30.10.2012

pleksus

henry miller

alelade bir unutma ve özel bir çeşit unutma vardır; özel çeşit unutma, çok kuvvetli bir ihtimalle, aynı anda iki dünyada birden yaşamak yüzündendir. bu eğilimin sonuçlarından biri, sayısız zamanlarda her şeyin birden yaşanmasıdır. daha da kötüsü, kağıt üzerine aktarmayı başardığımız şey ne olursa olsun, halen kafanızın içine yazmış olduğunuz şeyin bölünemeyecek kadar küçük bir parçası gibi görünür. herkesçe tanınmış olan, rüyalarda kendisini çok daha etkin olarak belli eden nefis duygu-bilinen bir alışkıdan meydana gelen duygusal durumu kastediyorum: tanıdık birine tekrar ve tekrar rastlamak, aynı sokaklarda dolaşmak, birbirinin benzeri durumlarda yüz yüze gelmek -kendisini ekseri uyanış sırasında bana hissettirir. belirli bir düşünceyi, belirli bir durumu, belirli bir karakteri nerede kullandığımı düşünerek beynimi ne kadar sık zorlarım!

banliyölere gelince, böylesine kötülük saçan ve ıssız bir yer.. banliyölerde yaşamak için ayrılan tanıdığım herkes ruhlarını tanrı'ya teslim etmişlerdi. hayat akıntısı bu varoşçuları hiç yıkamamıştı. bu canlı, yer altında yapılmış kat kat kabristana çekilmenin tek ancak tek amacı olabilirdi: üremek ve çürüyüp gitmek. eğer hayattan çekilmek için yapılan bir davranış olsaydı, anlaşılacaktı; ancak durum böyle değildi. daima bir yenilginin kabul edilmesiydi.

hayat çekilmez, sıkıntılı olurdu. can sıkıcı bir iş, iri memeli bir kadın, avluda yetişmiş çocuklar ve hastalıkları, kaygan dergiler, eğlence dergileri, çiftçiler almanağı. bir insanın kendisini bol bol, aynada seyredebileceği kadar sonsuz zaman. birbiri peşinden, güneşin doğuşu gibi rahimden düşen yavrular. kira düzenli olarak gelir ya da ipotek faizinin günü gelip çatar. yeni kanalizasyon borularının döşenmesini seyretmek ne zevklidir! yeni caddelerin açılışını ve nihayet asfaltlanışını görmek ne heyecanlı olur! her şey yenidir. yeni ve bayağı. yeni ve perişan. yeni ve anlamsız. yenilikle, rahatlık katkısı gelir. her şey gelecek nesil için planlanmıştır. insan parlak bir geleceğe ipotek edilmiştir. şehre bir yolculuk ve insan, önünde çimenlik, içinde çamaşır makinesi olan küçük bir evin özlemini duyar. şehir rahatsız edici, şaşırtıcı, ezicidir. insan banliyölerde değişik ritimde bir hayat yaşar. insan hayatın akışına kapılmazsa ne olur sanki?

denklemeler vardı.. yumuşak terlikler, radyo, duvardan fırlayıp çıkan ütü tahtası gibi. hatta evin su tesisatı bile caziptir.

tabi, zavallı gene'in böyle denklemeleri yoktu. yalnız temiz havası vardı, o kadar. doğru, o gerçek varoluşlu değildi. arada kalan bu sahada yalnız bırakılmış. insanın, bütün mantık kurallarını hiçe sayan bedbaht bir şekilde vücudunu ve ruhunu birleştirdiği ıssız bir yer. her zaman gelişmekte olan şehir, daima, onu, üzerinde bulunduğu her şeyle beraber yutmakla tehdit eder. ya da, med hareketi birtakım saçma nedenlerle geri çekilir ve onları korumak üzere yükseklerde terk eder. kimi zaman şehir belirli bir yönde hareket etmeye başlar, sonra birdenbire fikrini değiştirir.

başlanmış olan gelişmeler bitirilmeden bırakılır. küçük toplum yavaş yavaş, oksijensizlikten ötürü ölmeye terk edilir. her şey bozulur ve şeklini kaybeder. bu atmosferde insan aynı kitapları okuyabilirdi.. ya da aynı kitapları.. tekrar ve tekrar okuyabilirdi. ya da aynı plak çalınabilir. girdapta insanın yeni şeylere ihtiyacı yoktur, heyecan aramaz, dış tahriklere karşı sağır kalır. insan yalnız yaşamak, kökleşmek çabasındadır, tıpkı kavanozda gelişen bir cenin gibi.

incil: iste, verilecektir. ara, bulacaksın.

