31.10.2012

uzun lafın kısası

albert camus: insan eninde sonunda her şeye alışır.

john keats: yüreğin sevdalarından ve hayal gücünün hakikatinden başka hiçbir şeyden emin değilim.

aristoteles: içine biraz delilik karışmamış büyük deha yoktur.

stanislaw lem: bazı olaylar, gerçekten yaşanmış bazı olaylar korkunçtur tabi; ama daha da korkuncu hiç yaşanmamış, asla yaşanmamış olanlardır.

dave eggers: para, gerçekten de somut olan yegane iletişim aracıdır.

franz kafka: eski taşlar altında yatan bir tespih böceğinden seni daha üstün yapan tek şey, kendine karşı duyduğun tiksintidir.

thomas more: kralların meclisinde felsefenin yeri olmaz.

dany cohn-bendit: yaşam denilen şey gerçeğin peşinde alınan yoldur. kimi zaman bir arpa boyu da olsa, insan gerçeğe baktığında hep ilerler.

mine söğüt: insanoğlunun en büyük gafleti, nereden gelip nereye gittiğini bilmemesidir.

şebnem şenyener: tehlike güvenin içinde büyür; insan en fazla kendini güvende hissettiğinde en büyük tehlike ile karşılaşır, en büyük hasara uğrar.

paul lafargue: ilerlemenin tek yolu, tanrıya savaş açmaktır.

susanna tamaro: kendinden öte hiçbir şey yoktur. şeytan diye adlandırdığın, senin güvensizliklerin, çocukluğundan beri peşinde sürüklediğin korkulardır.

30.10.2012

pleksus

henry miller

alelade bir unutma ve özel bir çeşit unutma vardır; özel çeşit unutma, çok kuvvetli bir ihtimalle, aynı anda iki dünyada birden yaşamak yüzündendir. bu eğilimin sonuçlarından biri, sayısız zamanlarda her şeyin birden yaşanmasıdır. daha da kötüsü, kağıt üzerine aktarmayı başardığımız şey ne olursa olsun, halen kafanızın içine yazmış olduğunuz şeyin bölünemeyecek kadar küçük bir parçası gibi görünür. herkesçe tanınmış olan, rüyalarda kendisini çok daha etkin olarak belli eden nefis duygu-bilinen bir alışkıdan meydana gelen duygusal durumu kastediyorum: tanıdık birine tekrar ve tekrar rastlamak, aynı sokaklarda dolaşmak, birbirinin benzeri durumlarda yüz yüze gelmek -kendisini ekseri uyanış sırasında bana hissettirir. belirli bir düşünceyi, belirli bir durumu, belirli bir karakteri nerede kullandığımı düşünerek beynimi ne kadar sık zorlarım!

banliyölere gelince, böylesine kötülük saçan ve ıssız bir yer.. banliyölerde yaşamak için ayrılan tanıdığım herkes ruhlarını tanrı'ya teslim etmişlerdi. hayat akıntısı bu varoşçuları hiç yıkamamıştı. bu canlı, yer altında yapılmış kat kat kabristana çekilmenin tek ancak tek amacı olabilirdi: üremek ve çürüyüp gitmek. eğer hayattan çekilmek için yapılan bir davranış olsaydı, anlaşılacaktı; ancak durum böyle değildi. daima bir yenilginin kabul edilmesiydi.

