27.02.2013

uzun lafın kısası

fernando pessoa: unutuşun etten kıyafetler giymiş figüranlarından başka bir şey değiliz.

buket uzuner: her yetenekli, yaratıcı, her zeki ve hırslı insanın içinde mutlaka bir salieri yaşamaktadır.

herman melville: güzellik tanrı inancı gibidir; ondan ne kaçabilirsin ne de anlayabilirsin onu.

john fowles: faşistler seksten nefret eder ve asla kendilerine gülmeyi başaramazlar.

thomas jefferson: siyasetçileri zapturapt altına almak için onları anayasaya zincirlemek gerekir.

mihail bakunin: fırtına ve yaşam, işte bize gereken budur; yasasız, dolayısıyla özgür bir yeni dünya.

antoni casas ros: insan bedeninde geyiğin asaletini arayın. bulmak imkansız!

soti triantafyllou: kadınlar devrimci erkek istemezler. bankalar tarafından hürmet gören, akşam yemeği için evlerine vaktinde dönen sakin adamlar isterler.

mithat cemal kuntay: bazen biriyle yarım saat konuşmak yarım asırlık refahtır.

seneca: asıl bilgelik, gerçekliği ne zaman kendi isteklerimize göre şekillendirebileceğimizi, değiştirilemeyecek olanı ise ne zaman sükunetle kabulleneceğimizi bilmektir.

d.h. lawrence: insan bedeni utançla saklama yerine saygıyla yüceltilecek bir tapınaktır.

simone de beauvoir: değişik nedenlerden dolayı insanlığın, duygu ve düşüncelerini anlatmasına olanak bırakmayan sorunlarla karşı karşıya kalacağı bir çağ başlıyor.

26.02.2013

keder gibi ödünç

haydar ergülen



şair, yenilgiyle başlayan adamdır
şiire

kalp ile dil arasında her zaman
iki insan vardır birbirinin uzaklığına taşınan

bazen susmak da yağmurdur

ben senin tenha gözün olacaktım
hem tek başıma en kalabalık arkadaşın
yarım bir çocuk olarak beni
bu dünyaya erkenden bırakmasaydın

düzyazıdır karanlık, siyah şiirdir

sende denize inen bir sokak
bende başkente giden bir ev
eski duman, eski kömür, eski ray
aramızdan güzel bir karanlık geçti

bazen kederinden koyu
bazen gölgesinden açık
kederinden ve gölgesinden
ödünç bir şeyim ben

galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
sık sık tozu alınmalı, parlatılmalı aynalı sözlerle
benimse kalp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de

bilinir de ahmakıslatanda ustalığım
çırak bile sayılmam şu aşk ilminde

harflerin gülüştüğünü senin adında gördüm

aşk tek kişilik bir cinayettir ve herkes
kendine kıyar sevdiğini öldürmeden önce

keşke gözlerinde tutmasan beni

sözler kaybolunca görünen ufukta, hayat
herkesi ıssız adasına indiren gemi

hiç kolay değilken kendine alışması insanın

başkaları nasıl da kolayca alışır ona, şaşarım

seni seviyorum çünkü
sevmemek de aşk kadar vahşidir

25.02.2013

şiir ve edebiyat

cesare pavese

sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak; duyduğu tadın paylaşılıp paylaşılmadığını hiç bilemez insan.

en orta malı şey bile, kendimizde ortaya çıktığı zaman, son derece ilginç gelir bize.

şiir, şiir üstüne konuşarak değil, uğrunda emek vererek ortaya çıkar.

şiirin başlıca temeli, daha şiir başlamadan şairin imgeleme yetisinde tohum olarak yaşayan o duygudaşlık bağlarının, o biyolojik saplantıların önemini bilinçaltı bir duyarlıkla sezmektir.

şiir, budalanın denize bakıp "tıpkı yağ gibi!" demesiyle başlar. düz bir yüzeyin en iyi betimlenişi değildir bu elbet; ama aradaki benzerliği bulmuş olması bu sözü söyleyenin hoşuna gitmiş, bu gizli bağ onu heyecanlandırmış, bu gözlemini herkese duyurma isteğini vermiştir ona.

şiir yazarken parlak bir düşünceyi yaratan, esin perisi değil, esin perisini harekete geçiren parlak düşüncedir.

hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır edebiyat.

şiir, hayat boyunca yaptığımız işin, her zamanki uğraşımızın değil, başımızı kaldırıp hayatla yüz yüze gelmekten şaşkınlığa düştüğümüz anların sonucudur. sıradan işler bile bunlar üzerine düşündüğümüz zaman şiirleşir, olağan olmaktan çıkıp olağanüstü bir nitelik kazanır.

aşkla şiir arasında gizli bir bağ vardır; çünkü her ikisi de, kiminle olursa olsun, konuşmak, anlaşmak, ona içini açmak isteğidir.

şiir her sayfada gerçekliğin verdiği heyecanı yaratmaktan başka bir şey değildir. insan bunu gerçekliği izleyerek başaracağını sanır.

şiir bir anlam değil, bir durumdur; anlamak değil, olmak.

bir yazarın şiire, edebiyata en büyük katkısı, yaşarken ona hayatının edebiyata en uzak görünen bölümlerini aktarabilmesidir. ona sadece boşuna harcanmış gibi değil, aynı zamanda bir kötülük, bir günah, bir çöküntü belirtisi gibi gelen günlerini, alışkanlıklarını ve yaşantılarını. insanın hayatını böyle şeyler zenginleştirir.

edebiyat ile olabilecek, uygulanabilecek şeyler arasında değil, gerçeklik duygusu arasında bir çatışma vardır.

betimlenen şeylerin gerçekten var olmaları, onlara edebiyat dışı bir anlam ve güç kazandırır. böyle şeyler yoksa, edebiyat bize yeter; varsa, şiir ve efsaneye karşı bir ihtiyaç duyarız.

insan bir yaşantıyı özümleyip ona dışarıdan bakmayı başardı mı, o yaşantı çocuksu bir saflık kazanır. büyük şiir ironiktir.

başımızdan geçen her şey bizim için tükenmez bir hazinedir; onları ne zaman yeniden düşünsek, kapsamlarını genişletmiş, çağrışımlarını zenginleştirmiş, anlamlarını derinleştirmiş oluruz. 

