31.07.2013

uzun lafın kısası

çehov: dünya büyüktür ama, gene de çaldığı şeyi saklayacak yer bulamaz insan.

alain: neşenin nüfuz ve itibarı yoktur; çünkü gençtir; oysa keder bir tahta oturmuştur, ona herkes saygı gösterir.

sean o'casey: politika, esaretindeki binlerce insanı katletmiştir; din ise on binlercesini.

antoni casas ros: hayaller kurulabilir, gökyüzü arzulanabilir, hafızada binlerce enfes anı canlandırılabilir; ama bir bedenin bir ötekini arayışının yeri nasıl doldurulabilir?

la rochefoucauld: öyle insanlar vardır ki, aşktan bahsedildiğini duymasalardı aşık olmazlardı.

bret easton ellis: en büyük iki yalan nedir? "paranı geri vereceğim." ve "ağzına boşalmayacağım."

ferit edgü: insanoğlunun bazı gerçeklerini hasıraltı etmek sevdasında olan ahlakçılar kadar ahlaksız kişi yoktur.

johannes mario simmel: hayatta işlenecek tek günah, cesaretini kaybetmektir.

michel tournier: insanın yaşamındaki en heyecan verici şey, içinde doğuştan var olan sapkınlık yönelimini keşfidir.

samuel taylor coleridge: on bin kişiden biri bile, ateist olabilecek zihin gücü ve kalp temizliğine sahip değildir.

thomas bernhard: kendimizi aldatmayalım; cenazeler her zaman tiyatrodur.

robert m. pirsig: biz hepimiz, başkalarının hayaletlerini kibirle aşağılarız; ama kendimizinkileri cahilce, barbarca üstün tutarız.

30.07.2013

aşk

george orwell

ah, o anın tadı, hiçbir şeye benzemez coşkusu! işte beyler, hanımlar, size anlatmak istediğim; işte aşk! gerçek aşk vardır, uğrunda çarpışılacak tek bir şey vardır; tüm becerilerinizi ve ülkülerinizi, tüm felsefe ve inançlarınızı, tüm ince sözlerinizi, yüce davranışlarınızı bir kül yığınına çevirecek, gölgede bırakacak tek şey vardır, gerçek aşk. insan bir kez aşkı, gerçek aşkı yaşadı mı, artık bu dünyada neşe hayalinden başka bir şey bulabilir mi?

ah, o bir daha geri gelmeyecek zaman! sizler, beyler, hanımlar, sizler ki aşkın bundan daha incesini yaşamamışsınız, sizin için böyle bir haz neredeyse düşlenemez bir şeydir. ben de artık gençliğimi geride bıraktığım için, -ah gençlik!- yaşamı artık bir daha hiçbir zaman bu kadar güzel olarak göremeyeceğim. bitti. evet, gitti, bir daha dönmemecesine. 

ah, yoksulluk, yokluk, insanın hazlarının düş kırıklığına uğraması! çünkü, aslına bakılırsa, aşkın o en coşkun anı ne kadar sürer ki? hiç, bir an, belki bir saniye. bir saniyelik kendinden geçme, ötesi toz, kül, hiçlik.

29.07.2013

seks

murathan mungan

seksin hiçbir açıklaması yoktur. seks de ölüm kadar bilinmezdir aslında. fakat insanlar nedense onun hakkında ölüm hakkında bildiklerinden daha fazla şey bildiklerini zannederler. seks bir gayya kuyusudur. bunu hiç unutma! sekste hiçbir şeyi açıklamaya kalkma; yalnızca kabul et. hayallerini sekse emanet etmeye kalkma sakın, çabucak kırılırlar.

seks birçok şeye engeldir. erkeklerin çoğu bu yüzden kadınlarla arkadaş olmayı başaramazlar. tanıdığım birçok erkek, ancak kuşu kalkmamaya başladıktan sonra kadınları anlamayı, onlarla nispeten daha eşit ilişkiler kurmayı öğrenmiştir. ne hazin bir kazanç! cinsellik, aslında insanlığın en büyük belasıdır. birçok insan, hayata çok daha fazla faydalı olabilecekken, sırf bu yüzden bütün vaktini ve enerjisini seks dedikleri beyhude bir amaç uğruna harcayıp gider.

insanların en büyük ön yargıları da cinsellik hakkındadır. en büyük sırlarını da, ikiyüzlülüklerini de cinselliğe saklamışlardır. dünyada hala en büyük para seksten kazanılıyor. insanlar o kadar zavallı ki, üç aşağı beş yukarı hemen herkes bu konuda yalan söylediği ve ikiyüzlü olduğu halde, yüzyıllardır zina, fuhuş, aldatma, sadakat falan tartışıyorlar! dünya kurulalı beri, en büyük yasaklar seks hakkındadır. ne dört kitap, ne kırk peygamber seksle baş edemedi. çünkü seks ne yazık ki var oluşumuzdur. varoluşumuz kadar anlamsız ve açıklanamazdır.

arthur raymond

henry miller

arthur kısa, erkeksi, genizden sesli, sık sık kahkaha nöbetleriyle sarsılan bir adamdı. başkalarının esprileri kadar kendininkilere de yürekten gülüyordu. olağanüstü sağlıklı, canlı, neşeli ve coşkuluydu. eskiden de böyleydi. ilk taşındığımız günlerde ondan çok hoşlanıyordum. günün ve gecenin her saati ona gidiyor ve yeni okuduğum kitaplardan üç ya da dört saatlik özetler veriyordum. bazen, smerdiakov ve pavel pavlovich, general ivolgin ya da budala'yı çevreleyen o meleksi ruhlar ya da flippovna kadınından söz ederek uzun öğleden sonraları geçirdiğimizi hatırlıyorum. o zamanlar, sonradan evrenleştirici telgraf şirketi'nde yardımcım olarak çalışan irma ile evliydi. arthur raymond'ı ilk tanıdığım o eski günlerde büyük olaylar oldu -zihinde olduğunu eklemem gerek. konuşmalarımız sihirli dağ'dan alınmış bölümler gibiydi; yalnız daha zehirli, daha yüksek, daha iddialı, daha saptırmalı, daha yakıcı, daha tehlikeli, daha manyakça -ve çok daha fazla, haddinden fazla tüketiciydi.

durup konuşmasını dinlerken, hızlı bir geriye bakış yapmıştım. kız kardeşi renée, kronski'nin karısı ile, hastalıkla ilgili bir söyleşi sürdürmeye çalışıyordu (konu ne kadar çekici olursa olsun, sonuncusu insanı sıkıntıdan patlatırdı). bir çatı altında nasıl anlaşacağımızı merak ediyordum. iki odadan büyüğünü kronski şimdiden kapatmıştı bile. bir ayı ininden büyük olmayan öbür odada, altımız birden düğüm halinde oturuyorduk.

"işimizi görür bu" diyordu arthur raymond. "tanrım, fazla odaya ihtiyacımız yok ki -bütün ev sizin. gelmenizi istiyorum. burada güzel vakit geçireceğiz. tanrım!" tekrar bir kahkaha..

sıkıntıda olduğunu biliyordum. fakat paraya ihtiyacı olduğunu söylemeyecek kadar onurluydu. rebecca bekler gözlerle bana bakıyordu. yüzünde ne yazılı olduğunu hemen okudum. aniden mona konuştu: "tutacağız elbet." kronski memnuniyetle ellerini oğuşturdu. "tabi tutacaksınız! çok eğlenceli olacak, göreceksiniz." sonra onlarla kira konusunda pazarlığa girişti. fakat arthur raymond, para hakkında konuşmaya niyetli değildi. "kendi koşullarınıza göre olsun." dedi, piyanonun bulunduğu büyük salona doğru giderek. piyano çaldığını duydum. dinlemeye çalıştım fakat rebecca önümde durdu ve sorularıyla beni bunaltmaya devam etti.