hayat çekilmez, sıkıntılı olurdu. can sıkıcı bir iş, iri memeli bir kadın, avluda yetişmiş çocuklar ve hastalıkları, kaygan dergiler, eğlence dergileri, çiftçiler almanağı. bir insanın kendisini bol bol, aynada seyredebileceği kadar sonsuz zaman. birbiri peşinden, güneşin doğuşu gibi rahimden düşen yavrular. kira düzenli olarak gelir ya da ipotek faizinin günü gelip çatar. yeni kanalizasyon borularının döşenmesini seyretmek ne zevklidir! yeni caddelerin açılışını ve nihayet asfaltlanışını görmek ne heyecanlı olur! her şey yenidir. yeni ve bayağı. yeni ve perişan. yeni ve anlamsız. yenilikle, rahatlık katkısı gelir. her şey gelecek nesil için planlanmıştır. insan parlak bir geleceğe ipotek edilmiştir. şehre bir yolculuk ve insan, önünde çimenlik, içinde çamaşır makinesi olan küçük bir evin özlemini duyar. şehir rahatsız edici, şaşırtıcı, ezicidir. insan banliyölerde değişik ritimde bir hayat yaşar. insan hayatın akışına kapılmazsa ne olur sanki?

denklemeler vardı.. yumuşak terlikler, radyo, duvardan fırlayıp çıkan ütü tahtası gibi. hatta evin su tesisatı bile caziptir.

tabi, zavallı gene'in böyle denklemeleri yoktu. yalnız temiz havası vardı, o kadar. doğru, o gerçek varoluşlu değildi. arada kalan bu sahada yalnız bırakılmış. insanın, bütün mantık kurallarını hiçe sayan bedbaht bir şekilde vücudunu ve ruhunu birleştirdiği ıssız bir yer. her zaman gelişmekte olan şehir, daima, onu, üzerinde bulunduğu her şeyle beraber yutmakla tehdit eder. ya da, med hareketi birtakım saçma nedenlerle geri çekilir ve onları korumak üzere yükseklerde terk eder. kimi zaman şehir belirli bir yönde hareket etmeye başlar, sonra birdenbire fikrini değiştirir.

başlanmış olan gelişmeler bitirilmeden bırakılır. küçük toplum yavaş yavaş, oksijensizlikten ötürü ölmeye terk edilir. her şey bozulur ve şeklini kaybeder. bu atmosferde insan aynı kitapları okuyabilirdi.. ya da aynı kitapları.. tekrar ve tekrar okuyabilirdi. ya da aynı plak çalınabilir. girdapta insanın yeni şeylere ihtiyacı yoktur, heyecan aramaz, dış tahriklere karşı sağır kalır. insan yalnız yaşamak, kökleşmek çabasındadır, tıpkı kavanozda gelişen bir cenin gibi.

incil: iste, verilecektir. ara, bulacaksın.

yıkanmak olağanüstü bir adettir. dünyaya gelişimizde ve öbür dünyaya göç edişimizde yıkanırız ve ne ilk yıkanışımızdan ne de son yıkanışımızdan yararlanmak elimizden gelmez. çoğu insan yıkanmanın bir alışkı olduğunu düşünür. alışkı, hareketin bir devamıdır, iğrenç bir şeydir ve kaçınılması zordur. kutsal kitapta yazılı olmayan bir şey için atasözü ortaya çıkacaktır ve atalarımızın aptallığı bizim için gelecek nesillerin yetiştirilmesinden çok daha önemlidir.

elie faure: şartlı olarak harabeye saygı duyarız, onları tekrar inşa etmeyiz. sırlarını öğrendikten sonra, yüzyılların külleriyle örtülmelerine göz yumarız. ölülerin kemiklerini örten bu kül tabakası ebedi bir örtüdür. eskinin gittiği yön ihtirasımızı kabartabilir.

gülmek ağlamanın bir başka yoludur.

insan hayatı geceleri sürgün gibidir.

"eski insanları ruhumuzda taşırız ve uykuda ya da sarhoşlukta mantık zihnin yüzeyine çıkar."

