29.04.2015

uzun lafın kısası

andre malraux: insani saygınlık dediğimiz şeyin temelinde ıstırap vardır.

bertrand russell: şimdi, dünyada genellikle 100 yıl öncekinden daha az özgürlük bulunmaktadır.

halil cibran: sevgi; ışıktan bir elin, ışıktan bir sayfaya yazdığı, ışıktan bir sözdür.

oscar wilde: erkekler yorulunca evlenirler. kadınlar ise sırf meraktan evlenirler. sonunda her iki taraf da hayal kırıklığına uğrar.

yusuf atılgan: huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktur.

alexandre dumas: zavallı insanlığın övünçlerinden biridir bu: herkes kendini yanında inleyen ve ağlayan bir başkasından daha mutsuz sanır.

christine arnothy: kabalık bir çeşit zeka yoksunluğudur.

konfüçyüs: bütün gün kafasını iyi şeyler üzerinde çalıştırmayıp da yalnızca yemeği düşünen bir insanla anlaşmak güçtür.

mehmet eroğlu: hüznün ilacı yok. insanı bir kez ele geçirdi mi, eninde sonunda çürütür.

tennessee williams: kültürlü, zeki ve iyi terbiye görmüş bir kadın, bir adamın hayatını inanılmaz derecede zenginleştirebilir.

zygmunt bauman: hükmedilenlerin akılsallığı daima hükmedenlerin silahıdır. 

sadi şirazi: önceleri, kalpleri mana aleminin gizemleriyle dolu, görünüşleri perişan ama içleri düzgün insanlar vardı. şimdiyse içleri perişan, görünüşleri düzgün insanlar türedi.

28.04.2015

the life of david gale

alan parker

doğru diye bir şey yoktur. sadece bakış açıları vardır.

starbucks'tan daha fazla kilise olduğunda dindar bir bölgede olduğunu anlarsın. ve starbucks'tan daha fazla hapishane olduğunda.

bu dünyada bir sürü hasta ruhlu insan var.

asla menüde yiyeceklerin resmi olan bir yerde yemek yeme.

aktif dinleyicilerden nefret ederim. dinliyormuş gibi yapmakla o kadar meşguldürler ki ne dediğini duymazlar.

eğlenceli olan tek gerçek, birinin saklamaya çalıştığı gerçektir.

winston churchill: 30 yaşındayken bir liberal değilseniz kalpsiz birisiniz demektir. eğer 40 yaşında hala liberalseniz beyinsiz birisiniz demektir.

eğer kendine saklarsan nefretin bir anlamı kalmaz.

şu kaybedenlere bakın! köylüler, fahişeler, uyuşturucu bağımlıları, şizofrenler! onlar katil! ölmeleri kimin umurunda? çark sürekli dönmeye devam ediyorsa bu kimin umurunda?

bütün hayatımızı ölümü durdurmaya çalışarak geçiriyoruz. yemek yiyerek, icat ederek, severek, dua ederek, savaşarak öldürerek. ama ölüm hakkında gerçekten ne biliyoruz ki? sadece hiç kimsenin geri gelmediğini. ama hayatta öyle bir nokta geliyor ki o an zihin bütün arzuları ve tutkuları yeniyor. alışkanlıklar hayallerden ağır basıyor. ve kayıplar.. belki de ölüm bir armağandır. 

gandhi: eski göze göz yasası hepimizi kör eder. 

hayata saygı her şeydir. birini öldürdüğünüz zaman onun ailesinden çalarsınız. sadece sevdikleri birini değil, aynı zamanda insanlıklarını da. kalplerini nefretle katılaştırırsınız. tarafsız olabilme kapasitelerini onlardan almış olursunuz. onları kana susamaya mahkum edersiniz. bu zalimce ve dehşet verici bir şeydir. bu nefret asla yapıcı olamaz. zarar verilmiştir artık. istediğimiz eti aldıktan sonra hala doymak bilmeyiz. infaz evinden öldürücü enjeksiyonun onlara fazla olduğunu mırıldanarak çıkarız. medeni bir toplum eninde sonunda katı gerçekle yüzleşecektir. intikam almak isteyen kişi iki mezar birden kazar.

26.04.2015

kırmızı ayakkabılar

clarissa pinkola estes

insan, kendi eliyle yaptığı hayattan vazgeçtiğinde öyle bir anlam kaybı yaşanır ki, o zaman psişenin, doğanın, kültürün, ailenin ve bu gibi değerlerin, mümkün olan her şekilde zedelenmesine izin verilmiş olur. doğaya verilen zarar, insanların psişelerinin sersemletilmesi ile el ele gider. ikisi birbirinden ayrı değildir ve ayrı olarak da görülemez.

sarsıcı ve istismarcı olan şeylerin normalleştirilmesine karşı çıkmanın yolu, zedelenmiş içgüdülerin onarılmasıdır. içgüdü onarıldıkça, onun bir parçası olan vahşi doğa geri döner. bütün hayat, işkenceye ve anlamsızlığa dönüşene kadar kırmızı ayakkabılarla dans ederek ormana girmek yerine, el yapımı hayata, tümüyle özenli hayata geri dönebiliriz; kendi ayakkabılarımızı yeniden yapabiliriz, kendi yürüyüşümüzü yürüyebiliriz, kendi konuşmamızı konuşabiliriz.

