31.01.2014

uzun lafın kısası

albert camus: bu dünya değersizdir; bunun farkına varan özgürdür.

annie besant: ateist en büyük unvanlardan biridir. ateizm dünyanın kahramanlarının erdem nişanıdır: copernicus, spinoza, voltaire, paine, presley.

boris vian: kadınlar saf şeyleri hiç sevmezler.

robert m. pirsig: öğrencinin en büyük sorunu, yıllardır kafasında oluşturulmuş, havuç ve kırbaca dayalı köle zihniyetidir; bu, "kırbaçlamazsan çalışmam!" diyen katır zihniyetidir.

fay weldon: değerli olan hiçbir şey yok pahasına elde edilemez.

henry david thoreau: ne zaman bir tilkinin, sanki dünyada hiçbir derdi yokmuş gibi, tam bir özgürlük içinde, buz tutmuş bir gölün üstünden geçişini veya güneşli bir havada tepelerde koştuğunu görsem, güneşin ve dünyanın gerçek sahibinin o olduğunu düşünürüm.

romain rolland: sıradan insanların huzurlu olmasının nedeni, düşüncelerinin olmamasıdır.

sabahattin ali: hayatın bir değişmeler silsilesi ve her bir değişmenin bir tekamül olduğunu anlamayanlar yobaz kafalı insanlardır.

la rochefoucauld: ciddiyet, zekanın kusurlarını gizlemek için uydurulmuş bir beden gizemidir.

michel foucault: bir filozofun okulu doktor muayenehanesidir. bu okuldan çıktığında, insanın haz duymuş olması değil acı çekmiş olması gerekir.

paul auster: aşk olmazsa hayat berbat bir şakadan ibarettir.

samuel beckett: herkese, er ya da geç, yazın uzun sevinçlerini bekleyen sineklere imrenme duygusu gelir.

30.01.2014

siyaset

george sand

ailelerin içine sohbet konusu olarak siyaseti sokmak büyük bir ihtiyatsızlıktır. bugün hâlâ huzur dolu anlar yaşayabilenlere hiçbir gazeteye abone olmamalarını, bütçeyle ilgili en küçük bir makaleyi okumamalarını, bir vaha gibi kendi topraklarının derinliklerine çekilmelerini ve kendileriyle toplumun kalanı arasına aşılmaz bir sınır çizmelerini öneririm. çünkü tartışmalarımızın gürültüsünün evlerine kadar ulaşmasına izin verirlerse, birliklerinden ve huzurlarından olurlar. görüş ayrılıklarının yakınlar arasında nasıl bir sertlik ve gizli düşmanlığa neden olacağı tahmin bile edilmez. oysa bunlar çoğunlukla karakterle ilgili eksikliklere saldırmak üzere, zeka ve yürekteki kötülüğün kullanılması için fırsat oluşturur.

29.01.2014

charles dickens

stefan zweig

o zamanlar okurları postanın geleceği günleri iple çekerlerdi, elinde tuttuğu dickens'ın mavi fasikülünü nihayet getiren postacıyı evde oturup beklerken zaman geçmek bilmezdi. bütün bir ay boyunca onun açlığını çekerler, beklerler, umut ederler, copperfield'ın dora'yla ya da agnes'le evlenip evlenmeyeceği konusunda tartışırlar, micawber'in ilişkilerinin yine krize dönüşmesine sevinirlerdi; çünkü onun bu sıkıntıları sıcak punç ve mizacı sayesinde kahramanca atlatacağını elbette biliyorlardı.

yaşlı genç, herkes her ay o belli günde kitabı daha önce elde edebilmek için iki mil yol kat edip postacıya koşuyorlardı. daha dönüş yolunda okumaya başlıyorlar, bazıları yüksek sesle okuyor ve sadece en iyi kalpli olanlar ganimeti kaptığı gibi koşarak karısına ve çocuklarına götürüyordu.

o zamanlar her köy, her şehir, bütün ülke, hatta çok daha ötelere, dünyanın her yerine dağılmış bütün ingiliz dünyası charles dickens'ı seviyordu; karşılaştıkları ilk andan hayatının son anına kadar sevdiler onu. 19. yüzyılda, dünyanın hiçbir yerinde bir yazar ve halkı arasında bu derece sıkı bir gönül ilişkisi kurulmamıştır.

pickwick'in ilk fasikülü 400 adet basılmış, daha 15. fasikülünde bu sayı 40 bine ulaşmıştı; onun ünü bir çığ gibi çağın üzerine düşmüştü.

dickens eserlerini bizzat halka okumaya karar verdiğinde, okuruyla ilk kez göz göze geldiğinde ingiltere sallandı, insanlar salonlara koştu ve salonları tıklım tıklım doldurdu; bazı hayranları, sırf sevdikleri yazarı dinleyebilmek için sütunlara tırmanıyor, bazıları sürünerek kürsünün altına giriyordu. amerika'da insanlar en dondurucu kış soğuklarında gişelerin önüne serdikleri yataklarda geceliyor, yakın lokantalardan garsonlar yemeklerini getiriyor, kalabalığın ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. bütün salonlar küçük gelmeye başlamıştı ve en sonunda brooklyn'de bir kilise yazar için okuma salonuna dönüştürüldü. dickens da vaiz kürsüsüne çıkıp oliver twist'in maceralarını ve küçük nell'in hikayesini okudu.

bu ün geçici değildi, walter scott'un ününü bir kenara itti, thackeray'ın dehasını hayat boyu gölgede bıraktı ve ateş söndüğünde, dickens öldüğünde bütün ingiliz dünyasını baştan başa yaran bir çatlak meydana geldi. sokakta yabancılar birbirlerine bundan söz ediyordu, londra'yı sanki bir savaş kaybedilmiş gibi derin bir keder sarmıştı. onu ingiltere'nin panteonu "westminster abbey kilisesi"ne, shakespeare ile fielding'in arasına gömdüler, binlerce insan oraya akın etti ve o sade mezar günlerce çiçek ve çelenk yağmuruna tutuldu.

bugün hala, oradan minnettar bir elin serptiği çiçekleri görmeden geçmek pek mümkün değildir: sevgi ve ün bütün bu yıllar içinde hiç solmamıştır. tıpkı o zamanlar olduğu gibi bugün de ingiltere bu isimsiz yazarın eline dünya çapında, beklenmedik bir ün hediyesi tutuşturduğu için, charles dickens bütün ingiliz dünyasının en sevilen, en çok hayranlık duyulan, en çok saygı gösterilen hikayecisidir. 

kimileri şiddeti yaratır, kimileri huzuru. charles dickens dünyadaki bir huzur anını şiire yerleştirmiştir.