bugünün insanları için cennet sadece günahtan kurtulma anlamını taşımaz, işten kurtulma anlamını da taşır; çünkü çalışma nefret ve tiksinti vericidir. insanoğlu tanrı'ya ulaşmak için kestirme yol arar. tanrı'nın sırrını çalmaya kalkışır. sonuç ne olmuştur? günah, hastalık, ölüm. başlangıcı olmayan savaş, başlangıcı olmayan huzursuzluk. bildiğimiz küçücük şeyleri, kendimizi ortadan kaldırmak için kullanırız. yarattığımız canavarın zulmünden nasıl kaçacağımızı bilmiyoruz. günün birinde mutluluğu bulacağımıza kendi kendimizi inandırmaya çalışıyoruz; oysa, doğruyu söylemek gerekirse, bütün yaptığımız kendimize daha çok, daha büyük işler çıkartıyor, kendimizi daha büyük sıkıntılara sokuyoruz. buluşlarımızla dünya yüzünü değiştiriyoruz. öyle bir gün gelecek ki dünyayı tanınmayacak şekilde değişmiş bulacağız. yaşantı dayanılmaz bir hale gelinceye kadar.. uzak bir yıldızın ışınları.. sorarım size, eğer bu değişmez ışınlar insan olmayan bir yaratığı etkiliyorsa, bizi neden etkilemesin? cennetin bütün yıldızları, güneşin yardımıyla üzerimizde parıldarken neden hala karanlık içinde bocalıyoruz? eğer bizi meydana getiren madde tahrip olmazsa, neden yavaş yavaş eriyip bitiyoruz? eriyip biten nedir? bizi meydana getiren elemanların erimedikleri gerçek. eriyor, yok oluyoruz; çünkü yaşama arzumuzu yitiriyoruz. peki neden böylesine önemli bir alev sönüyor? inançtan yoksun olduğumuz için. doğduğumuz anda, fani olduğumuz söyleniyor. kelimeleri anlamaya başladığımız andan itibaren, yaşamak için öldürmemiz gerektiğini öğreniyoruz. ne kadar iyi, ne kadar akıllıca yaşarsak yaşayalım, hasta olup öleceğimiz hatırlatılıyor. ölüm düşüncesi daha doğuşumuzdan itibaren kafamıza yerleşiyor. öleceğimiz üzerine en küçük bir kuşku dahi var mıdır?

kimi zaman, geçmişten tamamen kopamadığımız takdirde insanlar için bir umut olmadığına inanırım. yani değişik düşünüp değişik yaşamadığımız takdirde. bayağı gibi göründüğünü biliyorum. binlerce defa tekrarlanmış; fakat sonuç alınamamıştır. çevremizi saran büyük güneşleri, kimsenin, varlığı dışında bir şey bilmediği cennetteki bu büyük güneşe ait kütleleri düşünüyorum. bunlardan birini yaşantımızı temin ettiği kabul edilmiştir. kimisi ay'ın da dünya yüzündeki varlığımızın hayati bir faktörü olduğunu kabul eder. başkaları yıldızların yararından ya da zararından söz eder. fakat düşünmekten vazgeçecek olursanız, her şey -her şey dediğim zaman, var olan her şeyi kastediyorum!- görünsün ya da görünmesin, bilinsin ya da bilinmesin, var olmamız için hayati önem taşır. birçok yönden tarif edilmesi mümkün olmayan ve kesiksiz işleyen manyetik güçteki bir şebekenin tam ortasında yaşarız. bunların hiçbirini biz yaratmadık. güya uygulamak, kullanmak üzere birkaç şey öğrendik. küçük çalışmalarımız nedeniyle gururumuzdan patlayacak hale geldik. fakat günümüzün sihirbazları arasındaki en cesur, en kibirli olanları bile bilmediklerimizle karşılaştırılacak olduğu takdirde bildiklerimizin bölünemeyecek kadar küçük olduğunu kabul etmek zorunluluğundadır. rica ederim, bir an durun ve düşünün! günün birinde her şeyi öğrenebileceğimize içtenlikle inanan birisi var mı, dürüst olarak söylesin? daha da ileri gideceğim.. içtenlikle soruyorum.. kurtuluşumuzun bilgiye dayandığına inanıyor musunuz? bir an için insan beyninin, evreni yöneten tüm gizli gelişmeleri esrarlı kıvrıntıları arasına alabildiğini kabul edelim, sonra. evet, sonra? düşünülemez ki bu bilgiyi, biz insanlar ne yapacağız? ne yapabiliriz? bu soruyu kendi kendinize hiç sordunuz mu? herkes bilgi kümesinin çok iyi bir şey olduğunu kabul etmiş görünüyor. kimse "bilgiye sahip olduğum zaman ne yapacağım?" diye soruyor mu? artık kimse, kısa bir hayat dönemi içinde, var olan tüm insan bilgisinin kısa bir zamanda kazanılmasının mümkün olacağına inanmak cesaretini gösteremez.