yıkanmak olağanüstü bir adettir. dünyaya gelişimizde ve öbür dünyaya göç edişimizde yıkanırız ve ne ilk yıkanışımızdan ne de son yıkanışımızdan yararlanmak elimizden gelmez. çoğu insan yıkanmanın bir alışkı olduğunu düşünür. alışkı, hareketin bir devamıdır, iğrenç bir şeydir ve kaçınılması zordur. kutsal kitapta yazılı olmayan bir şey için atasözü ortaya çıkacaktır ve atalarımızın aptallığı bizim için gelecek nesillerin yetiştirilmesinden çok daha önemlidir.

elie faure: şartlı olarak harabeye saygı duyarız, onları tekrar inşa etmeyiz. sırlarını öğrendikten sonra, yüzyılların külleriyle örtülmelerine göz yumarız. ölülerin kemiklerini örten bu kül tabakası ebedi bir örtüdür. eskinin gittiği yön ihtirasımızı kabartabilir.

gülmek ağlamanın bir başka yoludur.

insan hayatı geceleri sürgün gibidir.

"eski insanları ruhumuzda taşırız ve uykuda ya da sarhoşlukta mantık zihnin yüzeyine çıkar."

bugünün insanları için cennet sadece günahtan kurtulma anlamını taşımaz, işten kurtulma anlamını da taşır; çünkü çalışma nefret ve tiksinti vericidir. insanoğlu tanrı'ya ulaşmak için kestirme yol arar. tanrı'nın sırrını çalmaya kalkışır. sonuç ne olmuştur? günah, hastalık, ölüm. başlangıcı olmayan savaş, başlangıcı olmayan huzursuzluk. bildiğimiz küçücük şeyleri, kendimizi ortadan kaldırmak için kullanırız. yarattığımız canavarın zulmünden nasıl kaçacağımızı bilmiyoruz. günün birinde mutluluğu bulacağımıza kendi kendimizi inandırmaya çalışıyoruz; oysa, doğruyu söylemek gerekirse, bütün yaptığımız kendimize daha çok, daha büyük işler çıkartıyor, kendimizi daha büyük sıkıntılara sokuyoruz. buluşlarımızla dünya yüzünü değiştiriyoruz. öyle bir gün gelecek ki dünyayı tanınmayacak şekilde değişmiş bulacağız. yaşantı dayanılmaz bir hale gelinceye kadar.. uzak bir yıldızın ışınları.. sorarım size, eğer bu değişmez ışınlar insan olmayan bir yaratığı etkiliyorsa, bizi neden etkilemesin? cennetin bütün yıldızları, güneşin yardımıyla üzerimizde parıldarken neden hala karanlık içinde bocalıyoruz? eğer bizi meydana getiren madde tahrip olmazsa, neden yavaş yavaş eriyip bitiyoruz? eriyip biten nedir? bizi meydana getiren elemanların erimedikleri gerçek. eriyor, yok oluyoruz; çünkü yaşama arzumuzu yitiriyoruz. peki neden böylesine önemli bir alev sönüyor? inançtan yoksun olduğumuz için. doğduğumuz anda, fani olduğumuz söyleniyor. kelimeleri anlamaya başladığımız andan itibaren, yaşamak için öldürmemiz gerektiğini öğreniyoruz. ne kadar iyi, ne kadar akıllıca yaşarsak yaşayalım, hasta olup öleceğimiz hatırlatılıyor. ölüm düşüncesi daha doğuşumuzdan itibaren kafamıza yerleşiyor. öleceğimiz üzerine en küçük bir kuşku dahi var mıdır?

kimi zaman, geçmişten tamamen kopamadığımız takdirde insanlar için bir umut olmadığına inanırım. yani değişik düşünüp değişik yaşamadığımız takdirde. bayağı gibi göründüğünü biliyorum. binlerce defa tekrarlanmış; fakat sonuç alınamamıştır. çevremizi saran büyük güneşleri, kimsenin, varlığı dışında bir şey bilmediği cennetteki bu büyük güneşe ait kütleleri düşünüyorum. bunlardan birini yaşantımızı temin ettiği kabul edilmiştir. kimisi ay'ın da dünya yüzündeki varlığımızın hayati bir faktörü olduğunu kabul eder. başkaları yıldızların yararından ya da zararından söz eder. fakat düşünmekten vazgeçecek olursanız, her şey -her şey dediğim zaman, var olan her şeyi kastediyorum!- görünsün ya da görünmesin, bilinsin ya da bilinmesin, var olmamız için hayati önem taşır. birçok yönden tarif edilmesi mümkün olmayan ve kesiksiz işleyen manyetik güçteki bir şebekenin tam ortasında yaşarız. bunların hiçbirini biz yaratmadık. güya uygulamak, kullanmak üzere birkaç şey öğrendik. küçük çalışmalarımız nedeniyle gururumuzdan patlayacak hale geldik. fakat günümüzün sihirbazları arasındaki en cesur, en kibirli olanları bile bilmediklerimizle karşılaştırılacak olduğu takdirde bildiklerimizin bölünemeyecek kadar küçük olduğunu kabul etmek zorunluluğundadır. rica ederim, bir an durun ve düşünün! günün birinde her şeyi öğrenebileceğimize içtenlikle inanan birisi var mı, dürüst olarak söylesin? daha da ileri gideceğim.. içtenlikle soruyorum.. kurtuluşumuzun bilgiye dayandığına inanıyor musunuz? bir an için insan beyninin, evreni yöneten tüm gizli gelişmeleri esrarlı kıvrıntıları arasına alabildiğini kabul edelim, sonra. evet, sonra? düşünülemez ki bu bilgiyi, biz insanlar ne yapacağız? ne yapabiliriz? bu soruyu kendi kendinize hiç sordunuz mu? herkes bilgi kümesinin çok iyi bir şey olduğunu kabul etmiş görünüyor. kimse "bilgiye sahip olduğum zaman ne yapacağım?" diye soruyor mu? artık kimse, kısa bir hayat dönemi içinde, var olan tüm insan bilgisinin kısa bir zamanda kazanılmasının mümkün olacağına inanmak cesaretini gösteremez.