ateşli bir ruh için her şey simgedir. seven bir insanı düşünün.

yazarken yaratmak; önceden hazırlanan taslağın sınırlarını aşmak, araştırmak, içimizdeki o derin gerçeğe kulak vermek demektir. ne var ki, içimizdeki en derin gerçek, çoğu zaman, adım adım ilerleyerek, acımasız ve yıpratıcı bir çaba sonunda yarattığımız bir taslaktır. 

aklın gözüyle görülen her simge alegoriktir.

açık şeyler hemen hazmedilir ve iştah geri döner. zor olanın üzerine atılmak, küçük lokmayı bulmaya çabalamak, kısacası umudu daha uzun süre sürdürmek daha iyi olur.

apollinaire: yenilik bütünüyle sürprizdedir.

inanılmaz şeyleri gerçekmiş gibi anlatmak, eskilerin yöntemi. gerçekleri inanılmaz şeylermiş gibi anlatmak, yenilerin yöntemi.insana can veren kanın akıp gittiği kapanmaz bir yaradır şiir yazmak.

yazmak güzel bir şey; çünkü kendi kendine konuşmak ve bir kalabalığa konuşmak gibi iki zevki birleştiriyor.

bir şiirin herhangi bir şeyi değiştirdiği görülmemiştir.

23.02.2013

laurence sterne

javier marias

laurence sterne'ün ölüsünün başına gelenler, tam da iki romanına yaraşacak türdendir. fazla kalabalık olmayan bir cenaze töreninin ardından hanover alanı'ndaki bir kilisenin mezarlığına gömülür. birkaç gün sonra cesedi, sterne'ün de vaktiyle öğrenim gördüğü cambridge'teki bir anatomi profesörüne satılmak için çalınır. anlatılanlara göre, tam anatomi dersi başlayacakken profesörün derse tanıklık etmeleri için çağırdığı iki arkadaşından biri yanlışlıkla ölünün yüzünü örten örtüyü açar ve ölümünden kısa bir süre önce tanıştırılmış olduğu sterne'ü tanır. konuk hekim bayılırken profesör ne kadar ünlü bir kişiyi kesmekte olduğunun bilinciyle anatomi bıçağını dikkatle kullanır ki, en azından iskelet zarar görmesin.

cambridge'teki kemik koleksiyonunun içinde sterne'ün kafatasını arayan bir sürü insan vardır ama bulan olmamıştır; bu nedenle iyi yürekli sterne'ün nerede dinlendiğini bilemeyiz. muhtemelen bu olan bitenin sterne için bir önemi de yoktur: ölüm üzerine çullandığında, "bir yedi sekiz ay daha pek işime gelirdi ama.. tanrı'nın istediği gibi olsun." dediği kayıtlarda vardır. ayrıca tristram shandy'de de evinden uzakta ölme arzusunu dile getirmiştir; "düzgün bir handa", dostlarını üzmeden, rahatsızlık vermeden. bu isteği londra'da yerine gelir. bir tanık son nefesini verişini şöyle anlatır: "işte geldi" der sterne ve bir tokadı engellemek ister gibi, elini yukarı kaldırır.

22.02.2013

moby dick

herman melville

trajik açıdan büyük olan bütün insanlar, belli bir hastalık yoluyla büyük kılınırlar. hırslı, yetenekli ölümlülere özgü yüceliklerin hepsi, hastalıktan başka bir şey değildir.

inanç, bir çakal gibi, mezarlar arasında beslenir ve bu ölüm karanlıklarından en canlı umutlarını toplar.

oruç tutmak bedeni çökertir; bu yüzden ruh da çöker ve oruçtan doğan tüm düşünceler ister istemez cılız, miskin düşüncelerdir. bundan ötürü de midesi bozuk tüm dindarlar, gelecek üstüne karamsar düşünceler beslerler. cehennem kavramı, perhiz çöreğiyle midesini bozmuş bir adamın kafasından doğmuştur ilkin. o gün bugün de, oruçluların babadan oğula getirdiği sindirim bozuklukları içinde süregelmiştir.

korku bilgisizlikten doğar.

şaşılacak şey doğrusu: paranın yeryüzündeki tüm kötülüklerin başı olduğunu, paralı bir insanın hiçbir zaman cennete gidemeyeceğini biliriz. gene de, bize verilen paraları el etek öpüp alıveririz.

bedenim, asıl varlığımın tortusudur ancak.

"yazıklar olsun kendi günahlara batmışken başkalarına talkın verene!" (pavlus)

bu dünyada her şeyin değeri, kendi karşıtıyla meydana çıkar. hiçbir şey kendiliğinden şöyle ya da böyle değildir.

tüm insan emekleri böyledir: hiçbirinin sonu gelmez, insaf nedir bilmez hiçbiri.

nice adamlar bilirim ruhu olmayan. ne mutlu onlara! daha rahat ederler. ruh dediğin, arabada beşinci tekerlek gibi bir şeydir.

dünyanın en güzel şeyleri, hiç sözü edilmeyen şeylerdir; en derinlerimizde yatan ölülerin mezar taşları yoktur.

en yararlı, en güvenilir yiğitlik, tehlikeyi açıkça görenlerin yiğitliğidir ve hiç korkmayan bir adam, bir korkaktan daha tehlikelidir arkadaşları için.

her anlaşılmaz şey karşısında yapılacak en akıllıca, en kolay iş gülmektir.

insan deliliğinde çoğu zaman sinsice ve kurnazca bir şeyler vardır. geçti sandığınız sırada, o delilik belki daha ince bir biçime bürünmüştür sadece.

güneşin altında sahiden yeni hiçbir şey yoktur.

yaşam dediğimiz bu acayip, bu karmakarışık işte, öyle garip anlar olur ki, insan şu koca evreni büyük bir şaka olarak görür. bu şakayı pek anlamasa bile, kendisiyle alay edildiği kuşkusuna düşer.

ne denli çok şey de gizlese, ne denli asık suratlı da olsa, gene de kadınların en iyisidir doğa.

kolonya yapılırken ilk çıkan koku, kötü kokuların en kötüsüdür.

"akıl yolundan şaşan adam, ölüler arasında sayılır." (hz. süleyman) 

en yırtıcı hayvanlar, en sıcak iklimlerde gelişir.