insanlığın, vermek özlemini duyduğu tek cevap vardır. ve tek kelimeyle söylenebilir: aşk. bu küçücük kelime, bu güçlü düşünce, ebedi kanun, olumlu, belirli ezeli kelime içimize yerleşirse, dünya hemen değişmeyecek mi? eğer aşk günün düzeni haline gelecek olursa, ona karşı kim durabilir? insan aşkın edebi zaferiyle yıkanmışsa, güç ya da bilgi arar mı?

tibet yaylası'nda gerçekten, bizimle kıyaslanamayacak ölçüde bizden üstün, küçük bir insan topluluğu vardır ve bunlar "ustalar" diye tanımlanır. gönüllü olarak dünyadan uzakta, sürgün hayatı yaşarlar. daha önce sözünü ettiğim android'ler gibi ömürleri uzun, hastalık bilmez ve yok edilemez kişilerdir. neden bizimle kaynaşmak istemezler, neden varlıklarını bize belli etmekten kaçınırlar? onlar mı bizden uzaklaştılar, yoksa biz mi onları kendimizden uzaklaştırdık?

gerçek özgürlüğü istediğimiz takdirde özgür olacağız. şimdi makineler gibi düşünüyoruz; çünkü makineleştik. güç kazanmaya çalışmakla, gücün çaresiz kurbanları oluyoruz.. aşkı ifade etmeyi öğrendiğimiz gün, aşkı tanıyacak, aşka sahip olacağız. ve aşka sahip olmamız diğer şeyleri geride bırakacaktır.

john brown: haklı olan ve haklı olduklarını bilen birkaç adam, bir kralı devirebilir.

"eğer yalnız istediklerimizi elde edersek ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüz an hayatın hiçbir sorunu kalmaz, esrarengizliği ve anlamı."

doğru adamlar sert, merhametsiz, insanlıkdışıdırlar. doğru adam dünyayı yakabilir, kendi elleriyle onu tahrip edebilir, eğer yapabilirse, adaletsizliğin devam ettiğini görmektense.

ona biraz daha zaman verin; beyaz adam kendi kendini ve yarattığı zararlı dünyayı mahvedecek. dünyaya hileyle soktuğu bozuklukları çözmek için hiçbir yolu yok. şimdiye kadar hiçbir şey yapmadı. o boş hayal sükutu içinde. en ufak bir ümidi bile yoktur. kendi sefil sonu için üzülmektedir.

bir ışık dünyası vardır, her şeyin açık ve ortada olduğu ve bir karışıklık dünyası vardır, her şeyin karanlık ve anlaşılmaz olduğu. iki dünya gerçekte birdir. karanlığın dünyasında olanlar biraz ışık görürler şimdi ve sonra ışık ülkesini; ama ışık dünyasında olanlar karanlık diye bir şey bilmezler. ışığın adamları gölge etmezler. kötülük onlarca bilinmez. ne de kızmaya sığınırlar. zincirsiz ve prangasız hareket ederler.

insanların günah ve suç dedikleri şeylerin hiçbir son anlamı yoktur.