insanlığın, vermek özlemini duyduğu tek cevap vardır. ve tek kelimeyle söylenebilir: aşk. bu küçücük kelime, bu güçlü düşünce, ebedi kanun, olumlu, belirli ezeli kelime içimize yerleşirse, dünya hemen değişmeyecek mi? eğer aşk günün düzeni haline gelecek olursa, ona karşı kim durabilir? insan aşkın edebi zaferiyle yıkanmışsa, güç ya da bilgi arar mı?

tibet yaylası'nda gerçekten, bizimle kıyaslanamayacak ölçüde bizden üstün, küçük bir insan topluluğu vardır ve bunlar "ustalar" diye tanımlanır. gönüllü olarak dünyadan uzakta, sürgün hayatı yaşarlar. daha önce sözünü ettiğim android'ler gibi ömürleri uzun, hastalık bilmez ve yok edilemez kişilerdir. neden bizimle kaynaşmak istemezler, neden varlıklarını bize belli etmekten kaçınırlar? onlar mı bizden uzaklaştılar, yoksa biz mi onları kendimizden uzaklaştırdık?

gerçek özgürlüğü istediğimiz takdirde özgür olacağız. şimdi makineler gibi düşünüyoruz; çünkü makineleştik. güç kazanmaya çalışmakla, gücün çaresiz kurbanları oluyoruz.. aşkı ifade etmeyi öğrendiğimiz gün, aşkı tanıyacak, aşka sahip olacağız. ve aşka sahip olmamız diğer şeyleri geride bırakacaktır.

john brown: haklı olan ve haklı olduklarını bilen birkaç adam, bir kralı devirebilir.

"eğer yalnız istediklerimizi elde edersek ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüz an hayatın hiçbir sorunu kalmaz, esrarengizliği ve anlamı."

doğru adamlar sert, merhametsiz, insanlıkdışıdırlar. doğru adam dünyayı yakabilir, kendi elleriyle onu tahrip edebilir, eğer yapabilirse, adaletsizliğin devam ettiğini görmektense.

ona biraz daha zaman verin; beyaz adam kendi kendini ve yarattığı zararlı dünyayı mahvedecek. dünyaya hileyle soktuğu bozuklukları çözmek için hiçbir yolu yok. şimdiye kadar hiçbir şey yapmadı. o boş hayal sükutu içinde. en ufak bir ümidi bile yoktur. kendi sefil sonu için üzülmektedir.

bir ışık dünyası vardır, her şeyin açık ve ortada olduğu ve bir karışıklık dünyası vardır, her şeyin karanlık ve anlaşılmaz olduğu. iki dünya gerçekte birdir. karanlığın dünyasında olanlar biraz ışık görürler şimdi ve sonra ışık ülkesini; ama ışık dünyasında olanlar karanlık diye bir şey bilmezler. ışığın adamları gölge etmezler. kötülük onlarca bilinmez. ne de kızmaya sığınırlar. zincirsiz ve prangasız hareket ederler.

insanların günah ve suç dedikleri şeylerin hiçbir son anlamı yoktur.

şair yalnız şaire konuşur. ruh cevap verir ruha. gerisi domuzlara yedirilen kırıntılardı.

bir görüntüye aşık olmak deliliktir.

kadınlar yalan söylemek zorundadır, sanıyorum. yaratılışlarında vardır. erkekler de yalan söyler, elbette; fakat onların yalanları çok daha değişiktir. kadınlar, gerçeği öğrenmekten kaçınır görünürler.

idealist büyük bir çarkı geri çevirmek isteyen birine benzer. kendisine verileni çok iyi hatırlar; kendisinin ne verebileceğini hiç düşünmez. dünya fark edilmeyecek şekilde bozulacaktır; ancak insanın "dünya" kelimesini düşünmeye başladığı andan itibaren bozulma işlemi başlayacaktır.

