8.06.2013

kara kitap

orhan pamuk

adli: epigraf kullanmayın; çünkü yazının içindeki esrarı öldürür.

yalnız güneşi üzerine doğurmamak ve yataktan kör karanlıkta kalkmak değil, kadınların erkeklerden önce yataktan çıkmaları da bir köylü alışkanlığıdır.

ibni zerhani: hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. yazı hariç.

hafızanın bahçesi çoraklaşmaya başlayınca, insan elde kalan son ağaçların ve güllerin üzerine şefkatle titrer. kuruyup gitmesinler diye.

hatıra yerine, onun yalnızca bir iziyle karşılaşmak, sizi bırakıp gitmiş ve hiç dönmeyecek sevgilinin koltuğun üzerinde bıraktığı izine gözyaşlarıyla bakmaya benziyor.

otobüsün köşeden her gözüküşünde üç beş kişi, yağmacı moğol askeri heyecanıyla, "bilet, bilet, aman çabuk bilet" diye bağırarak dükkana daldığı, etrafı dağıttığı için otobüs bileti satmaktan vazgeçmişti.

niye binlerce, on binlerce kişi aynı anda radyolarının, kaloriferlerinin üstüne, arabalarının arka camının önüne, odalarına, iş masalarına, tezgahlarına o tahta yelkenlileri yerleştirmeye başlamıştı? anne çocuk, kadın erkek, ihtiyar genç herkesin hep aynı resmi, gözünden kocaman bir damla yaş akan mahzun ve avrupalı suratlı çocuk resmini anlaşılmaz bir istekle alıp duvarlara, kapılara asmasını nasıl anlamak gerekiyordu?

kaçırdığı hayat parçacığı neredeydi?

müşteri, sokakta her gün on binlercesini gördüğü o bıyıklı, çarpık bacaklı, kara kuru vatandaşlardan birinin sırtındaki paltoyu değil, uzak ve bilinmeyen bir diyardan gelen yeni ve 'güzel' bir insanın giydiği ceketi sırtına geçirmek ister ki, bu ceketle birlikte kendi de değiştiğine, başka biri olabildiğine inanabilsin. daha veciz konuşmayı seven bir dükkan sahibi, müşterilerinin bir elbiseyi değil, aslında bir hayali satın aldıklarını açıklamış. o elbiseyi giyen "ötekiler" gibi olabilme hayaliymiş asıl satın almak istedikleri.

babam insanımızın bir gün başkalarını taklit etmeyecek kadar mutlu olabileceğinden umudu kesmedi hiç.

yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordum artık.

okuyucu dediğin panayıra gitmek isteyen bir çocuktur.

okuyucu geçim sıkıntısı içinde, zeka yaşı 12 olan, evli, dört çocuklu iyi bir aile babasıdır.

saklan ki bir sırrın olduğuna hükmetsinler.

bu millet paşalarını, çocukluğunu, annelerini çok sever.

sırrın aşktır unutma. aşktır anahtar kelime.

insanların çoğu, nesnelerin esas özelliklerini, sırf bu özellikler burunlarının dibinde olduğu için fark etmiyorlar da, kenarda köşede kalan, böyle olduğu için dikkatlerini çeken ikincil özellikleri görüp tanıyorlar.

şimdi, hiçbir köşede bulunmaması, bıraktığı adresleri ve telefon numaralarının yanlış ya da uydurma çıkması, sevgilerine karşılık veremediği yakın akrabalarına, uzak akrabalarına -bütün insanlara- duyduğu tuhaf ve anlaşılmaz bir nefret yüzündendi.

her hayat benzersizdir. her hikaye başka bir eşi olmadığı için hikayedir. her yazar, tek başına fakir bir yazardır.

çok şey bildiğimizi sanıyor; ama hiçbir şey bilmiyorduk.

bir başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti.

bana kalırsa, akıllı bir koca, karısına selam söyleyen bütün erkeklerin selamını unutmalıdır.

hafızamızın, biz yaşlandıkça fazla yük taşımak istemeyen huysuz bir yük hayvanı gibi attığı ağırlıklar en sevmediği yükler midir, en ağırları mı, yoksa en kolay düşenler mi?

ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası.

umutsuzlara sefaletn sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler.

umudu ve özgürlüğü, ekmeği beklediğimiz yerden bekleriz.

kendiniz olmakta güçlü çekiyor musunuz?

insanın kendisi olmasına bir türlü izin vermezler, insanı bırakmazlar kendisi olsun diye, hiçbir zaman bırakmazlar.

senin yüzünden kendim olamadım hiç! senin yüzünden beni sen yapan bütün o hikayelere inandım.

hayatımın ilk yarısını bir başkası olmak istediğim için kendim olamadan, ikinci yarısını da kendim olamadığım yıllar için pişman olduğum için bir başkası olarak geçirecektim.

bütün cinayetler, bütün kitaplar gibi birer taklittir. bu yüzden kendi adımla kitap yayımlamam. ama gene de en kötü cinayetlerde bile, en kötü kitaplarda bulunmayan özgün bir yan vardır. bütünüyle taklit olan, demek ki, cinayetler değil kitaplardır. en bayıldığımız şey olan taklidin taklidiyle ilgili oldukları için kitapları anlatan cinayetlerle, cinayetleri anlatan kitaplar hepimizdeki ortak bir noktaya seslenir. çünkü insan, lobutu, kurbanının kafasına ancak kendisini bir başkasının yerine koyabilirse indirebilir. (kimse kendini katil olarak görmeye dayanamaz çünkü.) yaratıcılık, çoğunlukla öfkenin, her şeyi unutturan o öfkenin içindedir; ama öfke bizi ancak daha önce başkalarından öğrendiğimiz yöntemler aracılığıyla harekete geçirebilir: bıçaklar, tabancalar, zehirler, edebiyat teknikleri, roman biçimleri, şiir vezinleri vs. "kendimde değildim hakim bey!" diyen 'halk katili', bilinen şu gerçeği ifade eder: cinayet bütün ayrıntıları ve törenleriyle, başkalarından, yani efsanelerden, hikayelerden, anılardan, gazetelerden, kısaca edebiyattan öğrenilen bir iştir. en saf cinayet bile, mesela kıskançlık yüzünden yanlışlıkla işlenmiş bir cinayet bile, farkına varılmadan yapılmış bir taklittir, edebiyatı taklit.

gerard de nerval: rüyalarımız bir ikinci hayattır.

ne kadar zaman arayacağım seni ev ev, kapı kapı
ne kadar zaman köşeden köşeye, sokak sokak (mevlana)

mevlana'nın en büyük eseri denen mesnevi baştan sona bir çalıntıdır.

herkes bu kadar mutluysa, benim ailem gibiyse bütün aileler, neden piyango biletleri o kadar satılıyor?

rötuşlanmış fotoğraflar ruhları öldürüyor.

bir fotoğraftan, bir insanın yüz ifadesinin saklandığı bir belgeden daha anlamlı, daha doyurucu, daha meraklı ne olabilir ki?

allah'ın asıl niteliğinin bir 'gizli hazine', bir 'kenz-i mahfi', bir esrar olduğuna ilişkin sayfalarca yazı okudu. bütün sorun bu esrara ulaşabilmenin yolunu bulmaktı. bütün sorun bu esrarın her yerde, her şeyde, her nesnede, her insanda görüldüğünü kavramaktı. dünya bir ipuçları deniziydi. her damlasında arkasındaki esrara varacak bir tuz tadı vardı. galip yorgun ve kızarmış gözlerle okudukça bu denizin sırlarına gireceğini biliyordu.

o eski ve uzak ve mutlu zamanlarda anlamla hareket birdi. o cennet çağlarda evlerimize doldurduğumuz eşyalarla o eşyalara ilişkin hayallerimiz hep birdi. o mutluluk yıllarında elimize aldığımız aletlerin ve eşyaların, hançerlerin ve kalemlerin yalnızca gövdelerimizin değil, ruhlarımızın da bir uzantısı olduğunu herkes bilirdi. o zamanlar şairler ağaç deyince herkes tastamam bir ağacı hayalinde canlandırabilir, şiirin içindeki kelimenin ve ağacın, hayatın ve bahçenin içindeki şeyi ve ağacı işaret edebilmesi için uzun uzun hüner gösterip yaprakları ve dalları saymaya gerek olmadığını herkes bilirdi. kelimelerle anlattıkları şeylerin birbirine çok yakın olduğunu o zamanlar herkes o kadar bilirdi ki, dağlar arasındaki o hayalet köye sis indiği sabahlarda, kelimelerle anlattıkları şeyler birbirine karışırdı. o sisli sabahlarda uykularından uyananlar rüyalarla gerçekliği, şiirlerle hayatı ve adlarla insanları da birbirlerinden ayıramazlardı. o zamanlar hikayelerle hayatlar o kadar gerçekti ki, kimsenin aklına, hangisi hayatın aslı, hangisi hikayenin aslı diye sormak gelmezdi. rüyalar yaşanır, hayatlar yorumlanırdı. o zamanlar, her şey gibi insanların yüzleri de o kadar anlamlıydı ki, okuma yazma bilmeyenler ve alfayı meyve, a'yı şapka ve elif'i mertek sananlar bile, yüzlerimizin üzerlerindeki apaçık anlamın harflerini kendiliğinden okumaya başlarlardı.