şair yalnız şaire konuşur. ruh cevap verir ruha. gerisi domuzlara yedirilen kırıntılardı.

bir görüntüye aşık olmak deliliktir.

kadınlar yalan söylemek zorundadır, sanıyorum. yaratılışlarında vardır. erkekler de yalan söyler, elbette; fakat onların yalanları çok daha değişiktir. kadınlar, gerçeği öğrenmekten kaçınır görünürler.

idealist büyük bir çarkı geri çevirmek isteyen birine benzer. kendisine verileni çok iyi hatırlar; kendisinin ne verebileceğini hiç düşünmez. dünya fark edilmeyecek şekilde bozulacaktır; ancak insanın "dünya" kelimesini düşünmeye başladığı andan itibaren bozulma işlemi başlayacaktır.

"insanın anayurttan nefret etmesi ve onun yavaş yavaş yok oluşunu sabırsızlıkla beklemesi ne tatlı!"

gerçek her zaman aydınlatıcıdır.

inanıyorum ki dünyanın her yerinde ve en beklenmedik yerlerinde ışık saçan insanlar ya da tanrılar vardır. bunlar anlaşılmaz değil, saydam kişilerdir. çevrelerinde esaslı olan hiçbir şey yoktur. onlar açıkta, devamlı olarak görülebilecek yerlerde dururlar. eğer onlardan uzaklaşmışsak, bu onların tanrısal basitliklerini kabul edemeyişimizden ötürüdür. "aydınlatılmış varlık" deriz; ama ne ile aydınlatılmış olduklarını araştırmak gereğini hissetmeyiz. canlılıkla yanmak (hayat budur), etrafa neşe saçmak, kaos haline gelmiş dünyanın üzerinde sakin kalmak ve yine de dünyanın bir parçası olmak, insan, tanrısal bir insan, herhangi bir kardeşten daha yakın.. nasıl oluyor da, bütün bunların özlemini çekiyoruz? daha iyi, daha derin, daha zengin, daha gerekli bir yol var mı? eğer varsa, bunu bana haykırın! bilmek istiyorum. ve hemen şimdi bilmek istiyorum!

cevap beklemek zorunluluğunu duymuyorum. cevabı çevremde görüyorum. gerçek bir cevap sayılmaz bu. bir kaçamak demek daha doğrusu. dirseğimin dibinde duran ünlü kişinin gözlerimin içine baktığını hissediyorum. sanki dünyanın suratına bakmaktan korkmuyor. ne dünyadan vazgeçmiş ne de ondan yüz çevirmiştir; taş, ağaç, vahşi hayvan, çiçek ve yıldız nasıl dünyanın bir parçasıysa, o da dünyanın bir parçasıdır. o kendi bünyesinde dünyadır. çevremdekilerin yüzlerine bakınca sadece bana bakmaktan kaçınanların profillerini görüyorum. hayata bakmamaya çalışıyorlar. çok korkunç, çok müthiş, çok şu ya da bu. sadece yaşantının korkunç canavarını görüyorlar ve o canavarın önünde önem kazanıyorlar. eğer canavarın kuvvetli çenelerine bakacak kadar cesaretli olsalardı! gözleri iyice açıldığı zaman kıpırdanış ölmelidir. ve kıpırdanışın durduğu anda gerçek müzik başlar.

canavar ağzından alevler kusuyor, burnundan dumanlar püskürtüyor, sadece korkularını gidermek için. canavar dünyanın tam ortasında nöbet tutmz. bilinç mağarasının kapısında bekler. canavar ancak, batıl inançların hayal dünyasında gerçektir.

"insanın belirsiz felsefe hakkındaki bilgisi ne kadar derin olursa olsun bu bilgi boşluğun genişliğinde uçuşan bir tüy parçasına benzer."

