10.07.2015

şey!

samuel beckett

şey! nasıl da anımsıyorum bütün bunları, aman yarabbim! bu bakışı! bu hiçliği! bu dikkati! bu yorgunluğu! adam gelir! karanlık yollar, uzun karanlık yollar ardında, içinde, kafasında, bedeninin yanlarında, ellerinde, ayaklarında kalmıştır, alaca karanlıkta oturur, günün ağarışını beklerken burnunu karıştırır. günün ağarışı! güneş! ışık! şey! uzun, mavi günler kafası için, bedeninin yanları için, küçük patikalar ayakları için, bütün bu aydınlık dokunması ve tutması için. otların arasında kemikli, yaşlı köklü yosunlarla kaplı küçük patikalar ve toprağa çakılı ağaçlar ve toprağa çakılı çiçekler ve yere sarkan meyveler ve bitkin beyaz kelebekler ve bütün gün boyu saklanmak için kaçışan hiç aynı kalmayan kuşlar. ve hiçbir anlam taşımayan bütün bu sesler. sonra gece sessiz evde dinlenme, yollar ve sokaklar geride kalmıştır artık, sığınağa bakan bir pencere kenarında yatılır, hiçbir şey istemeyen, hiçbir şey buyurmayan, hiçbir şey açıklamayan, hiçbir şey önermeyen küçük gürültüler gelir ve kaçınılmaz, kısa gece erkenden biter ve mavi gök hiç kimsenin hiçbir zaman gelmediği bütün gizemli yerlerin, hiç aynı kalmayan; ama hep yalın ve kayıtsız olan gizemli yerlerin, devinmenin gidiş ve gelişlerin ötesinde bir nitelik taşıdığı, varlığın hiçliğin varlığıymışçasına hafif ve özgür olduğu, hep arı kalmış yerlerin üzerindedir yeniden. onca zaman sonra burada, nasıl da yeniden hissediyorum bütün bunları, burada, ellerimde ve gözlerimde, güven, masumiyet ve saflık dolu yukarı kaldırılmış bir yüz gibi, sunulmuş bir yüz gibi; eski korku, zayıflık ve pisliklerimiz bütünüyle sunulmuş, arınsın ve bağışlansın diye! şey! şu ana kadar hissetmedim mi bütün bunları! artık doğrulama olanağımın kalmadığı şu anda. şaşmam buna. her şey bağışlanmış ve onarılmış. sonsuza kadar. bir anda. yarın. altı, beş, dört saat daha, eski karanlıktan, eski ağırlıktan, sonra hafiflediğini hissetmek. biri kalmaya geldiği için. şey! bütün eski yollar buraya getiriyordu, bütün eski ve dolambaçlı yollar, korkuluklara yapışmış, basamakları sayarak ecel teri döktüğünüz sahanlıksız merdivenler, göğün uzun örtüleri altındaki en kısa yolların heyecanı, ölülerinizin yanıbaşınızda yürüdüğü vahşi kır yolları, gece çakılları üzerinde her seferinde son diyerek kasabanın ışıklarına geri dönüşler, gerçekleşen buluşmalar, gerçekleşmeyen buluşmalar, kentteki ve kırsal kesimdeki yer değiştirmelerin tüm güzellikleri, tüm tamamlanmış ve bitmiş çıkış ve geri gelişler buraya gelmek içindi. her şey buraya sürüklüyordu, kıçını iskemleye yaslanmış orta yaşlı adamın burnunu karıştırarak günün ağarmasını beklediği bu alaca karanlığa. çünkü söylemek bile fazla, buraları tanımıyor daha. öyle ki nasıl bölgeyi bulup da dış kapıyı bulduğunu, nasıl dış kapıyı bulup da iç kapıyı bulduğunu ve nasıl iç kapıyı bulup da açmayı becerdiğini anlamış değil, hiçbir zaman da anlayamayacak bunu. ne olursa olsun hayatından memnun. hayır abartmayalım. keyfi yerinde. çünkü sonunda bulunması gereken yerde olduğunu biliyor. ve sonunda olması gereken adam olduğunu biliyor. başka bir yerde hepten gereksiz birine dönüşüverir, bir başkası da burayı anlamsız bir yer olarak görebilirdi. ama o her neye dönüşmüşse yer de her nasıl nitelikler taşıyorsa uyuşum mükemmel. bunu biliyor. hayır. ölçüyü kaçırmayalım. hissediyor bunu. uyum duyguları, yakın