"insan yüreği, kendi kötülüğünü kendisi üretir; insanlar kendi kötü yazgılarının peşinden koşarlar ya da koşmaya sürüklenebilirler; erkekçe kahramanlığın en soylu görünüşü bile mukavvadan yapılmış bir maske olabilir."

ey gizemli güzellik! hiçbir sevdalı senin gibisini görmemiştir genç sevgilisinin gözlerinde. dişleri sıra sıra köpekbalıklarından, cana kıymaktan, insan eti yeme huylarından söz etme bana. inanç gerçeği kovsun, düşler de belleği! senin ta derinlerine bakıyor, sana inanıyorum!

21.02.2013

seçme şiirler

william carlos williams



dünya dışıdır aşk
hiçbir şey ummaz
dünyadan
ve bu
değiştiremez dünyayı
istediği gibi

ama aşk bir yağdır gövdeyi mumyalayan
aşk baharat torbalarıdır, çok
kokulu sıvıdır fışkırtılan
baldırlara. değil mi
aşk kel kafaya sıvanırsa
saç çıkartır -ya sonra? aşk bir
bit tarağıdır

senin ölümün? -su
dökülür toprağa
su toplansa da gül yapraklarına-
ama sen? -tutacaksın hayatı gene
bir anı olarak bile olsa, bittiğinde
ender bulunur cömertlik

nefret geceden kuruludur ve gün
çiçeklerden ve kayalardan. hiçbir şey
kazanılmaz geceler cinayet üretir
demekle- eski bir yanılgıdır

tam bir amerikan kadınısın sen
ağaçtan toplanır sanırsın erkekler
aşk istiyorsun, sadece aşk! en enderi
erkek meyvenin! kırıp aç ve
taze etin aklığında
bul karşılıklı duran kahverengi tohumları

ve aşk garip
yumuşak kanatlı bir şeydir
kımıldamadan durur saçak altlarında
yapraklar dökülürken

uslarında doğrucuların
şu ölüm vraklar üst perdeden
ölüm! der bu çığlık. ölüm
dişleri arasında göğün, sanki
parlamayacaktır ateş
ve bakırı tutkunun
altında perdahlanmayacaktır. ah
seçeriz sözlerimizi fazla dikkatle
uysun diye taşlaşmış iskeletine
anlamın içindedir yaşamlar
yaşanır sadece kızma
biz alevlerden ve fırınlardan söz ederiz
gücenmişizdir
sanki bizimkisi bir başka kaderdir
içi yanmayacaktır -kaçacaktır ateşten

yıllar, görüyorum, pek çok yıl
okumak daha akıllı yapmıyor insanı

20.02.2013

yaratık

john fowles

demokrasi, ayaktakımının idaresidir.

eskiler öyle bir sırra sahiptiler ki, bunu bilebilmek için ben de sahip olduğum her şeyi verebilirim. hayatlarının meridyenini biliyorlardı eskiler, ben benimkini hala arıyorum. öteki bakımlardan karanlıklar içinde yaşıyorlardı; ama işte bu büyük ışığa sahiptiler; oysa ben aydınlık içinde yaşıyorum; ama hayaletlerin ardında ayağım sürçüyor.

bağışlanmayacak kadar günahkar hiç kimse yoktur.

biz modernler geçmişimizle, öğretilerimizle, tarihçilerimizle kokuşup bozulmuşuz; geçmişte olup bitecekler üzerine de o kadar az şey bileceğiz; çünkü bizler, iyi ya da kötü, mutlu ya da mutsuz, yazarının keyfine göre belirlenmiş bir hikayenin kişileri gibiyiz yalnızca.

"insan, kalbinin götürdüğü yere gitmeli."

zenginlik insanları bozup yoldan çıkaran bir şeydi, insanların vicdanlarını körleştiriyordu zenginlik ve insanların bunu anlayacakları güne kadar da yeryüzü belalı bir yer olarak kalacaktı.

"gerçeğin ışığı ruhun kendisine nüfuz etmeden önce, ruhun saklandığı kutsal dolap olan beden, gerektiği gibi beslenmeli ve giydirilmelidir."

gördüklerim, bedenimin gözleriyle gördüklerim, biricik gerçeğin gölgeleriydi yalnızca; ama ruhumun gözleriyle, ilk ve son sevgi nesnem, ışığın kendisini gördüm ben.

tanrının krallığı bir gereklilik değildir. eğer bir şeyin olması gerekiyorsa, isa'nın orada yeri yoktur. bir fahişenin her zaman bir fahişe olarak kalması gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. erkeğin kadını her zaman idare etmesi gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. çocukların açlıktan ölmeleri gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. bütün insanların doğuştan itibaren ıstırap çekmeleri gerekir: isa'nın burada yeri yoktur. bu dünyanın ışıkları altında görülen hiçbir gereklilikte, isa'nın yeri yoktur. bu dünyanın günahlarından ötürü kapatıldığı mezardır bu, karanlıktır.

politika bulutun önündeki bir bulut gibidir, yani zorunlu bir beladır.

uyuşmazlık evrensel olan bir insani görüngüdür; ne var ki kuzey avrupa ile amerika'nın uyuşmazlığı, sanırım, bizim dünyaya bırakmış olduğumuz en değerli mirastır. biz bu kavramı özellikle de dinle birleştirmekteyiz; çünkü bütün yeni dinler uyuşmazlıkla, yani iktidarı ellerinde tutanların bize inandırmaya çalıştıkları şeylere karşı çıkmakla başlamaktadır. ister totaliter bir tiranlık ve kaba kuvvet söz konusu olsun, isterse bir medya manipülasyonu ya da kültürel hegemonya, bizler hangi şekilde olursa olsun, bize inanmamız için buyurulan şeyleri reddetmekteyiz. ancak uyuşmazlık özünde, biyolojik ve evrimsel bir mekanizmadır; yoksa toplumun evriminin belli bir anında, dinsel inancın büyük bir metafor ve dinden başka daha birçok şeyin de içine oturtulacağı bir döküm kalıbı olduğu belli bir anda, bir seferliğine gereksinim duyulmuş bir şey değildir. uyuşmazlığa her zaman gereksinim duyulmuştur, çağımızda ise her zamankinden daha fazla.