birçok kadın, bir tutsaklık durumunda bir ölçüde kendini idame ettirebilir; ama bir yarı hayat ya da dörtte bir hayat, hatta n'de bir hayat yaşar. idare edebilseler de, hayatlarının sonuna doğru giderek çoraklaşabilirler. kendilerini çaresiz hissedebilirler ve çoğu zaman hiçbir insanın yardıma gelmemesi üzerine durmadan ağlayan bir bebek gibi ölümcül bir suskunluğa gömülebilir ve umutsuzluğa düşebilirler. ardından yorgunluk ve boyun eğiş gelir. kafes kilitlenmiştir.

kişiyi özgürleştiren, bir şey olmak değil, o şeyi takdir etmektir. sizi, kara koyun, başıboş buzağı, yalnız kurt diye çağırırlarsa sinmeyin ve kendinizi küçültmeyin. anlayışı kıt olanlar, uyumsuzların toplum üstünde yıkıcı bir etkileri olduğunu söylerler. ama yüzyıllar boyunca kanıtlanmıştır ki, farklı olmak toplumun kıyısında durmak demektir; özgün bir katkı, kültürüne yararlı ve şaşırtıcı bir katkı yapmayı neredeyse garantilemek demektir. rehberlik aradığınızda küçük yüreklilere asla kulak vermeyin. onlara karşı nazik olun, onları kutsamalara boğun, hoş tutun; ama öğütlerini dinlemeyin. eğer size bir ara meydan okuyan, adam olmaz, şımarık, kurnaz, asi, itaatsiz, isyankar denmişse doğru yoldasınız demektir.

birçok yaratıcı kadının hayatı bu örüntüyü izlemiştir. janis joplin, genç bir kızken küçük kasabasının geleneklerine uyum göstermeye çalıştı. sonra bir parça isyan kırıntıları gösterdi, geceleyin tepelere çıkıp oradan yüksek sesle şarkılar söyledi, sanatçı tiplerle düşüp kalktı. annesiyle babasının, kızlarının davranışlarını açıklamak üzere okula çağrılmasının ardından ikili bir hayata başladı: dışarıdan bakıldığında uslu davranıyor; ama geceleri caz dinlemek için gizlice eyalet sınırından geçiyordu. üniversiteye devam etti, çeşitli madde alışkanlıkları yüzünden hastalandı, "düzeldi" ve normal davranmaya çalıştı. zamanla tekrar içmeye başladı; küçük, berbat bir grup toparladı, ara sıra uyuşturucu maddelere geri döndü ve kırmızı ayakkabılara adamakıllı bağlandı. yirmi yedi yaşında, aşırı dozda uyuşturucudan ölene kadar dans edip durdu.

bir kadın, aşırı zevkin, öfkenin ya da inkarın ortaya çıkardığı yaraları ve ihaneti bir ömür boyu telafi edemeyebilir.

süregiden olumsuz düşünceler, kötü ilişkiler, istismarcı durumlar, uyuşturucu ya da alkol gibi şeyler kırmızı ayakkabılara benzer ve insan bir kere bunların eline düştü mü kurtulması zordur. evet, kırmızı ayakkabılardan kopmak acı vericidir. ama bağımlılıktan bir kere tümüyle bağımızı koparmak tek umudumuzdur. mutlak kutsamayla dolu olan bir kopuştur bu.

25.04.2015

çağdaş türk şiiri antolojisi

memet fuat


"ölüm sürüye katılmaktır"

ben büyük rüzgarları severim, büyük olsun
aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun
insan bir yanınca kerem misali yanmalı
uykudan bile mahşer günü uyanmalı
(ahmet muhip dıranas)

ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi
(yahya kemal beyatlı)

ölüm bir kez çalar kapıları
doğumdan öncesi, ölümden sonrası yalan
(ilhami bekir tez)

ölüm geliyor aklıma birden ölüm
bir ağacın gövdesine sarılıyorum
(cemal süreya)

sınırlamıyor beni sevda
yalnız senin görüntünle
ne sendeki güzelliğe bağımlı
ne benim duygularıma tutsak
birlikte omuzladığımız dünya
zincirleri yok kafamızda
yalnız birbirimizi düşünmenin
birlikte ürettiğimiz sevinç
çürüyüp giderdi çoktan
paylaşmasaydık başkalarıyla
(kemal özer)

bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
birinciliği beyaza verdiler
(özdemir asaf)

en güzel, en bahtiyar, en aydınlık, en temiz
ümitler içindeyim, çok şükür öleceğiz
(ziya osman saba)

bir de gördüm ki insanmış her ne var alemde
meğer her şeyin aslı astarı insanmış
insan alemde hayal ettiği müddetçe değil
insanları sevdiği kadar yaşarmış
(bedri rahmi eyüboğlu)

kimse anlamaz derdimi
ben uzaklarda olmalıyım, çok uzaklarda
bir yakınım öldü mü
(behçet necatigil)

kuşçu amca
bizim kuşumuz da var
ağacımız da
sen bize bulut ver sade
yüz paralık
(oktay rifat/orhan veli)

bir tencere kaynar ocakta
et mi kaynar, dert mi kaynar
bilinmez
(mehmed kemal)

durakta üç kişi
adam kadın ve çocuk
adamın elleri ceplerinde
kadın çocuğun elini tutmuş
adam hüzünlü
hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü
kadın güzel
güzel anılar gibi güzel
çocuk
güzel anılar gibi hüzünlü
hüzünlü şarkılar gibi güzel
(cemal süreya)