bir gelecek için duyulan uyum önsezileri yadsınmaz bir şey; tüm onun dışındaki unsurlar o olduğunda, çiçekler çevresindeki çiçekler, gökyüzü üzerinde onu aydınlatan gökyüzü, çiğnediği toprak çiğneyen toprak ve bütün sesler onun yankısı olduğunda. tek bir sözcükle özetlersek merkezinde olacak sonunda, onca bıktırıcı yıl boyunca çevresinde dolandıktan sonra. pahalıya mal olmuş bu ilk izlenimler kuşkusuz mutluluk verici. ne büyük güvenlik duygusu! doğanın bir yandan, insanın öteki yandan esnekliklerini düşündüğümüzde coşkuya kapılmamak elde değil. geçmişin deneyimleri ve yanılgıları hangi renkler içinde ışıldar yeni ve gerçek boyutlarında: geçilmesi gereken noktalardı yalnızca. şey! bütün günahlar bağışlanmıştır, fazlasıyla. çünkü o gelmiştir. şapkasını çıkarıp torbaları korkusuzca yere bırakmayı bile göze alır. bir düşünsenize! varlığını kendi kendisi olmanın uzun sevincine tam bir arılık ve açıklıkla sunarak (bunu bir leğenin kusma edimine kendini sunmasına benzetebiliriz) korkusuzca çıkarır şapkasını, paltosunun düğmelerini çözer ve oturur. yo hayır, işsizlikten değil. çünkü yapacak bir iş var. mükemmel olan da bu. bütün yaşamı boyunca yüzeydeki bir uyuşukluğun acılarıyla çıkar gözetmeden harcanan çabaların korkuları arasında salındıktan sonra kendini özellikle hiçbir şey yapmamanın en değerli ve en anlamlı bir edim olma özelliği taşıdığı bir durumda buluyor. olup biten nedir? kaygı ve tiksinti içinde annesini, sütünü emerek rahatlattığından beri ilk kez, kendisine yararı tartışılmaz, kesin görevler verildiğini görüyor. büyüleyici değil mi? ama pişmanlığı, öfkesi kısa sürüyor ve genelde üçüncü ya da dördüncü ayın sonunda kayboluyor. bunun nedeni? yapacağı işlerin doğası, bunların olağanüstü verimliliği nedeniyle yalnızca bay knott'un şahsı ve evi için çalışmadığını; ama aynı zamanda, hatta özellikle kendisi için, kendi varlığını yaşadığı yerde olduğu gibi sürdürebilmesi ve çevresindeki yerin de varlığını olduğu gibi sürdürebilmesi için çalıştığını sonunda anlaması nedeniyle. bu gevşetici düşüncelere karşı koymaya gücü yetmeyerek ilk önceleri duyduğu yoğun pişmanlık sonunda yerini her şeyin iyi ya da en azından olabildiğince iyi olduğu inancına terk ederek eriyor, bütünüyle eriyor ve usulca dağılıyor. öfkesi de benzer bir azalmaya uğruyor ve sonunda dingin ve neşeli, işlerine koyuluyor, patatesini dingin ve neşeli soyuyor, oturağı dingin ve neşeli boşaltıyor, algılama ve algılanma biçimleri dingin ve neşeli. belli bir süre boyunca. çünkü, bugün biraz keyifsizim galiba, diyeceği gün gelecektir. kendini keyifsiz hissettiği için değildir bu, tam aksine, olasıysa her zamankinden gıcırdır keyfi. şey! olasıysa her zamankinden gıcırdır keyfi ve biraz rahatsız mıyım, diye sorar kendine. sersem! hiçbir şey öğrenemedi. hiçbir şey. telaşımı bağışlayın. ama korkunç bir gün bu (geçmişe bakıldığında), olup bitenin dehşetinin onu, bir aynada dilini, her zamankinden daha serin ağzındaki her zamankinden daha pembe dilini incelemek gibisinden iğrenç bir yöntemi uygulamaya ittiği bugün. bir salı öğle sonrasıydı, ekim ayıydı, çok güzel bir ekim öğle sonrasıydı. avluda merdivenin basamağına oturmuş, duvardaki ışığa bakıyordum. güneş içindeydim, duvar güneş içindeydi. güneştim ben, eklemek bile fazla, duvardım, merdiven basamağıydım, avluydum, yılın zamanıydım, günün zamanıydım, ötekileri