birkaç gün sonra yerleşmiştik. yeni evimizle ilgili ilk dikkatimizi çeken şey, herkesin aynı anda banyoyu kullanmak isteyişi oldu. son kullananın kim olduğunu, bıraktığı kokudan anlar olduk. lavabo her zaman uzun saçlarla dolu oluyordu ve hiçbir zaman bir diş fırçasına sahip olmayan arthur raymond, eline geçen ilk fırçayı kullanıyordu. bir şey daha vardı: etrafta çok dişi dolanıyordu. bir aktrist olan büyük kız kardeş jessica, çok sık gelip geceleri de kalıyordu. rebecca'nın annesi de vardı, her zaman rastgele gelip giden, daima keder içinde, daima kendini bir ceset gibi sürükleyen. ayrıca kronski'nin ve rebecca'nın arkadaşları da vardı. gündüz ve gecenin her saatinde gelen öğrencilerin dışında. ilk başlarda, piyano çalındığını duymak güzeldi; bach'tan, ravel'den, debussy'den, mozart ve başkalarından parçalar. daha sonraları sıkıcı olmaya başladı, özellikle arthur raymond egzersiz yaparken. deli bir adamın sabır ve inadıyla, belli bir bölümü tekrar tekrar çalışıyordu. önce bir elle, sabırla ve ağır ağır, sonra diğer elle, sabırla ve çok ağır ağır; derken daha daha çabuk, ta ki normal tempoya ulaşana kadar. sonra yirmi kere, elli kere, yüz kere. biraz ilerleyerek birkaç ölçü -ditto. aynen böyle. yengeç gibi tekrar başa; en baştan. sonra birden bırakır, yeni bir şeye başlardı, sevdiği bir şeye. bütün yüreğiyle çalardı, bir konser salonunda çalar gibi. fakat yolun üçte birinde teklemeye başlardı. sessizlik. birkaç ölçü geriye gider, parçalar, yeniden kurar, ağır ağır, tek el, iki el, hepsi birden, eller, ayaklar, dirsekler, eklemler, önüne çıkan her şeyi silerek, ağaçları, çitleri, ahırları, çalıları, duvarları ezerek ilerleyen bir tank birliği gibi hareket ederdi. onu dinlemek bir ıstıraptı. zevk için çalmıyordu -tekniğini geliştirmek için çalıyordu. parmakuçlarını yıpratıyor, kıçını düzleştiriyordu. daima ilerleyip gelişerek, saldırarak, genişleyip yayılarak, yok ederek, mat ederek, gücünü artırarak, gözcü ve nöbetçiler koyarak, geri kuvvetleriyle kendine siper kazarak, esirlere saldırarak, yaralıları ayırarak, adamlarına saldırıp pusu kurarak, fişekler, roketler göndererek, cephanelikleri, tren yolları merkezlerini imha ederek, yeni torpidolar, dinamolar, yangın kuleleri dikerek, şifre yollayarak ve yollanan şifreleri çözerek.

ama büyük bir öğretmendi. sevgili bir öğretmen. üzerinde boynu hep açık duran haki gömleğiyle huzursuz bir panter gibi dolaşırdı. bir eli çenesinde, diğer eli de dirseğine dayalı bir şekilde köşede durur dinlerdi. öğrencileirnin, beklediği mükemmelliğe erişebilmek için uğraşmalarını izlerken pencereye doğru yavaşça yürür, mırıldanarak bakardı dışarıya. eğer karşısındaki genç bir öğrenciyse, bir kuzu kadar yumuşak olurdu; çocuğu güldürür, onu kollarına alıp iskemleden koparırdı. nasıl çalınması gerektiğini gösterirken, çok yavaş ve incelikle "gördün mü" derdi. genç olanlara karşı sonsuz bir sabrı vardı -bunu izlemek çok güzeldi. onlara, çiçekmişler gibi bakardı. ruhlarına ulaşmak ister, duruma göre yatıştırmaya ya da parlatmaya çalışırdı. daha büyüklere davranış tekniğini izlemekse çok ilginçti. onlarlayken, baştan aşağı dikkatli, kirpi gibi tetikte, bacakları gerilmiş, kendini dengeleyerek, topukları üzerinde yükselip alçalarak, bir pasajdan diğerine geçişleri ilgiyle izleyerek, yüzünün kasları hızla oynayarak dinlerdi. onlarla, daha şimdiden ustaymışlar gibi konuşurdu. şu ya da bu tür icra, şu ya da bu tür yorum teklif ederdi. onar, on beşer dakikalık aralarla çalmasını keser, önemli teknikler üzerine kıyaslamalar yaparak bir partisyonu bir kitapla, bir yazarı bir diğeriyle, bir paleti bir kumaşla, bir notayı kişisel bir deyimle ve daha başka şeyleri birbirleriyle kıyaslayarak parlak konuşmalara dalardı. müziği yaşatırdı. her şeyde bir müzik duyardı. konser verdiğinde, genç kadınlar salona dolar, hiçbir şey görmeden, yalnız onun deha alevlerine kapılırlardı. evet, bir hayat sunucuydu, bir güneş tanrısıydı o; onları boşalmış bir şekilde yollardı sokağa.

kronski'yle tartışırken başka bir insan olurdu. mükemmellik manyaklığı, müzik hocası olarak onu güçlü duruma getiren o pedagojik hırs, fikir dünyasına daldığında çok azalırdı. kronski, onunla, kedinin fareyle oynadığı gibi oynardı; geçmişini kurcalamaktan zevk alırdı. hiçbir şeyi korumazdı, kendi güvenliğinden başka. sıra hararetli bir tartışmaya gelince, arthur raymond'da jack dempsey stilinden bir şeyler bulunurdu. dans eden bacaklara eklenmiş bir et kütüğü gibi, kısa çabuk ataklarla ve sakinlikle katlanırdı her zaman. arada sırada bir saldırı, akıllıca bir saldırı yapardı, o da yalnız havayla uğraştığını anlamak için. ipler tam kendi elinde görünürken. kronski yıkıcı bir dalavere çevirirdi. bir saniye sonra onu avizeye asılmış bulabilirdiniz. arthur raymond durmadan "yumruklarını kaldır, dövüş! dövüşsene piç!" der gibiydi. ama kronski'nin bir kum torbası olmaya hiç niyeti yoktu. arthur raymond'ı kitap okurken hiç görmedim. çok kitap okuduğunu da sanmıyorum. buna karşın, pek çok şey hakkında da şaşırtıcı bilgisi vardı. okuduklarını olağanüstü bir canlılık ve doğrulukla hatırlardı. dostum ray hamilton'ın dışında, bir kitaptan, tanıdığım herkesten fazla bilgi çıkaran kimseydi. metinin edebi olarak barsaklarını çıkarırdı. doğruyu söylemek gerekirse, roy hamilton, sırasında bir deyim üzerinde günlerce durarak, milimetre milimetre ilerlerdi. bazen ufak bir kitabı bitirmesi bir iki yıl sürerdi; fakat bitirdiğinde, boyuna iki karış eklenmiş gibi olurdu. onun için yarım düzine iyi kitap, hayatının sonuna kadar ruhunu besleyecek yeterli gıdaydı. ona göre, düşünceler yaşayan şeylerdi. louis hambert için olduğu gibi. bir kitabı iyice okuduğunda, bütün kitapları bilirmiş izlenimini bırakırdı. bir kitap yoluyla düşünür ve yaşardı; denemeden, yeni ve yücelmiş bir canlı olarak çıkarak. okuduğu her kitapla boyu kısalan bir öğrencinin tam tersiydi. gerçeğe ulaştıktan sonra istekli bir arayıcı için yoga ne ise kitaplar da onun için öyleydi. tanrı'ya ulaşmasını sağlarlardı.

diğer taraftan, arthur raymond, bir kitabın içeriğini yutar izlenimini bırakırdı. büyük bir dikkatle okurdu ya da, etkilerini görerek ben öyle düşünürdüm. yazarın düşüncelerini emmeye çalışan bir sünger gibiydi. tek amacı yutmak, sindirmekti. bir yırtıcıydı. her yeni kitap, yeni bir zafer belirtisiydi. kitaplar benliğini güçlendiriyordu. büyümüyor, gurur ve kibirle şişiyordu. işbirliği arıyordu, saldırmak ve savaşmak için. yenilmeye tahammülü yoktu. yazarı takdir edebilirdi; fakat dizlerinin üzerinde hiçbir zaman eğilemezdi. katı ve esnemez olarak kaldı; kabuğu kalınlaştıkça kalınlaştı.