19.02.2013

bir çin şiiri

can yücel


davacı zengin, davalı yoksulsa
zenginden yana işler yasa

davacı yoksul, davalı zenginse
davalıda kalır yine nizalı arsa

davacı da davalı da zenginse davada
özür diler çekilir aradan kadı

davacı da davalı da yoksulsa, bak
sade o zaman işte yerini bulur hak

18.02.2013

aile

anthony giddens

16. yüzyılda ve önceki yıllarda, egemen aile tipi lawrence stone'un "açık soy ailesi" olarak adlandırdığı aile tipiydi. çekirdek aileyi merkez almış olmasına rağmen hane birimi, başka akrabalarla olan ilişkiler de dahil daha geniş toplulukları içeriyordu. aile ilişkileri, ailenin içinde bulunduğu topluluktakiler gibi, daha sonraki dönemlerde egemen olan ilişkilerden radikal bir biçimde farklıydı. evlilik hiçbir sınıf sistemi düzeyinde duygusal bağlılık veya güvenin odak noktası değildi. stone'a göre, "doğruluğuna genel olarak inanılan şey, mutluluğun bu dünyada değil, yalnızca öbür dünyada beklenebileceği ve cinselliğin bir zevk değil, yalnızca soyu devam ettirme ihtiyacıyla mazur görülen bir gereklilik olduğuydu. bireysel tercih özgürlüğü tüm zamanlarda ve tüm açılardan diğerlerinin, ister sülale olsun, ister ebeveynler, komşular, kilise veya devlet, çıkarlarına tabi olmak zorundaydı. hayat ucuzdu, ölüm kolaylıkla ve sık sık gelirdi. insan ömrü o kadar kısaydı ki başka bir insana duygusal olarak aşırı bağlanmak akılsızcaydı."

17.02.2013

kadın

dostoyevski

sadakatsiz bir eş olarak doğan kadınlardan o. böyle kadınlar asla bekar kalmazlar. evlenmeleri doğa kanunudur. kocası ilk aşığıdır; ama evlenene kadar sürer. kimse bu tip kadınlardan daha ustaca ve daha kolay evlenemez. ilk ihanetlerinde suçlu hep kocadır. bunun ardından mükemmel bir içtenlik gelir, kendilerini kesinlikle haklı ve tamamen masum görürler.

öte yandan, böyle bir kadına uygun düşen ve bütün görevi bu kadına uygun düşmek olan bir koca tipi de vardı. böyle bir kocanın asıl görevi "ebedi koca" olmaktı, yani o hayatı boyunca kocadan başka bir şey değildi. böyle adamlar koca olmak için doğup büyürler, kendilerine özgü karakterleri olsa bile evlenir evlenmez karılarının tamamlayıcısı oluverirler. bu tip bir kocanın en belirgin özelliği alnındaki madalyalardır. boynuzlarının olmaması güneşin doğmaması demektir. bu gerçekten habersizdirler, doğaları gereği habersiz olmak zorundadırlar.

günlük yaşamlarında hemşireler gibi olan kadınlar vardır. onlardan hiçbir şeyinizi, en azından ruhunuzdaki acılarınızdan hiçbirini gizleyemezsiniz. acımız olduğunda cesaretle, umutla, onları sıkacağımızdan korkmadan gideriz onlara. ayrıca, bazı kadınların kalbinde belki de ne sınırsız sabırlı bir sevgi, merhamet, her şeyi bağışlama bulabileceğimizi de çok azımız biliriz. bu temiz kalplerde bütün bir sempati, avutma, umut hazinesi vardır. ne var ki, onların çok seven, çok acı çeken kalplerinin de sık sık yaralandığı olur. ama bu yara, meraklı gözlerden ne denli gizlenirse gizlensin, derin hüzün kendini daha derine saklar, gizler.

16.02.2013

baş

özdemir asaf


susmalar düşünmenin yoğunluğunda erir
söylemler dinlemlerin büyüklüğünde erir
suskulara gizlenir korkularla yalanlar
bilmemeler bilmenin yorgunluğunda erir
böyle değiştirilir eskimiş uydurular
yaşlar yetişmişliğin olgunluğunda erir

15.02.2013

özgürlük

adalet ağaoğlu

tarihte hiçbirimizin gerçek bir başkaldırısı olmadı. özgürlükler hep belli sınırlar içinde arandı. özgürlük diye, din değiştirildi, tarikat değiştirildi, tiran değiştirildi. bugünkü hayatlarımızın orta çağ hayatından hiçbir farkı yok. yine rahipler, yine tilmizler, yine cinayetler.. farklı olan yalnızca araçlar ve gereçler. özgürlük bilincinin çok yükseldiğini sanıyoruz. doğanın da, kendimizin de tepesine yeni efendiler diktik. özde değişen bir şey yok. özgürlük bilinci nasıl oluyor da hem de bu kez seve isteye kendini şu rezil para ve tüketim dünyasına prangalatıyor? herkes kendine bir efendi seçiyor. kendisi, yalnız kendisi olmaktan korkuyor.

toplum bilincinin "orada kal!" dediği, bütün yüküyle önüne gerilip orada durdurmaya, orada tutmaya azmettiği basamakta dikilip durmak, insan aklı ve duygusu bir üst basamağa çıkmaya en hazır bulunduğu anda, onda katlanılması güç, hatta olanaksız bir tutukluk durumu yaratır. insanoğluna uygulanabilecek işkencelerin en ağırı.. çoktan aşılmış olması gereken basamaklara yeniden dönmeyi başarabilmemizin, kalabalıktan kopmama güdüsünden, toplum bilinciyle uyum sağlamaya yatkınlıkların başka anlamı yoktur. bu yatkınlık, gerçek ilerleyişin önündeki en ciddi tuzaktır. robot, birörnek, tek renk, tek biçim insanlar ortaya çıkarmakta uzun yollar kat etmiş olan, uygarlığın ilerleyişinde olağanüstü bir rol oynadığı halde, bu rolü artık salt kendine gönüllü kulların varlığıyla sürdürebilen teknoloji, devrimine kendi tuzağını da hazırlamıştır. değişik arayışlar, toplum bilinci dışında kalan her türlü olanak bu denli yok edilecekse, insan ilerleme umudunu nereden alacaktır? umut, insani bir yetenek çünkü. makinelerin umudu olmaz. bu noktada yalnızca bip bip buyruklarına uyulur, toplum bilinciyle uzlaşmada öncesiz sonrasız bir yatkınlık edinilir.

bu ülke, düşünce insanlarımızı yerden yere çaldı, onları vurdu, vuramadıklarını yaraladı, bilim yuvalarının dışına kovdu, yetmedi, vatan sınırlarının dışına kovdu ve eğer arada sırada da onlar için birazcık iyi bir şey yapmak zorunda kaldıysa, bunda da hep geç kaldı. onların ya bunayacak kadar yaşlanmalarını ya da ölmelerini bekledi. yaşlılar madalyaların ağırlığını nasıl taşısın? ölüler güneşi ne yapsın?