doğu'nun ve batı'nın birbirlerine üstün geldikleri dönemler rastlantısal değil, mantıksaldı. bu alemlerden hangisi "o tarihsel dönemde" dünyayı içinde sırlar kaynaşan, çift anlamlı, esrarlı bir yer olarak görmeyi başarırsa, o alem ötekini yenip eziyordu. dünyayı basit, tek anlamlı, esrarı olmayan bir yer olarak görenler ise yenilgiye, bunun kaçınılmaz sonucu olan köleliğe mahkumdular.

bizim ülkede zengin olmanın en kolay şey olduğunu herkes bilir! buna karşın bu kadar çok yoksulumuzun olmasının nedeni ise, insanlarımıza bütün hayatları boyunca zengin olmanın değil, yoksul olmanın öğretilmesiymiş.

hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine.

okumak aynanın içine bakmaktır; aynanın arkasındaki 'sırrı' bilenler öteki tarafa geçerler, harflerin sırrından haberdar olmayanlar ise bu dünya içinde kendi yüzlerinin yavanlığından başka bir şey bulamazlar.

başka cümleleri de, başka hikayeleri de merak etmediğini biliyorum artık. hiçbir şeyi merak etmeyecek kadar bu ülkeden umudu kestin. nefretle saklandığın o fare yuvasında arkadaşsızlıktan, yoldaşsızlıktan, yalnızlıktan vidaların gevşemek üzere.

harika olanı harika yapan şey, onun sıradanlığı ve sıradan olanı sıradan yapan şey, onun harikalığıdır.

seni çok iyi anlıyordum. ben de senin gibi sinemalara, futbol maçlarına, fuarlara, panayırlara giden o kalabalıklardan artık nefret ediyordum. hiçbir zaman adam olmayacaklarını, her zaman aynı budalalıkları edeceklerini, aynı masallara kanacaklarını, en masum gözüktükleri o içler acısı, göz yaşartıcı fukaralık ve zavallılık anlarında bile yalnızca kurban değil, aynı zamanda suçlu ya da en azından suç ortağı olduklarını düşünüyordum. kurtarıcı diye bekledikleri sahtekarlardan da, en son başbakanlarının en son budalalıklarından da, askeri darbelerinden de, demokrasilerinden de, işkencelerinden de, sinemalarından da bıkmıştın artık. bunun için seviyordum seni.

hiçbir zaman kendisi olamaz insan.

kimse kendisi olamaz bu ülkede! yenikler ve ezikler ülkesinde var olmak bir başkası olmaktır. bir başkasıyım; o halde varım! peki, yerinde olmak için can attığım o bir başkası da sakın bir başkası olmasın?

bütün hayatımın bir aldanış, soğuk bir şaka olmadığını kim kanıtlayacak bana?

bunlar eli sıkı, hesaplı kişilerdi; ne içerken dünyayı unutabilirlerdi, ne de sevişirken. her şeyi bir düzene sokma saplantıları onları başarısız bir dost ve başarısız bir aşık yapardı yalnızca.

kendisi olabilmenin bir yolunu bulamamış bütün kavimler köleliğe, bütün soylar soysuzluğa, bütün milletler yokluğa, hiçliğe, hiçliğe, hiçliğe mahkumdur.

insan delirmek istediği için değil, delirmek istemediği ve bunu sorun ettiği için delirirdi.

yalnızca kendim olmak istiyordum, yalnızca kendim olmak istiyordum, kendim olmak istiyordum yalnızca.

hepsinden beteri, bütün anılardan, eşyalardan ve kitaplardan daha çekilmez olanı insanlardır. insanların en büyük zevki, öteki insanları kendilerine benzetmektir.

ancak, anlatacak hiçbir şeyi kalmadığında insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir. ancak, insan anlattığı şeylerin tükendiğine, bütün hatıraların, kitapların, hikayelerin ve hafızanın sustuğuna ilişkin o derin sessizliği içinde duyduktan sonradır ki, kendi ruhunun derinliklerinden, kendi benliğinin sonsuz ve karanlık labirentlerinden kendisini kendisi yapacak kendi gerçek sesinin yükselişine tanık olabilir.

yalnızca kendileri olabildikleri için ıssız çöllerdeki taşları, insan ayağı değmemiş dağların arasındaki kayalıkları, hiç kimsenin görmediği vadilerdeki ağaçları kıskanıyorum.

ünlülere göre kurşunlar demokrasiye, düşünce özgürlüğüne, barışa ve bunun gibi her fırsatta hatırlanan birçok iyi şeye sıkılmıştı. katili yakalamak için önlemler alınmıştı.