27.01.2014

din adamı

nazım hikmet

yatılı okuldan çıktıktan sonra -orada namaz- oruç zorunluydu- namazı da, orucu da bıraktım. kuran'ı da hiçbir zaman doğru dürüst okuyamadım. esresi, üstünü, şeddesi, yardım edeceğine, hep şaşırttı beni. ama dindardım. daha doğrusu, allah'ın var olmayabileceğini düşünmemiştim. sonra bir gün allah'ın varlığını, yokluğunu değil de, dindar adamın tanrıdan mükafat beklediği için, cennete girmek için, ölümsüz bir hayata kavuşmak için sevap işlediğini ve cezadan, cehennemden korktuğu için günahtan kaçındığını düşündüm. dindar adamın bu hürriyetsizliği, bu bencilliği, hiç dindar olmamışım gibi şaşırttı beni. gün bugündür bütün işlerini mükafat kaygısıyla ceza korkusunun dışında yapmaya çalıştım.

yakamı tanrının elinden kolayca sıyırmamın nedenlerinden biri de, anadolu din adamını, işinin üstünde görüp tanımamdır. bu adam, ne mevlevi dedeme ne de yatılı okulda din bilgisi öğreten, kravatlı, penseli hocamıza, hatta ne de bizim üsküdar'daki mahalle camiinin nüktesever imamına benziyordu. bu adam, masallardaki ejderha gibi çeşmenin önüne oturup suyunu kesmişti. yanında, cahilliğin, batıl itikatların, ikiyüzlülüğün, hoşgörmezliğin, karanlık bir terörün sancağı dalgalanıyordu.

25.01.2014

bilgili astronom

walt whitman


bilgili astronomu dinlediğim zaman
ispatlar, şekiller
sıra sıra dizildiği zaman önümde sütunlarda
çizimler ve diyagramlar
gösterildiği zaman bana
onları eklemek
bölmek ve ölçmek için
oturduğum zaman astronomun
konferans salonunda
orada ders verdiğini
duydum çok alkışla
anlaşılmaz bir şekilde ne kadar
çabuk yoruldum ve hasta oldum
kalkıp dışarı süzülerek
kendi başıma
dolaştığım zamana kadar
gizemli rutubetli gece havasında
ara sıra
mükemmel sessizlikte yukarı baktım
yıldızlara

via breaking bad

23.01.2014

üç arkadaş

amin maalouf

"üç arkadaş iran'ın yüksek yaylalarında gezintiye çıkmış. karşılarına bir pars çıkmış, dünyanın en yırtıcı yaratığıymış.

pars üç adamı uzun uzun süzmüş, sonra üzerlerine doğru koşmaya başlamış.

birincisi, en yaşlı, en zengin, en güçlüleriymiş. haykırmış: "ben buraların hakimiyim, bana ait olan bu toprakları bir hayvanın mahvetmesine asla izin vermem." yanındaki iki av köpeğini parsın üzerine salmış. köpekler parsı ısırmayı başarmışlar gerçi; ama bu yaptıkları yırtıcı hayvanı iyice azdırmış, köpekleri öldürdükten sonra efendilerinin üzerine atlamış ve karnını deşmiş.

nizamülmülk'ün payına bu düşmüş.

ikincisi şöyle demiş kendi kendine: "ben bir ilim adamıyım, herkes bana saygı duyup itibar ediyor, niye kaderimi köpeklerle parsın arasındaki kavganın sonucuna bağlayayım?" dövüşün sonunu beklemeden sırtını dönüp kaçmış. o zamandan beri yırtıcı hayvanın kendi izinde olduğunu düşünüyor ve mağaradan mağaraya, kulübeden kulübeye dolanıp duruyormuş.

ömer hayyam'ın payına bu düşmüş.

üçüncüsü bir inanç adamıymış. ellerini açıp, hakim bakışlarını üzerine dikip, güzel sözler söyleyerek parsa doğru ilerlemiş. "bu topraklara hoş geldin." demiş. "arkadaşlarım benden daha zengindi, onları soydun, benden daha gururluydular, onları alçalttın." hayvan büyülenmiş, uysallaşmış bir halde dinliyormuş. adam onun üzerinde egemenliğini kurmuş, onu evcilleştirmeyi başarmış. o zamandan beri hiçbir pars adama yaklaşmaya cesaret edememiş, insanlar da ondan uzak durmuşlar.

kargaşa devri gelip çatınca kimse onun seyrini durduramaz, kimse ondan kaçamaz; ama bazıları onu kullanmayı becerir. bu dünyanın yırtıcılığını, şiddetini hasan sabbah'tan daha iyi evcilleştirecek birisi çıkmadı. alamut'ta çekildiği inde kendine küçücük bir huzur alanı yaratabilmek için dört bir yana korku saçtı."

22.01.2014

dinsiz

ömer hayyam


her an dinden söz eden, bana "dinsiz" diyen
göründüğüm gibi ben, neysem oyum zaten
sözüm özüme uygun, dediğin gibiyim
insaflı ol, göründüğün gibi misin sen

21.01.2014

armağan

paulo coelho


bir delikanlıyla bir genç kız birbirlerine çılgıncasına aşık olmuşlardı. nişanlanmaya karar verdiler.

nişanlılar her zaman birbirlerine armağanlar sunarlar. ama delikanlı yoksuldu; sahip olduğu tek zenginlik, ona dedesinden kalan saatti. sevgilisinin güzel saçlarını düşünerek, ona çok güzel bir gümüş tarak alabilmek için, dedesinden kalan saati satmaya karar verdi.

genç kızın da sevdiği erkeğe nişanlılık armağanı alacak parası yoktu. o da, yaşadığı yerin en büyük tüccarına giderek saçlarını sattı. eline geçen parayla da, sevdiği adamın saatine altın bir köstek satın aldı.

nişanlanacakları gün yeniden buluştuklarında, genç kız ona, sattığı saat için bir köstek armağan etti; delikanlıysa genç kıza, kestirdiği saçlarını taraması için gümüş bir tarak.

