3.11.2013

yolculuk

tahsin yücel

hiç başıma gelmemişti böylesi; kısa pantolonu, bol resimli atletiyle geçip yanıma oturdu, sol kalçasının sol yanı koltuğumun en az üçte birini kaplayıverdi. bu da kaçınılmaz bir şey; eni benimkinin iki katı. ama adam oylumlunun da dışına taşıyor, bacaklarını açıp sol ayağını iki ayağımın arasına yerleştirdi; bir de, bu sıcak bodrum akşamında, oturur oturmaz çarşaf gibi açtığı sabah'ının sayfalarını çevirirken, dirseğini ikide bir koluma, göğsüme, başıma çakıyor. patladım patlayacağım, etkili bir söz arıyorum, buluyorum da; ama adamda öyle küresel bir surat var ki, etkilenmeyeceği kesin. çevreme bakıyorum, her yer dolu; kaptana bakıyorum, bir yandan otobüsü uçururken bir yandan da yanındakilerle şen bir söyleşiye dalmış, kahkahalar atıyor. "anlaşıldı, istanbul'a dek katlanacağım bu işkenceye!" diyorum içimden. ama beterin beteri de var: gazeteyi bırakıp uyuyunca, komşum iyice kaykılıp üstüme yaslandı. koltuğumun arkalığını öne, arkaya çekiyorum; hiçbir şey değişmiyor. ben böyle kıvranırken, önümde saçları altın sarısı iki güzleklemiş bayan, saç tarıyor, ruj yeniliyor, kokakola içiyor, ingilizce patlatıyor, sık sık görevliyi çağırıp bir şeyler istiyor. umursamazlıkları işkencemi iki katına çıkarıyor, durumumun olası izleyicileriyle göz göze gelmeyeyim diye uzun süre gözlerimi yumuyorum; sol omzuma çarpılınca açıyorum ancak. kaptan çarpmış. direnme içgüdüsüyle, bir şaka geliyor usuma:

"hayrola! araba kendi kendine mi gidiyor?" diyorum.

"yok, amca, olur mu öyle şey, arkadaş kullanıyor" diyor. sonra birden durup başını sallıyor; şakayı geç anladı; ya kendi kendine kızıyor ya bana. bana kızdığını düşünmek hoşuma gidiyor. ama, kimbilir kaç saat sonra, arkadaşını indirip yeniden direksiyona geçince, dost dost gülümseyerek sağ yanındaki tek koltuğu gösteriyor bana: "abi, gel, şöyle otur istersen; söyleşe söyleşe gideriz" diyor.

bana kızdığını ummuştum; oysa hem "amca"yı "abi"ye çevirdi hem de beni işkenceden kurtarmak istiyor. dirsekliği indirerek şişeden mantar çeker gibi çekip çıkarıyorum gövdemi. insan değil miyiz, kaptanın yanına kurulur kurulmaz şımarıyorum:

"sizin şirket 13 numaranın parasını bana vermeli" diyorum.

"o niye, abi?"

"yolcusunu ben taşıyorum."

içtenlikle gülüyor:

"doğrusun, abi" diyor, "öyle bir ayının yanına düşmüşün ki, beş erol günaydın seslendiremez."

"hayır, erol günaydın seslendirir" diyorum. "erol günaydın dünyanın tüm yaratıklarını seslendirir; en sessizlerini bile, tırtılı, balığı bile."

"ağzına sağlık, abi" deyip yola dikiyor gözlerini, bir kamyonu geçiyor, bir kamyonu daha geçiyor, bir an benden yana dönüp gülümsüyor, alan değiştirmemize zaman kalmadan, "abi, tansu çiller'i nasıl buluyorsun?" diye soruyor.

"tipim değil" diyorum.

"renk sorunu" diyor incelikle.

sonra muavine bize birer "neskahve" getirmesini söylüyor; sonra, erol günaydın'a taş çıkartmak istercesine, süleyman demirel'den başlayarak, bir sürü politikacının öykünüsünü çıkarmaya girişiyor; el ve yüz devinilerini de, heceleri vurgulamalarını da, söylemlerinin biçemini ve içeriğini de bayağı güzel yansıtıyor. hepsini de yakından izlediği belli. gülüyorum, 13 numaranın şişmanını çoktan unuttum.

"peki, koalisyona ne diyorsun?" diye soruyorum. "daha çok sürer mi?"

"sürer abi, sürer" diyor. "seninkiler öyle kıyak bir sağırlar diyaloğu kurmuşlar ki, seçim olmasa, kıyamete kadar sürer."

gözlemini kendisinin de çok beğendiği gerine gerine geriye yaslanmasından belli. ama, yaslanınca, aynada bir ışık görüyor, yerde uyuklayan muavini uyandırıyor:

"bak bakalım, gönül yazar'lar gene ne istiyor?"

"neden gönül yazar diyorsun ki?" diye soruyorum.

"abi, daha ne diyeyim istiyorsun?" diyor. "hülya avşar mı diyeyim?"

muavin geri dönüyor bu sırada, gönül yazar'ların marlboro paketini istediklerini söylüyor.

"benim marlboro paketimi mi?"

"senin marlboro paketini."

kaptan direksiyonu bırakıp kollarını havaya kaldırıyor:

"otobüsü kuruttular, sıra bana geldi!" diyor; ama çıkarıp veriyor marlboro paketini. "abi, insan şu otobüste öyle tiplerle karşılaşıyor ki!" diye ekliyor.

sonra karşılaştığı tipleri anlatmaya başlıyor bana. hepsi de ilginç gerçekten; inanılamayacak kadar ilginç. yazık ki, gözkapaklarım çok ağırlaştı, işitiyorum ama izleyemiyorum, gözlerim kendiliğinden kapanıyor.

bir de bakıyorum ki, gelmişiz! kaptan kollarını açmış, tepemde dikiliyor. kalkıyorum, kucaklaşıp öpüşüyoruz.

"teşekkür ederim, çok teşekkür ederim" diyorum.

"ayıp ettin amca" diyor, "yaşlılara yardımcı olmak görevimiz."

gel de gülme!

"yani ödeştik mi?" diye soruyorum.

"sayılır" diyor, "bizim meslekte ne borç bırakacaksın ne alacak."