elindeki kitabı bitirdiğinde, birkaç hafta ondan başka hiçbir şey konuşamayan bir adamdı. onunla konuşan ne konu açarsa açsın, o, konuyu yeni yuttuğu kitaba çevirirdi. bu konuşmaların en ilginç yönü, kitap hakkında konuştukça, onun kitabı yok etmek için duyduğu bilinçaltı arzunun ortaya çıkmasıydı. aslında bana her zaman başka bir kafanın onu alt etmesinden gerçekten utanıyormuş gibi gelirdi. konuşması kitap hakkında değil, kendinin, yani arthur raymond'ın, onu ne kadar incelikle ve zekice anladığı hakkında olurdu. kitabın bir özetini vermesini beklemek saçmaydı. size, onun analiz ve işlemelerini izlemenizi sağlamak amacıyla, sadece konusu hakkında yeterli bilgi verirdi.

size durmadan "okumalısın, bir harika bu." derken, aslında "önemli bir kitap olduğunu benden öğrenebilirsin; yoksa onu seninle tartışıp zamanımı harcamazdım." demek isterdi. ve, demek istediği, daha çok, okusanız da hiçbir şey fark etmeyeceğiydi; çünkü, kendi çabalarınızla, onun, arthur raymond'ın bulduğu cevherleri hiçbir zaman ortaya çıkaramayacaktınız zaten. "sana onu anlatmayı bitirdiğimde.." der gibiydi, "okumana gerek kalmayacak. yazarın ne söylediğini değil yalnızca, söylemeye niyetlenip söylemediklerini de biliyorum."

sözünü ettiğim yıllarda bir tutkusu da sigmund freud'du. hayır, yalnız freud'u tanıyordu demek istemedim. krafft-ebing, stekel'den beri bütün sürüyü tanırmış gibi konuşurdu. freud'u yalnız düşünür olarak değil, şair olarak da beğenirdi. diğer yandan bu alanda daha çok okumuş, daha derinleşmiş, klinik tecrübesi olma avantajına da sahip ve o sıralarda psikanaliz üzerine kıyaslamalı inceleme yapmakta olan, yani yalnız birbiri ardına yeni bir yazı sıralamaya çalışmayan kronski, onun yıkıcı şüpheciliği, arthur raymond'ı anlatılamayacak kadar rahatsız ediyordu.

yalnız tatsız olmakla kalmayıp, bitmek tükenmek de bilmeyen bu tartışmalar, bizim "yatakhanemizde" oluyordu. mona, dans salonundan ayrılmış, tiyatroda bir iş arıyordu. genellikle hep birlikte mutfakta yiyor, geceyarısına doğru ayrılmaya ve saygıdeğer bölümlerimize gitmeye niyetleniyorduk. fakat arthur raymond, zamana hiç aldırmazdı; bir konuya ilgi duydu mu, ne yemek, ne uyku, ne de seks düşünürdü. dilerse saat beşte yatar, sekizde kalkar ya da on sekiz saat yatakta kalırdı. programını düzenleme işini rebecca'ya bırakmıştı. doğal olarak, bu tür yaşantı, karışıklık ve ertelemeler yaratıyordu. işler çok karıştığında, arthur raymond, günlerce çalışmazdı. böylece yokluk devrelerinden sonra garip dedikodular duyulur, karakterine tamamen değişik bir şöhret getiren hikayeler uydurulurdu. ayrıca bu gezintiler fiziki yaradılışını tamamlamak için gerekliydi; bir müzisyenin yaşamı elbette güçlü yaradılışını tatmin edemezdi. zaman zaman uzaklaşması ve dostlarının, kazara en uygunsuz kişilerin arasına karışması gerekiyordu. bazı kaçamakları masumca ve eğlenceliydi, diğerleri sefil ve çirkin. bir kız gibi yetiştirildiğinden, yaradılışının yabani yanını geliştirmesi açısından yararlı bulurdu bunları. kendinden çok daha iri aptal bir serseriyle kavga etmekten ve adamın kolunu ya da bacağını soğukkanlılıkla kırmaktan zevk alırdı. pek çok küçük adamın yapmayı düşlediği şeyi yapmıştı -judo çalışmıştı. küçük adamların korktuğu kabadayılar dünyasını oluşturan devlere sataşma zevkine varabilmek için çalışmıştı buna. ne kadar büyük olurlarsa, raymond o kadar hoşlanırdı. parmaklarını zedelemekten korktuğu için, yumruklarını kullanmazdı. ama ben daha çok, dövüşür göründüğünü ve tabii ki anlattıklarının şaşkınlıkla dinlenmesini istediğini düşünürdüm. "böyle davranmanı beğenmiyorum." dedim bir keresinde. "eğer bana böyle bir oyun oynasaydın, kafanda bir şişe paralardım." bana kızgınlıkla baktı. dövüşü, güreşi önemsemediğimi biliyordu. "o numaralara en son çare diye başvurduysan da, aldırmıyorum" diye ekledim. "sen sadece kendini göstermek istiyorsun. küçük bir kabadayısın sen ve küçük bir kabadayı, büyüğünden çok daha zavallıdır. günün birinde yanlış adama çatacaksın." güldü. her şeyi garip bir şekilde anladığımı söyledi.

"seni bunun için seviyorum" derdi. "tahammül edilmez birisin. kafan çalışmıyor gerçekten henry." yürekten bir kahkaha atardı. "güvenilmez bir adamsın. yeni bir dünya yaratırsam günün birinde, senin yerin olmayacak içinde. vermenin ve almanın ne demek olduğunu anlamıyorsun. aydın bir serserisin. bazen seni hiç anlamıyorum. daima neşeli, sokulgansın, hemen hemen hoşsohbetsin fakat gene de bağlılığın yok. seninle arkadaş olmaya çalışıyorum. bir zamanlar dosttuk, hatırlıyor musun? fakat değiştin sen. için kaskatı. erişilmiyor sana. tanrım, sen de bana katı diyorsun. ben kendimden eminim, kavgacı ve canlılık doluyum. katı olan sensin. bir haydutsun, bunu biliyor musun?" kıkırdadı, "haydutsun. evet, henry. işte sen busun: sen manevi bir haydutsun."

rebecca ile aramızda kurulan sıkı ahbaplığı izlemek onu sinirlendiriyordu. kıskanç değildi, olması için de neden yoktu; fakat karısıyla böyle düzgün bir ahbaplık kurabilme yeteneğime gıpta ediyordu. bana her zaman onun aydınca becerilerinden söz ederdi, sanki aramızdaki dostluğun temeli buymuş gibi; ama bir tartışmada eğer rebecca da varsa, ona karşı, fikirleri hiç de önemli değilmiş gibi davranırdı. mona'yı neredeyse komik kaçan bir ciddiyetle dinlerdi. onun "evet, evet, mutlaka" dediğini işitene kadar dinlerdi elbet; ama aslında onun söylediği hiçbir şeye aldırdığı yoktu.

rebecca ile yalnızken, onun ütü yapmasını ya da yemek pişirmesini seyrederken, başka bir erkeğe ait bir kadınla konuşulabilecek şeyleri konuşurdum ancak. işte burada arthur raymond'ın bende olmadığını söylediği "almak ve vermek" anlayışı vardı. rebecca dünyasaldı, hiçbir şekilde bir aydın değildi. duygusal bir yaradılışı vardı ve bir kafa olarak değil, bir kadın olarak davranılmaktan hoşlanıyordu. bazen çok basit, gösterişsiz şeylerden, müzik hocasının hiçbir şekilde ilginç bulmadığı şeylerden konuşurduk.

