9.09.2013

lampedusa

javier marias

giuseppe tomasi di lampedusa'nın çok hüzünlü yaşam öyküsünün en hüzünlü tarafı, dünyada ünlenen biricik romanı leopar'ın yayımlanmasıdır; çünkü yaşamındaki sıra dışı tek olay budur. o da ölümünden sonra, bu dünyadan göçüp gitmesinin üzerinden 16 ay geçtikten sonra meydana gelmiştir. bu nedenle ne kendini yazar gibi hisseden ne de buna uygun yaşayan ender yazarlardandır. dahası, yaşarken bir satırının bile yayımlanmamış olmasıdır; çünkü neredeyse yaşamının son günlerine dek buna hiç niyetlenmemiştir. niyetten söz açılmışken o zamana dek yazmaya bile pek niyetlendiği söylenemez.

lampedusa daha çok doymak bilmez ve takıntılı bir okurdu. ona yakın olanlar edebiyat ve tarih bilgisine, her iki alana ait kütüphanesinin zenginliğine inanamazlardı. sadece en önemli ya da okunması kaçınılmaz yazarların yapıtlarını okumakla kalmamış, ikinci dereceden önemli olanları, hatta vasatları bile devirmişti. "insan, sıkılmayı da bilmeli." der ve kötü edebiyatı da sabır ve ilgiyle izlerdi. hemen hemen tek harcaması ve lüksü kitaplar olmasına karşın, dönemin palermo'sunun ingilizce, fransızca, almanca, rusça (yaşamının son yılında ispanyolca) bilen birine sunabildikleri son derece kısıtlıydı. her şeye karşın bir taşra soylusu olarak sürdürdüğü önemsiz yaşam biçimi her sabah birkaç saatini kitapçılarda, özellikle de on yıl süresince her gün gittiği flaccovio'da geçirmesine izin veriyordu.

lampedusa'nın sabahları, hemşerilerine kusursuz avarelik fırsatları gibi görünüyor olmalıydı ve öyleydi de. letonyalı psikanalist karısı licy gece geç saatlere kadar çalışmayı tercih ettiği için sabahları geç kalkar, lampedusa ise erkenden uyanır, uzun uzun kahvaltı ederken okuduğu bir pastaneye kadar yürürdü. bir defasında elinde balzac'ın kalın bir kitabıyla gittiği ve başından sonuna dek okuyuncaya kadar tam dört saat yerinden kımıldamadığı anlatılır. sonra kalkar ve rahat rahat kitapçıları dolaşır, daha sonra bir başka kafeye uğrar ama yarı-entelektüel kaygılara sahip tanıdıklarının arasına karışmazdı. onların "aptallıklarını" pek ağzını açmadan dinledikten sonra, bu uzun oturma ve hafif yürüyüş maratonundan yorulduğundan olsa gerek, evine otobüsle dönerdi.

her zaman ağır ağır yürürken anlatılır, seçkin bir havası olduğu, aydınlık bakışlarının hiçbir şey üzerinde durmadığı, koltuğunun altında içi kitaplarla, evinde öğle yemeği yenmediği için akşama kadar idare ettiği tatlılarla ve pastalarla, türlü erzakla dolu, ağır mı ağır bir deri çanta taşıdığı anlatılır. o ünlü çantayı büyük bir doğallıkla taşır, proust ciltlerinin yanında şekerlemeler ve hatta kabaklar olmasına aldırmazmış bile. görünüşe göre çantasında her zaman yedek kitabı olurmuş, çantası uzun bir yolculuğa çıkacak olan ve elinde okuyacak bir şey kalmamasından korkan bir kitap kurdunun bavulunu andırırmış.

kolayca tahmin edileceği gibi para konusunda hiçbir zaman kaygı duymadı. bunun nedeni çok zengin olması değil, para gerektirecek bir hevesi olmamasıydı. hayatı boyunca çalışmasına gerek olmayacak kadar zengindi ama paylaşılan bir miras ve yüzyılın krizi, kesinlikle ayakları yere basan bir centilmen olmasını sağladı. mütevazı alışkanlıkları vardı, kitapçıları bir yana bırakırsak sık sık sinemaya gider, arada bir yemeğini lokantada yerdi, gençliğinde çok yolculuk etmiş olsa da seyahate çıkmazdı.

