29.04.2016

uzun lafın kısası

maya angelou: bilgeliğin esası sadeliktedir.

bertolt brecht: demokratik ülkelerde ekonominin şiddet özelliği fark edilmez; otoriter ülkelerde fark edilmeyen, şiddetin ekonomik özelliğidir.

anatoli ribakov: iktidarı elde tutmak, onu ele geçirmekten daha zordur.

erich fromm: bir insan için en büyük seçim, elindekiyle kendini aşmak için, yaratacağı mı yoksa yok mu edeceği, seveceği mi yoksa nefret mi edeceğidir.

voltaire: sizi saçmalıklara inandırabilenler, size katliam da yaptırabilirler.

jaroslav hasek: bu dünyada herkes dürüst davransaydı çok geçmeden millet birbirinin gırtlağına sarılırdı.

chateaubriand: yalnızca biçem aracılığıyla yaşarız. 

kierkegaard: hiçbirine inanma dostum; anladıkları hiçbir şey yok; anlasalardı yaşamları bunu gösterirdi ve eylemleri bilgilerini yansıtırdı.

alexandre dumas: her zengin adamın yolu üzerinde yanından sürünerek geçtiği yoksullar vardır.

romain gary: sonuç olarak, tüm söyleyebileceğim, her allahın günü insan olmadığım için kendi kendimi kutladığım. yüreğim yok benim. tanrıya şükürler olsun.

orhan pamuk: yeni bir hayat, her zaman daha güzel bir manzaradır.

sylvia plath: sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür.

28.04.2016

çalınmış yürek

arthur rimbaud


üzgün yüreğim akıyor gemiye
bir gevişlik tütün salyası gibi
çorba atıkları yüzümde, niye
üzgün yüreğim akıyor gemiye
ya bu kaba saba sözler ne diye
adamların bu zevzek gülüşleri
üzgün yüreğim akıyor gemiye
bir gevişlik tütün salyası gibi

hep belden aşağı edepsiz laflar
onu nasıl baştan çıkardı, bakın
dümende de o biçim resimler var
sevişmeler, kalkmış cinsel organlar
siz ey beni büyüleyen dalgalar
alın kirli yüreğimi arıtın
hep belden aşağı edepsiz laflar
onu nasıl baştan çıkardı, bakın

tütünün posası çıktı çıkacak
ey çalınmış yürek n'eyleyeceğim
ayyaş hıçkırıkları başlayacak
tütünün posası çıktı çıkacak
midem boşalıp boşalıp dolacak
ben ki, yenmiş yutulmuşsa yüreğim
-tütünün posası çıktı çıkacak-

ey çalınmış yürek n'eyleyeceğim

26.04.2016

hayal kırıklığı

zygmunt bauman

umutları çökeldikleri gerçeklikler içerisinde çoğu zaman fark etmek zordur.

filozof martin heidegger, ancak bir şeyler yanlış gittiğinde -iflasın eşiğine gelindiğinde, alışık olmadığımız şeyler gerçekleştiğinde ya da "normların dışına çıkılıp" dünyanın nasıl bir yer olduğu ve dünyada nelerin olabileceğine dair zımni varsayımlarımıza meydan okuyan şeylerle karşılaşıldığında- şeyleri gördüğümüzü, onların farkına ve bilincine vararak bütün dikkatimizi onlara yoğunlaştırıp maksatlı eylemin hedefleri haline getirdiğimizi söylemiştir.

heidegger'e eşlik ederek, bilginin kaynağının ve aynı zamanda eylemi güdüleyen şeyin hayal kırıklığı olduğunu söyleyebiliriz.

susan neiman'ın öne sürdüğü gibi, "aydınlanma bizi kendimizi düşünmeye teşvik ettiği kadar, içine doğduğumuz dünyanın sorumluluğunu almaya da yöneltmiştir." ancak, "insanlar tarafından üstlenilmesi gereken kötülüğün dozu arttıkça, bu sorumluluğun gitgide değersizleştiğini kabul etmişlerdir."

24.04.2016

istiklal mahkemeleri

şaban iba

bu mahkemeler, fransız ihtilali'nin devrim mahkemelerinden esinlenerek kuruldu. mahkemelerin kararları kesindi ve bir üst mahkemesi olmadığı için temyiz hakkı da yoktu. bu özellikleriyle "ihtilal mahkemeleri" niteliğindeydi. çünkü yasama ve yürütme yetkilerini elinde bulunduran meclis, böylece yargı yetkisini de kullanarak bir ihtilal meclisi haline geliyordu.

sıkıyönetim mahkemeleri, görevini istiklal mahkemelerine devretti. böylece, istiklal mahkemelerinin bakamayacağı dava kalmayacaktı.

tüm devlet görevlileri dahil herkesi yargılayabilecekleri ve hiçbir kanun maddesine bağlı kalmadan vicdani kanaatlere göre ceza verebilecekleri belirtiliyordu.

en yoğun çalışan şube ankara istiklal mahkemesi oldu. damat ferit paşa hükümetinin bazı üyeleri ile sevr barış anlaşmasını imzalayanları, kuvayı inzibatiye ile askeri nigehban cemiyeti yöneticilerini gıyaplarında yargılayıp vatana ihanetten idama mahkum etti. çerkez ethem ve kuvayı seyyare komutanları için de aynı şekilde idam kararları aldı. gizli komünist partisi ile yeşil ordu üye ve yöneticilerini de yargıladı. bunların çoğuna ölüm cezası verdi ve yakalananlar hemen infaz edildi.

istiklal mahkemelerinin iki yıl içinde yargıladığı insan sayısı 13 bin kişiyi buldu. hüküm giyenlerden 108'i idam, 279'u müeccelen idam ve 48'i de yokluğunda idam cezasına çarptırıldı. öteki mahkemeler de casusluk, düşmana hizmet, eşkıyalık, yataklık, hırsızlık, hükümet aleyhtarlığı, rüşvet, sarkıntılık, sahtekarlık, vatana ihanet, türklüğü tahkir, vazifeyi suistimal, vazifeyi ihmal, kanuna muhalefet vb. çeşitli davalara baktılar ve çok ağır cezalar verdiler.