arthur raymond ve kronski arasındaki tartışmaları dinledikçe, kendi kendime sık sık tekrarladığım bir izlenimim vardı. hareketten ayrılan bilginin kısırlığa yol açtığıyla ilgiliydi bu. işte burada her biri kendi alanında başarılı iki genç adam vardı ve gece gündüz yaşamın sorunlarına yeni yaklaşımlar üzerinde tartışıp duruyorlardı. viyana şehrinin uzak bir kısmında oturup ciddi, sade, disiplinli bir yaşantı sürdüren ağırbaşlı bir kişiydi bu çatışmaların nedeni. bütün batı dünyasında bu boğuşma sürüp gidiyordu. sigmund freud'un teorileri hakkında hararetle konuşmamız gerekiyordu ya da hiç konuşmamamız -öyle görünüyordu. yalnız bu gerçek, tartışılan teorilerden daha önemliydi. binlerce kişi -yüzlerce değil!- önümüzdeki yirmi yıl içinde psikanaliz olarak bilinen sürece boyun eğecek. psikanaliz kelimesi giderek büyüsünü kaybedecek ve sıradan bir kelime olacak. terapik değeriyse, popüler anlayışın yayılması oranında azalacak. freud'un bilinçaltı araştırmaları ve açıklamaları, nevrotiklerin yaşama yeniden adapte olmaya başlama arzularıyla, gittikçe etkisini kaybedecek.

iki genç arkadaşımın durumuna gelince, bir tanesi, gündelik sorunların komünizm dışında her türlü çözüm yolundan hoşnutsuzdu; daha önce de anlattığım gibi, bir olayda beni delilikle itham edeni ise eninde sonunda benim hastam olacaktı. müzik öğretmeni, dünyayı düzeltmek için müziğini terk etti ve başarısızlığa uğradı. kendi yaşamını bile daha ilginç, daha tatmin edici, daha rahat yapmayı başaramadı. diğeri ise tıbbi çalışmalarını bıraktı ve sonunda kendini şarlatan bir doktorun ellerine terk etti, sana sadığım! bunu, özellikle, benim içtenlik ve hevesimden başka özelliğim olmadığını bilerek yaptı. üzücü olan sonuçtan hoşnuttu ve karşılığında güvenilmişti. o konuştuğumuz günlerin üzerinden yirmi yıllık bir süre geçti.

geçen gün, amaçsız bir şekilde dolaşırken, sokakta arthur raymond'la karşılaştım. seslenmeseydi, yanından geçip gidebilirdim. değişmiş, hemen hemen kronski'ninkine eşit bir göbek bağlamıştı. kara, kömürleşmiş bir dizi dişli, orta yaşlı bir adamdı şimdi. birkaç kelimeden sonra oğlundan söz etmeye başladı -kolejde okuyan ve bir futbol takımında oyuncu olan en büyük oğlundan. bütün umutlarını oğluna bağlamıştı. iğrendim. üzüntü içinde, kendi yaşamıyla ilgili bazı bilgiler almaya çalıştım. hayır, oğlundan söz etmeyi yeğliyordu. günün birinde büyük bir adam olacaktı o. (bir atlet, müzisyen, tanrı bilir ne!) oğlunu siklemiyordum. bu büyük coşkunluktan çıkarabildiğim tek şey, arthur raymond'ın artık ruhunu kaybettiği oldu. oğluyla yaşıyordu. acı bir şeydi bu. ondan çabucak kurtulamadım.

"bir an önce gelip bizi görmelisin." (beni tutmaya çalışıyordu) "birlikte eski günleri anarız. konuşmayı nasıl sevdiğimi bilirsin." eskiden olduğu gibi sinir bozucu bir kahkaha attı.

"nerede oturuyorsun?" diye ekledi, kolumu yakalayarak.

bir kağıt çıkardım cebimden ve uydurma bir telefon numarası ve adres yazdım.

bir dahaki buluşmamızın herhalde öbür dünyada olacağını düşündüm.

uzaklaşırken, birden, bunca yıl başımdan neler geçtiğiyle hiç ilgilenmediğini fark ettim. yurtdışında olduğumu, birkaç kitap yazdığımı biliyordu. "senin saçmalarından bazılarını okudum biliyor musun?" demişti. sonra da düşünceli bir şekilde gülmüştü. "fakat ben seni bilirim; seni eski çapkın, beni kandıramazsın!" kendi adıma şöyle cevap verebilirdim: "evet, ben de seni bilirim. kibir ve yalan dolandan çektiklerini bilirim."

deneylerimizi değiş tokuşa başlasaydık, zevkli bir konuşma olabilirdi aramızda. birbirimizi, hiç olmadığı kadar iyi anlayabilirdik. bana bir fırsat vermiş olsaydı, yenilgiye uğramış arthur'un, benim için, bir vakitler tabulaştırdığım genç adam kadar sevgili olduğunu anlatabilirdim. her ikimiz de kendi yolunca birer serkeştik ve ikimiz de yeni bir dünya yaratmak için çabalamıştık.

tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar

tezer özlü

sevgili leyla'cığım,

buradaki (berlin) türklerin çok büyük sorunları var. hemen hepsi ruh hastası olmuş, politik bilinçleri olanlar dışında. türkler, bu toplum içinde -ne yazık ki- bir yama gibi duruyor. çok acıklı. burada türklerin yoğun olduğu semtlere yalnızca lahmacun ve eskici kültürü getirmişler. soğan, biber ve kıyma kültürü. deniz bile diyor ki: "bu toplumun en fakir kesimini oluşturduktan sonra neden buradalar?" tabii hem türkiye'de, hem burada bu sorunu çözebilmenin tek yolu, kültür ve eğitim. onu da kim gerçekleştirecek? almanlar doğrusu çok uğraşıyor. iyi niyetlileri de çok. kitaplıklar, okumalar, kültür haftaları; ama bakıyorsun, bizimkiler, yemyeşil bir cami kuruyor.

hans peter, sevgi dolu bir insan. bütün istediklerimi yapıyor ve bana doyumsuz sevgisini sunuyor. insanın sevgi özleminin doyurulması o denli başka bir duygu ki..

isviçre'nin en büyük yazarı robert walser, yaşamının son 26 yılını burada akıl hastanesinde geçirmiş, 1956'da ölene dek. bu büyük yazara ekmek bile vermemiş bu ülke. uşaklık bile yapmış bu adam, çevreye uymadığı için tımarhanede kalmış 26 yıl. thomas mann'dan, "edebiyatın emperyalisti" diye söz ediyor. "yalnız korkakları ve yaşam canlılığı göstermeyenleri küçümsüyorum!" diyor, ne kadar haklı! korkak değiliz ve çok canlıyız.

bir durumun verdiği olguları diğer durum alıp götürüyor. herhangi bir mutluluğu elde etmek için (mutluluk derken, hiç de mutluluktan söz etmiyorum) birçok şeyden feda etmek gerekiyor.

genç kız anıları hep öteki tarafa göçüyor. burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. yoğun yaşayıp ölebilmek de güzel.

dünyanın çelişkileri de tabii ki her bireye yansıyor. yaşam doğal gidişinden çoktan çıktı. bir kentte doğup yaşayan, çalışan ve ölen insanlar giderek azalıyor. herkes başka yerlerde. dünya küçüldü.

bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız. paris, new york gibi kentlerde olsaydık belki başka türlü yaşardık. bilmiyorum. ama istanbul'da da çok derin yaşadığımızı, içten insanlar bulduğumuzu. burada daha iyi algılıyorum.

hans peter bana çok benzeyen bir insan. onunla ilk kez iki insan arasındaki sevgiyi, insandan insana geçen sevgiyi duydum. ama bu da kolay değil. çünkü sevgi de (istersen aşk de), üzücü, yorucu, duyurucu, doyurucu bir olgu. olması güzel; ama belki olmaması daha rahat.

leyla'cığım, türkiye'den umudu kesip burada tutucu orta çağ kafası ile karşılaşmak bu hastalığın nedeni oldu. ve olayların yoğun birikimi. bir sabah uyandığımda koltuk altımda 2 ceviz, göğsümde 5 cm bir taş parçası buldum. koltuk altı lenflerim kanser demek. bunu kesemezsin ki.. aylarca düşünce ile bunu yenmeye çalıştım. korku ağır bastı. depresyon geçirdim. 20 gün beni yatakta kayışla bağlı tuttular. göğsümdeki rahatsızlığı bile bile bana verdikleri ilaç, kanser için en zararlı ilaç. o kayış içinde 2-3 kere öldüm; ama kendimi dirilttim. oradan çıkıp öteki hastaneye yattım, 5 gün. parça aldılar, en azılı kanser çıktı. şu şansa bak: sinir hastanesinden çıkıp kendini kanserin kucağında buluyorsun. ama depresyon iyi oldu, korkularımı kustum.