"ebedi hayat mezarın ötesindeki hayat değildir; fakat gerçek ruhsal bir hayattır."

federov: her kişi bütün dünya ve tüm insanlıktan sorumludur.

zaman içindeki o belirli anlarda oswald spengler'i bulmuş olmakla şanslı bir adam sayılırım. hayatımdaki dönüm noktalarının her birinde bana dayanak olacak bir yazara nasılsa rastlayabildim. nietzsche, dostoyevski, elie faure, spengler.. ne dörtlü! başkaları da var, elbette, onlar da bazı anlarda benim için çok önemli ama bunların hiçbiri o dörtlünün yerini tutamaz. benim özel apocalypse'imin dört atlısı! her birinin kendine özgü nitelikleri vardı: nietzsche, azizleri yıkan; dostoyevski, ulu sorgu yargıcı; faure, büyücü; spengler, örnek yaratıcı. ne temel!

acı çekmek gereklidir. fakat insan bunu anlamadan acı çekmemelidir. ancak o zaman acı çekmenin gerçek niteliği ve önemi ortaya çıkar. artık çaresizliğin son dakikasında.. insan artık acı çekemeyecek bir duruma gelir. mucizeyi andıran bir şey olur. hayat kanının damla damla akıp gittiği büyük, açık yara kapanır, organizma bir gül gibi filizlenir. nihayet insan "özgür"dür ve "rusya'nın özlemini" çekmez; fakat daha büyük bir özgürlük, daha büyük bir mutluluk özlemindedir. hayat ağacı gözyaşıyla değil, özgürlüğünün gerçek ve sürekli olduğu bilinciyle canlılık kazanır.

29.10.2012

değişim

afşar timuçin


çocuk ders çalışıyor görünüşte
sayfaları yavaş yavaş çeviriyor
çocuk deniz çalışıyor gerçekte
gözlerini ufuklara dikiyor
durup durup adını anıyor
aşkın sözlüğünü ezberlemekte
bütün nöbetçilerle yarışıyor
gözleriyle gelişini beklemekte

biz şimdi aşk öğrenelim
insan dersi sonra da öğreniyor
yüzyıllık kitaplarda bilgi kendi malımız
haritadan şehirler kaçmıyor ya
sevinmek yaşarlığa dokunmaktır
atlı gibi dört nala içimizden gidiyor
bazen her şey yanılmaksa bile
sevişmek gene en az yanılmaktır

nefret, arkadaşlık, flört, aşk, evlilik

alice munro

insanlar ne zaman, "söylemek istemezdim" deseler, aslında söylemeye can atıyorlardır.

çitler insanı her zaman bir yere götürür.

anlattığında birini sarsacak bir şeyler biliyorsan, anlatırsan ve karşındaki sarsılırsa baş döndürücü bir iktidar hissine kapılman kaçınılmazdır.

bazı insanlar hiçbir zaman kendini suçlu hissetmez. bazı insanlar hiçbir şey hissetmez.

bir kadın için akıllı demek soğuk demektir.

bir bebek, ana rahmindekinden başka hayat bilmez; sıcak, karanlık, sulu mağarasında yaşarken yakında içine düşeceği koskoca aydınlık dünyadan tamamen bihaberdir. bizler de yeryüzünde yaşarken, tamamen bihaber olmamakla birlikte, ölüm badiresini atlattıktan sonra içine gireceğimiz ışığı hayal edemeyiz katiyen.

28.10.2012

neksus

henry miller

"korku, kuşlar yüzünden ekin ekmemektir." (doğu atasözü)

dostoyevski, her zaman için bulutlardaydı ya da çok derinlerde gömülü kalmıştı. hiçbir zaman yüzeye çıkmayı dert edinmedi. eldiven, atkı, palto düşünmezdi. kadınların çantalarında isim, adres de aramazdı. sadece düşte yaşardı.

"dostoyevski'den sonra insan daha önce olduğu gibi değildir."