diyecekler ki arkamdan
ben öldükten sonra
o, yalnız şiir yazardı
ve yağmurlu gecelerde
elleri cebinde gezerdi
yazık diyecek
hatıra defterimi okuyan
ne talihsiz adammış
imanı gevremiş parasızlıktan
(muzaffer tayyip uslu)

insanlara tezgahlara kağıtlara kolaydı
biz bu kadar eğilmezdik çocuklar olmasaydı
(behçet necatigil)

bir şair kendinden başka
nereye gidebilir ki
(arif damar)

kanlı hesapları vardır
kıyamete kadar sürecek
ölümle şairlerin
kimbilir nerden bilecek
ne çığlıklar geçer daha dünyadan
attila ilhan gibi
(attila ilhan)

gemiler geçiyor, sanki şakacıktan
gidiyorlar mı, geliyorlar mı belli değil
kuşlar uçuyorlar mı düşüyorlar mı belli değil
düşe kalka mırıldanmalarla
ölüyorlar mı yaşıyorlar mı
belli değil
(özdemir asaf)

giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
bir yankı: durmadan yalnızsınız
durmadan yalnızsınız
(edip cansever)

ah, kimselerin vakti yok
durup ince şeyleri anlamaya
(gülten akın)

bir gün sana gene yollarda rastlasam
birlikte kır kahvelerine gitsek
konuşmasak
(cevat çapan)

düşmanlarımı bağışlıyorum
daha çok seviyorum dostlarımı
her uyanışımda
(ataol behramoğlu)

biliyorsun ben hangi şehirdeysem
yalnızlığın başkenti orası
(cemal süreya)

kendi sesinden tanır kışın geldiğini, kavak ağacı
bir parça kopar gibi buluttan
savrula döne iniyor denize martı
(güven turan)

geçiyorum kentin küçük sokağından
evler yeni bir yolculuktaki gibi taşın
çınlayan ıssızlığı siste nemli bodrumlar
yaşamaların pası denize uzanan
dağılan gökyüzü ötelerde
ey yitik ada ey yüreklerin eskidiği yer
balkonlardan çatılardan inen düşünce
(sabri altınel)

24.04.2015

sokratik yaşam

zygmunt bauman

yaşam sanatı üzerine felsefi fikirlerden oluşan yetkin bir incelemede alexander nehamas, avrupalı filozofların sokrates'in şahsından, daha doğrusu ksenofon ve platon'un onun sıradışı yaşam tarzına ilişkin ortaya koyduğu renkli portresinden gizemli bir şekilde büyülenmelerini ortaya koyup açıklamaya çalışır.

bu iki yazarın ölümsüzleştirdiği düşüncelerin hiçbirini sokrates'in kendisi yazmamıştır. sokrates, kendisi haline nasıl geldiğinin nedenlerini bildirmekten kaçınmıştır. nehamas'ın dile getirdiği gibi, sokrates "kendisi hakkında inatla susmuştur."

modern çağın en güçlü düşünürleri ve onların müritleri, hem politik bağlılık duygusu ve değerlerine hem de dünyayı algılayışları ve felsefenin görevine ilişkin keskin ve esaslı farklılıklara rağmen, platon'un sokrates'ini anlamlı ve vakur bir yaşam modeli olarak seçmekte mutabıktılar. üstelik hepsi de aynı nedenle onu seçmişti: sokrates'i -özellikle de platon'un ilk diyaloglarındaki sokrates'i- seçtiler çünkü bu antik bilge ve modern düşüncenin atası, tamamen "kendi kendini yetiştirmiş bir insan", özyaratım ve kendine güvenin erbabıydı. ancak kendi tercih ettiği varoluş biçimini, diğer bütün insanların öykünmesi gereken yegane kıymetli bir yaşam tarzı modeli olarak asla sunmadı.

platon, ancak savunma'dan başlayarak, son diyaloglarında, ani fikir değişimiyle, hem sokrates'in, seçtiği yoldan ayrılmamaktaki tutarlılığını hem de seçimin kendisini evrensel olarak taklit etmeyi salık vermeye başlamıştı. ancak, platon araştırmacıları arasında yaygın olan fikirlerle mutabık olan nehamas'ın belirttiği gibi, kendini sokrates gibi felsefeye adamanın saygın bir yaşam için tek reçete olduğuna okuyucularını inandırmak üzere platon'un başvurduğu savlar, hem ikna edici olmaktan uzak hem de yetersiz ya da kusurluydu ve karşı konması da görece kolay savlardı.

sokrates'i takip edilecek bir model olarak öneren büyük modern filozoflara göre, "sokrates'i taklit etmek" kişinin kendisini, kişiliğini ve/veya kimliğini özgürce ve özerk bir şekilde oluşturması demekti. bu, sokrates'in kendisi için yarattığı kişiliği veya kim oluşturmuş ve icra etmiş olursa olsun bir başka kişiliği kopya etmemek demekti. kişinin yaşamını "sokratik tarzda" yaşamasının anlamı, kendi kendini tanımlamak ve kendini ispatlamaktı; ayrıca yaşamın, erdemleri ve kusurlarından (tasarının hem tasarlayanı hem de uygulayanı olan) "müellif"in tek başına sorumlu olduğu bir sanat yapıtından başka bir şey olamayacağını kolayca kabul etmek demekti. başka bir deyişle "sokrates'i taklit etmek", sebatla taklidi reddetmek demekti; ne kadar değerli olursa olsun "sokrates"in -veya bir başkasının- kişiliğini taklit etmeyi reddetmek demekti.