saymayacağım tek tek. böylece kendi yollarının böylesine hoş bir kesişme noktasında, kendisinde, kendisiyle birlikte oturmuş olmak, kuşkusuz boş zamanı geçirmenin herhangi bir biçiminden daha kötü değildir, üstelik birçoğundan da iyidir kanımca. o öğle sonrası bir eczacı malası kadar düz ve geniş olan pipomdan nefes çekerken göğsümün, yanılmıyorsam bir pelikanınki kadar şişkinleştiğini hissettim. sevinçten miydi? yo hayır, belki de bütünüyle sevinçten değildi. çünkü sözünü ettiğim değişiklik henüz gerçekleşmemişti. değişime uğramak üzere olan şey, bir kızlık zarı gibi benimle sevincin bütün unutulmuş dehşetleri arasına giriyordu. ama göğsümün üzerinde artık durmayalım. bakın şuna, öf sikeyim şu düğmeleri, bir tef kadar, uf, düz ve boş. gördünüz mü? işittiniz mi? önemi yok. neredeydim? değişiklik. neydi niteliği? söylemesi güç. bir şey kaydı. işte oradaydım, oturuyordum, sıcaktım, aydınlıktım, pipomu içiyordum. sıcak, aydınlık duvarı seyrediyordum, aniden bir yerde, küçük bir şey kaydı, küçük minik bir şey kaydı. kay...yyy...yyy... durdu. her şeyi açıkladığımı sanıyorum. çamlarla okyanus arasında, yüz metre yükseklikte, kocaman bir kum dağı var ve orada, sıcak, aysız gecede, kimseler görmediğinde, kimseler dinlemediğinde, iki ya da üç milyonluk minik yığınlar halinde tanecikler kayar, hep birlikte, belki iki ya da üç milimetrelik bir kaymayla ve sonra dururlar, hep birlikte düzene uymayan tek bir kum tanesi bile bulamazsınız, işte hepsi bu kadar, bu gecelik hepsi bu, belki de sonsuza kadar hepsi bu, bir yaya ayağıyla dağıtır onları. o salı öğle sonrası, böylesi bir kaymayı, milyonlarca küçük şeyin hep birlikte eski yerlerinden, hemen yakınlarında bulunan yeni bir yere doğru, sanki bu yasakmış gibi, sinsice devinmelerini hissettim. kuşkusuz bunu keşfeden tek canlı bendim. bundan içsel bir olayla karşı karşıya olduğumu çıkarsamak sanırım abartılı bir yaklaşım olacaktır. çünkü, nasıl söylesem, söz ettiğim devirde kişisel dizgem öylesine gevşekti ki bu dizgenin içindekini ve dışındakini birbirinden ayırt etmek pek kolay değildi. olup biten her şey bu dizgenin içinde gerçekleşiyordu. sanırım her şey çok açık. eklemek bile fazla, olanları görmedim, işitmedim de; ama öylesine somut bir biçimde algıladım ki lizbon'da, lizbon'un kurtuluş günü canlı canlı gömülen bir adamın hissettikleri benimkinin yanında usun yapay ve soğuk bir yaratısı olarak kalırdı. duvardaki güneş (o anda duvardaki güneşe bakmam söz konusuydu çünkü) bir an içinde, kökten diye tanımlama cesaretini kendimde bulduğum bir değişikliğe uğramıştı. aynı güneş, aynı duvardı ya da öylesine az yaşlanmışlardı ki fark tehlikesizce gözardı edilebilirdi; ama bir anda öylesine değişmişlerdi ki başka bir avluya, başka bir mevsime, meçhul bir ülkeye sürüklenmiş duyumsuyordum kendimi. aynı zamanda pipom (bir muz yoktu ağzımda çünkü) yararlandığım bir avuntu nesnesi olma özelliğini tümüyle yitirdi, ben de bu bir derece mi yoksa bir saralının ağzına tıkılmış bir tıkaç mı diye kesinlemek için çıkardım ağzımdan. üzerindeki incecik tüylerin, göğüsteki incecik tüylere özgü o güzelim biçimde titreştiğini duyumsadığım göğsüm, üniversitedeki sevgili okutmanımın eskiden ona crécy'i hatırlattığını söylediği çukur ve kemikli içbükey görünümüne kavuşmak için çöktü iyice. çünkü sidikli bir bastıbacak olduğum günlerden beri göğüs kemiğim ve