1922'de idam kararlarının meclisin onayından geçirilmesi koşulu kondu. aynı yıl bu yeni kanunla istiklal mahkemelerinin çalışmalarına meclis kararıyla son verildi.

23.04.2016

coole park

w. b. yeats


son romantiklerdik biz, konu diye
geleneksel kutsallığı ve güzelliği seçtik
hangi şair adına ne yazılmışsa 
halkın kitabına, en çok ne kutsayabilirse
insan aklını ve yüceltebilirse bir şiiri
ama değişti her şey, binicisiz şimdi o soylu at
bir zamanlar homeros'u taşıdıysa da eyerinde
kuğunun sürüklendiği o karanlık sularda

22.04.2016

akıl gözü

özdemir asaf


seni bulmaktan önce aramak isterim
seni sevmekten önce anlamak isterim
seni bir yaşam boyu bitirmek değil de
sana hep hep yeniden başlamak isterim

din

thomas hobbes

dinin doğal nedeni gelecek kaygısıdır. gelecek korkusu yüzünden insanlar, görünmeyen şeylerin gücünden korkarlar.

insanların, güvendikleri kişiler tarafından suhulet ve marifetle, korkuları ve cehaletleri istismar edilerek, herhangi bir şeye inandırılması kolaydır.

saçma veya yanlış beyanların, evrensel olmaları halinde, anlaşılma imkanı yoktur; yine de pek çok insan, sözcükleri usulca tekrarladıkları yahut iyice kafalarına yerleştirdikleri vakit onları anladıklarını sanırlar.

görünmez güçlerin doğası hakkındaki inançlardan oluşan dinlerde, şurada veya burada paganlar tarafından bir tanrı veya şeytan olarak adlandırılmamış veya şairleri tarafından şu veya bu ruhun harekete geçirdiği, mekan tuttuğu veya tutsak aldığı olarak hayal edilmemiş hiçbir şey yoktur.

20.04.2016

amerika'yı yapan mimar

aziz nesin

istanbul, 15 kasım 1963

sevgili kardeşim zeynep,

mektubunu alınca çok sevindim. sağol. doğrusu, ankara'daki okula gidince bizi unutursun sanıyordum. mektubunu sınıfta bütün arkadaşlara okudum. hepsi de sevindi. sana selam yazmamı söyledi.

ben de verdiğim sözü tutuyorum. burda geçen önemli olayları sana yazacağım.

sen burdan gittikten bir iki gün sonra, hiç unutamayacağım bir şey oldu. onu anlatayım sana.

öğretmenimiz bir sabah, okula müfettiş geleceğini söyledi. çok heyecanlıydı. ama biz daha çok heyecanlandık.

o gün müfettişin, burda yakınlarda olan başka okullara da gittiğini duyduk. başka okullardaki arkadaşlarımıza, müfettişin ne yaptığını sorduk. onların söylediğine göre, müfettiş her girdiği sınıfta öğretmene "bir problem yazdırın da öğrencileriniz çözümlesin." diyormuş. sonra, yine öğretmene, öğrencilere bir şiir yazdırmasını söylüyormuş. yazılanları gözden geçiriyormuş. ondan sonra, birkaç öğrenciye hep aynı soruları soruyormuş. sorduğu sorular da şunlarmış: "amerika kaç yılında keşfedildi?", "en çok sevdiğin insan kimdir?", "istanbul'u kim fethetti?", "süleymaniye camisini kim yaptı?"

öğretmenimiz bize yeni defterler aldırttı. karatahtaya çok zor bir problemle çözümünü yazdı.

- bunu defterinize olduğu gibi geçirin! dedi.

şiiri de yazdık defterimize. sonra öğretmenimiz defterlerimize baktı. doğru yazıp yazmadığımızı denetledi. yanlış yazılanları düzeltti.

- çocuklar, müfettiş bey dersanemize gelirse, ben size bu problemle bu şiiri yazdıracağım.. dedi.

bütün bu işler olup bittikten sonra:

- şimdi de bazı soruların cevaplarını öğreneceksiniz. müfettiş bey kaldırıp sorarsa birinize, makine gibi çabuk cevap vereceksiniz.. dedi.

sonra bize, soruları ve cevaplarını ezberletti.

- amerika kaç yılında keşfedildi?

hep bir ağızdan bağırıyorduk:

- 1492.

- dünyada en çok sevdiğin kim?

bu soruya herkes başka türlü cevap verdiği için bir uğultu-gürültü yükseliyordu. kimimiz "atatürk" kimimiz "annem" ya da "babam" diye bağırıyorduk.

sonra öğretmenimiz üçüncü soruyu soruyordu:

- istanbul'u kim fethetti?

