, insanlığın büyük meziyetlerini kendimize iş edindik. insan kendine özgür bir şekilde olağandışı bir varlıktır. ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı. fakat aynı zamanda, hemcinslerine savaş açmaktan, yanılgıya düşmekten, çevresini yok etmekten bir türlü vazgeçmedi. terazinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi neredeyse dengede kalır. dolayısıyla, aptallıktan bahsetmeye karar vermekle, bu yari dahi yarı ahmak yaratığa saygılarımızı sunuyoruz bir anlamda. ve ölüme yaklaşır yaklaşmaz, salaklığın meziyete üstün geldiğini düşünmeye başlıyoruz. insanın kendini avutmasının en iyi yolu bu elbette. tesisatçının biri banyomdaki sızıntıyı tamir edip benden fazla para alırsa ve o gittikten sonra sızıntının aynen devam ettiğini görürsek, karıma şöyle diyerek avuturum kendimi: "alığın teki; yoksa sızıntı yapan banyoları, hem de bu kadar kötü tamir etmezdi. bologna üniversitesi'nde göstergebilim profesörü olurdu."

jean-claude carriere: aptallığı incelerken keşfedilen ilk şey, kendimizin de bir ahmak olduğudur. elbette. başkalarını ahmak yerine koyup işin içinden cezasız sıyrılamazsınız; aptallıklarının aslında bize tuttukları bir ayna olduğunun farkına varırsınız çünkü. kalıcı bir ayna, kesin ve sadık.

umberto eco: salağın teki size öbür herkesin salak olduğunu söylerse, onun bir salak olması, size belki de hakikati söylemesine engel teşkil etmez. eğer öbür herkesin "kendisi gibi" salak olduğunu eklerse, işte o zaman zekasını kanıtlamış olur. demek ki salak değildir. çünkü öbürleri, ömürlerini salak olduklarını unutturmakla geçirir.

jean-claude carriere: saçma sapan sözler söylemeyi ve deliliği aptallıktan ayırt etmek çok zordur.

7.06.2016

üstün bilim

robert musil

eğer bilimsel görüşlerin yerine dünya görüşü, varsayım yerine deney ve hakikatin yerine eylem konulsaydı, o zaman tanınmış bir doğa araştırmacısının veya matematikçinin cesaret ve dönüm noktası yaratıcı güç bağlamında tarihteki en büyük eylemleri çok geride bırakmayan hiçbir önemli eseri var olmazdı.

insan bir turbodinamonun yeni türlerini ya da bir buharlı makinenin parçalarının işleyişini gördükten sonra, belvedere apollonu'na neden gereksinim duyar ki? iyinin ve kötünün değişmez değerler olmadığı, yalnızca işlev değerleri niteliği taşıdıkları, bu nedenle eserlerin iyiliğinin tarihsel koşullara, insanların iyiliğinin ise onların niteliklerini değerlendirmeye yarayan psikoteknik beceriye bağımlı olduğu anlaşıldıktan sonra, neyin iyi, neyin kötü olduğu konusunda bin yıldır süregelen gevezelik kimi ilgilendirir? tekniğin bakış açısından incelendiğinde dünya yalnızca tuhaftır. insanlar arasındaki bütün ilişkiler bakımından pratik olmaktan uzak, yöntemleri bakımından en yüksek ölçüde ekonomik ve kesin olmaktan uzaktır ve sorunlarını hesap cetveliyle çözmeye alışmış olan insan, artık insanlarca ileri sürülen savların yarısını ciddiye alamaz.