belkemiğim hep neredeyse iç içe olmuştur. işte o telaşla, kendimi rahatlatma zayıflığı içinde, kısa bir süre önce yakalandığım kabızlık ve iştahsızlığımı sorumlu tuttum bu değişiklikten. ama niteliği neydi bu değişikliğin? ne değişmişti ve nasıl değişmişti? doğru bilgilendiysem eğer, basit bir değişiklikten öte bir şeyler olduğu duygusuydu değişen, böyle hissediyordum. olağan dışı bir yaşam başlamıştı, değişen buydu. size bunu söylemekten mutluluk duyuyorum, tersine bir dönüşümdü söz ettiğim. defnenin daphne haline gelişi. hep aynı yerde duran bildik bir şeyin yeniden ortaya çıkışı. bir adamın en sonunda aradığını, örneğin bir kadını ya da bir arkadaşını bulması ve yitirmesi ya da ne olduğunun ayırdına varması gibi. bununla birlikte aramamanın, istememenin yararı yok; çünkü aramayı bıraktığınızda bulmaya başlamanız, istemekten vazgeçtiğinizde de yaşamın, tüm iğrenç nimetlerini siz kusuncaya kadar boğazınızdan aşağı boşaltmaya koyulması; sonra kusmukları yine siz bu kusmukları kusuncaya kadar ve nihayet siz bu kusmuklardan hoşlanıncaya kadar ağzınızdan boca etmesi. ıssız adaya düşmüş obur, çölde kalmış ayyaş, tutukevine atılmış şehvet düşkünü, işte mutlu kişiler. açlık, susuzluk ve cinsel tutkular içinde eski tıkınmalardan, eski ayyaşlıklardan, eski fahişelerden sonra, günbegün yeniden ve boş yere kıvranmak, işte mutlulukların doruğuna en fazla yaklaştığımız nokta, cennet ve altın kapısı. tüyoyu veriyorum size, gerisine karışmam. ama basit bir değişiklikten öte bir şeyler olduğu duygusu nereden geliyordu? ve hangi gerçeklik sorunsalıyla ilintiliydi? ortadan kaldırılmasının onuru hangi güçlere bağlanmalıydı? işte bu sorulardan yola çıkılarak gün ağarana kadar, bütün gece, sabır göstermek koşuluyla bunlarla bağlantılı başka sorular da sorulabilir. ne yazık ki aktarmam gereken uygulayımsal nitelikli bilgiler var, yani ayrılmadan önce kapatmam gereken bir hesabım ya da ödenecek bir borcum söz konusu. öyleyse nereden geldiğini, nereye gittiğini hiç araştırmadan, şu söz ettiğim varlık, var olmamış olanın şu iç varlığı, şu dış varlığı, şu arada varlığı konusunda sürüp gittiği sürece bir yanılsamayla karşı karşıya olmadığıma inandığımı söylemekle yetineceğim. ama başka ne olabilir diye en ufak bir şey düşünüyorsam siksinler beni. ama bütün bunları ve öteki şeyleri, zamanı gelince siz kendi başınıza değerlendireceksiniz ya da halinize bakılırsa kararsız kalmayı yeğleyeceksiniz. çünkü benim başıma gelmiş olanlar, benim başıma gelenler, sizin de başınıza gelecek diye ya da sizin başınıza gelenler, sizin başınıza gelecek olanlar benim başıma geldi diye ya da daha doğrusu, sizin başınıza gelirse, benim başıma geldiyse, bunun bir kural olarak benimsenmesi gerektiğini söylemek istediğimi sakın düşünmeyin. çünkü doğrusunu söylemek gerekirse aynı şeyler hepimizin başına gelir, özellikle de bizim durumumuzdaki adamların, her nasıl adamlarsak işte, bir tenezzül etseydik öğrenmeye. ama ben, bir zamanlar uzaktan tanıdığım bay ash'ten daha kötü durumdayım. bir akşam westminster bridge'te karşılaştım onunla. rüzgar müthiş esiyordu. kar müthiş bastırmıştı. müthiş bir kafa selamı verdim. boşuna. bir eliyle beni tutarak dişleriyle öteki elinden iki çift deri eldiven çekti, kalın yün atkısını gevşetti, paltosunun, hırkasının, ceketinin, iki yeleğinin, gömleğinin, üst üste giydiği iç çamaşırlarının