sokrates'in tercih ettiği, titizlikle oluşturduğu ve emek vererek kendisi için geliştirdiği yaşam modeli, kendi kişilik tarzına mükemmel biçimde uymuş olabilir, ancak bu, sokrates'in yaptığı gibi yaşama önem veren herkese ille de uygun düşmez. sokrates'in kendisine kurduğu ve tereddütsüz, sebatla sadık kaldığı özgül yaşam tarzını körü körüne taklit etmek, onun mirasına ihanet etmek, mesajını yadsımak demektir. bu, insanların her şeyden önce kendi akıllarını dinlemelerine ve bu münasebetle bireysel özerklik ve sorumluluğa çağrıda bulunan bir mesajdır. böyle bir taklit, bir fotokopi makinesine ya da tarayıcıya uyabilir, ancak asla özgün bir sanatsal yaratımla sonuçlanmayacaktır; oysa -sokrates'in varsaydığı gibi- insan yaşamının hedefi özgün bir sanatsal yaratım olmaktır.

büyülü tohumlar

v.s. naipaul

erkekler asla birini tavlamak için kur yaparken olduklarından daha aptal veya şaşkın olamazlar. kadınlar onlarla özellikle dalga geçerler; gerçi aynı kadınlar onlara kur yapılmaması durumunda hayal kırıklığına da uğrarlar, o başka.

dünyadaki en rahatlatıcı şey ölümün kesinliğidir.

gandhi düşünceyle sezginin karışımıydı. her şeyin ötesinde, düşünce. o gerçek bir devrimciydi.

insanoğlu her şeye dayanır. gerçekte insan düşündüğünden çok daha dirençlidir.

bütün yaşamım boyunca edinmeye çalıştığım bir nitelik bu: hiçbir yeri evim olarak benimsememek; ama kendimi benimsemiş gibi göstermek.

hiçbir devrim bir sevgi hareketi olmaz.

başka insanların tuhaflıklarını görmek her zaman kolaydır. ama kendi tuhaflığımızı göremeyiz.

duyguları olan insanlar hiçbir zaman önceden hazırlanmış kalıplara sokulamazlar. bir makine aldığında yanında kullanma talimatı da verilir. insanlar böyle değil.

en etkili şeyler basit ve direkt olanlardır.

bazen bir fırtınada yaşlı, güzel ağaçlar devrilir. ne yapacağını bilemezsin. hissettiğin ilk duygu öfkedir. bir düşman aramaya başlarsın. sonra, ne kadar rahatlatıcı olsa da öfkenin anlamsızlığını çabucak kavrarsın; çünkü öfkeni yöneltebileceğin biri ya da bir şey yoktur çevrende. kaybınla başa çıkmak için başka bir yol bulman gerekir.

günahtan nefret edin; günahkardan değil.

gerçek her zaman kazanır. öfke bir insanın en büyük düşmanıdır. iyilik en büyük dindir. çalışmak ibadettir. şiddetten kaçınmak dinlerin en büyüğüdür.

insanları ancak aynı sofradan yemek yersen tanırsın.

22.04.2015

aşk

william shakespeare

alçak sesle konuşun aşktan söz ederken.

aşk törenleri tamamlanıncaya kadar zaman koltuk değnekleriyle yürür.

ne tuhaf değil mi, bir başkası aşka duçar olunca nasıl şaşkına döndüğünü gören, böyle çılgınlıkları alaya alan bir adam, aşk kapısını çalmasın, nasıl el alemin maskarası oluyor!

köpeğimin bir kargaya havlaması, bir erkeğin aşk yeminlerinden daha hoş gelir kulağıma.

aşk beni salak yapamaz. bir kadın güzelmiş, sıkı dururum. bir başkası akıllıymış, kılım kıpırdamaz. bir başkası erdemliymiş, umrumda olmaz. bütün erdemler bir kadında toplanmadıkça gözüme giremez. önce zengin olacak, bu kesin. güzel değilse yüzüne bakmam. akıllı değilse yanına varmam, iffetsizle işim yok. iyi huylu olacak, ne yapmalı güzel huy olmayınca! soylu değilse üstünde durmam, bir melek olsa bile. sözü sazı çekilir bir hatun. saç rengi kudretten.

21.04.2015

otobiyografi

judith rich harris

öz yaşam öykülerinin kuşkuyla karşılanmasını gerektiren ilk neden, belleğin her biçime girebilir bir şey olmasıdır. drew gilpin faust adlı tarihçinin gözlemlediği gibi, "hayatlarımızla ilgili olarak anlattığımız öykülerle kendimizi yaratırız; çoğu kez rastgele ve birbirinden kopuk görünen deneyimlerimize bir anlam, bir amaç kazandıran şey bu öykülerdir." ya da psikolog elizabeth loftus'un dediği gibi, "bellek her gün yeniden doğan yaratıcı bir olgudur. kendi zihninizde bir olayı yeniden kurgularken her seferinde boş yerleri doldurursunuz." onları içinde bulunduğunuz zamanki perspektif temelinde doldurursunuz; ama bu perspektif, o olay meydana geldiği zamankinden farklı olabilir.