14.02.2013

narziss ve goldmund

hermann hesse

ermişlik mertebesine götüren en kestirme yollardan biri de günahkarlıktır.

tanrıya karşı duyulan sevgi her zaman iyiye karşı duyulan sevgiyle bir değildir. iyinin ne olduğunu biliriz hep, tanrı buyruklarında yazar. ama tanrı buyruklarda değildir yalnız, tanrı buyrukları tanrının ancak küçük bir parçasıdır. insan buyruklardan hiç ayrılmaz; ama yine de tanrıdan fersah fersah uzakta bulunabilir.

bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır.

uyanık kişi, usunun ve bilincinin yardımıyla kendini, içgüdüleri ve güçsüzlükleri tanır, bunlarla nasıl başa çıkacağını bilir.

senin gibi sağlam ve narin duyularla donatılmış kişiler, bir zindelik ve canlılığı kendilerinde barındıranlar, düşlerde yaşayan, seven kimseler, bizlerden, biz us insanlarından hemen her zaman üstündür. sizler anne kökenlisiniz. kısır yaşamaların uzağındasınız. sevme gücü, yaşama gücü armağan edilmiştir size. her ne kadar çokluk size yol göstermeye çalışıyor, sizi yönetiyor görünsek de, bolluk ve bereket içinde bir yaşam sürdüğümüz yok bizim, kıtlıklar içinde yaşayıp gidiyoruz. hayatın zenginliği sizin, meyvelerdeki özsu sizindir; sevgi bahçesi size bağışlanmış, güzelim sanat beldesi size sunulmuştur. sizin yurdunuz bu yeryüzü, bizimkisi ise düşüncelerdir. sizi bekleyen tehlike duyular dünyasında, bizi bekleyen ise havasız bir mekanda boğulup gitmektir.

bir çiçeğin yaprağı ya da yol üzerindeki küçük bir solucan bir kitaplıktaki kitapların tümünden daha çok şey söyler insana, kendisinde daha büyük bir hazine barındırır.

her şey nasıl da böyle göz açıp kapamadan gerçekleşiyordu. mutluluk denen şey nasıl da hemen bir yol kenarında karşısına çıkıveriyordu insanın. ne kadar güzel ve hoş, ne kadar da geçiciydi!

belki tüm sanatın, tüm usun kökeni ölümden duyulan korkudur. bizler ölümden korkarız, gelip geçiciliğimiz tüylerimizi diken diken eder, boyuna çiçeklerin sararıp solduğunu, yaprakların döküldüğünü görüp hüzünlenir, bizim de ölümlü olduğumuz ve çok geçmeden sararıp solacağımız bilincini yüreğimizde taşırız. sanatçıyız da resimler, heykeller mi yaratıyoruz ya da düşünür kişileriz de belli yasaları araştırıyor, düşünceleri belli kalıplara mı dökmek istiyoruz, bunu o büyük ölüm dansından bir şeyler kurtarabilmek, bizden daha uzun süre ayakta kalacak bir şeyler ortaya koyabilmek için yaparız.

nasıl sevginin büyük hazzı kendini o en yüce, en mutlu gerilim anında kesinlikle açığa vurur, bir sonraki nefeste yine erir ve uçup giderse, en derin yalnızlıklara ve hüzne kendini kaptırışlar da bakarsın bir süre için vardır yalnız, ansızın içte duyulan şiddetli bir isteğin ve yaşamın aydınlık tarafına yeniden yönelişin pençesinde can verir. ölüm ve şehvet aynı şeydi. yaşamın anası sevgi ya da haz diye gösterilebileceği gibi, mezar ve çürüyüp kokuşma diye de nitelenebilirdi.

ey aziz tanrım, neden bizi böyle yarattın? neden bu yollardan geçmeye zorluyorsun bizi? bizler senin çocukların değil miyiz? senin oğlun bizim için canını vermedi mi? bize yol gösterecek ermişlerin ve meleklerin hani nerede? yoksa bütün bunlar rahiplerin yalnızca çocuklara anlattığı, kendilerininse gülüp geçtiği uydurma, boş masallar mı? sana olan güvenimi yitirdim, tanrım, ne kadar kötü yaratmışsın bu dünyayı, onu ne kadar kötü yönetiyorsun. evler, sokaklar gördüm, ölülerden geçilmiyordu. varlıklı kişiler gördüm, evlerine kapanıp kapıyı bacayı sıkı sıkı kapamışlardı. kimi zenginler de evlerini barklarını bırakarak kaçıp gitmişlerdi. sonra ölmüş kardeşlerini ortada bırakıp gömmeye yanaşmayan, biri öbürüne kuşkuyla bakan, hayvan boğazlar gibi yahudileri boğazlayan yoksullar gördüm. pek çok masum insanın acı çektiğine ve kırılıp gittiğine, pek çok kötü insanın da bolluk ve refah içinde yüzdüğüne tanık oldum. yoksa bizi büsbütün aklından çıkardın mı tanrım? bizi büsbütün terk mi ettin? yarattığın dünyadan soğudun mu büsbütün? topumuzu silmek mi istiyorsun defterden yoksa?

karşılığını yaşamdan el çekerek ödemeden yaratmak! yaratıcılığın soyluluğundan el çekmek zorunda kalmadan yaşamak! olamaz mıydı sanki bu?

gizlilikler olmasa sevginin ne anlamı kalırdı! kendisinde tehlikeleri barındırmayan bir sevgi ne anlam taşırdı!

şu içinde yaşadığımız dünya nasıl şey böyle! bir cehennem, insanı çileden çıkaran iğrenç bir dünya değil mi?

haz denilen şey sürüp gitmez, seni yine çöl ortasında bırakıverir.