20.01.2014

fanny

erica jong

hiç kimse kendi uşağının gözünde kahraman değildir.

büyük evler, büyük adamlara benzer. dışları göz alıcı teras ve verandalarla süslü olabilir ama, içerisi yalnızca çılgınlık ve kalleşlikle doludur.

matematiksel hesaplamalara dayanan düzenlemelerden daha fazla gözü rahatsız eden hiçbir şey yoktur.

ruh dediğimiz şey insanoğluna yarı verilmiş, yarı alın teriyle kazanılmıştır. herkes kendi ruhunun mimarıdır.

bu dünyada hiçbir şeye, bu sıradan organ [penis] kadar çok ve çeşitli isimler takıldığı görülmemiştir.

mezara ne kadar yakınsak hayata o kadar sıkı sarılıyoruz; doğumdan ne kadar az uzaklaşmışsak hayat armağanına o kadar boş veriyoruz.

bir serveti elde etmek için kendimizden nefret etmek zorunda kalıyorsak ne değeri var öyle servetin? servet dediğin şey, hayatın çarkını döndürmek için gereken yağdan başka nedir ki?

saldırıdan masun olma duygusu kadar insanı özgürleştiren ikinci bir duygu yoktur.

korku, diğer her tür düşünceden daha yüksek seslidir. oysa düşüncelerin en budalaca olanıdır aslında.

doğruluk, ahlaktan da, masumiyetten de daha katı bir tanrıçadır.

kişilik sahibi bir kadın, bazılarının kendisine gülmesine, bazılarının da bilinçsiz bir hayranlık beslemesine asla engel olamaz.

en sevdiğimiz kitaplar, onları yaratanlar kadar kendine özgüdür.

"başkalarının bize gösterdiği şiddet, kendi kendimize gösterdiğimiz şiddetten daha az acı verir."

"tanrı her şeyi iyi yapar. insan eli değince kötüleşir."

insanın şansı onu olabilecek en kötü duruma düşürdüğünde, felaketlere, umutsuzluğa razı olan bir tavır yer alır içinde. çünkü hayatta mantıktan daha güçlü şeyler de vardır.

"doğada değişmeyen tek şey değişimdir."

bu dünyada bilgeliğin yolu genellikle dilini tutmakla başlar. insan her bildiğini vakti gelmeden ortalığa dökmemeli.

19.01.2014

the texas chainsaw massacre

douglas kellner / michael ryan

the texas chainsaw massacre filminde, makineleşmenin çalıştıkları mezbahayı kapanmaya zorlamasıyla işlerinden olan aile üyeleri, hayatta kalma yolu olarak yamyamlığa yönelir ve hayvan eti yerine insan etine dayalı bir et ticaretine girişirler. dolayısıyla, dehşet verici davranışları, ekonomik sıkıntının ve insan emeğinin yerini alan makineleşmenin ürünüdür; içine düştükleri durum, zoraki işsizliğin yıkıcı psikolojik sonuçlarını alegorize eder. mary wacker'ın sözleriyle: "işsiz aile, gerçek bir amerikan azimkarlığı gösterir ve sosyal yardıma başvurmaz. bunun yerine baba, otoyolun üzerinde küçük bir mangal tezgahı kurar, iki oğul ve büyükbaba da et bulma işini hallederler. ancak bu kez et, gelip geçen turistlerdir: bu ailenin bakış açısıyla, herhangi başka tür bir kesimlik hayvan sürüsünden farkı olmayan bir insan grubu. bu filmde yoksullar, hayatta kalabilmek için, resmen zenginleri yerler." aslında aile, özellikle de baba, kapitalizmin ethosunu içselleştirmiştir; insandan önce kâr, insan yaşamından önce üretim ve başkalarından önce benlik gelir. örneğin, bir kız çocuğunu kesmek üzere kaçırırken baba şunları mırıldanmaktadır: "ışıkları söndürmeyi unutmamalı. bu elektrik faturaları insanı iflas ettirir." dolayısıyla film, kapitalist verimlilikle toplumsal etik arasındaki son derece reel çelişkileri temsil eder.

özgür bir kadın

edip cansever

o zaman ıhlamur ağaçları kardan görünmezdi. gözlerim azalırdı, gizlenirdim. babam koyu kahverengi çizmeleriyle karları ezer ezer ezerdi çakıl taşlarının ayaklarının altında oynaştıklarını duyuncaya kadar. annem çatı katının yanındaki sivri kuleden gözlerini ayırmazdı, yeter ki gök kanasındı beyaz beyaz ve kocaman bir alabalığın karnı. uşaklar bir köşeye sinerlerdi, hiç konuşmazlardı, bir kristal sürahi bir rüzgardan ürperir titrerdi. iniltiye benzeyen bir ses yayılırdı. karanlığa yapışırdım, bir kapı karanlığına, bir duvar karanlığına, bir yokuş karanlığına, bir yok oluş karanlığına. ölüm çok uzaklardaydı, o zaman çok uzaklardaydı ölüm.

siz iyi tanımıyorsunuz onu bayan sara, özgür bir kadındır o, bağlanamaz, kimseye bağlanamaz. iyi biliyorum bunu, çok iyi biliyorum. ayrıca.. düşünüyorum da, niye bağlanmalı iki insan birbirine? niye? sevginin sadece sevgiye benzemesini anlayamıyorum ben. çok yapay, çok alışılmış bir şey bu. nedense çoğunluk böyle yaşıyor. o çoğunluk ki, yüzyıllar boyu sevginin gerçek dengesini bozmuş, yaşamın gerçek yüceltisini altüst etmiş.

acılarınıza iyi bakın! sevinçlerinize iyi bakın! çiçeklerinize iyi bakın! onu her zaman görüyordum. her gün hep aynı saatte, aynı yerde, aynı durumda bir fotoğraf çektiriyordu. günlerce sürüyordu bu. yaşamı durdurur gibi, ölümü anlaşılır yapar gibi, kendini bir fotoğraf ölüsüne, yapıştırıyordu sürekli. ölümden gün çalan.. ölümden gün çalıp yaşama bağışlayan.. demek istediğim.. karşılıklı sevginin özgürlükle de, bağlılıkla da hiçbir ilgisi yoktur. sevgi demek çelişki demektir. denge bozulmalı, çelişkiler altüst etmeli her şeyi. gruşenka ile dimitriy'i anımsayın. çelişkiler ayırdı onları, çelişkiler birleştirdi sonunda. mutluluk sürüp giden çelişkilerdir. müzik bitti. geldiler işte. meydan ateşinden, külden geldiler. yaratırken yaratılmaktan geldiler. yaşamla kaplanmışlar, gümüşle, altınla kaplanmış gibi. ilk kez oluyor, böylesi ilk kez oluyor.