şıp diye cevabı yapıştırıyorduk:

- fatih sultan mehmet.

- süleymaniye camisini kim yaptı?

öğretmenimiz sorusunu bitirmeden, ezberlediğimiz cevabı, hep birden bağırıyorduk:

- mimar sinan.

iki gün hep bu sorularla cevaplarını ezberledik. öğretmenimiz sık sık "sakın unutmayın ha!" diyordu.

ben artık içimden, arka arkaya cevapları diziyordum: "1492. babam. fatih sultan mehmet. mimar sinan. 1492. babam. fatih sultan mehmet. mimar sinan. 1492. babam.."

öyle alışmıştım ki, nerde olsam, elimde olmadan, bu cevapları sırasıyla mırıldanıp duruyordum.

bir sabah annem:

- hasta mısın? diye sordu.

- değilim.. dedim.

- bütün gece, "1492, babam, fatih sultan mehmet, mimar sinan.." diye sayıklayıp durdun da, ateşin yükseldi sandım.. dedi.

o gün ilk derste müfettiş sınıfımıza geldi.

bilirsin, ben öyle çok heyecanlı değilimdir ama, nedense o gün çok heyecanlandım. titriyordum heyecandan. belki de öğretmenin heyecanı bana geçmişti. çünkü onun ellerinin titrediğini gördüm.

müfettiş:

- öğrencilerinize bir şiir yazdırınız.. dedi.

bunun üzerine öğretmenimiz bize:

- yazın! dedi.

daha önce defterlerimize yazdırdığımız şiiri okumaya başladı. şiir, önceden defterimizde yazılıydı. arkadaşların çoğu şiiri bile yazmıyor, yazarmış gibi yapıyordu.

öğretmenimiz şiiri okumasını bitirdi. müfettiş, teker teker defterlerimize baktı. hiçbirimizinkinde imla yanlışı bulamadı. öğretmenimize:

- teşekkür ederim, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, dedi.

solumdaki sırada oturan cengiz'in defterine bakmamıştı.

- bakayım defterine.. dedi.

cengiz defterini uzattı. müfettiş:

- bu ne? dedi.

- şiir efendim.

müfettiş:

- bu nasıl şiir? diye bağırınca, başımı uzatıp yan gözle baktım.

cengiz heyecandan yanlışlıkla, şiir yazılı diye, önceden matematik probleminin yazılı olduğu sayfayı açmış.

az kaldı, cengiz şiir yazılı öbür sayfayı açacaktı. müfettişin arkasına gelen öğretmenimiz, eliyle, gözüyle işaretler yapmaya başlayınca, cengiz durumu anladı.

- şiiri yazamadım efendim.. dedi.

öğretmenimiz hala eliyle cengiz!e işaretler yaparken, müfettiş birden geriye döndü.

- bir de matematik problemi yazdırın da çözümlesinler.. dedi.

öğretmenimizin yüzü kıpkırmızı olmuştu.

müfettişin önce problem yazdıracağını, sonra şiir yazdıracağını sanıyorduk. bize öyle söylemişlerdi. müfettiş, soru sırasını değiştirince cengiz de şaşırmıştı.

cengiz'in defteri müfettişin elindeydi. onun için öğretmenimiz eskisinden başka bir problem yazdırdı. matematikten hep pekiyi alırım, bilirsin. artık öyle şaşırmışız ki, problemi ben bile çözümleyemedim. defterlerimize bakan müfettiş suratını buruşturdu. öğretmenimiz çok utanmıştı. içimden "müfettiş, ah, beni kaldırıp sorsa da makine gibi cevaplar versem." diyordum. öğretmenimizin yüzünü ağartmak istiyordum. kendi kendime boyuna "1492. babam. fatih sultan mehmet. mimar sinan. 1492.." diye mırıldanıp duruyordum.

sanki içimden geçenleri okumuş gibi, müfettiş bana:

- sen kalk! dedi.

sevinçle fırladım. sonradan bana arkadaşların söylediğine göre, müfettiş:

- kaç yaşındasın? diye sormuş.

ben heyecandan soruyu anlayamadığım için, amerika'nın keşfini soruyor sandım:

- 1492 efendim.. diye bağırdım.

şaşkınlıktan gözleri büyüyen müfettiş:

- neee? kaç yaşındasın? diye bir daha sordu. ben de, doğru cevap verdiğimi sanarak:

- 1492 efendim.. diye daha yüksek sesle bağırdım.

müfettiş:

- istanbul'u kim fethetti? diye sormuş.

ben ezberlediğim cevap sırasına göre:

- babam.. dedim.

müfettişin, soruların sırasını değiştireceğini önceden hiç düşünmemiştim.

müfettiş ayağını yere vurup bağırdı:

- istanbul'u kim fethetti, diye soruyorum.

- babam, efendim.

- senin baban kim?

- mimar sinan.

- ağzından çıkanı duymuyor musun oğlum. babanı soruyorum, mimar sinan diyorsun.

işte ancak o zaman kırdığım potu anlayabildim. ama heyecandan, müfettişin de bağırmasından öyle şaşırmıştım ki, bir türlü kendimi toparlayamıyordum.

- peki, mimar sinan ne yaptı?

artık büsbütün şaşırmıştım. o şaşkınlıkla:

- istanbul'u fethetti efendim.. diye bağırdım.

- kim?

sözde yanlışımı düzeltmek için:

- mimar süleyman.. dedim.