ölümlülüğün yenilgiye uğratılması; gördüm ki, bir soytarı oyununa ve ölüm dansına benzeyen insan yaşamından geriye bir şey kalıyor, ölümden sonra yaşamını sürdürüyordu, bu da sanat eseriydi. kuşkusuz sanat eserleri de günün birinde yok olup gidiyor, yanıyor, harap oluyor ya da kırılıp dökülüyordu. ama yine de pek çok kuşak boyu yaşıyor, zamanın ötesinde görüntülerden ve kutsal nesnelerden zengin bir ülke oluşturuyordu. bu uğurda çalışmak bana olumlu ve avutucu bir etkinlik gibi görünüyor; çünkü ölümlülüğün ölümsüzleştirilmesi gibi bir şey adeta.

düşüncelerin dili konuşabildiğim tek dildir.

düşünmenin tasarımlarla hiçbir alıp vereceği yoktur. düşünme dediğimiz şey imgeler değil, kavram ve kalıplarla gerçekleşir. imgelerin sona erdiği yerde felsefe başlar.

düşünür, dünyanın varlığını mantıkla açıklamaya çalışır. ve yine düşünür bilir ki, bizim usumuz ve onun bir aracı durumundaki mantığımız mükemmel sayılamayacak aygıtlardır; bunun gibi akıllı bir sanatçı da fırçasıyla, oymacı kalemiyle bir melek ve ermişin görkemli varlığını asla kusursuz şekilde dile getiremeyeceğini bilir pekala. ama yine de gerek düşünür, gerek sanatçı, ikisi de kendilerine özgü yoldan bunun üstesinden gelmek için çaba harcar. başka türlüsü ellerinden gelmez çünkü, gelmemesi de iyidir. çünkü bir insan doğanın kendini gerçekleştirmeye çalışmakla, yapabileceği en yüce ve anlamlı işi yapmış olur. bunun içindir ki sana bir zaman sık sık şöyle dedim: "düşünürlere ya da riyazetle uğraşıp çile dolduranlara öykünmeye heveslenme, kendin olmaya, kendini gerçekleştirmeye bak!"

elimizden çıkan eserler sonunda utandırır bizi, işe boyuna yeniden soyunmamız gerekir, boyuna yeniden özverilere katlanmamız.

yaşamın seline ve karmaşasına kendini bırakmak, günahlar işlemek, bunların acı sonuçlarına katlanmak, aslında dünyadan elini eteğini çekip tertemiz ellerle daha temiz bir yaşam sürmekten, uyum dolu güzellikler içinde bir düşünsel bahçe kurmaktan ve koruma altındaki tarhlar arasında günahlardan uzak gezinip dolaşmaktan daha çok cesaret isteyen, daha yüce bir şeydi. paralanmış ayakkabılarla ormanlar içinde ve şoselerde yürümek, güneş ve yağmuru üzerinde hissetmek, açlık ve sıkıntı çekmek, duyuların sağladığı hazlarla oynamak ve bunun karşılığını acılarla ödemek belki daha çetin, daha gözüpek ve soylu bir girişimdi.

ne büyük bir gizemselliği içeriyordu bu yaşam! ne kadar bulanık, ne kadar delidolu akıyordu bu yaşam ırmağı ve sonuçları ne kadar soylu, ne kadar berrak gözler önünde duruyordu.

öbür dünya diye bir şey yok. kurumuş bir ağaç dirilmez hiç, soğuktan donmuş bir kuş bir daha hayata dönemez, ölmüş bir insan da bunun gibi tıpkı. aramızdan ayrılıp gitti mi, belki bir zaman düşünür, anımsarız kendisini; ama bu da uzun sürmez.

13.02.2013

savaş

george orwell

savaş, değiştirici etkenlerin en büyüğüdür. bütün süreçleri aşar. önemsiz farklılıkları yok eder, gerçekleri su yüzüne çıkarır.

bütün bunların üzerinde savaş, kendi içlerinde bir bütün olmayan bireyleri birleştirir. bu, yalnızca, savaş meydanlarında insanların öleceğinin farkında olunduğu için böyledir. o anda yaşamı feda etmek, tatili, konforu, ekonomik özgürlükçü, toplumsal prestiji feda etmekten daha büyük bir sorun değildir.

ben bu satırları yazarken, son derece uygar ademoğulları tepemde uçuyor ve beni öldürmeye çalışıyorlar. ne onlar bana birey olarak düşmanlık duyuyorlar ne de ben onlara. onlar, söylendiği gibi "görevlerini yapıyorlar" sadece. birçoğunun özel hayatlarında cinayet işlemeyi akıllarından bile geçirmeyecek kadar yufka yürekli, yasalara bağlı insanlar olduğundan hiç şüphem yok. öte yandan, onlardan biri eğer hedefini bulan bir bomba ile beni paramparça edecek olsa, bu, uykularını hiç mi hiç kaçırmayacaktır. çünkü o, günahları affetme gücüne sahip olan ülkesine hizmet etmektedir.

descartes

tom robbins

aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı özgün ve yeri doldurulmaz biri yapmasıdır.

aşkla mantığın farkı da şudur: aşkın gözünde bir kurbağa pekala prens olabilir. oysa mantıkçının analizinde, aşığın önce o kurbağanın prens olduğunu kanıtlaması gerekir, ki bu girişim nice tutkunun parıltısını körletmeye yeter.

mantık aşkı sınırlar. descartes'ın hiç evlenmemesinin nedeni buydu belki de. descartes mantık çağının mimarıdır. 1628 yılında paris'ten, aşıklar kentinden, sırf orada kafası dağılıyor diye kaçmıştır. gidip hollanda'ya yerleşmiştir. çevresinde yamakları, başında patronlarıyla, istediği gibi çalışmış, matematik ve mantıkla ilgili eserler vermiştir. 1649'un sonlarında stockholm'e davet edilmiş, kraliçe christina'ya felsefe dersleri vermesi istenmiş, descartes bunu hemen kabul etmiştir. belki ücret dolgundu. bir nedeni vardı mutlaka.

kraliçe christina derslerini yatağına uzanmış durumda dinlerdi. çoğu zaman çıplak olurdu. ama işin en berbat yanı, bu kadarla da kalmıyor. isveç sarayı, 17. yüzyıl avrupasının başka her tarafı gibi, pire dolu bir yerdi. christina, oradaki zanaatçılara sipariş vermiş, kendine altın ve gümüşten minyatür bir top döktürmüştü. yattığı yerden o topla vücudundaki pireleri vuruyordu. bu yüzden çıplaktı. iyi nişancı olduğu da söylenirdi.

majesteleri her gün kendini bu yolla oyalarken, descartes ayağında hollanda tipi pantolonla, ona varlığın şüphe edilemezliği altında yatan kusursuzluğu anlatıyor ve bunu rasyonel yanlılığının bile tahammülü dışında buluyordu. çok büyük bir hızla sinirli ve solgun bir insan haline geldi. 11 şubat 1650'de, yani stockholm'e gelişinden ancak birkaç ay sonra, 54 yaşındaki descartes düşüp öldü. christina 37 yıl daha yaşadı, pek çok da pire öldürdü.