18.01.2014

uzanmış bir kadına övgü

federico garcia lorca


seni çıplak görmek, toprağı anmak demek
toprak, dümdüz uzanan, atların çiğnemediği
sürüp yeşertmediğim, salt biçim olan toprak
o gümüşten sınıra, geleceğe, kapalı

seni çıplak görmek anlamaktır tutkusunu
ince bir bel arayan yağmurun
yahut, yanağının aydınlığını bulamayan
koca denizin yanıp tutuşmasını

kanlar uğuldayacak yataklarda
ateşten kılıçlarla gelecek
bilmeyeceksin ama nerede gizlendiğini
kurbağa yüreğinin, mor menekşeciğin

kökler birbirine girmiş karnında
dudaklarını, bir gündoğusu, sınırsız
yatağın ılık güllerinin altında
bekliyor sırasını ölüler, gamsız

17.01.2014

balkon

charles baudelaire


hatıralar annesi, sevgililer sultanı 
ey beni şad eden yar, ey tapındığım kadın
ocak başında seviştiğimiz o zamanı 
o canım akşamları elbette hatırlarsın
hatıralar annesi, sevgililer sultanı 

o akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan 
ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen 
başım göğsünde, ne severdin beni o zaman 
ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden 
o akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan 

ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları 
kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar 
üstüne eğilirken ey akşamın pınarı 
sanırdım ciğerimde kanın kokusu var 
ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları 

kalınlaşan bir duvardı aramızda gece 
seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini 
mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe 
bulmuştu ayakların ellerimde yerini 
kalınlaşan bir duvardı aramızda gece 

bana vergi o tatlı demleri hatırlamak
yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde 
o "mestinaz" güzelliğini boştur aramak 
sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde 
bana vergi o tatlı demleri hatırlamak 

o yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler 
dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır 
nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler 
güneşler ki en derin denizlerde yıkanır 
o yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler

şiirler

paul eluard



aşk bitmemiş insandır

anlamayı, bilmeyi istemiyor hiçbir zaman
gülüyor saklamak için kendinden duyduğu korkuyu
yürüdü her zaman gecenin kemerleri altında
ve bıraktı
geçtiği her yerde
damgasını kırık şeylerin

uygun düşen bir yüz olsaydı
bütün adlarına dünyanın

görmek anlamaktır; 
yargılamak, bozup değiştirmek, unutmak ya da unutulmaktır;
var olmak ya da yok olmak.

omuzlarının üstünde başı olandan sakın
yürüyüşünü fırtınalarınkine bakarak düzenle
hiçbir gece kuşunu öldürme
sağduyuya zarar vermeyen şeyi üstünde saklama
cehenneme yolla saf olanı, saflık sende cehennemliktir

iğrenmesine iğrenirim ya kentsoyluların egemenliğinden
polislerin papazların egemenliğinden
daha bir öğrenti verir bana iğrenmeyen adam
benim gibi
kendi güçlerinden

büyük yayılmalar gösterir gece. usavurmanın bir "değeri" yoktur bundan yararlanmıyorsa. iyi anlarında bu yayılmalardan kurtulur. şiir bunları eritir. aydınlıkların sanatıdır o.

insan oldum taş oldum
insanda taş oldum taşta insan
havada kuş oldum kuşta gök boşluğu
ayazda çiçek oldum güneşte ırmak
çiy tanesinde yakut
kardeşçe yalnız kardeşçe özgür

umut bir tarlayı süren bir öküzdür
ve bakışı süren bir meşale

özü dile getirmek için az sözcük gerekir bize; 
bunu gerçekleştirmek içinse bütün sözcükler gerekir.

ama aşkın her zaman pek duyarlı kenarları vardır
umudun güçlerinin sığındığı kenarlar
kurtulmak için yükten

yanlışlarla, güzel kokularla yaşayın.

16.01.2014

postmodernliğin durumu

david harvey

"eğer kitlesel olarak üretilmiş portatif nükleer silahlar için bir pazar olsaydı, onu da pazarlardık." (alan sugar)

charles baudelaire: modernite, anlık olandır, geçip gidendir, olumsal olandır, sanatın yarısıdır; öteki yarısı ise, sonsuz olandır, değişmeyendir.

"kendine iyi bir takım elbise edin; savaşın yarısını kazandın demektir."

max weber: bilgi ağacının meyvesini tatmış olan bir çağın kaderi, hayat ve evren konusundaki genel görüşlerin asla artan ampirik bilginin ürünü olamayacağını ve bizi en büyük heyecanla harekete geçiren en yüksek ideallerin, ancak, bizimkiler bizce ne kadar kutsalsa başkaları için o kadar kutsal olan başka ideallerle mücadele içinde biçimleneceğini kabul etmek zorunda kalmasıdır.

jonathan raban: sinyaller, üsluplar, hızlı, büyük ölçüde basmakalıplaşmış iletişim sistemleri, büyük kentin damarlarında akan kandır. ne zaman bu sistemler çökerse -yani kentsel yaşamın dilbilgisini kavrayamaz hale gelirsek- şiddet ortaya çıkar. büyük modern buluşumuz olan kent yumuşaktır; yaşamların, düşlerin, yorumların gözkamaştırıcı ve uyarıcı çeşitliliğine açıktır. ama büyük kentin tam da insan kimliğini özgürleştirici esnek özellikleridir ki, aynı kenti psikoza ve totaliter bir karabasana açık hale getirir.