öz yaşam öykülerini fazla ciddiye almamamızı gerektiren ikinci neden, insanların hem geçmişteki hem de şimdiki olaylara kendi kültürlerinin gözlüğüyle bakmalarıdır. hayat deneyimlerine anlam kazandıran öyküler, o öykülerin zaman ve mekanına ait kültürel mitolojilerin ürünüdür.

bir insan kendisinin neden öyle bir insan olduğunu her zaman bilemez ve kendi kültüründe onaylanan açıklamayı kolayca kabul eder. işin tuhafı bu dersi bize öğreten kişinin kendisinin bu dersi unutmuş olmasıdır.

özyaşamla ilgili anıları kuşkuyla karşılamak zorunda olmamızın son nedeni, insan zihninin nasıl işlediğiyle ilgilidir. bu konudaki kitabında steven pinker'ın belirttiği gibi, "insan zihni modüller ya da zihinsel organlar halinde yapılanmıştır; bunların her biri özel bir amaca uygun olarak biçimlenmiştir ve dünyayla etkileşimim belli bir alanında uzmandır."

bu organlardan bazıları -örneğin, insanların adlarını, yüzlerini, ayırıcı özelliklerini kaydetmekte uzmanlaşmış olanı- bilinçli zihnimizin kolayca ulaşabileceği bir düzeyde çalışır ama çoğu öyle değildir. bilinç düzeyinin altında çalışan bir zihinsel düzeneğin etkinlikleri belleğimizde fark edilir izler bırakmaz. bugün bizi biz yapan şeyleri bilemememizin nedeni, bizi biz yapan zihinsel düzeneklerin bazılarının yaptıkları işler konusunda bizi bilgilendirmemiş olmasıdır. baştan kodlanmamış bir şeyi hatırlayamayız.

20.04.2015

barbarları beklerken

konstantinos kavafis


büyüklükten sakın, ey ruhum
hırslarını yenemiyorsan eğer
kuşkuyla izle onları, dikkat kesil
ve ne kadar yükselirsen
o kadar uyanık olmalısın

ne talihsizlik, iyi ve önemli
işler için yaratılmışken
şu haksız alınyazın her zaman
cesareti ve başarıyı esirgedi senden
rezil gelenekler önünü kapamış olmalı
küçüklük ve kayıtsızlık

korku ve kuşkuya batmış
kafamız dağınık, gözlerimizde dehşet
umutsuzca bir çıkış bulmaya çalışırız
bir kurtuluş, yaklaşan açık tehlikeden
ama yanlış, o değil asıl üstümüze gelen
yalandı haberler
(belki tam duyamadık ya da duyduk da anlamadık)
aklımızın ucundan bile geçmeyen bir başka felaket
birdenbire olanca vahşetiyle çöker üstümüze
gafil avlayıp -vakit yok artık-
ezer geçer bizi

sonu bir yerlere yazılmış, yitmiş olmalı
belki tarih durmadı üstünde
haklı olarak, böyle ufak
bir olayı yazmak gereğini duymadı

yemin ediyor daha temiz bir yaşam kuracağına
ama gelince gece, kendi öğütleriyle
uzlaşmalarıyla, sözleşmeleriyle
gövdenin diriliğini de getirince gece
titreyerek arzudan gerisin geri dönüyor
bitkin ve yenik aynı ölümcül eğlencelere

özü ve sevinci yaşamamın anılarıdır o saatlerin
tensel hazzı gönlümce bulup koruduğum
özü ve sevinci yaşamımın, bildik aşkların
verdiği bütün doyumları geri çeviren

zamansız önlemler pişmanlık doğurur

her şeyden önce, az konuşan biriydi
derin bir adam olmalı, diyordu herkes
böylelerinin doğaldır az konuşması
ne derin bir adamdı, ne de başka şey
sıradan, saçmasapan biriydi

konuşamıyorsam da aşkımdan
söz etmiyorsam saçlarından, dudaklarından, gözlerinden
yüreğimde sakladığım yüzün
aklımda çınlayan sesin
düşlerime giren o eylül günleridir
veren biçimini, rengini sözlerime, cümlelerime
hangi konuya değinsem, hangi düşünce gelse dilime

en göze çarpmamış davranışlarımdan
en kapalı sözlerimden, yazdıklarımdan
yalnız onlardan anlaşılabilirim

öyle çok baktım ki güzelliğe
onunla dopdolu hayalim

uyuşturucu

irvine welsh

neden insanlar uyuşturucu kullandığınızı öğrenince birden kendilerinde sizi aşağılama ve yargılama hakkını görüyorlar ki? toplum, sıradanlığın dışında olduğunu fark ettiği insanları absorbe etmek ve değiştirmek için ilginç bir mantık kullanıyor. düşünün ki ben her şeyi biliyorum; ama yine de hayatın kısa olduğunun farkında olduğum için ot kullanmak istiyorum. seni bırakmazlar ki.. seni bırakmazlar; çünkü bu onların başarısızlıklarının bir simgesi olur. işin aslı, sen sadece onların sana önerdiklerini reddediyorsun hepsi bu:

bizi seç. hayatı seç. banka ipoteklerini seç, çamaşır makinelerini seç, otomobilleri seç, bir divana oturup televizyondaki sulu zırtlak, iğrenç programları seyretmeyi seç, ağzına rezil gıdalar tıkıştırmayı seç. çürüyüp gitmeyi ve yetiştirdiğin gerzek veletlere rezil olacak biçimde kendi altına etmeyi seç. hayatı seç.

eh, ben de yaşamayı seçmemeyi seçiyorum.