27.07.2013

kaçak yaşama yergisi

turgut uyar


günlerden o gün alıp başımı evin yolunu şaşıracağım
taze ekmeğim eski kanlarım benim ellerim şaşıracak
ya da tek başına acıkacaksın sen tek başına gözlerin
hiç umurumda değil ya şundan şundan şundan korkuyorum
kim uydurdu bu haziranı bu temmuzları bu yaşamaları gizli kapaklı
bu yulafları oğlakları bardakları bu bütün puştlukları bu şarkıları

hiç umurumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar uzun
boylu ayışıkları, gelip gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin
yalnız yatakta az az üşümek, hani insanın kendi kendini
bulamadığı, hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar. bir
keresinde böyle saatlerin birinde bir şarkı duymuştum da
işimi gücümü koyup sokak sokak bir kadın aramaya
çıkmıştım. sonra bulamamıştım. bir iğrenmiştim nedense
gidip bir köşede kusmuştum

akşamları eve hep arka sokaklardan dönüyorum
pencerelere bakmıyorum dükkanların mostralarına bakmıyorum
kadınların eteklerine bakmıyorum hiç
sağıma soluma bir baksam biliyorum sapıtmak işten değil
bir baksam ertesi gün kimbilir nerelerde olurum
uzak şarkıları dinliyorum sıkı sıkı aşık oluyorum
iyi niyetle merhaba ağaçlar evler bildik bulutlar
öğrenciler memur kişiler bana benzeyenler
ben kaçmaya çabalıyorum hoşnut muyum
siz kaçtığınız yerde hoşnut musunuz
konuşup gülüşüyoruz umumhaneye nasıl gittiklerimizi anlatıyoruz
hiç yanıma yöreme bakmıyorum
ille şeytan minarelerini düşünüyorum büyük pullu deniz dibi balıklarını
kadınlar adamlar şehri uğultularla dolduran namussuz kalabalık
yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık
bir karışsam içlerine bir uysam biraz gülmesem
ertesi gün kim bilir nasıl yaşarım

bir çalıştığım oda var üç pencereli, bir arka yol, bir gökyüzü
göre göre önceleri sevdiğim sonra alıştığım, sonra ezberlediğim
artık kurtulduğum ağır aksak gökyüzü, her gün her
sabah bir şu kadar kuşun, adamın, uçağın, yağmurun
yunup arındığı gökyüzü, bir de geceye karışmaya başlayan
tek tük ışıklı; ama nasıl sıcak ışıklı tanıdık evler, zekeriya
bey'in evi, süheyla doğrusöz'ün evi, ali özaçar'ın bakkal
dükkanı, temiziş kolacısı süleyman, sonra kendi evim
yatağım, yorganım, çorbalar

gidiyorum geliyorum dünyayı bu kadarcık belliyorum
halbuki ben ne hinoğlu hinim aslında, iyice biliyorum, açlıklar
inadına kanlar, çıngıraklar, dövüşken horozlar var, ormanlarda
zaman zaman unuttuğumuz haydutlar, enginar tarlaları
pamuk tarlaları, ırgatlar, sekiz yüz kadem derinliğinde
kömür arayanlar, zorlu aşklar, buğdaylar buğdaylar, ilaçlar ilaçlar

halbuki biliyorum biliyorum ama ne ben yokum ne onlar eksik
akşamları hep arka sokaklardan dönüyorum
biraz bıkkın bir parça kırık korkunç umutsuz ve sakin
eve geliyorum seni buluyorum bir seviniyorum bir kızıyorum
sonra biliyorsun

26.07.2013

tapınak

charles baudelaire


şan da senin şöhret de, yücesinde göklerin
hüküm sürdün, ey şeytan, dibinde cehennemin
yenik düşüp sessizce düşlere daldın orda
bırak da ruhum bilim ağacının altında
dinlensin sana yakın, sarksın o dallar yine
bir tapınak misali alnının üzerine

25.07.2013

hayat

james joyce

her şeyin bir nihayeti de hasılası da muayyen bir tarz ve vezinde o şeyin iptidaı ve menşeiyle ahenk içinde bulunacağından naşi, doğumdan itibaren neşvünemayı neticeye doğru tabiata muvafık bir şekilde inkıraz ve zail olarak yozlaştırıcı bir istihaleyle nasıl tahakkuk ettiriyorsa, dünyevi mevcudiyetimiz de aynı çok safhalı ahenkle öyle ifa edilir.

yaşlı hemşireler bizi hayata doğru çekerler: feryat ederiz, besleniriz, oynarız, kucaklaşırız, öpüşürüz, ayrılırız, zeval buluruz ve sonunda ölürüz. naaşımızın önünde eğilirler. evvela nil'in sularından, yol yol kamışlardan örülü bir yatağa benzeyen sazlıklardan kurtarılırız: sonunda bir dağ kovuğu, dağ aslanıyla balık kartalının çığrışmaları arasında esrarengiz bir kabir.

hiç kimse höyüğünün mevkiini ve hangi muamelelere tabi tutulacağını ve hatta tophette'e mi veya edenville'e mi havale edileceğini dahi bilmediğinden, geriye dönüp baktığımızda hangi uzak diyarlarda kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nereden gelip ne zaman nereye gittiğimizi de hakeza bilemeyiz.

23.07.2013

spartacus

yaşamak için her zaman bir neden vardır.

bekletmek, kadınların yaptığımız aptallıkları cezalandırma yoludur.

bütün insanlar kibirleri altında ezilir.

kederli bir kalp insanı dalgınlaştırır.

intikam isteği bir insanı hapsedince en keskin adamlar bile kandırılabilir.

savaş zamanında hiçbir hak garanti değildir.

şerefsiz biri diğer insanların içindeki hususiyeti asla hayal edemez.

kadınlar, dünyanın en narin yaratıkları. onlara güvenen adamların bilmediği arzularla yaşarlar.

ıslak bir fırsat karşısında tüm erkekler zayıftır.

bu dünya. tek gerçeği acı olan dünya. bir gün hepsi bitecek. yürüyen ölüler bile nihayetinde mezara döner.

bu dünyadan özgür bir adam olarak ayrılmaktan daha büyük zafer yoktur.

geçmiş değiştirilemez. şu an keder ve kayıp yaşıyoruz. ancak gelecek günlerde teselli bulabilir insan. hafızanın solduğu günlerde.

geçen yıllar, insanı hayatın hazlarına karşı hissizleştirir. geriye sert bir kayadan başka bir şey kalmayana dek: duygusuz ve merhametsiz.