12.02.2013

köy

cesare pavese

kimin etinden, kimin kanındanım, kim bilir? şunun etinden ve kanından olmanın, bunun etinden ve kanından olmakla bir olduğunu bilecek kadar dolaştım dünyayı. fakat işte bunun içindir ki yorulur ve bir yere kök salmaya çalışır insan. mevsimler öylece gelip geçmesin, biraz daha uzun sürsün diye ait olduğu bir yer bulmaya çalışır insan.

yalnızca terk etmek zevki için bile olsa size bir köy gereklidir. kendi köyünüz varsa yalnız değilsinizdir; insanlarında, bitkilerinde ve toprağında sizden bir şeyler olduğunu bilirsiniz. siz orada değilken bile sizi karşılamak için bekliyor demektir.

mozart'tan madonna'ya

peter wicke

"beethoven'ın bir sonatını zevkle dinleyenlerin sayısı acınacak kadar az, çoğunluğu ise, güya hayran kalmış gibi baygın bakan, kendini beğenmiş ikiyüzlüler oluşturmakta."

1877 yılında edison'un müzik için bellek görevi yapan ve müziğin sesli olarak üretimine olanak sağlayan mekanik kayıt sistemini, fonografı bulması sonucu, müziğin yayılma süreci yeni boyutlar kazandı ve radyo bu boyutları giderek devasa bir şekle dönüştürdü. artık müzik, kişinin özel yaşamını geçirdiği evinde de radyo ve gramofon aracılığıyla her an mevcuttu ve orada da özel yaşamı şekillendirirken, zamanın organize edilmesi için bir araç; fakat her şeyden önce toplumca üretilen ve medya tarafından kişinin öznel iç dünyasına taşınan önemli bir yapı malzemesiydi.

"yaşam, entelektüel ve politik yanlarıyla zorlaşıp ağırlaştığında, yarışma ve mücadelenin neden olduğu koşullarla yorulan ve tatminsiz kalan ruhun özlemlerini gidermek için, sanatın olduğu diğer yanda bir telafi yolu bulunabilirdi."

radyonun çok fazla miktarda müziğe gereksinim duyması, besteciler için büyük kazanç kaynağı oldu. radyo, müziğin yıpranmasını aşırı ölçüde hızlandırdı; çünkü müzik günün her dakikasında yaşamın içindeydi. eskiden, yeni bir müzik parçasıyla ilk karşılaşma, ancak arada sırada yapılan ve hiç de ucuza çıkmayan akşam gezmeleriyle sınırlıydı. hit müziği dalında uzmanlaşmış şarkı bestecileri doymak bilmeyen radyoya sürekli olarak yeniledikleri parçaları yetiştirdiler ve böylelikle de kendilerine çok sağlam bir yer edindiler.

bütün bu işlerin sonunda notalar ve banknotlar ortak bir yaşama başladılar ve müziği ekonomik açıdan çok önemli bir endüstri haline getirdiler. bu gibi konstelasyonların sonucunda ortaya döküntü bir şey çıkar düşüncesi aslında bir önyargıdır. şarkıların kötü olması salt onlar aracılığıyla para; hatta zaman zaman çok fazla para kazanılması ile ilişkili bir durum değildir. para onları kuşkusuz daha iyi de yapmaz. ticaret bir makineye benzer. bu makineyle yapılan, onu kullananlara ve onların becerikliliğine, aynı zamanda kullandıkları hammaddeye bağlıdır. ancak makinenin konstrüktörü de kuşkusuz hakkının verilmesini ister. aslında bu ticari mekanizma olmasaydı, büyük bir olasılıkla bir sürü şarkı hiç söylenmeden ve dinlenmeden yok olup giderdi. buna karşılık sürekli olarak büyüyen şarkı piyasası ve çok kısa aralıklarla yıpranıp giden şarkılar, gereksinimi de yeterince karşılayamazdı. oysa isteğin ve gereksinimin sonu yoktur.

hüküm

şükrü erbaş


aşkı bir gövdeden doğuran dünya
sen koydun bu kalbi bu güzelliğin önüne
ayrılığa bırakma beni
ölüm bir gün nasılsa sürecek hükmünü

10.02.2013

yalancılık sanatı / sanatçı olarak eleştirmen

oscar wilde

insanın en az kendisi olduğu an, kendi kılığında konuştuğu vakittir. ona bir maske ver; sana gerçeği söylesin.

büyük eserlerin ucuz baskıları keyif verici olabilir; ama büyük adamların ucuz baskıları daima mide bulandırıcıdır.

hayat! varlığımızı doğrulamak için de, deneyim edinmek için de, hayata gitmeyelim. hayat, koşullarla daraltılmış, konuşmasında tutarsız, sanatsal ve eleştirel mizacı tatmin edebilecek tek şey olan biçimle ruhun uyuşmasından yoksun bir şeydir. malları için çok yüksek fiyat biçer ve en basit gizini satmak için bile öde öde bitmez fahiş bir bedel ister.

toplum, suçluyu çoğu kez bağışlar; hayalciyi ise asla.

aşırı çalışan, yetersiz eğitilmiş ve mutlak biçimde aptal bir çağda yaşıyoruz. ve acımasızlık gibi görünse de söylemeliyim ki bu insanlar felaketlerini hak ediyorlar.

tehlikeli olmayan bir fikre, fikir demeye değmez.

hayat hakkında hiçbir şey bilmemenin en emin yolu, insanın kendini yararlı kılmaya çalışmasıdır.

goethe: usta, işinin sınırları içinde gösterir kendini.