19.04.2015

kazanç

michael ruppert

kazanç elde edebilmek için sorun yaratmanız gerekir. hayat kurtarmak, bu gezegende denge oluşturmak, adaleti ve barışı sağlamak veya buna benzer diğer mevcut örneklerden kazanç elde edilemez. bu işlerde hiç kazanç yoktur. "bir yasa çıkar ve kendine bir iş kur" diye eski bir söz vardır. haiti'deki deprem nasıl iş alanı yarattıysa suç da aynı şekilde iş alanı yaratır. şu anda amerika'daki tutuklu insan sayısı kabaca 2 milyon civarındadır ve bunların birçoğu da özel şirketlerin işlettiği hapishanelerde bulunur. amerika wackenhut'taki corrections corporation (ıslah etme a.ş.) wall street'teki hisse senedi ticaretini hapishanesindeki insan sayısıyla orantılı yürütür. işte bu hastalıklı bir durumdur. ama bu, mevcut ekonomik modelin talep ettiği şeyin sonucudur.

bir milyon dolarım varsa ve bunu %4 faizle mevduata yatırırsam yılda 40 bin dolar kazanırım. topluma hiçbir katkım olmadan. ama, daha alt sınıftan biriysem ve arabamı ya da evimi krediyle almak zorundaysam borcu faiziyle öderim; bu faiz de o milyonerin %4 faizli mevduatına ödenir. bu şekilde inşa edilmiş parasal sistem, fakirden çalıp zengine veren bir dernek gibi işler. bugün dünya nüfusunun %1'i dünya mal varlığının %40'ına sahiptir.

18.04.2015

kumar

pascal

adamın biri, her gün ufak bir meblağ kumar oynayarak can sıkıntısından azade bir hayat sürüyor. her sabah, kumar oynamaması şartıyla, bu adama kazanabileceği kadar parayı verin, onu mutsuz edersiniz. kazancın değil, eğlencenin peşinde olduğunu söyleyenler çıkabilir. o halde, parasız oynatın. bu sefer bütün heyecanını yitirecek, oyundan sıkılacaktır. demek ki aradığı sadece eğlence değildir, renksiz ve tutkusuz bir eğlence ona bıkkınlık verecektir. oyundan heyecan duyması ve oynamamak karşılığı kabul edebileceği meblağı kazandığı takdirde mutlu olacağını hayal etmesi gerekir. yani bir şeyi tutku haline getirmesi, tıpkı kara çaldıkları yüzlerinden ürken çocuklar gibi, korkusunu, arzusunu ve öfkesini bu konuyla harekete geçirmesi gerekir.

17.04.2015

dilin üstündeki öküz

tristan tzara

umu, sonsuz umu, o her gülü de çınlayan evren. sana, sana dönüyorum durmadan o geçmiş tepelerin saatinde, boğuntuyla. o ağırlığı anıların, yitiğin yolunu bulmalı ve bütün çanlar sebillerini boşaltmalı. kimsenin bundan kuşkusu olmamalı. ılgımın daha küllere bulamadığı son unutu bu. bir bulut seviyi karartıyor, çiçeklerin, üzümlerin birkaç kuruşunu savuruyor. sağır bir yaşamın o ateş bağlarını, yakın.

16.04.2015

saçları

özdemir asaf


bilmiyorum ne vardı saçlarında
rüzgâr mı delice eserdi
gözlerim mi öyle görürdü yoksa
saçlarının her hali hoşuma giderdi

havuz

ahmet haşim

 
akşam yine toplandı derinde

cânân gülüyor eski yerinde
cânân ki gündüzleri gelmez
akşam görünür havz üzerinde

mehtab kemer tâze belinde
üstünde semâ gizli bir örtü
yıldızlar onun güldür elinde

15.04.2015

kıyıda

rabindranath tagore

sonsuz dünyaların kıyısında buluşur çocuklar.

uçsuz gök hiç çırpınmaz başlarının üstünde, tedirgin su gürültüyle çarpar. sonsuz dünyaların kıyısında çığlıklarla, oyunlarla buluşur çocuklar.

kumdan kurarlar evlerini, boş kabuklarla oynarlar. kayıklarını kurumuş yapraklardan örüp geniş mavilikte yüzdürürler gülümseyerek. oyunlarını dünyaların kıyısında oynar çocuklar.

yüzme bilmezler, ağ atmayı da. inci çıkarmaya dalar inci avcıları, tüccarlar gemilerinde gider -çakılları toplayıp dağıtırken çocuklar. aramazlar gizli hazineleri, ağ atmayı da bilmezler.

kahkahalarla kabarır deniz, kıyının gülümseyişi solgunca parıldar. ölüme karşı koyan dalgalar, çocuklara anlamsız türküler söyler, bebeğinin beşiğini sallayan anne nasıl söylerse. deniz çocuklarla oynar, kıyının gülümseyişi solgunca parıldar.