- süleymaniye camisini kim yaptı öyleyse?

- sultan sinan fatih..

kelimeleri birbirine karıştırdığımı sezinliyordum ama, artık toparlanamıyordum.

müfettiş öyle kızmıştı ki, kızgınlıkla, o da şaşırıp:

- oğlum, dedi. amerika'yı yapan mimar sultan mehmet'tir, süleymaniye camisini de keşfeden fatih sinan'dır.

çocuklar kendilerini tutamayıp kıkırdayarak gülüşmeye başlayınca, müfettiş yanlış söylediğini anladı. yanlışını düzeltmek istedi:

- yani sinaniye camisini mimar süleyman yaptı, fatih'i mimar sultan mehmet fethetti demek istiyorum..

yine yanlış söylediğini anlayıp,

- beni de şaşırttın be çocuk!.. dedi.

kızgınlıkla başını sallaya sallaya, kapıyı hızla çarpıp dersaneden çıktı.

dersanede çıt yoktu. bir süre sonra öğretmenimiz:

- yazıklar olsun!.. dedi.

bu sözü, bana mı, müfettişe mi, yoksa kendisi için mi söylediğini anlayamadım.

bu olayın beni nasıl üzdüğünü anlatamam. her hatırlayışımda utanıyorum. oysa, çabuk çabuk cevaplar verip, öğretmenimizin yüzünü ağartmak istemitşim.

söz verdiğin gibi, sen de bana orada olup bitenleri yaz, e mi? mektuplarını bekliyorum. ben de sana başarılar dilerim kardeşim.

sınıf arkadaşın
ahmet tarbay

18.04.2016

bir kez daha

friedrich nietzsche


altuni tasasızlık, gel!
sensin ölümün en mahrem, en hoş ağız tadı!
- çok mu hızlı koştum yolumda?
ancak şimdi, derman kalmayınca ayaklarda
arayıp buldu beni bakışların, bir kez daha
arayıp buldu beni saadetin, bir kez daha

doğa

paul henri d'holbach

eğer doğa hakkındaki cahillik tanrıları doğurduysa, doğa bilgisinin onları yok etmesi beklenir. ne yüce hakikatler ya da belirleyici örüntüler ne de büyük tasarım vardır. yalnızca doğanın kendisinden söz edilebilir.

doğa yapılmış iş değildir; daima kendi başına var olmuştur; her şey onun bağrında olur; o, malzemeyle dolu büyük bir laboratuvardır ve kendisine hareket olanağı sağlayan araçları yapar. onun bütün yaptıkları kendi enerjisinin ve gene kendisinin içerdiği ve eyleme soktuğu yarattığı etmen veya nedenlerin sonucudur.

17.04.2016

eski tiranlar

melih cevdet anday


gecenin elleri küçük
tutar tutmaz yağmurumuzu
göz gibi kabukludur yeryüzü
kurur ıslanıp ıslanıp

gece bir kuşun gagasıdır
yaşamın eski hisarında
koca yaprağı altında sabırsızlığın
geyiklerle kurtlarla uyunur

ve yağmur yalnızlığa ekili düş
yitirmelerin gönülsüz kadını
gider insanı yüzüstü bırakıp
rüzgarını doldurmuş geceye

eski tiranlar yağmur ve gece
deli yasaları yazgımızın
ölmezliğimizin masalı belki
belki merakımızın yankısı

16.04.2016

o belde

ahmet haşim

denizlerden
esen bu ince hava saçlarınla eğlensin
bilsen
melâl-i hasret-ü gurbetle ufk-u şama bakan
bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin
ne sen
ne ben
ne de hüsnünde toplanan bu mesâ
ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
olan bu mâi deniz
melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz
sana yalnız bir ince tâze kadın
bana yalnızca eski bir budala
diyen bugünkü beşer
bu sefil iştihâ, bu kirli nazar
bulamaz sende, bende bir ma'nâ
ne bu akşamda bir gam-ı nermîn
ne de durgun denizde bir muğber
lerze-î istitâr-ü-isti'nâ

sen ve ben
ve deniz
ve bu akşam ki lerzesiz, sessiz
topluyor bû-yu rûhunu gûyâ
uzak
ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
bu nefy-ü-hicre müebbet bu yerde mahkûmuz

o belde
durur menâtık-ı dûşîze-i tahayyülde
mâî bir akşam
eder üstünde dâimâ ârâm
eteklerinde deniz
döker ervâha bir sükûn-u menâm
kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylidir
hepsinin gözlerinde hüznün var
hepsi hemşiredir veyâhût yâr
dilde tenvîm-i iztırâbı bilir
dudaklarındaki giryende bûseler, yâhût
o gözlerindeki neylî sükût-u istifhâm
onların rûhu, şâm-ı muğberden
mütekâsif menekşelerdir ki
mütemâdî sükûn-u-samtı arar
şu'le-î bi-ziyâ-yı hüzn-ü kamer
mülteci sanki sâde ellerine
o kadar nâtüvân ki, âh, onlar
onların hüzn-ü lâl-ü müştereki
sonra dalgın mesâ, o hasta deniz
hepsi benzer o yerde birbirine

o belde
hangi bir kıt'a-i muhayyelde
hangi bir nehr-i dûr ile mahdût
bir yalan yer midir veya mevcût
fakat bulunmayacak bir melâz-ı hulyâ mı
bilmem.. yalnız
bildiğim, sen ve ben ve mâî deniz
ve bu akşam ki eyliyor tehzîz
bende evtâr-ı hüzn-ü ilhâmı
uzak
ve mâî gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak
bu nefy-ü hicre müebbet bu yerde mahkûmuz