terry eagleton: tipik postmodernist ürün şakacıdır; kendi kendisiyle dalga geçer; hatta şizoiddir; aynı zamanda, yüksek modernizmin gösterişsiz kendine yeterliliğine, ticareti ve meta biçimini arsızca kucaklayarak tepki gösterir. kültürel geleneğe karşı tavrı saygısız bir pastiş görünümündedir; kasıtlı olarak amaçlanmış derinlik yokluğu, her tür metafizik ağırbaşlılığın altını oyar. bu, bazen acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılır.

terry eagleton: postmodernizm, bu tür "üst-anlatılar"ın ölümünün habercisidir. bu "üst-anlatılar"ın gizli terörist işlevi, "evrensel" bir insan tarihi yanılsamasını temellendirmek ve meşrulaştırmaktı postmodernizme göre. şimdi artık, manipülasyona dönük aklı ve bütünsellik fetişi ile bu modernlik karabasanından uyanma sürecindeyizdir. içine uyandığımız yeni ortam, bütünleme ve kendini meşrulaştırma yoluyla nostaljik dürtüden kurtulmuş postmodern dünyanın, hayat tarzlarının ve dil oyunlarının o heterojen yelpazesinin, ferah çoğulculuğudur. bilim ve felsefe, o şaşaalı metafizik iddialarını fırlatıp atmalı ve kendilerini daha alçakgönüllü bir tarzda, başka anlatılardan farkı olmayan bir dizi anlatı olarak görmeyi öğrenmelidirler.

marquis de condorcet: iyi bir yasa herkes için iyi olmalıdır; aynen doğru bir önermenin herkes için doğru olması gibi.

marx/engels: üretimin sürekli olarak devrimci biçimde değiştirilmesi, bütün toplumsal ilişkilerin kesintisiz biçimde altüst edilmesi, hiç bitmeyen bir belirsizlik ve çalkalanma; bunlar burjuva çağını kendinden önceki bütün saygıdeğer fikir ve düşüncelerle birlikte, tarih sahnesinden süpürülür gider; yeni oluşanlar ise, daha kemikleşemeden kadük hale gelir. katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey saygısızca kirletilir ve insanlar nihayet yaşamlarının gerçek koşulları ve öteki insanlarla ilişkileri üzerine uyanık bir bilinçle düşünmeye zorlanırlar.

lüks konutlarda ve şirket genel merkezlerinde, estetik tutumlar sınıf iktidarının bir ifadesi haline gelir.

edward palmer thompson: fabrika işçilerinin ilk kuşağı patronlarından zamanın önemini öğrendi; ikinci kuşak 10 saat hareketi içinde kısa çalışma komitelerini oluşturdu; üçüncü kuşak fazla mesai ya da bir buçuk günlük çalışma için greve gitti. işverenlerin kategorilerini sineye çekmişlerdi; bunlar çerçevesinde karşı mücadeleye girmeyi öğrenmişlerdi. vaktin nakit olduğunu, bu dersi ağır sıkıntılar çekerek öğrenmişlerdi.

charles baudelaire: iii. napolyon'a en yüce şanı, herhangi birinin telgraf idaresini ve ulusal basını denetim altına alır almaz koca bir ulusu yönetebileceğini kanıtlamış olması sağlayacaktır.

s. kern: bir dünya savaşının ancak dünya bu denli bütünleştikten sonra mümkün hale gelmesi, dönemin büyük ironilerinden biridir.

"günümüzde insanlar sizin hakkınızda kararlarını saniyenin onda biri kadar kısa bir süre içinde veriyorlar."

jürgen habermas: gelip geçici, kaygan, anlık olana atfedilen yeni değer, dinamizmin kutsanmasının kendisi, kirletilmemiş, lekesiz ve istikrarlı bir şimdiki zamana duyulan özlemi ele verir.

deutsche/ryan: bir kez yoksullar estetikleştirildiğinde, yoksulluğun kendisi toplumsal ufkumuzun alanından yok olur. geriye yalnızca insanlık durumunda ötekiliğin, yabancılaşmanın, olumsallığın pasif bir tasviri kalır. yoksulluk ve evsiz barksızlık estetik haz duygusunu tatmin için sunulduklarında, etik gerçekten de estetik tarafından boğulur; bu da peşinden bir acı meyve gibi karizmatik politikayı ve ideolojik aşırılığı davet eder.

sermaye bir süreçtir, bir şey değil. toplumsal hayatın meta üretimi aracılığıyla yeniden üretimi sürecidir. sermayenin içselleşmiş işleyiş kuralları, içinde kökleştiği toplumu hiç durmaksızın, sürekli olarak dönüştüren dinamik ve devrimci bir toplumsal organizasyon tarzı olmasını sağlayacak bir yapıya sahiptir. süreç perdeler ve fetişleştirir, büyümeyi yaratıcı yok etme aracılığıyla sağlar, yeni ihtiyaç ve istekler yaratır, insanın emek kapasitesini ve arzuyu sömürür, mekanları dönüştürür, hayatın temposunu hızlandırır. aşırı birikim sorunları yaratır; bu sorunlara ancak sınırlı sayıda çözüm bulunabilir.

charles jencks: tahran'dan tokyo'ya herhangi bir kentte yaşayan her orta sınıf kentlinin mutlaka, seyahatler ve dergiler sayesinde sürekli olarak yenilenen, mebzul miktarda, hatta aşırı miktarda bir "imge bankası" vardır. bu insanın hayali müzesi üreticilerin potpurisini yansıtabilir ama yine de onun hayatı açısından doğal bir şeydir. üretim ve tüketimin heterojenliğinin totaliter bir biçimde azaltılması olasılığını dışlarsak, mimarların dillerin bu kaçınılmaz heterojenliğini kullanmayı öğrenmeleri arzu edilir bir şey gibi görünüyor. üstelik, bu oldukça keyif verici. eğer insan başka çağlarda ya da kültürlerde yaşama olanağını bulabiliyorsa, neden kendini şimdiki zamanla ve içinde bulunduğu yerle sınırlasın? eklektizm, seçim hakkı olan bir kültürün doğal evrimidir.

jean-françois lyotard: eklektizm çağdaş genel kültürün başlangıç noktasıdır: insan reggae dinler, bir western seyreder, öğlen yemeğinde mcdonald's yer, akşam yerel mutfak çeşitlerinden; tokyo'da paris parfümü sürer, hong kong'da 'retro' giyinir.

charles jencks: eğer farklı çağlarda ve kültürlerde yaşama olanağımız varsa, neden kendimizi şimdiki zamanla, yaşanan yerle sınırlamalı? eklektizm, seçim şansı olan bir kültürün doğal evrimidir.