22.07.2013

yürek yangını

sandor marai

tüm büyük tutkular ümitsizdir; böyle olmasaydı tutku olmaz, aksine akıl yoluyla ulaşılmış bir uzlaşma, zararsız ilgilerle dolu bir değiş tokuş olurdu.

insanlar hiçbir şeye, menfaat gütmeyen bir arkadaşlığa duydukları kadar büyük bir özlem duymazlar.

insan, hayatındaki gerçeklerin daima farkındadır; rollerle, kostümlerle, yaşamdaki olaylarla saklanan bütün gerçekleri bilir.

ruhuna ve kaderine yalnızlığı yazmış bir adamın inanacak bir şeyi yoktur.

insanlar arasında oluyor gibi görünen tüm yakınlaşmalar, sonunda bencillik ve gurur bataklığında boğuluyor.

insan, dünya üzerinde yapacağı şeyler oldukça, yaşıyor.

bütün insani ilişkilerin temelinde somut bir şey vardır ve insan uzun uzun bunu düşünse, onun hakkında konuşsa bile o şey değişmez.

insanın tüm ödevlerinin en zoru, bir başkasının kendisinden karakter ve zeka bakımından üstün olduğunu kabullenmesidir.

dünya tarafından himaye altına alınmış, saygı gören bir insanda fahişelere yakışan bir şeyler vardır.

gerçeği arayan kişi, araştırmasına öncelikle kendisinden başlamak zorundadır.

erkekler arasındaki dostluğa soğukluk girmesinden daha üzücü ve ümitsiz bir duygusal süreç yoktur. çünkü erkek ve kadın arasındaki her şeyin tıpkı pazardaki alışveriş gibi bir şartı vardır.

insanın en fazla suçlu olduğu an, birisini öldürmek için tüfeğini omzuna koyduğu an değildir. suç çok daha önceden oluşmaya başlar, suç niyettedir.

insanın içini kemiren hiçbir tutku, gücü kendisine dokunan, sessiz ve nazik bir dostluğun verdiği mutluluğu çekemez.

arkadaşlık ideal bir düzen değildir. arkadaşlık kesin bir insan yasasıdır.

tehlikede daima bir sihir, bir cazibe vardır.

yaşamlarındaki gerçeklerle kelimeleri örtüşen çok az insan vardır. belki de bu, hayattaki en nadir şeydir.

insan yalnızken her şeyi öğreniyor ve hiçbir şeyden korkmuyor.

sadece ayrıntılar bize en önemli gerçekleri anlatabilir; kitaplar ve hayat bana bunu öğretti. insan bütün ayrıntıları bilmek zorunda; çünkü neyin önemli olduğunu, hangi kelimenin olayları aydınlatacağını asla bilemeyiz. 

iki insan, bir erkek ve bir kadın arasında "nasıl" ve "neden" daima zavallı bir biçimde aynıdır.

günün birinde insan sevdiği şeyleri kaybediyor. bunu kabullenmeyen ve acı çekmeyen insan iyi bir insan değildir.

21.07.2013

mülakat

nazım hikmet

yücel mecmuasında halide edip'le bir mülakat yapmışlar. orada "bugünkü gençler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye bir sual var. halide edip burada diyor ki: "içlerinde 'taranta babu' ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa 'benerci kendini niçin öldürdü?' derecesindeki eserleriyle gençler arasında hatta bu devirde dâhi sıfatını alabilecekler vardır."

beni gençler arasında sayması tuhafıma gitti. hem içerledim hem sevindim. sonra ve belki hepsinden önce "ideoloji" meselesine güldüm. hey sersem bayan, dedim, ben bir dahi değilim; fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. eğer sizin sanatkârlarınız yoksa ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir.

20.07.2013

olmedo şövalyesi

lope de vega



gülümseme
kalbin derinliklerinden gelen
sessiz bir dildir

kıskançlık; arzuyla, gölgeyle
rüzgarla beslenen bir canavardır
düşlerimizi bulandırarak bizi altüst eder
geceleri korku salan bir hayalet
deliliğe sürükleyen bir düşünce
ve doğru sanılan bir yalandır

her zaman sağduyuludur sevilen
ve aptaldır nefret edilen

aşkmış, aşk deme
sana karşılık vermeyen aşka
çünkü yok demektir nesne
biçimin belirlemediği yerde

yalnız benden doğduysa aşk
bu kusurlu kalmış demektir

aşk her zaman
ileri giden bir saattir

ağırbaşlı insanlar der ki
güzellik gözdür, akıldır

gerçek bir aşkı
hiçbir tehlike durduramaz
aşkın gereğini yapanlar ve yılmayanlar
ona layık olurlar

aşk ne çok hayaller doğurur

tehlikeye düşen aşk
bir ışık sunar
o ışıkta insan
en uygun ilacı görür

pek çok kadın
sevmenin nasıl bir şey olduğunu
görmek için sever
bir erkek büyük bir coşku esinleyince
o adamda bir giz var sanırlar
ama aldanırlar; çünkü bu iki yıldızın
bir çizgide buluşmasından başka bir şey değildir

bu dünyada her şeyin bir sonu vardır
mutluluk çabuk geçer

bir adam şanslı olunca
her şey ondan yana olur

belli bir yaşa gelen kadınlar için
bir numaralı çare şudur
yumuşak olduğu kadar da duygusal
bir iki ilanı aşk sözcüğü döktürmek
birdenbire gençleştiklerini
ölümsüz olduklarını sanırlar

iki şey güzel yaşlanır
dostluk ve şarap

18.07.2013

eşsiz bir adam

christine arnothy

hayatta her şey satılıktır.

sağcılar, her türlü iktidarın kıçını yalayan insanlardır.

kabalık bir çeşit zeka yoksunluğudur.

ahlaklı olmak fakirlere has bir şeydir. daha tahammüllü olsunlar diye.

bağış, şan ve şöhretin zirvesine servis merdivenlerinden tırmanmaya benzer. bağış bir çeşit şantajdır. ölümsüz bir hayat yoluyla yüceltilmek istenenler tarafından kullanılır.

insanın hem ideali hem de parası olması imkansızdır. biri diğerini kovar.

evlilik, ancak her şey karşılıklı ve açıkça söylendiği zaman iyi işleyen bir kurumdur. evlilikte aşk, hiçbir zaman temel bir mesele olmamıştır. 

para her şeye kadirdir. 

iş hayatında insan hiç zaaf göstermemeli. bir kalp hastalığından söz etmeyegörün, herkes post kapmaya hazırlanır. belkemiği rahatsızlığı mı söz konusu? hemen tekerlekli iskemle salık verirler size. bir toplantıyı işemek için terk edecek olsanız, tehlikeli bir prostatın eşiğinde olduğunuz anlatılır.

zenginliğin ilk belirtisi, iç çamaşırlarının düzensizliğidir.

gerçek bir hümanist, pezevengin tekinden başka bir şey değildir. filozofların karnını doyurdukları, baktıkları bir pezevenk.

kilise, gücünü yutturmacadan alır. yutturduğu şeyleri açıklarsan hiçbir şey kalmaz ortada.

gece apayrı bir dünyadır. gece solur, yaşar, can çekişir ve öldürür.

17.07.2013

said nursi

şerif mardin

nurcu hareket, gücünün bir bölümünü de cumhuriyet döneminin bazı başarısızlıklarından aldı. bu başarısızlıklar arasında önde geleni, cumhuriyetçi laik ideolojinin bir dünya görüşü olarak islamın yerini alamamasıydı.

said nursi, şeyhler hiyerarşisini, karizmalarını dünyevi amaçlar için kullanmaları ve asgari ihtiyaçlarının cemaat tarafından karşılanmasıyla yetinmemeleri nedeniyle suçlamıştır. said nursi'ye göre bu liderler, kendilerine bağlı olanlara, fazladan zekat yüklüyorlardı ve bu da tek kelimeyle bir sömürü idi.

bediüzzaman'a göre osmanlıların bilimde ilerleme sağlayamamış olmalarının nedeni, türkiye'de eğitim alanında birbirinden ayrı üç akımın bulunması idi: medrese, tekke ve mektep sistemi. yaratıcılığı geri getirmenin tek yolu, mekteplere yeniden din dersleri konulması, medrese eğitim programlarına bilim üzerine araştırmaların eklenmesi ve yetkin ulemanın tekkelere sokulmasıydı.

1923 yılı ocağında said nursi'yi meclis'te, türk kurtuluş savaşı'nın allah'ın inayetiyle kazanıldığını, buna rağmen türkiye'yi daha müslüman bir yaşam tarzına kavuşturmak için hiçbir şey yapılmadığını savunan bir bildiri dağıtırken görüyoruz. said nursi, büyük millet meclisi üyelerini, tehlikeli bir laiklik dalgasının türkiye'yi boğmak üzere olduğu yolundaki korkularıyla uyarmaktaydı.