15.04.2016

kitle devleti

carl gustav jung

kitle devletinin insanların birbirlerini karşılıklı olarak anlamalarını teşvik etmek gibi bir niyeti yoktur; o daha ziyade insanı atomlarına ayırmanın ve bireyi ruhsal olarak soyutlamanın peşindedir.

nasıl ki bireyin kendisiyle ilgili anlamadığı ve anlamak istemediği her şeyi bir başkasına yükleyerek başından atmak gibi vazgeçemediği bir eğilimi varsa, kötülüğü daima karşı tarafta görmek de politik oluşumların doğasında vardır.

bireyler birbirlerinden ne kadar kopuk olurlarsa devletin gücü o kadar pekişir; veya tam tersi.

örgütlü kitleye direnebilmek, ancak ve ancak, insanın bireyliğini o örgütün organizasyonu kadar iyi organize etmesi ile mümkündür.

gölge yönümüzü tanımak, kusursuz olmadığımızı kabul etmemiz için bize gereken alçak gönüllüğü sağlar. ve insani bir ilişkinin kurulabilmesi için tam da bu bilinçli kabullenmeye ve saygıya ihtiyacımız vardır. insani bir ilişki ayrımlara ve kusursuzluğa dayanmaz; zira bunlar sadece farklılıkları vurgularlar veya tam karşıtın ortaya çıkmasına neden olurlar. insani bir ilişki, daha ziyade mükemmel olmamaya, zayıf, çaresiz ve desteğe muhtaç olmaya dayanır -bağımlılığın bizzat temelini ve itici gücünü oluşturan budur.

kusursuz olanın başkasına ihtiyacı yoktur; ama zayıf olanın vardır. çünkü o kendisine bir destek arar ve partnerini daha aşağı bir konuma düşüren; hatta aşağılayan herhangi bir şeyle yüzleşemez. bu aşağılama ancak idealizmin çok önemli bir rol oynadığı durumlarda çok kolaylıkla gerçekleşebilir.

insani ilişki ve toplumun birleşmesi sorunu, özgürlüğünü kaybetmiş, kişisel ilişkileri karşılıklı güvensizlik sonucu zayıflamış olan kitle insanının atomlara ayrıldığı günümüzde acil bir önem taşımaktadır. nerede adalet belirsizse, polis casusluğu ve terör iş başındaysa, insanlar soyutlanmaya ve yalnızlığa düşerler; ki diktatör devletin amacı ve hedefi de budur; çünkü varlığını güçleri ellerinden alınmış sosyal ünitelerin mümkün olduğunca çok sayıda bir araya yığılmasına dayandırır.

bu tehlikeyi göğüsleyebilmek için, özgür toplumun etkili bir birleştirici bağa ihtiyacı vardır; yani "komşunu sev" türünden bir ilkeye. ama bu sevgi, içimizdekini karşımızdakine yansıtmamızdan doğan anlayışsızlık yüzünden acı çekiyor.

insan ilişkileri sorununu psikolojik bakış açısıyla düşünmek özgür topluma büyük fayda sağlayacaktır; çünkü toplumu bir arada tutan ve ona güç veren şey burada saklıdır. sevginin bittiği yerde güç savaşları, şiddet ve terör başlar.

önünde sonunda, sadece popüler yalanlar değil, gerçekler bile dalga dalga yayılabilir.

theo ile vincent

ali bulunmaz

theo'yla vincent van gogh'un ilişkisi, kardeşliğin ötesinde bir dostluk olarak nitelenebilir. vincent'in en coşkulu, melankolik ve fiziksel anlamda rahatsız olduğu günlerde theo hep yanındaydı.

çocukluğundan uzak ama hiçbir hatırasını unutmayan vincent, yaşamının sıkıntılı ve ruhsal açıdan badirelerle dolu günlerinde, annesinin ve babasının evini, onlarla geçirdiği günleri sürekli anımsadığını kardeşi theo'ya uzun uzun yazıyor. resimde de günlük yaşamında da vincent, kendisini sürekli didikleme ve durduğu yeri belirleme takıntısı geliştirdiğinden, karşılaştığı herkeste "gergin insan" izlenimi bırakıyor.

hollanda'dan çıkıp ingiltere, fransa ve belçika'ya dek süren ve yine hollanda'yla tamamlanan yolculuk çemberinde, bir yandan resim yapıyor, bir yandan da sürekli ailesini ve geçmişini düşünüp hatıralarındaki boşlukları doldurmaya uğraşıyor. bu yıllarda vaizlik ve öğretmenlik başta olmak üzere pek çok işe de el atıyor. konuşma yeteneksizliği yüzünden vaizlik ve içe kapanıklığı nedeniyle öğretmenlik günleri kısa sürüyor. kafasının karışıklığı, çoğu zaman durgun oluşu, ani patlamaları ve kendisini kapatıp günlerce resim çalışması, bu savruluşlarında hayli etkili. bütün bu haller, theo'ya bazen yüklü dinsel pasajlarla örülü bazen de konudan konuya atladığı mektuplar olarak geri dönüyor.