15.01.2014

rıza tevfik

melih cevdet anday

"filozof" lakabı ile anılan rıza tevfik'i, bir ramazan günü meyhanenin birinde demlenirken yakalayan bir polis memuru karakola götürmüş onu, komisere teslim etmiş. komiser açmış ağzını yummuş gözünü, "sen ne utanmaz adamsın! sen nasıl müslümansın!" diye bağırıp çağırıyor. rıza tevfik, yakayı kurtarmak için, "ben müslüman değilim, yahudiyim." demiş. duraklayan komiser, karşısındakinin yalan söyleyip söylemediğini anlamak için, polis memurunu çarşıya gönderip bir yahudi satıcı getirtmiş karakola, "konuş bakalım şu herifle, yahudi mi değil mi, söyle bana." demiş. meğer rıza tevfik çok iyi ispanyolca bilirmiş. yahudi ile uzun boylu konuşmuşlar. komiser, yahudi'ye rıza tevfik'i gösterip, "yahudi mi?" diye sorunca, yahudi satıcı, "ne yahudisi, haham haham!" demiş.

14.01.2014

durulmayan bir kafa

kay redfield jamison

yoğun ve sürekli aşk yalnızca biraz fırtınalı tutkuların yer aldığı iklimlerde gerçekleşebilir.

hayatta önemli olan insanın eline düşen kartlar değil, onları nasıl oynadığıdır.

insan uzunca bir süre kendini normal hissetti mi birtakım umutlara kapılıyor ama bu umutlar kaçınılmaz olarak boşa çıkıyor.

elinizde olmayan parayı bol keseden harcamak ya da resmi teşhis dilinde biraz hoş bir deyişle belirlendiği gibi "dizginlenemeyen alışveriş krizlerine girmek", klasik manik davranışların belli başlılarından biridir.

çeşitli duygu durumları insan yaşamının öylesine olağan bir parçasıdır, kişinin kendi kendini tarifinde öylesine temel bir rol oynar ki, psikoza varan aşırı duygu durumu ve davranış değişimleri de çoğunlukla yaşamın zorluğu karşısında gösterilen geçici ve anlaşılabilir tepkiler olarak görülebilir.

manik-depresif hem öldüren hem de hayat veren bir hastalık. ateş, doğası gereği hem yaratır hem yok eder. dylan thomas şöyle yazmış:

"yeşil ışıktan çiçeği üreten güç
benim yeşil çağımı sürdürüyor
ağacın köklerini uçurandır
beni de yok eden."

garip, itici bir güçtür mani, harap eder, kanı ateşe verir.

aşk ne kadar büyük olursa olsun deliliği düzeltemez, insanın kara duygu durumunu aydınlatamaz.

bir insan ve hasta olarak, "çift kutuplu" deyimini nedense son derece itici buluyorum: sözde adını koyduğu hastalığı küçümsüyor, anlaşılmasını zorlaştırıyor gibi geliyor. bence "manik-depresif" tanımlaması hastalığın hem özelliklerini hem de ciddiyetini daha bir yakalıyor, olayın gerçekliğinin üstünü örtmeye yeltenmiyor.

byron'ın da dediği gibi insanlar çeşit çeşittir. her birimiz kendi mizacımızın sınırlamaları içinde hareket eder, kendi kendimizi ancak kısmen gerçekleştirebiliriz.

kasaba

ihsan oktay anar

kendini gerçekleştirmenin en kolay ve en akıllıca yolu başkalarını korkutup boyun eğdirmek olduğu için, insanların kusurlarını araştırıp bularak onları ayıplama fırsatına erişmek, bu kuvvetli tehdit kozunu bir kez ele geçirdikten sonra cemaatten atılma korkusunu başkalarına yaşatmak, kasaba hayatının belki de en temel kuralıdır. öyle ki, bu hayatta güçlü olmanın bir yolu da, insanların günahları ve kabahatleri hakkında bilgi biriktirmektir. yükselmek çok zordur ama diğerleri karalanabilir, yerin dibine batırılabilirler. başkalarının mahrem hayatlarını gözetleme, dedikodu ve tecessüs, ayıplanma korkusunu yaşayanların kendi çektiklerini, belki de başka herkese yaşatma ve böylece kaderlerini paylaşıp sıkıntılarını hafifletme eğilimlerinin bir sonucu olmalı. fiskos ve dedikodu her iki cins eşit rağbet gösterse de, teferruatı erkeklerden daha iyi sezecek kadar ince düşünceli oldukları için, kadınlar tarafından daha büyük bir başarıyla yürütülür.

13.01.2014

how i met your mother

eskiler yeniden yakınlaştığında her zaman birisi incinir.

özellikle de ayrılıklardan sonra kimse yalnız kalmayı sevmez. ama gerçek kimliğimizi ve ne istediğimizi keşfettiğimiz zamanlar da bu zamanlardır.

hayatta tecrübe edeceğiniz en uzun duraksama anı ''o soru''yu sorduktan sonra gerçekleşiyormuş: "benimle evlenir misin?" beyniniz o kadar hızlı çalışıyor ki, olası her cevabı hayal ediyorsunuz: "hayır." "tabii ki hayır!" "benimle evlenmek mi ist.. hayır." "üzgünüm, yapamam." "mark johnson, lisedeki takım kaptanımız teklif etti bile." ama eğer şanslıysanız, dildeki en harika, yegane kelimeyi cevap olarak verir: "evet."

eski sevgililerin etrafta olması çözülmemiş şeyleri gündeme getirir.

mesaj atmanın en kötü tarafı, bir kez gönderdiniz mi bir daha geri alamamanız.