dostoyevski'nin ölümüyle yeryüzü yeni bir yaşantı dönemine girdi. varoluş yeni bir yüz takındı. nasıl dante orta çağ'ın bir özetiyse, dostoyevski de modern çağınkidir. bu modern çağ deyimi yanlış bir deyim olmakla birlikte bir geçiş dönemini anlatmakta. öyle bir devir ki soluk alan bir büyü de diyebilirsin. işte bu dönemde insanlar kendilerini ruhun ölümüne alıştırıyorlar. bizler de şimdi garip, gülünç, kaba bir ay hayatı sürmekteyiz. inançlar, umutlar, yöntemler, kurallar, yasalar ki, bunlar bizim dünyamızı korurdu, yok olmasını önlerdi, tümü birden bitti, yok oldu. bir daha da geri gelemezler, diriltilemezler. inan bana. hayır hayır, bizlerin bundan böyle sığınacağımız, yaşayabileceğimiz tek yer kalıyor: o da akıldır. bunun anlamı da yok olmaktır. kendi kendini yok etme. çünkü kişi tüm varlığıyla yaşamak zorundadır. ama bir de bakmıştır ki bu varlığın cevheri yitirilmiş, unutulmuş, gömülmüş. yeryüzünde yaşamın tek ereği kişinin gerçek varlığını bulabilmesi ve onu yaşayabilmesidir. uygarlığın başından beri senin, benim, tüm insanlığın boğmaya, soluk aldırmamaya çalıştığımız şeyler yeniden hayata döndürülmek zorunda. onlara can vermek zorundayız. kendimizin ne olduğunu tanımak zorundayız. bizler ki artık yemiş vermeyecek duruma gelmiş bir ağacın son ürünleriyiz. bundan dolayı yerin altına girmek zorundayız, tıpkı tohumlar gibi, böylece belki de yepyeni, bütünüyle değişik bir şey ortaya çıkabilir. önemli olan zaman değil, her şeye yeni bir görüşle bakabilmektir. diğer bir deyişle yaşam için yepyeni bir tutku. çünkü bildiğimiz bir görüş var, onu bir yana atmalıyız. bizler şimdi ancak düşlerimizde canlıyız. bizlerin içindeki akıl ölmeyi, yok olmayı tepiyor, canlı kalmak istiyoruz. akıl serttir, dayanıklıdır. din adamlarının en vahşi, en ürküntü verici düşlerinden bile daha gizemlidir. olabilir ki akıldan başka hiçbir şey var değildir.

herhalde dostoyevski'nin en son inanç bağladığı şey öteki dünya olmalı. hani şu din adamlarının bizlere anlattığı öteki dünya. bütün dinler bu ilacı şekere batırıp bizlere yuttururlar. bizlere, hiçbir zaman yutmak istemediğimiz, yutmadığımız, yutmayacağımız bir şeyi -ölümü- yutturmak isterler. kişi ölüm düşüncesini bir türlü kabul edemez, bir türlü yıldızı barışmamıştır. herkesten iyi dostoyevski anlamıştır ki, yok olmaya tehdit edilene kadar hiç kimse hayatı sorgusuz sualsiz kabul edemez. onun derin inancına göre, eğer bir kişi bütün varlığıyla, bütün kalbiyle isterse sonsuz yaşantıya kavuşabilir. çünkü ölmek için bir neden yoktur. ölüyoruz çünkü yaşamaya karşı inancımız eksik; çünkü yaşamaya tüm güçlerimizle, tüm varlığımızla sıkı sıkıya tutunmuyoruz.

bizlerin yaşantısı ölüme bir armağandır, ona adanmıştır. o anlamsızca çırpınışlarımızla, yararsız çabalarımızla kendimizi, yarattıklarımızı korumaya, kurtarmaya çalışırız, sonucunda ölümümüzü ortaya çıkarırız. aslında biz hayatta kalmak için çırpınmıyoruz da ölümü uzaklaştırmaya uğraşıyoruz. bunun anlamı da tanrı'ya olan inancımız hala sürüp gidiyor ama bu hayata olan inancımızı yitirmişiz. tehlikeli bir biçimde yaşamak çıplak ve utanmadan yaşamaktır; nietzsche böyle der. bunun anlamı da şudur: kişi kendini olduğu gibi, inançlarını da kendini de hayatın güçlerine bırakır ve ölüm denen, hastalık denen, suç denen, korku denen ve bir sürü şey daha denen hayallere karşı savaşı bırakır. bir hayal dünyasıdır bu! işte bizlerin kendi kendimize yarattığımız dünya budur.