theo'nun varlığı, vincent için tam anlamıyla bir güvence; en umutsuz anlarında theo'ya sığınıyor ve kardeşinin el vermesiyle ayağa kalkıyor. vincent'in antisosyalliği bile theo'nun yardımseverliğini engellemiyor. hatta bu yardımların altında ezildiğini hisseden vincent, kendisinin aileden farklı bir yerde durduğunu ve "bir van gogh olamadığını" söylüyor.

vincent'in para harcama konusunda hayli yeteneksiz olduğu mektuplara sıkça yansıyor. aldığı malzemeleri çabucak tüketen, modellik yapan kişilere fazla fazla ücret ödeyen ve sürekli ev değiştiren vincent, theo'ya epey pahalıya patlıyor. elbette bu, olayın dışarıdan görünüşü; çünkü theo asla şikayetçi değil. ağabeyinin bir işkolik oluşu, theo'nun hesabını bilmesine neden oluyor. resim tutkusu, vincent'in gözünü karartan ve neredeyse başka hiçbir şeyi önemsememesine neden olacak şekilde hayatını kaplayan bir uğraş.

resimle beraber becerebildiği en büyük şey paylaşmak. buna karşın konuşma ve insanlarla ilişki kurmada son derece zayıf biri. doğru düzgün diyaloğa girebildiği yegane insan olan kardeşi theo'ya duygularını anlatmasını sağlayan en önemli araç yine mektuplar.

theo'ya son günlerinde yazdığı mektuplarından birinde "sana yük olduğum için beni sevimsiz bulduğuna dair bir korku var içimde." diyor.

diğer pek çok şeyle birlikte sözünü ettiği bu korku, 27 temmuz 1890 günü, resim yapmak için gittiği auvers tarlalarından birinde, nereden edindiği bilinmeyen köhne silahı kalbine dayayıp tetiği çekmesine neden oluyor. 29 temmuz'daki ölümüne dek yanı başında yine theo hazır bulunuyor. bu olay, onun için de sonun başlangıcı. ağabeyinin ölümünü izleyen altı ay boyunca ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan theo, ocak 1891'de hayata veda edince hikaye bitiyor. theo'nun eşi, kocasının mezarını vincent'inkinin hemen bitişiğine taşıtınca ikilinin bağı, dostluğu ve öyküsü, dünyaya yavaş yavaş yayılıyor.

resimleriyle konuşan, arta kalan zamanlarda da kardeşine mektuplar yazan vincent'in yapmak istediği şey epey geç kavranır: "resmini satmak, sergi açmak, üne kavuşmak değildir derdi; anlaşılmaktır." kendinden duyduğu kuşkuyu dengeleyecek, ona güven verecek bir ilgi. yalnızca bu.

16 mayıs 1882'de yazdığı mektupta bir dolu lafın arasına şöyle bir cümle sıkışır: "insan öldükten sonra dirilir." buğday tarlasında kalbine sıktığı kurşunun ardından başlayan süreci anlatmaya yeter de artar bu cümle; o da başka pek çoğu gibi vincent'in ölümünden sonra gerçek anlamını bulur.

14.04.2016

daktiloya çekilmiş şiirler

nilgün marmara



hiç kullanılmamış bir zamanın göz kapaklarını açıyorum

aşağılık belirtileri sahipliğin, birleştirdi
ne geceyi ne gündüzü
kölelik yetişemedi aralık paylarına sevincin

"biz rengin değil
ara rengin peşindeyiz"

gerçek bilinsin, diliyoruz
düz, eğri, çapraz ya da değirmi
güzeldir açığa çıkışı yüreğin
sen bil ki, ben de seveyim

ve doğruluruz her karanlıkla
sarsılmanın yakın imgesinde

yabancıların en yakınıydın sen

yüreğin burkulması
göz dayanıksızlığı
aşk azlığı

açılır ve kapanmaz
tarihin yakut yarası

aşk küçük bir kilimdir
duvarlarıyla sayılan küçük bir deniz

gerçek yasaktır

"ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım"

çocukluğun kendini saf bir biçimde
akışa bırakması ne güzeldi
yiten bu işte

çok kullanılmış bir zamanın gözlerini kapattım

yüzler

ece temelkuran

inanmış insanların yüzleri birbirine benzer.

benim evim sensin. birlikte yaşanan hikayeler, insanları birbirinin evi yapar.

insanlar yerinden kıpırdamıyor. kimse gitmiyor. uzakta başka bir dünya. sanki bize daha ait bir dünya var da. gerçek anlamda gitmiyor yani kimse, hiçbir yere. her şey gitmeyelim diye kurgulanmış sanki. facebook, google map. ne bileyim think-tank'ler.

insan nasıl yaşıyorsa öyle sevişiyor.

değiştirirken değişmeyi, kaybolmayı ve yok olmayı göze alacaksın. yardım ettiğin insanların sana yardım etmesine izin vereceksin. eşitleneceksin yani. tamı tamına, sonuna kadar eşitleneceksin. o zaman değişiyor insanlar. yeni bir biçim alıyorlar.

kavganın tek bir kuralı vardır: öfkesi daha büyük olan, eninde sonunda kazanır.

kadınlar avcılarla birlikte olmak ister. kabul edin ya da etmeyin bu böyledir. hiçbir kadın bir çiftçiye aşık olmaz.

bir kadının boynu, en uzun cümlesidir. sessiz, beyaz, uzayıp giden ama hep konuşan bir cümle.

on-on bir yaşında bir çocuğun babası bir bombalamada öldürülüyor. çocuk hizbullah'tan abilere gidiyor. çocuk kuran okuyor. çocuk eğitimde. çocuk aniden kamuflaj, haki kıyafetler giyiyor. çocuğun elinde bomba. çocuk koşuyor ve bomba patlıyor.