shakespeare: gözüpek olmak bir erdemdir ve erdemlilikte korkuya yer yoktur.

başarı hakkında bilmeniz gereken ilk şey, kucağınıza öylece düşmeyeceği. birçok insan başarıyı para ve güçle bağdaştırır ama bu tamamen bir akıl işi. ve iş başarıya geldiğinde tek sınır, hiçbir sınırın olmayışıdır.

hayatımızdaki büyük şeylere neden olan bir sürü küçük şey vardır.

hayatını bir binaymış gibi tasarlayamazsın. hayat böyle işlemiyor. sen yaşayacaksın, o kendisini tasarlayacak. dünyanın sana yapmanı söylediği şeye kulak ver ve hayatın için bir adım at.

hakikat yolu

melih cevdet anday

son günlerde din adamlarımıza bir hamaratlık geldi, maşallah, sokaklar mübarek dergilerle dolup taşıyor. geçen gün bunlardan birini aldım, adı "hakikat yolu." perşembe günleri çıkıyor. yani müslüman haftasının sonunda. kapağına bir göz attım, ne göreyim! "kuran-ı mübinde elektrik bahsi". derginin öteki sayısını da aldım. a.. "kuran-ı mübinde uçan kale ve mazot". demek biz dinimiz üzerinde gerçekten bilgisizmişiz. elektrik, uçan kale, mazot.. bütün bunlar kuran'da varmış da biz bilmiyoruz. nasıl mı?

"allah-ü nurussemavati.."

bütün bilgi bundan ibaret. bu ayetteki nur, elektrik anlamına geliyormuş. peki ya uçan kale ile mazot? cenabı hak, yüzyıllarca önce, süleyman peygamber'e rüzgardan intifa hakkını ilham etmiş. o da tahtı ile, saltanatı ile uçmuş. süleyman peygamber, bu işi "aynelkıtır" kullanarak başarmış. aynelkıtır, mazot demek.

doğrusu kızdım. madem bunu biliyorlardı, önceden söyleselerdi de uçan kaleyi biz yapıverseydik, iyi olmaz mıydı? ama belki de "kuran-ı mübinde bütün bunların işaretleri var; iş bu işaretleri çözmede" diyecekler. eskiden dincilerimiz, "müsbet bilimler, sanatlar.. hepsi iyi; ama din olmayınca ahlak olmaz" derlerdi. şimdi işi daha da ileri götürmüşler: müsbet bilimlere filan da lüzum yok; hepsini kuran'da bulursun. acaba bu dergiyi çıkaran şemsettin yeşil efendi hazretlerinden rica etsek, kuran-ı mübinde atom bahsini bulur mu? bir de bakmışınız, atom bombasının sırrını biz de öğrenivermişiz. ama dikkatli olmalı, amerikalılar bunu duyarlarsa dünyadaki bütün kuran'ları (hafızlarla birlikte) satın alır, amerika'da bir tröst kuruverirler. ondan sonra ayıkla pirincin taşını; artık yıllarca fizik, kimya, matematik öğreteceğim, öğreneceğim diye didin dur.

12.01.2014

tristram shandy

laurence sterne

gerek erkek gerekse kadın, acıya, kedere ve zevke en iyi yatay pozisyonda katlanırlar.

çalışma, üzüntü, keder, hastalık, yoksulluk ve ıstırap hayatın çeşnileridir.

eğer sizin bir sonraki sayfada karşınıza ne çıkacağı konusunda en küçük bir fikir, bir varsayım öne sürebileceğinizi düşünsem, onu kitabımdan derhal söker atardım.

yaşamak ve sağlıklı olmak arzusu insanın doğasında vardır; özgürlük ve gelişme isteği bu tutkunun kız kardeşleridir.

hararet, hakiki bilgi eksikliğiyle doğru orantılıdır.

bu dünyada insanın güvenebileceği ve en tartışmasız biçimde vakıf olabileceği tek bilgi, kuşkusuz, vicdanının temiz olup olmadığını bilmektir.

savaş yoksulluğa, yoksulluk da barışa yol açar.

günümüzde ahlaken dürüst olmak gibi bir erdemi bile artık kuşkuyla karşılamak gerekir; böyle bir şey zuhur ederse eğer, işin özüne baktığımızda, bu davranışın sahibinin hiç de imrenilecek bir amaçla hareket etmediğini görürüz.

her konuda vicdanlı olmayan adama hiçbir konuda inanılmaz.

bu dünyadaki her şeyin boyutunu ve biçimini onları kuşatan koşullar belirler ve bu kuşağın şu ya da bu biçimde sıkılması ya da gevşek bırakılması o şeyi, büyük ya da küçük, iyi ya da kötü, önemli ya da önemsiz kılar.

11.01.2014

kahraman

nietzsche

küçücük bir bahçe, incirler, biraz peynir ve üç ya da dört arkadaş; buydu epikuros'un bolluğu.

sıradanlık üstün tinin taşıyabileceği en mutlu maskedir; büyük kitlenin, yani sıradanların aklına bir maske olduğunu getirmez; yine de tam da onların yüzünden tercih etmiştir bunu, onları kışkırtmamak için; hatta hiç de az değildir bunda, acımanın ve iyiliğin payı.

kahramanca olan, kişinin büyük bir şeyi, kendini başkalarının önünde, başkaları ile rekabet içinde hissetmeden yapmasına dayanır. kahraman, ıssız ve ayak basılmaz kutsal sınır bölgesini hep taşır yanında, nereye giderse gitsin.

tutkularını yenmiş bir insan, dünyanın en verimli toprağını ele geçirmiştir. bastırılmış tutkuların toprağına iyi tinsel yapıtların tohumunu ekmek de sıradaki en acil görevdir.

zaman zaman insanlara karşı aldırışsız ve soğuk oluşumuz, katılık ve karakter eksikliği olarak yorumlansa da, çoğu kez yalnızca tin yorgunluğudur; bu durumdayken başkaları ve kendimiz de, bize önemsiz ya da can sıkıcı gelir.