1956 yılına gelindiğinde said nursi, takipçilerinin yeni demokrat parti'yi desteklemekle yükümlü olduklarını ilan etti.

said nursi'ye göre şiiler, yanılgı içinde olmakla birlikte islamiyet'in sinesine yeniden kazanılabilirlerdi.

said nursi: seçkin kesimi oluşturan zenginler, yoksul ve alt sınıfları ücret karşılığı uşak haline getirmiştir. yani, sermayeye sahip olanlar, ancak emeklerini harcayabilecek olanları ve işçileri düşük bir ücret karşılığı istihdam etmektedirler. bu aşamada sömürü öyle boyutlara ulaşmıştır ki, sermayedar kişi sarayında oturup bankalar aracılığıyla günde bir milyon kazanırken, yoksul bir işçi boğaz tokluğuna madenlerde çalışmaktadır. bu durum öylesine nefret ve öfke yaratmıştır ki, alt sınıflar yukardakilere karşı ayaklanmışlardır.

kendisinden kerametle ilgili güçlerini sergilemesini bekleyenlere said nursi eğlendirici bir hikaye anlatırdı: "adamın biri günün birinde oğlunu bir kuyumcuya götürmüş. niyeti, oğluna değerli bir mücevher almakmış. oysa oğlu henüz çok gençmiş. dükkana girdiğinde tavana asılı duran renkli balonları görmüş. babası ne istediğini sorduğunda, değerli mücevherlerden herhangi birini değil, bu balonları işaret etmiş." said nursi bu hikayeyi şöyle noktalıyordu: "ben, balon satıcısı değilim."

köy enstitüleri modelinin mimarları, daha sonra, kırsal kesimlerde sosyalizmin ve komünizmin yayılması için uygun ortamı sağlayacak bir truva atı inşa etmekle suçlanacaklardı. köy enstitüleri bazıları için marksizmin etkilerini barındırdığından, bazıları açısından da öğrencilere freud'un öğretileri tanıtıldığı için birer günah yuvası sayılıyordu.

dikkati çeken çarpıcı bir nokta, özgün biçimde oluşan bu gruplarda hiç kadın olmamasıdır. uzun yıllar boyunca hareketin gelişmesine katkıda bulunmuş tek bir kadın göstermek mümkün değildir. bu katıksız erkek girişimciliği, mezheplerin, askeri grupların ve edebiyatta küçük toplulukların oluşunda da gözlenen, ortadoğu'ya özgü bir tür grup formasyon modelini yinelemektedir.

said nursi tasavvufa, müslümanları, kuran'da kendileri için belirlenen görevlerden alıkoyduğuna inandığı için karşı çıkmıştı. mutasavvıfların öğretilerinin taşıdığı geniş esneklik, said nursi'nin yaratmak istediği, harekete geçmiş müslümanın ortaya çıkmasına yetmemişti.

said nursi urfa'da öldü ve orada gömüldü. bundan üç ay sonra da bir askeri darbe sonucu demokrat parti iktidarı devrildi. 1960'ın temmuz ayında said nursi'nin mezarı açılarak kemikleri buradan alındı ve bir askeri uçağa konularak, ısparta dolaylarındaki dağlarda bilinmeyen bir yere gömüldü.

zahir

paulo coelho

yaşam, diğerlerinin bize dünya hakkında ve dünyada nasıl davranmamız gerektiği hakkında anlattıkları bir öykü sadece.

insanoğlu nasıl seveceğini öğrendiğinde dünya gerçek bir dünya olacak; o zamana kadar biz aşkın ne olduğunu bildiğimizi sanarak yaşayacağız; ama her zaman bunu olduğu gibi söyleyebilme cesaretinden yoksun kalacağız.

zekamızı ve yaratıcılığımızı harekete geçiren, bizi arındıran ve azat eden tek şey aşktır.

pierre teilhard de chardin: güneşin, denizlerin, rüzgarların enerjisinden yararlanabiliriz. ancak, insanoğlunun sevginin enerjisinden yararlanmayı öğrendiği gün, ateşin keşfedildiği gün kadar önemli olacak. 

din sadece insanları aldatmak için icat edilmiştir. 

özgürlüğün bedelinin çok yüksek olduğunu biliyorum, en az köleliğin bedeli kadar yüksek; aradaki tek fark özgürlüğün bedelini keyif ve gözyaşlarıyla karışmış bile olsa bir tebessümle ödüyorsunuz.

insan ruhunu sürekli tedirgin eden şüphelere son veren tek yol fanatizmdir.

insanların iki sorunu var: birincisi, ne zaman başlamak gerektiğini; ikincisi ise ne zaman duracağını bilememek.

büyük bir sanatçı olmanın bir parçası da kesinlikle çağdaşları tarafından yanlış anlaşılmaktır.

16.07.2013

sanat

albert camus

andre gide'in bir sözü vardır: "sanat baskı ile yaşar ve özgürlükle ölür."

sanat, kendi kendisine yaptığı baskı ile yaşar, başkalarının baskısı ile ölür. aksine kendi kendisine baskı yapmazsa çıldırır nihayet ve birtakım hayaletlerin kulu olur. böylece en özgür, en isyancı sanat, en klasik sanat olacaktır; en büyük gayreti armağanlandıracaktır. bir toplum ve sanatçıları bu uzun ve özgür gayrete razı olmadıkça, eğlencelerin rahatına, konformizme, sanat sanat içindir oyununa ya da gerçek sanat vaizlerine kendilerini bıraktıkça kısırlık ve hiçlik içinde kalırlar.

sanat, açıklamaya çalıştığım bu özgürlük esası sayesinde, istibdatın ayırdığı yerde, birleştirir. böyle olunca, bütün baskı yapanların onu düşman edinmelerinde şaşılacak ne vardır? şaşılacak ne vardır, ister sağcı, ister solcu olsun, günümüz istibdatlarında sanatçı ve aydınların ilk önce kurban gitmelerinde?

müstebitler, sanat eserinde, inanmayanlara esrarlı gelen bir kaçış kuvveti olduğunu bilirler. her büyük eser, insanlığın çehresini daha zengin, daha hayran olunacak şekle sokar, bütün sırrı buradadır. ve bu muazzam vakar tanıklığım karartmak için binlerce kamp ve hücre demiri gene azdır. bunun için de, bir yenisini hazırlamak bahanesi ile de kültür, geçici bir zaman için de olsa, ortadan kaldırılamaz. insanın, sefaleti ve büyüklüğü üzerine bitmeyen tanıklığı ortadan kaldırılamaz, bir nefes durdurulamaz.

sanatçı için, kavganın en şiddetlisinden başka yerde rahat yoktur.

sonsuzluğa nokta

hasan ali toptaş

insanlar isterlerse her şeyi, ama hemen her şeyi bir tür silaha dönüştürebilirlerdi. en çok da sevgiyi elbette, alışılan yaşam biçimlerini, alışılacakları..

yolcuların birçoğu yüzünü dışarıya dönmüştü. bunun bir nedeni, herhangi bir şeyin içinde bulunmanın verdiği güdüyse, bir nedeni de, telgraf direklerinin camdan geçişine bakarak otobüsün hızını saptamaktı belki. meraktı yani; boş kalmanın boşluğundan doğan ve kapısı sessiz sedasız kendine açılan, kupkuru bir meraktı. belki de, geçmişle geleceğin hesaplarına dalmıştı yolcular; yaşamlarını, yaşamdan yontulmuş ve yaşamın bilinmezliğine sürtüle sürtüle bilenmiş düşsel makaslarla kesip biçerek, zihinlerinde yeniden biçimlendirmeye çalışıyorlardı. ya da düşünme konumuna girmişlerdi de, hiçbir şey düşünmeden ve gözlerinin önüne hiçbir şey getiremeden öylece bozkıra bakıyorlardı bozkır gibi..

yaptığınız her davranışı o andaki acılarınızla açıklıyor insanlar; ağlasanız da neden ağladığınızı sormuyorlar, bildiklerini sanıyorlar ve bu yüzden, size acıyanların gözlerine baka baka, geçmişteki kimi olaylara da doyasıya ağlayabiliyorsunuz.