13.04.2016

iii. richard

william shakespeare


söz, derdin avukatı
müşterisi adına nefes tüketmek işi
iz bırakmadan ölüp giden hoşlukları dile getiren kayıt memuru
zavallıların çektiği çilenin soluyan temsilcisi
söze her zaman yer olmalı. başka işe yaramasa da
yüreğini rahatlatır insanın

keder insanın düzenini altüst eder
uyku saatini şaşırtır
geceyi sabaha çevirir, öğleyi geceye
anlı şanlı prenslerin hayatı dışardan ihtişamlı görünür
ama ne hengameler kopar içlerinde
hayali mutluluklar peşinde koşarken
çoğu zaman huzur yüzü görmezler bu dünyada
aslında ister şanlı olsun ister olmasın
insan hep aynı; tek fark, azametli görünüş

başında çocuk olan memleketin hali yamandır

hava bulutlandı mı, aklı olan paltosunu giyer
yapraklar düşüyorsa kış yakındır
güneş batınca, arkadan gece gelmez mi
zamansız fırtına kıtlık işaretidir

narin bitkiler zarif olur; kaba otlar çabuk büyür

içten duyguların en güzel ifadesi sade dille olur
duygular içten değilse, sade dil kaba kaçar

erken gelen baharın yazı kısa olur

gerçek ümit kuş gibidir; kanat açıp uçtuğunda
kralı ilah yapar, sıradan insanı da kral

çağdaş bireycilik

zygmunt bauman

erich fromm'un özlü ifadesiyle "sevgi esas itibariyle almak değil vermektir."

eğer sevgi, tam da doğası gereği, sevgi nesnelerini (bir kişi, bir grup insan, bir dava) doyum mücadelesinde bir araya getirme, bu kavgada onlara yardım etme, bu mücadeleyi destekleme ve savaşçıları kutsama eğilimi anlamına geliyorsa, o zaman "sevmek", sevgi nesnesi uğruna kişisel kaygıyı terk etmeye hazır olmak, kendi mutluluğunu sevilen nesnenin mutluluğunun bir yansıması, bir yan etkisi kılmak demektir.

aynı nedenle (iki bin yıl sonra lucanus'u tekrarlayacak olursak) "talihe rehin vermek" de demektir. severek, talihi kadere dönüştürmeye çalışırız. ancak sevginin isteklerini, ordo amoris'in mantığını izleyerek kaderimizi talihe rehin veririz. görünüşte ihtilaflı olan bu iki eğilim gerçekte yapışık ikizler gibidir ve ayrılamazlar.

ehrenreich ve english'ın işaret ettiği gibi: "eski bağların artık çözüldüğü post-romantik dünyada önemli olan tek şey sizsiniz. olmak istediğiniz şey olabilirsiniz; yaşamınızı, çevrenizi, hatta görünüşünüzü ve duygularınızı seçebilirsiniz. eski koruma ve bağımlılık hiyerarşileri yok artık, yalnızca özgürce son verilen özgür sözleşmeler var. uzun zaman önce üretim ilişkilerini içine alarak genişleyen piyasa şimdi bütün ilişkileri içerecek şekilde genişlemiştir."

gilles lipovetsky çağdaş bireyciliğe ilişkin, açıkça şunu söylüyor: "fedakarlık kültürü artık ölmüştür. kendimizden başka bir şey uğruna yaşamanın yükümlülükleriyle kendimizi belirlemeyi bıraktık."

dünyanın yönetilme biçimiyle ilgili kaygının yerini, kendi kendini yönetme kaygısı aldı. bizi üzen ve kaygılandıran şey, bütün sakinleriyle beraber dünyanın hali değil; dünyadaki zorbalıkların, saçmalıkların ve adaletsizliklerin, kaygılı bireyin iç huzurunu ve psikolojik dengesini bozan ruhsal sıkıntılar ve duygusal sarsılmalar şeklinde yeniden dolaşıma girmesinin ürünü olan şeylerdir.

özgüven ve özsaygı olarak geri tepen, kişinin toplumsal mevkisinin "güvenliğine duyulan iştahı" dayandıracak -şahsen sahip olduğumuz ve elde edeceğimiz kişisel varlıklar dışında- pek bir şey mevcut olmadığından, kabul görme isteğinin "toplumun her yerini sarmış olması" çok doğal, diyor jean-claude kaufmann: "herkes umutsuzca başkalarının gözlerinde onay, hayranlık ya da sevgi arıyor gayretle."

unutmayalım ki başkalarının "onay ve hayranlığı" ile sağlanan özsaygının temellerinin zayıf olduğunu da bilmeyen yoktur. gözlerin kaydığı malumdur ve onların çevrildiği ya da gezindiği şeyler de tahmin edilmesi imkansız bir şekilde eğilip bükülmeleriyle meşhurdur. dolayısıyla, "gayretle arama"nın itici gücü ve zorunluluğu gerçekte asla sona ermez.

günümüzdeki teyakkuz halinin ılımlılığı, dünün onayını ve övgülerini yarının suçlaması ve alayına dönüştürebilir pekala. tanınmak, bir bahis oyunundaki karton tavşan gibidir: devamlı köpekler tarafından kovalanır; ama asla pençelerine düşmez.