çok zeki olmak genç tutar; ama tam da bu yüzden, olduğundan daha yaşlı kabul edilmeye katlanmalı kişi. çünkü insanlar zekanın el yazılarını, yaşam deneyiminin izleri gibi okurlar; yani çok ve kötü şeyler yaşamış olmanın, acı çekmenin, yanılmanın, pişmanlığın izleri gibi. demek ki kişi insanlara hem daha yaşlı hem de olduğundan daha kötü görünür, çok fazla zeki olduğunda ve bunu belli ettiğinde.

en yüce ve en kültürlü tinlerin ve de onlara ait olan sınıfların doğurganlıklarının az oluşu, çoğu kez evlenmeyişleri ve genel olarak cinsel soğuklukları, aslında insanlığın tutumluluğudur; akıl, tinsel gelişmenin en ileri ucunda sonraki kuşakların sinirli olma tehlikesini görür ve bundan yararlanır. bu tür insanlar insanlığın doruklarıdır, küçük zirveler halinde devam edemezler.

10.01.2014

ağaçlar gibi ayakta

tarık dursun k.

gençler övülmekten hoşlanır. gençler, çocuklar, kadınlar ve budalalar.

çok güzel ve çok kötü anılar böyledir: güzel olanları, sık sık mutlu olmak için hatırlarız; kötü olanları da düşmanlık, kin ve öç duygularımızı tatmin etmek için. insan yalnız güzel ve mutluluk veren anılarla yaşamaz. onu insan yapan yanlarından kimileri de düşman olması, kin tutması, öç alma isteğidir. bu, onun hayatta yalnızlık çekmemesine yardım eder. öç alma duygusu çoğu zaman insanı tahrik eder, yerine getirdiğinde de bir doyuma ulaştığına inandırır onu.

erkekler bir kere sever.

devlet güçlüdür ve karşı geleni bağışlamaz. devlete karşı gelmek suçtur. devlet ezer. cezalandırır: acı çektirerek, karalayarak, herkesten ve her şeyden kopararak, sindirerek, kişiliksiz ve kimliksiz bırakarak ve yok ederek.

akan suyu avuçladı, yüzüne tuttu, suyun altından çekilmedi. evet, bunları hatırlıyor. garip. en ince ayrıntılarına dek hem de. hatırlıyor. unutmamış. karısının dediklerini. sevincini. elini alıp karnına götürüşünü. hayır, karıştırdı. o çok sonraydı, çok sonraki günlerde. hatta çok sonraki aylarda. evet, bebeğin karnında kıpırdanışını duymuştu. bir şey elinin altında hareket etmişti.

mel'un

selim ileri

başlangıçlar güzeldir.

karşılıksız kalmaya mahkum büyük aşklar, büyük nefretlere sebep olur.

insanlar başkalarını bilmezler, sürünün insanları. düşünemezler, tartamazlar, hayalleri yoktur. sanrıları bile yoktur.

umut ile bekleyiş aynı şey değildir. umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir.

sıradanlık, herkes gibi olmak ardı sıra kötülüğü getirir.

yalnızca büyük adamlar düşer. hayatta düşmek, düşebilmek için büyük adam olmak gerekir.

yalnızlığın vahşetiyle yaşayanlar zehirli hayattan korunmayı çabuk öğrenirler. savunma usulleri farklıdır: başkalarını, size yaklaşmak isteyenleri, dost yüzlü düşmanları görmezden geleceksiniz.

büyük acılar gibi büyük sevinçler de hiç beklenmedik bir anda gelir.

insanın kendi kendine, kendi kendisiyle konuşması iyidir. kimse canınızı yakamaz. kırılsanız, üzülseniz bile, bu bir sırdır. sizinle sizin aranızda kalır. kimsenin haberi olamaz. bu bir iç konuşmadır.

her devrin, her çağın kavgaları vardır.

ölümlü yaratıklar yeryüzüne acı çekmeye gelirler.

büyük alaylar büyük ıstırapların sonucudur.

ileri memleketlerde şahısların varlığı değil, kurumlaşabilmek önemlidir; aksi takdirde şahıslar bildiklerini okurlar. yani bir çeşit diktatörlük. ama biz hep şahısların peşinde sürüklendik ve birtakım diktatoryalara alkış tuttuk.

bütün perhizciler sonunda çeke çeke fıtık olurlar.

yeni bir şey öğrenmek istemeyenler boyuna imlalarını değiştirerek yeni bir şey öğrendiklerini zannederler.

toprak zalim insanoğluna sağırdır.

yağmurdan sonra
o sessizlik
kuşlar akşamı bekliyor

umudun kesildiği yer ölüme en yakın yerdir.

gençlik bir merhametsizlik çağıdır.

bu dünyada insanın insana duyacağı sevgi, insanın insana duyabileceği her türlü sevgi müthiş bir yanılsamadır, kuyruk acısı sonradan ortaya çıkacak yanılsamalar. tek hakikat bunun böyle olduğunu sezebilmektir.

dergiler edebiyatın atardamarıdır.

aşkınız karşılığında aşk uyandıramıyorsa, emek verdiğiniz halde bu aşk karşılık bulamıyorsa, bu bir talihsizliktir.

ayrılık hastalığı insanın bütün umutlarını alır götürür. asıl korkunç tarafı budur ayrılık hastalığının: her şey yaralar, önünü göremez insan, istikbalden hiçbir şey bekleyemez.

totaliter rejimlerin zaferi, kitlede erittikleri fertleri uyandırabilmiş olmalarından hayat bulur.

mazi onarılamaz.

burada hiçbir şey değişmez. üsttekiler paldır küldür aşağıya indirilirler. indirenler üste çıkarlar, yine hürriyet-adalet-müsavat adı altında acele acele emirler yağdırarak ceplerini doldururlar. değişen sadece miting alanındaki resimlerdir. lakin ne acıdır ki halk hiçbir şeyin değişmediğini bilmez, değişen portrelere bakarak alkışlar, devirlerin değiştiğini zanneder.

ne tuhaf: insan geçip giden zamanı unuttuğu gibi, büyük mezalimleri de unutuyor.

ruhum yaralansın isterim. ruhu yaralı insanlar, hakikatin acılığını hissedenlerdir.

sonsuz yalnızların, sonsuz ölülerin kimseye ihtiyacı yoktur.

acıdan başka bir şey değildir hayat.