"insanın anayurttan nefret etmesi ve onun yavaş yavaş yok oluşunu sabırsızlıkla beklemesi ne tatlı!"

gerçek her zaman aydınlatıcıdır.

inanıyorum ki dünyanın her yerinde ve en beklenmedik yerlerinde ışık saçan insanlar ya da tanrılar vardır. bunlar anlaşılmaz değil, saydam kişilerdir. çevrelerinde esaslı olan hiçbir şey yoktur. onlar açıkta, devamlı olarak görülebilecek yerlerde dururlar. eğer onlardan uzaklaşmışsak, bu onların tanrısal basitliklerini kabul edemeyişimizden ötürüdür. "aydınlatılmış varlık" deriz; ama ne ile aydınlatılmış olduklarını araştırmak gereğini hissetmeyiz. canlılıkla yanmak (hayat budur), etrafa neşe saçmak, kaos haline gelmiş dünyanın üzerinde sakin kalmak ve yine de dünyanın bir parçası olmak, insan, tanrısal bir insan, herhangi bir kardeşten daha yakın.. nasıl oluyor da, bütün bunların özlemini çekiyoruz? daha iyi, daha derin, daha zengin, daha gerekli bir yol var mı? eğer varsa, bunu bana haykırın! bilmek istiyorum. ve hemen şimdi bilmek istiyorum!

cevap beklemek zorunluluğunu duymuyorum. cevabı çevremde görüyorum. gerçek bir cevap sayılmaz bu. bir kaçamak demek daha doğrusu. dirseğimin dibinde duran ünlü kişinin gözlerimin içine baktığını hissediyorum. sanki dünyanın suratına bakmaktan korkmuyor. ne dünyadan vazgeçmiş ne de ondan yüz çevirmiştir; taş, ağaç, vahşi hayvan, çiçek ve yıldız nasıl dünyanın bir parçasıysa, o da dünyanın bir parçasıdır. o kendi bünyesinde dünyadır. çevremdekilerin yüzlerine bakınca sadece bana bakmaktan kaçınanların profillerini görüyorum. hayata bakmamaya çalışıyorlar. çok korkunç, çok müthiş, çok şu ya da bu. sadece yaşantının korkunç canavarını görüyorlar ve o canavarın önünde önem kazanıyorlar. eğer canavarın kuvvetli çenelerine bakacak kadar cesaretli olsalardı! gözleri iyice açıldığı zaman kıpırdanış ölmelidir. ve kıpırdanışın durduğu anda gerçek müzik başlar.

canavar ağzından alevler kusuyor, burnundan dumanlar püskürtüyor, sadece korkularını gidermek için. canavar dünyanın tam ortasında nöbet tutmz. bilinç mağarasının kapısında bekler. canavar ancak, batıl inançların hayal dünyasında gerçektir.

"insanın belirsiz felsefe hakkındaki bilgisi ne kadar derin olursa olsun bu bilgi boşluğun genişliğinde uçuşan bir tüy parçasına benzer."

"ebedi hayat mezarın ötesindeki hayat değildir; fakat gerçek ruhsal bir hayattır."

federov: her kişi bütün dünya ve tüm insanlıktan sorumludur.

zaman içindeki o belirli anlarda oswald spengler'i bulmuş olmakla şanslı bir adam sayılırım. hayatımdaki dönüm noktalarının her birinde bana dayanak olacak bir yazara nasılsa rastlayabildim. nietzsche, dostoyevski, elie faure, spengler.. ne dörtlü! başkaları da var, elbette, onlar da bazı anlarda benim için çok önemli ama bunların hiçbiri o dörtlünün yerini tutamaz. benim özel apocalypse'imin dört atlısı! her birinin kendine özgü nitelikleri vardı: nietzsche, azizleri yıkan; dostoyevski, ulu sorgu yargıcı; faure, büyücü; spengler, örnek yaratıcı. ne temel!

acı çekmek gereklidir. fakat insan bunu anlamadan acı çekmemelidir. ancak o zaman acı çekmenin gerçek niteliği ve önemi ortaya çıkar. artık çaresizliğin son dakikasında.. insan artık acı çekemeyecek bir duruma gelir. mucizeyi andıran bir şey olur. hayat kanının damla damla akıp gittiği büyük, açık yara kapanır, organizma bir gül gibi filizlenir. nihayet insan "özgür"dür ve "rusya'nın özlemini" çekmez; fakat daha büyük bir özgürlük, daha büyük bir mutluluk özlemindedir. hayat ağacı gözyaşıyla değil, özgürlüğünün gerçek ve sürekli olduğu bilinciyle canlılık kazanır.