hayat yollarında

panait istrati

eğitimciler çoğunlukla çocuk ruhundan bir şey anlamaz, çocukları trampet sesleri ve kırbaçla yürütürler.

kavga, ondan zevk alan için bir canlılık belirtisidir. bir düşünce uğrunda savaşmak, bir duygu, bir aşk ya da bir çılgınlık uğrunda savaşmak; ama bir şeye inanarak savaşmak: işte hayat. savaşın gerekliliğini duymayan, insan hayatı değil, bitkisel hayat yaşıyor demektir.

kurulmuş bir nüfuz, zayıfların gözünde sınırsız bir güç gibi görünür; buna boyun eğer ve katlanırlar. ulusların zorbaların bütün kötülüklerine sabretmeleri de bu yüzden değil midir?

zalimlerin milyonlarca insanı hükümleri altında tutmaları birtakım sözde erdemleri yüzünden değil, sadece ezilenlerin korkularındandır.

bir felaket tek başına gelmez derler ya, galiba mutluluk da bazen katmerli oluyor; yoksa hayat çekilmez bir yük olurdu.

herkes çalar, elinden gelen herkes! hiç kimse elinin emeğiyle bir koca gemi ya da bir gazoz fabrikası kuramaz.

ah o dostluk! onlara lanet etmiyorum, ama can ciğer dost kalarak, dostluğa büyük değer vererek bir yandan da ne cinayetler işleriz biz!

karı dediğin güneş gibidir, ne fazla uzakta dur ne çok yakınına git. hem karı, hem de gemi sahibi olmaya kalkarsan eninde sonunda birinden biri seni denizin dibine gönderir.

ah! sevilen bir dosttan ayrılmak ne güç şeydir!

yaşanmış bütün düşlerin bilançosu felaketlerle kapanır. böyle olması da yerindedir. yoksa dünya düş kurucularla dolup taşardı.

hayatın bize sevdirdiği şeyler ne kadar çeşitlidir ve arzunun doğurduğu cesaret ne yılmaz şeydir!

insan makinesini harekete geçiren her şey iyidir.

güzellik yalnız bizim hayalimizdedir. insan peşinden koştuğu hedefe varsın ya da varmasın, uğradığı düş kırıklığının tadı hemen hemen aynıdır. zaten sonuçlar hep birbirine benzer. arzuları ölçüsüz adam için önemli olan taraf savaştır, arzuları devam ettiği sürece kaderiyle giriştiği savaştır. işte bütün hayat, düş kurucunun hayatı budur.

12.04.2016

istasyon

botho strauss

bir adam, terk edilmiş bir istasyonda oturup treninin gelmesini boşuna beklediğini ne zaman fark eder ki?

memlekette, gişesi mukavvayla kapalı, büfesinin storları inik, ne gazete ne bilet satılan, memursuz, bekçisiz; ama yine de köyleri bölgenin kentine bağlayan bir trenin günde bir ya da iki kez uğradığı pek çok istasyon vardır.

oysa, istasyon binasının salonundaki camlı çerçevede asılı tarife de yok şimdi. cam zaten kırılıp gitmiş, çerçevenin içindeyse bir birahanenin reklam pulları bulunuyor. koca koca dış seyahat afişleri ya boydan boya yırtık ya da politik yazı püskürtmeleriyle kaplı. bu istasyonun hala işlediğine yönelik en küçük bir belirti yok ortalıkta. ama bitkin yolcu, sırt çantasını çıkarıp süprüntü yığınını kenara iterek bir bankın üstüne ille de oturmuş işte. her ihtimale karşı treninin gelmesini ve durmasını bekliyor. ilk bir saat içinde, önden hiç anons edilmeksizin bir yük treni ve ardından bir ekspres, homurtuyla gelip geçiyor. ama bekleyen adamı zerrece şaşırtmıyor bu ve bekleyişinde herhangi bir kuşku da doğurmuyor. bir başına saatlerce yürüdükten sonra nihayet istasyona varmıştır. ve bağlantılı herhangi bir yerleşim yeri bulunmaksızın, çift hat yanında öylece duran bu bina, kendisini rahatça evine ulaştıracak doğru bir yere geldiğinin yeterli güvencesidir. kaldı ki mantıksız da değil, kesin bir sakat yargıyı izlemektedir o: hiçbir tren durmuyor olsa böyle açık bir istasyon da olmazdı; yorgun yolcuların umuda kapılmaması için hiç değilse kilitli olurdu.

her neyse, adam oturmayı sürdürür ve kendi treninin er geç gelip duracağına inancı hiç sarsılmaksızın saatler boyu bazı trenlerin durmadan geçişini dinler. çünkü karasu inmiş ayaklarını biraz dinlendirmek için bir bekleme salonuna varıp da mekanın niteliğine karşın burada beklemenin artık hiçbir işe yaramadığına inanmak oldukça zor; hatta belki de imkansızdır bile. kaskatı bankın üstüne uzanır, sırt çantasını şakaklarının altına sokar. istasyonun koca binası içinde uykuya dalar. o içindeki köklü sabır ve evine gitmekten ibaret olan tek kaygı sayesinde, tüm duyularını, kendisine sıkıntı verebilecek ve havasını bozabilecek her çeşit ayrıntıdan uzak tutmayı başarmıştır.