sonsuz dünyaların kıyısında buluşur çocuklar. rüzgar, yolu olmayan gökyüzünde gezinir, gemiler batar izi bulunmayan sularda. sonsuz dünyaların kıyısında o büyük buluşmaya koşar çocuklar.

lal masallar

murathan mungan

herkes kendi uçurumunu yüreğinde taşır.

her şeyin bir yüreği vardır. dağın, taşın, ırmağın. iş onu bulmaktadır.

bir bakışta kimse kimseyi kolay kolay anlayamaz.

ağanın, bey'in olduğu yerde, sevdaların acıya, ateşe, ayrılığa, yoksulluğa, zulme bulaşması mecburdur. her sevda hikayesi, sevda hikayesi olmaktan başka bir şeydir aslında. her sevdanın bir yanı da zulüm hikayesidir.

her yürek ses veren bir uçurumdur.

aşık kısmının diline zincir vurulmaz. aşık kısmı yürektekini söylemiyorsa eğer sazına namertlik ediyor demektir. sazın da sözün de hukuku vardır. saza da söze de yasak konulmaz. gün gelir o yasak, koyanını yer ilkin. sazın sözün hukuku ölüme yenik düşmez. 

yasak bir sevdaya at koşturanlar, dünyanın öteki ahvaline suskun kalmalı.

konuşan bir uçuruma inanmak, çoğu zaman birçok başka şeye inanmaktan çok daha az tehlikelidir.

aşık demek, yalnızca iyi saz çalmak, kudretli türkü söylemek demek değildir. aşık dediğin gönül toprağına tohum düşüren kişidir.

hayat diye bize yaşattıkları şey, koskoca bir sayıklama değil mi?

güzellik, bin bir lisan kullanır. dağ bin bir lisanla yazılmış uzun bir masaldır.

toprağı bölen, malı bölen, emeği bölen, sevdayı da bölecektir elbet. insanları birbirine yasak edecektir. insanların birbirine yasak olduğu yerde, her vahşet muteberdir.

ben bir şey önermiyorum. ben kendi yanılsamalarımı bile güçlükle koruyabiliyorum. başkalarınınkine hangi güçle, nasıl karışabilirim?

masalın yoluna çıkmak için gerçeğin yollarında can tüketmek gerekir.

her şeyi öylesine yitirdik ki.. bir daha dönmemecesine. belki de her şey geçmişte kaldı. bir daha yaşanamayacak olan o şey. biz işte onu yitirdik. her şey boşlukta silindi.

14.04.2015

hazlar ve günler

marcel proust

bazı esprili, şefkatli, doğal bir seçkinliğe sahip; ama alenen hiçbir ahlaksızlıkta bulunmasalar ve tek bir ahlaksızlıklarından söz edilemese bile her türlü ahlaksızlığa yatkın insanlarla hayat tuhaf şekilde kolay ve hoştur. esnek, esrarengiz bir yanları vardır. ayrıca sapıklıkları, gece bahçelerde gezinmek gibi, en masum eylemlerine bile bir çeşni katar.

kadınlar güzelliği anlamadan gerçekleştirirler.

aşırılık kendi başına zengin bir mizacın kanıtıdır.

duyuların arzuları bizi şuraya buraya sürükler; ama sonra ne kalır elimizde? vicdan azabıyla zihinsel israf. neşe içinde çıkar, çoğu kez üzgün döneriz, gecenin hazları sabahı kedere boğar. aynı şekilde duyuların mutluluğu da önce hoşa gider; ama sonunda incitir ve öldürür.

bacağı kesilmiş bir adam hayatı boyunca eksik uzvunda bir ağrı hisseder.

bugünün paradoksları yarının ön yargılarıdır.

kimi hatıralarımız vardır ki hafızamızın hollanda resim sanatına benzer; bu tür resimlerinde figürler genellikle yoksul kesimden kişilerdir; hayatlarının basit bir anında yakalanmışlardır; önemli bir olay yoktur, bazen hiçbir olay yoktur, dekor olağanüstü ve görkemli unsurlardan yoksundur. tablonun hoşluğu kişilerin doğallığından, sahnenin masumiyetinden kaynaklanır; mesafenin resimle aramıza soktuğu yumuşak ışık onu güzellikle sarmalar.

insan asla yalnız kalmamalı; yalnızlık hüzün üretir.

seven kişi için yokluk varlıkların en kesin, en etkili, en canlı, en sağlam, en sadık olanı değil midir?

6-7 aralık 1945

nazım hikmet


onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim
akarsuyun
meyve çağında ağacın
serpilip gelişen hayatın düşmanı
çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler
ve elbette ki sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet

2
bursa'da havlucu recep'e
karabük fabrikasında tasviyeci hasan'a düşman
fakir köylü hatçe kadına
ırgat süleyman'a düşman
sana düşman, bana düşman
düşünen insana düşman
vatan ki bu insanların evidir
sevgilim, onlar vatana düşman

3
insanlarım, ah benim insanlarım
antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler
kitaplar yalan söylüyorsa
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa
beyazperdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların
dua yalan söylüyorsa
ninni yalan söylüyorsa
rüya yalan söylüyorsa
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı
ses yalan söylüyorsa
söz yalan söylüyorsa
ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa

elleriniz balçık gibi itaatli
elleriniz karanlık gibi kör
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun
elleriniz isyan etmesin diyedir

ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir

12.04.2015

hüzün

edip cansever


gün bitti. saat kaç. bitecek mi bir gün savaşımız
hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
dönüp dönüp arkamıza baktığımız
bir dünya kalıntısı üstünde
hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de

görmek

balzac

her şeyi olduğu gibi görmek, hiçbir şeye inanmamak demektir. sevgiye inanmamak, insana inanmamak, hatta olaylara inanmamak; çünkü olaylar da düzmece olabilir. her şeyi olduğu gibi görmek için her sabah dostunuzun cüzdanını tartmak, kârınız nerdeyse o tarafa dümen kırmak için uygun anı kollamalı, yargınızı ertelemeli, bir sanat yapıtına ya da güzel bir etkinliğe hayranlığınızı belirtmekte acele etmemeli, her davranışta kendi çıkarınızı kollamalısınız. hayatımız böyle işte. pastanı hem yiyip hem saklayamazsın. paran yuvarlanmaz, cüzdadında kalır. yoksa hayat çok güzel olurdu.

11.04.2015

otorite

orhan pamuk

eğer doğaya karşı savaş veriliyorsa; yani kuyu, köprü gibi işler varsa bir otorite gerekiyor. demokrasiyle olacak iş değil onlar. bir babaya, bir ustaya ihtiyaç var bu gibi konularda.

asıl önemli olan babaların, kendilerinde her şeyi yapma hakkı görmesi. çünkü devletten, cemaatten, toplumdan, aileden, dernekten, örgütten, kısacası her şeyden onlar sorumludurlar. ve bunların hepsi de bireyden önemli olduğundan; baba asar, keser ve herkes de susar.

bizim içimizde de vardır biraz otoriter baba isteği. sorunları kolaylaştıran, düşünme işini üzerimizden alan, ben yaptım siz bana güvenin diye inanmak isteyeceğimiz bir baba arayışı bizimki gibi toplumlarda vardır. yalnız bizde değil amerika'da bile var.

batı toplumları, isyan eden bireye daha bir hak verip onu onaylıyor. geleneksel toplumlar ise itaat edene ya da cezalandıran babaya hak veriyor.

otoriterliği değiştirecek şey, en sonunda bunun faydalı olmadığını görmemiz olacak. gelişmiş teknoloji, insan yaratıcılığı, insan zekasına daha fazla ihtiyaç duyduğumuz zaman otoriterlik para etmeyecek. köprü yaparken, kuyu kazarken, yol yaparken, belki herkesin fikri ayrıyken biri otoriterlikle toplumu bir araya getirip bir şeyler yapabiliyor. ama bilgisayar keşfi yaparken, ince bir işi geliştirmeye çalışırken otoriterlik değil; tam tersine özgürlük, yaratıcılık ve düşünce özgürlüğü gerekiyor.

bizler de bu çizginin kenarındayız. asya toplumlarının zemini bu ama maşallah kimsenin özgürlük talep ettiği falan yok. herkes büyüme derdinde. otoriter bir büyüme olsun da özgürlük ikincil, üçüncül değer olabilir deniyor. asya'da büyüme oluyor ama özgürlükler gelmiyor. seçmen de ne yazık ki buna destek veriyor. o zaman işimiz daha da zorlaşıyor.

via turhan günay / eray ak

yaratıcı yazının sırları

roland fishman

robert mckee: gergin ve deneyimsiz yazarlar kurallara uyar; isyankar, alaycı yazarlar kuralları yıkar; sanatçı, biçimde ustalaşır.

zig ziggler: başarı, büyük umutların günlük disiplinle birleşmesinden doğar.

mevlana: incilerin var olduğu gerçeği dalgıçları mutlu eder.

albert einstein: deha, sonsuz bir "zahmete katlanabilme" kapasitesidir.

david mamet: bilinçli zihin, apaçık olanı, klişeyi önerecektir; çünkü bu tür şeyler, daha önce başarılmış olanın güvenini sunar. yalnızca, kendini bilinçten azat edip göreve adamış zihin gerçek yaratıcılığa açıktır.

konfüçyüs: ne kadar yavaş gittiğinizin önemi yok; yeter ki durmayın.

northrop frye: hayal gücünün cüretlisi büyük sanat, çekingeni küçük sanat üretir.

henry david thoreau: öykünün uzun olması gerekmez; ama kısaltmak için uzun zaman gerekir.

victoria nelson: yaratmanın en hararetli yerinde hata bulan, ayrıntıcı, kılı kırk yaran eleştirel sesimiz kadar dikkat dağıtıcı bir şey yoktur.

frank rines: yapılacak tek şey eldeki malzemenin onda dokuzunu atmaktır.

erica jong: herkeste yetenek vardır. eşine az rastlanan, o yeteneği izleme ve çıktığı karanlık yere gitme cesaretidir.

john truby: yaşamını değiştirecek bir şey hakkında yaz. kendine verebileceğin en iyi armağan budur.

harlan elison: herkes yazar olabilir. zor olan, yazar kalabilmektir.

ernest hemingway: bir romanla yapılacak tek şey var: dosdoğru o kahrolası şeyin sonuna kadar gitmek.

victoria nelson: önemli olan, yalnızca aylaklık ettiğini hatırlamandır. yaptığın ciddi bir şey değil. hiçbir önemi yok. yalnızca bir oyun. başlangıçta, görev haline gelmeden önce, sanat bir çocuk oyunuydu.