1654 yılında, ölümünden üç yıl önce günlüğüne şöyle yazar: "ben çok yalnız bir insanım. günün uyanık geçirdiğim on altı saatinden en az onunda tek başınayım."

lampedusa hakkında yapılabilecek tek dedikoduysa çocuğunun olmamasının ve licy'ye hiçbir tutku duymamasının esinlediği iktidarsız olma ihtimaliydi. ancak evlendiklerinde karısının 37 yaşında olduğu da gözardı edilmemelidir. licy evliliğinin ilk yıllarında sicilya'ya tahammül edemeyerek yılın büyük bölümünü letonya'da, doğduğu sarayda geçirmiş, evlilikleri "mektup evliliği" şeklinde yorumlanmıştır.

lampedusa sadece su içer ama iyi yerdi (tombuldu); iflah olmaz bir sigara tiryakisiydi ve ceketinin üzerine kar gibi yağan külleri fark etmezdi bile. ona tanıştırılanların yüzlerine bakmadan ellerini sıktığı da yine hakkında yazılanlar arasındadır; topluluk içinde utangaç, asık suratlı, yalnız ve hüzünlüdür; öyle ki bazı durumlarda ağzını açmayı bile reddeder. çok az sayıdaki dostlarının ve daha da az sayıdaki çömezlerinin yanındaysa açık ve kesin, sevimli ve her zaman biraz alaycı sohbetler ettiği söylenir. ukala ve ayrıntıcı da olabilir doğrusu; köpeklerinden her biriyle farklı bir dilde konuşurmuş. francesco orlando'nun tanımlamasına göre yazarın "çevresinde olup bitenle ilgilenmeyen iri bir kedigili" andıran bir havası vardır.

politik fikirleri hakkında çok az şey biliniyor ama görüşlerinin çok açık olduğu söyleniyor. sicilya'ya ve sicilyalılara duyduğu nefret bilinse de bu, yüzeysel, sevgiyle karışık bir nefrettir. sicilya'nın tüm sosyal sınıflarından nefret ederdi, dine ve din görevlilerine eski moda bir biçimde de olsa karşıydı, her şeyin her koşulda "bu dünyada, aşağıda" sonlanacağına inanırdı.

romanının ilk gönderdiği yayınevlerince reddedilmesini alay ve acıyla örtülü yumuşak bir biçimde kabullendiyse de, karısı kendi günlüğüne, son derece açık seçik bir ifadeyle, "mondadori'deki o domuz tarafından reddedildi." diye not düşmüştür. lampedusa'ya göre, sonunda yazmaya karar vermesindeki neden kendisi gibi bu işe geç başlayan kuzeni lucio piccolo'nun şiir kitabının bir ödül ve montale'nin övgüsünü almasıdır. "matematiksel bir kesinlikle biliyorum ki ondan daha salak olamam, bu nedenle masanın başına geçtim ve bir roman yazdım." diye yazar, bir arkadaşına gönderdiği mektupta. leopar'ın gün yüzü görmesi gerektiğine inanıyordu ama francesco orlando'ya "bir saçmalık olmasından korkuyorum." diyerek dile getirdiği kuşkuları vardı; yine orlando'ya göre, bunu romanının iyi karşılanacağını ümit ederek söylüyordu.

giuseppe tomasi di lampedusa, tedavi için gittiği roma'daki bir akrabasının evinde, 23 temmuz 1957 sabahı, akciğer kanserinden öldü. altmış yaşındaydı. uykusunda öldü, onu karısının kız kardeşi buldu.

lampedusa her zaman insanların kendi hatalarını yapmaları için rahat bırakılmaları gerektiğini söylermiş. o da hata yapma özgürlüğünü kullanarak onu beklemek istemeyen başarıyı tatmaz. yaşamındaki talihsizliklerden birinin yüreğinin katılığı olduğunu söylermiş, sonunda evlat edindiği, kendisinden kırk yaş küçük sevgili kuzeni gioacchino'nun bu konuda dikkatli olmasını istermiş:

"sakın yüreğin nasırlaşmasın."