1.01.2016

laura

margaret atwood

laura'nın dünyaya gelmeye karar vermesi uzun zaman aldı, demişti reenie. doğmanın akıllıca bir iş olup olmadığına karar veremiyordu sanki. başlarda zayıf, hastalıklı bir bebekti, az kalsın kaybediyorduk onu. sanırım hala tam karar verememişti. ama sonunda bir denemeye karar verdi, hayatı yakaladı ve iyileşti.

laura'nın doğumundan sonra annem her zamankinden daha yorgun bir kadın oldu. irtifa kaybetti, direncini yitirdi. iradesi zayıfladı, günlerini sürüyerek yaşıyor gibiydi. daha fazla dinlenmeye ihtiyacı var, diyordu doktor. iyi değil, diyordu reenie, çamaşıra yardıma gelen bayan hillcoate'a. sanki elf cinleri eski annemi kaçırıp götürmüşler, yerine bu daha yaşlı, daha gri, pörsümüş ve cesaretini kaybetmiş kadını bırakmışlardı. daha dört yaşındaydım o zaman ve annemdeki bu değişiklikten korkmuştum, kucaklanmak ve güven tazelemek istiyordum ama annemin bunu verebilecek enerjisi yoktu artık.

bağırıp çağırmalıydım. sinir nöbetleri geçirmeliydim. ağlamayan bebeğe meme verilmez, gıcırdamayan tekerleği yağlamazlar, derdi reenie.

laura kolay bir bebek değildi, huysuz olmaktan çok vesveseli bir bebekti. çocukluğu da kolay geçmedi. gardırop kapakları, yazı masası çekmeceleri ürkütürdü onu. sanki sürekli bir şeye kulak kabartır gibiydi, uzaktan ya da döşemenin altından gelen, sessizce yaklaşan bir şeyi, bir rüzgar trenini dinler gibi. sürekli krizler yaşardı, ölmüş bir karga, ezilmiş bir kedi ya da gökyüzünde karanlık bir bulut görse ağlamaya başlardı. öte yandan, fiziksel acıya karşı acayip bir direnci vardı: ağzını yaksa ya da bir yerini kesse, kural olarak ağlamazdı. onu mutsuz eden şey kötü niyetti, evrenin kötü niyeti.

sokak köşelerinde takılan sakat savaş gazilerinden, aylak insanlardan, kalem satıcılarından, dilencilerden, hiçbir iş yapamayacak kadar perişan insanlardan ürkerdi. tahta bir kutunun içinde kendini sürükleyerek giden bacakları kopmuş, sert bakışlı, kırmızı yüzlü o adam ödünü kopartırdı. kimbilir, adamın gözlerindeki öfkeydi belki onu korkutan.

bütün çocuklar gibi, laura da kelimelerin gerçek anlamlarıyla söylendiğine inanırdı ama bunu aşırıya götürürdü. "yok ol" ya da "git kendini göle at" diyecek olsanız, sonucuna katlanmak zorunda kalırdınız. "laura'ya ne söyledin? hiç öğrenmeyecek misin?" diye azarlardı beni reenie. ama reenie'nin kendisi de tam olarak öğrenememişti. bir keresinde, o kadar soru sormasın diye, dilini tut biraz, demişti de, laura günlerce yemek yiyememişti.

laura, annemin çocuğuydu. bazı bakımlardan, aynı sofuluğu taşırdı; yüksek, temiz bir alnı vardı.

geceleri laura odama girip beni sarsarak uyandırır, yanıma yatardı. uyuyamıyordu: tanrı yüzünden. annemin cenazesine kadar laura'yla tanrı'nın arası gayet iyi olmuştu. annemin bizi gönderdiği ve sonrasında reenie'nin de prensip olarak göndermeye devam ettiği metodist kilisesi'nin pazar okulu'ndaki öğretmen, "tanrı sizleri sever" diyordu. laura buna inanıyordu. ama artık emin değildi.

tanrı'nın bulunduğu yeri tam olarak bilmek istiyordu. öğretmenin kabahatiydi bu çünkü tanrı her yerdedir, demişti. şimdi laura bilmek istiyordu: tanrı güneşte miydi, ayda mıydı, mutfakta mıydı, banyoda mıydı, yatağın altında mıydı? laura, hiç beklemediği bir anda tanrı'nın birden karşısına çıkmasını istemiyordu, başımıza getirdiği son olaydan sonra laura'nın bundan korkması anlaşılır bir şeydi. "ağzını aç, gözlerini kapa. sana büyük bir sürpriz vereceğim" diyordu reenie, arkasında bir kurabiye saklayarak. ama laura artık bunu yapmak istemiyordu. gözlerini sürekli açık tutmak istiyordu. reenie'ye güvenmediği için değil, artık sürprizlerden korktuğu için.

tanrı herhalde süpürge dolabındaydı. en muhtemel yer orası gibi görünüyordu. dolabın içinde acayip davranışlı ve muhtemelen tehlikeli bir amca gibi gizleniyordu. ama laura onun her an orada olup olmadığından emin değildi; çünkü dolabın kapağını açmaya korkuyordu. "tanrı sizin yüreğinizdedir." demişti pazar okulu öğretmeni ve bu daha da kötüydü. çünkü tanrı süpürge dolabında olsa, bir şeyler yapılabilirdi, örneğin kapısını kilitlemek gibi.

laura'ya en çok uyuduğu zamanlar şefkat duyardım. ağzı biraz aralık, kirpikleri hala ıslak olduğu zaman. huzursuz uyurdu, uykusunda inler ve tekme atardı, bazen horlardı ve uyumama engel olurdu. yataktan kalkar, ayak uçlarıma basarak pencereye gider, dışarısını seyrederdim. gökyüzünde ay olduğu zamanlar, çiçek bahçesi gümüşsü gri bir renk alırdı, sanki bütün çiçeklerin renkleri solmuş gibi. havuzun kenarında, karanlıkta boyu kısalmış taştan peri heykelini görürdüm, zambak havuzuna ay'ın şavkı vururdu, peri kızı havuzun soğuk ışığına ayak parmaklarını daldırırdı. soğuktan ürpermiş halde tekrar yatağa dönerdim ve perdelerin hareket eden gölgelerini seyrederek ve uykudaki evin çıtırtılarını ve homurtularını dinleyerek yatardım. ne kabahat işlediğimi düşünerek.