düğmelerini art arda çözüp önünü açtı, boynuna astığı ve tabii ki yanıbaşında bir haç bulunan güderiden bir kılıfın içinden paslanmaz çelikten, kapaklı bir cep saati çıkardı, kapağını açtı, gözüne yaklaştırdı (akşam oluyordu), aynı işlemleri bu defa tersine gerçekleştirdi, ilk halini yeniden aldı, tanrı tanığımdır ki beşi on yedi dakika geçiyor, eşinize saygılarımı sunarım (hiç evlenmedim ben), dedi, kolumu bıraktı, şapkasıyla selam verdi ve uzaklaştı. bir saniye sonra big ben (adı bu mu?) altıyı vurdu. işte ister kendiliğinden verilsin ister istek üzerine aktarılsın her türlü bilginin niteliği. bir taş mı arzuluyorsunuz, ekmek isteyin. bir ekmek mi arzuluyorsunuz, pasta isteyin. bu ash, benim zamanımda, saygıyla, donanma bürosu yardımcı müdür muavini denilen kişilerdendi, bunun yanı sıra da başka bir sürü özelliği vardı, kısacası çevremizde yığınla bulunan mikroplardan biriydi. ecel vakitsiz çaldı kapısını bir hafta sonra sizlere ömür, vücudunu yağladılar, kutsadılar, cep saati temizlikçi kadına kaldı. şahsen ben, kuşkusuz her şeyden pişmanlık duyuyorum. tek bir söz, tek bir sevinç, tek bir davranış, tek bir ses, tek bir düşünce, tek bir gözyaşı, tek bir kuşku, tek bir korku, tek bir evet, tek bir hayır, tek bir göt, tek bir am, tek bir susuzluk, tek bir üzüntü, tek bir gülüş, tek bir nefret, tek bir isim, tek bir yüz, ne bir saat, ne de bir yer var hatırladığımda bana pişmanlık vermeyen. hepsi bir bok yığını. bununla birlikte sabahtan akşama kadar, lisansüstü sınavlarıma oturmuş çalışırken kıçımdaki şu çıban olmasaydı.. gerisi bir bok yığını. salı somurtmaları, çarşamba homurdanmaları, perşembe öfkeleri, cuma söylenmeleri, cumartesi demlenmeleri, pazar uykuları, pazartesi uyanışları, pazartesi uyanışları. vuruşlar, darbeler, ayakla yapılan, ağızla yapılan, bam, güm, acıyın, ay, ay, acıyın, bam, güm, vuruşlar, darbeler. ve şu zavallı, yaşlı, bitli, yaşlı yeryüzü, benim yeryüzüm ve babamınki ve anneminki ve babamın babasınınki ve annemin annesininki ve babamın annesininki ve annemin babasınınki.. bir pislik yığını. ötekilerden iki hafta önce yeşeren safranlar ve karaçamlar ve kanlı koyun plasentalarıyla kızarmış otlaklar ve uzun yaz günleri ve yeni biçilmiş kuru otlar ve sabah yaban güvercini ve öğle sonrası guguk kuşu ve akşam bıldırcın kılavuzları ve reçelde yaban arıları ve katırtırnaklarının kokusu ve katırtırnaklarının görüntüsü ve düşen elmalar ve dökülmüş yapraklar üzerinde yürüyen çocuklar ve ötekilerden bir hafta önce sararan karaçam ve düşen kestaneler ve uluyan rüzgarlar ve dalgakıranın üzerinde parçalanan deniz ve ilk ışıklar ve yoldaki toynaklar ve picardy'de güller açıyor'u ıslıkla çalan veremli postacı ve bildik gaz lambası ve doğallıkla kar ve tabii dolu ve yüreğiniz ferahlasın çamur ve dört yılda bir şubatta buzların çözülmesi ve sonu gelmeyen nisan sağanakları ve safranlar ve sonra yeniden başlayan tüm bu aşağılık düzen. bir kepazelik. tüm bunlara bugünkü bilgilerimle donanmış olarak yeniden başlayabilsem sonuç aynı olurdu. tüm bu bilgilerle donanmış olarak üçüncü kez başlayabilsem sonuç aynı olurdu. ve her birinde bir öncekinden biraz daha fazla bilgiyle donanmış yüz kez yeniden başlayabilsem sonuç hep aynı olurdu yine, yüzüncü yaşam ilk yaşamdan farksız, yüz yaşam tek bir yaşama indirgenmiş. bu iğrençlik. ama bu gidişle bütün geceyi burada geçireceğiz.