çeşitlilik doğanın kendisinde bulunmaz. o, hayal gücünde ya da imgelemde yahut ona bakan insanın özenle yetkinleştirilmiş körlüğündedir.

düşünmek dünyanın en sağlıksız şeyidir.

çağımız edebiyatının büyük çoğunluğuyla gülünç derecede sıradan kalmasının başlıca nedenlerinden birini, hiç kuşkusuz, bir sanat, bir bilim ve bir toplumsal zevk olarak yalancılığın gerilemesi oluşturuyor. kadim tarihçiler lezzetli kurgularını bize olgu biçiminde sunmuşlardı; günümüz romancıları ise karşımıza kurgu kılığında sıkıcı olguları çıkarıyorlar.

yegane gerçek insanlar asla var olmamış insanlardır.

yalancının amacı sadece büyülemek, eğlendirmek ve zevk vermekten ibarettir. o, uygarlaşmış toplumun temel taşıdır ve onsuz akşam ziyafetleri, isterse en büyük adamların konaklarında, malikanelerinde verilsin, royal college'deki dersler, yazarlar derneği'ndeki tartışmalar ya da bay burnand'ın fars türü güldürüleri kadar tatsız tuzsuz olur.

sanatı öğrenmek için uygun okul, hayat değil sanattır.

ne zaman bir şair ya da ressam ölse cenazeciyle birlikte evine damlayan ve orada kendilerinden beklenen tek şeyin saygılı bir şekilde sessiz kalmak olduğunu unutan bir insan cinsinin istilasına uğradık. onlar edebiyatın leş kemiricileridir. merhumun küllerini biri, tozlarını öbürü kapar; ama ruh onların ulaşabileceği yerde değildir.

herkes tarih yapabilir. sadece büyük adamlar tarih yazabilir.

eylem, dış etkilere bağımlı kör bir şeydir ve doğasının bilincinde olmayan bir dürtü tarafından yönlendirilir. olaylarla sınırlanmış ve yönünün farkında olmadığından daima hedefinden sapan, özü gereği tamamlanmamış bir şey. temelinde hayal gücü yoksunluğu yatar. düş kurmayı bilmeyenlerin son tutamağıdır.

tarihe karşı borçlu olduğumuz tek görev, onu yeniden yazmaktır.

bedeni çevikliği, ruhu huzursuzluğu içinde bize gösteren, edebiyattır.

güzelliğin insanın ruh halleri kadar çok ve çeşitli anlamları vardır. güzellik, sembollerin sembolüdür. güzellik, hiçbir şey ifade etmediği için her şeyi açıklar. bize kendini göstermekle, ateşten renkleri içinde bütün dünyayı gösterir.

bakmaya değmeyen tek şey, aşikar olandır.

sohbet dediğin, her şeye değinmeli ama hiçbir şey üzerinde odaklanmamalı.

çuang tzu: hayat sonlu, öğrenilecekler sonsuzdur.

adaletsizlikten daha kötü tek bir şey vardır; o da, elinde kılıcı olmayan adalettir. hak, güçsüz olduğunda, kötülük olur.

aptallıktan başka günah yoktur.

düşçü, yolunu ancak ay ışığında bulabilen ve cezası tan sökümünü herkesten önce görmek olan kişidir.

9.02.2013

yazarlık tekniği

walter benjamin

1. büyücek bir eseri kaleme almaya girişen kimse kendini hoş tutmalı ve günlük yazacağı kadarını bitirdikten sonra kendine, yazmayı sürdürmesini engellemeyecek her şeyi bahşedebilmelidir.

2. istiyorsan, yapıp bitirdiğin işten başkalarına söz et; ama çalışma sürdükçe bir yerlerini okuma. bu yoldan kazanacağın her hoşnutluk çalışma hızını kesecektir. bu düzene uyulursa zamanla artacak olan kendini anlatma isteği gittikçe, çalışmanın tamamlanmasına yarayan ek bir itici güç olacaktır.

3. çalışma çevresi konusunda gündelik hayatın orta kararlılığından kaçınmaya çalış. adi gürültülerin eşlik ettiği bir yarı sessizlik onur kırıcıdır. buna karşılık bir müzik etüdünün ya da iş hayatından gelen bir ses kargaşasının eşliği, tıpkı gecenin kulakla duyulur sessizliği kadar yararlı olabilir. böylesi sessizlik insanın içindeki kulağı keskinleştirirse, o kulak kendi yoğunluğu sayesinde en sıradışı gürültüleri bile silip geçen bir söyleyişin mihenk taşı haline gelir.

4. sıradan el araçları kullanmaktan kaçın. ince eleyip sık dokuyarak belli kağıtlar, kalem uçları, mürekkeplerde ısrar etmek yararlı olur. bu araçların lüksü aranmayabilir; ama bolluğu olmasa olmaz.

5. kafandan hiçbir düşüncenin tebdilikıyafet geçmesine izin verme ve not defterini emniyet'in yabancı uyruklular kayıtlarında gösterdiği sıkılıkla tut.

6. kalemini ilhama karşı duyarsız kıl; o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir kendisine ilhamı. aklına gelen bir şeyi yazmakta ne kadar düşünceli bir çekingenlik gösterirsen, o ölçüde gelişip olgunlaşmış biçimde, gelip ellerine düşecektir. söz düşünceyi fetheder; oysa yazı egemenliğine alır.

7. hiçbir zaman, aklına bir şey gelmez olduğu için yazmayı bırakma. edebiyatçı onurunun bir buyruğu, yazmayı ancak ya uyulacak bir saat geldiğinde (yemek zamanı, bir buluşma) ya da eser bittiğinde kesmek yolundadır.

8. ilhamın gelmediği zamanı yaptığın işi temize çekerek doldur. sezgi bu sırada uyanacaktır.

9. nulla dies sine linea: ama haftalar, pekala geçebilir.

10. bir esere hiçbir zaman, üzerinde bir kere akşamdan gün aydınlanana kadar oturup çalışmadan bitmiş gözüyle bakma.

11. eserin sonunu alıştığın çalışma odasında yazma. gereken cesareti orada toplayamazsın.

12. yazıya geçirmenin evreleri: düşünce -üslup- yazı. temize çekmenin anlamı, dikkatin bu sırada artık yazı güzelliğinde toplanmasıdır. düşünce ilhamı öldürür, üslup düşünceye gem vurur; yazı üslubu ödüllendirir.

13. eser tasarımın ölü maskıdır.