insana kendi yaşamı bile büyük geliyor kimi zaman; ne yapsa, kimi sevse, kimlerce sevilse, hangi işlerle uğraşsa ve nerelerde gezip dolaşsa, bir türlü dolduramıyor. her şeye karşın, ele geçirilemeyen derin boşluklar kalıyor önümüzde arkamızda.

belki insanlar koskoca yaşamları boyunca yalnızca bir süre için farklı olmaya katlanabiliyor, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı. yaşamları herkesinkine benzediği ya da farklı görünmesine karşın aynı özü taşıdığı için, herkes gibi ölüyorlardı daha sonra da; herkes gibi, bayatlamış birkaç anı kırıntısının uzaklığını koklaya koklaya, geleneksel ziyaretlerle kirletilmiş ya da geleneksel yalnızlıklarla gölgelenmiş buz gibi bir yatakta, farklı yaşadıkları yılların tadını tenlerinde, belleklerinde ve ağızlarından dökülen mecalsiz ah'ların karanlığında arayarak, yavaşça, alışılmış bir ölümle ölüyorlardı.

yaşam irili ufaklı mucizelerle doludur. bakarsın, bir gün ayağa kalkmayı başarırsın. bu, yaşamdan ne beklediğine bağlı.

hıncahınç bir kalabalıkta, insanın en büyük sorunu kaçmaktır bence. ama insanların çoğu bilmez bunu; hatta düşünmezler ve en büyük sorunlarından habersiz yaşarlar. belki de, büyük sorunları büyük yapan, onların fark edilmeyişleridir.

artık taşlar bile uyumuştu dışarıda.. kuşlar uyumuştu. insanlar sonra, evler, ağaçlar ve teller uyumuştu.. uyumayan yalnızca bendim, bende huzursuz olandı ya da, bende bekleyip bende özleyendi..

yaşamın büyük bölümü düşünülmeyen şeylerden oluşur.

insan yeryüzünün en bağımlı yaratığı. düşündüğü için belki ya da duyduğu için.

insan bazı şeylere şaşırmaya mahkumdur.

her şey bir akıntıya kapılmış sürükleniyor; dallar, taşlar, yıldızlar, bulutlar; hatta ölüler bile. hiçbir şey hiçbir şeyi beklemiyor. bütün bekleyişler bir yanılsama aslında, hem de gerçekliği kavranamayacak kadar büyük bir yanılsama; çünkü bekliyor görünen ne varsa, bekleyişinin içinde yavaş yavaş yürüyor, gizleniyor kimi zaman, daralıyor, dağılıyor ve biçimden biçime girip kendi özündeki sonsuzluğa doğru akıyor.. bir akışın ya da gidişin önüne engeller yığmak, olsa olsa tadını değiştiriyor onun, rengini bulandırıyor bir süre ya da soluklanıp daha da güçlenmesine yol açıyor; ısıracaksa dişlerini, tırmalayacaksa tırnaklarını anımsamasına.

insanın bir şeyler yapabilmesi, nelere bağlı olduğuyla doğrudan ilintilidir.

bir sınırın hangi şartlarda ve nasıl geçildiği, ne düşlenir, ne anlatılır, ne de anlaşılır; onu, ancak ve ancak yaşayanlar bilir. onlar da anlatmaktan kaçınırlar, kaçınmasalar da anlatamazlar; ya da anlattıkları bir düştür yalnızca, gerçeğin kokusuyla tatlandırılmış, gerçeğin rüzgarıyla biçimlendirilmiş, imkansız bir düştür..

yaşam dediğimiz şey, önceden yarattığı her şeyi aştığı için sürüyor.

insan, ne denli çaba gösterirse göstersin ve kaçınılmazlığına ne denli inanırsa inansın, ayrılığa hiçbir zaman hazırlanamıyor. hazırım dediği anda bile içinde ele geçiremediği bir nokta kalıyor sürekli; ayrılığa alıştıramayacağı, sızlanışlarını durduramayacağı bir nokta kalıyor. acıyı yüklenip çoğaltacak bir nokta.. belki de, yalnızca bu noktanın ele geçirilemeyişi yüzünden, birçok terk ediliş anında gerekli gereksiz bir yığın şey konuşuyor insanlar; içlerindeki o noktayı örtebilmek için gülünç tartışmaların tozuna dumanına boğuluyorlar, geçmişe ve geleceğe acımasızca saldırıp kendi yarattıkları harabelerin ortasında yuvarlanıyorlar.

oradan ne zaman çıktığımı anımsamıyorum şimdi. nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başlamıştım. içimde, kocaman bir boşluk.. yüzyıllardır kayıptım sanki, döne dolaşa her sokakta, her köşede, her kıpırtıda ve her seste kendimi arıyordum, kendimi onların gürültüsüne, rengine ve şekline bulaştırarak. yürümek gibi en sıradan kıpırtının bile derinliklerine gömülüyordum yürüyen kendimin ayak seslerini duyabilir miyim diye, kaldırım taşlarına bakıyordum kaldırım taşlarına bakan kendimle göz göze gelebilmek için. ama, bütün çabalarım boşa gidiyordu. bu arada, kendimi kendimde bulamayışımın hüznü de giderek büyüyordu içimde, peş peşe devirdiğim biraların sarhoşluğuysa, yürüyüşümü peltek ve boğuk bir konuşmaya dönüştürüyordu.

insanlar çirkinliğin en güzel gülü.

ten ne denli sarhoş olursa olsun kimse kimsenin olamıyor ya da kimse kimseye kendini kendinden kurtarıp veremiyor.

beni yeniden arınmaların gelir geçer mutluluğuna kilitleyen yaşamın içine öfkeyle tükürmek isterdim. kocaman bir kentin kocaman bir alanına söz gelimi; öğle sıcağında.. herkes fark edilemeyecek kadar büyük bir çemberin çevresinde yorgun atlar gibi dönüp dururken.. havada duygulardan, heveslerden, tutkulardan, alışkanlıklardan ve coşkulardan örülmüş renk renk kamçı sesleri.. ama insanlar kamçılardan habersizler; hatta kamçıları kendilerinin savurduklarından da..

babamın "herkes gibi olamadın gitti!" deyişi kulaklarımdan gitmiyordu. çoğunluğunun bir işte çalıştığı, aynı dükkanlardan alışveriş yapıp aynı yöntemlerle yediği, aynı şeyleri konuştuğu, çocuklar doğurduğu, sonra onların hep birlikte okula gittikleri, aynı renk giysilerle sınıflarını geçip mezun oldukları, ardından tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları aynı marşları aynı biçimde söyleyerek aynı koğuşlarda aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kapılanınca dünyanın yarısını ele geçirmişçesine sevindikleri, sevinçlerini aynı yüz ışıltısıyla yansıttıkları ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitenlere "dönüp duran paslı bir çember" diyecekken "akıp giden yaşam" adını verdikleri uyumsuz bir toplumda, yelken kulaklı uyumsuzdum ben.

beden dediğimiz sinsi hayvan kendini hiçbir zaman unutturmazdı; an gelir, en umulmadık yerde ve zamanda en deli tepinişlerle varlığını anımsatıp kendi kendine yetmediğini farklı farklı biçimlerde ortaya koyardı. kimi zaman, ne yapılırsa yapılsın önüne bile geçilemezdi onun, yalnızca peşine takılınır ve sürüklenip gidilirdi. bu sürükleniş, onu ele geçirmenin başka bir yoluydu belki, ona egemen olmanın, onun görüntüsüne sığınarak dışımızdaki görüntülere katlanabilmenin ve onun devinimleriyle devinmenin vazgeçilmez koşuluydu.

belki de düşler, zaman zaman beynimize sızan gözükmez birer varlıktılar; ansızın ürkebilir, başkalarına bulaşabilir ve bir süre sonra, güçlerini yitirdiklerinde, tıpkı insanlar gibi kıvrana kıvrana ölebilirlerdi.

insanlarımızın tanımlama yeteneğine şaşıyorum. adamlar ellerini kaldırıp rastgele sallıyorlar. bir de işaret ettikleri yere bakıyorsun ki, dünyanın yarısı orada!

hiç ama hiç yapmam dediklerimizi bize yaptıran bir şey var.