askeri güçleri düşün; düşmandan konuşmalarını düşün, hiç durmaksızın. din adamlarını düşün; durmaksızın suçtan, kahrolmaktan bahseden konuşmalarını. yasa adamlarının hep iyiden, mahkumiyet olamaması için yaptıkları sürekli konuşmaları düşün. tıp adamlarını düşün; hastalıktan, ölümden başka bir şey tanımayan konuşmalarını düşün. ve bizi eğitenleri düşün: yaratılmış en salak varlıklardır, o papağan gibi ezberledikleri konuşmalar ve "bir düşünce yüz ya da bin yıllık olmadığı takdirde kabul edemem" yeteneksizliklerini düşün. bizi yönetenlere gelince: hayal edilebilecek en hayaldışı varlıklar, en dürüst olmayan, en ikiyüzlü olan, en aldatıcı olanlar karşına çıkar. mucize şurada ki kişi hür olma huylarını bile düşünemez olmuştur. ne yana dönersen dön her yol kapalı. tanrı'yı, şeytan'ı, talihi yardıma çağırmak gereksiz, yararsız.

yeryüzünde aklın huzurunu sağlamaktan başka hiçbir şey için savaşmaya değmez. bu dünyada ne kadar çok başarı kazanırsan kendi kendinden, o kadar çok şey kaybedersin.

"insan son sığınağını akılda bulacaktır."

sevmek ve nefret etmek; benimsemek ve itmek; sıkı sıkıya yakalamak ve bırakmak; özlemek, arzulamak ve nefretle reddetmek: işte aklın hastalığı budur.

aptal her şeyi bir yana bırakarak inanır, tüm imkansızlıklara rağmen inanır. korkak her türlü tehlikeye göğüs gerer, her türlü riske girer, hiçbir şeyden ama hiçbir şeyden korkmaz. onun korktuğu tek şey vardır: korkunç çabalar harcayarak elinde tutmaya çalıştığı şeyi yitirmek.

"gerçek, saf aşkta (ki bu kuşkusuz ancak bizlerin düşünde vardır) vermesini bilen verdiğini bilmez, ne verdiğini bilmez, kimse verdiğini bilmez, verdiği tarafından alınarak onu mutlu kılıp kılmadığını bilmez."

kadınlar armağana bayılırlar, hele bu pahalı da olursa, görmeyin zevklerini.

bazı sanatkarlar tanınmalarına bir adım kala, hayatlarına son vermişlerdir. rembrandt sokaklarda dilencilik yaparak son günlerini beklemiştir. ki o, en büyüklerinden biridir.

içten olan her insanda bir yetenek tohumu bulunur.

pek az kişi yaşadım diyebilir. insanların, başkasının yerine yaşayabilmesi için, kitaplar yazılıyor. fakat kitabı yazan kişi, ne zaman başkalarının yerine yaşayabiliyor?

bir ağaç meyvelerini aramaz, onları yapar.

edebiyat iyi izlemlerin, kelimeyle dile getirilmesidir. fakat bunun arkasından şu geliyor: edebiyat çoğunlukla bir engem ve yorucu olan mantıklı düşünceyi, zevk ve neşe verici duyguyu ve kamçılanamaz anlatılamaz hayalleri içine alır. bir kimyagerin potasında denemelerle bilinmeyen ve umulmayan maddeleri bulduğu zaman hayrette kalması, bazılarına göre maddi varlığın manevi varlığın bir gölgesi sayıldığı gibi, çok güzel yazı ve şiir okuyan kimse de kelimeyle anlatılamayacak etkiler altında kalır. bunlar mantıklı düşüncelerin mahsulü değildir. duygulara ait hazlarla ilişkileri olmaktan ziyade bu hazlara eşittirler. sırrı ortaya çıkan dünya daha ziyade hayal dünyasıdır. burada bazı zamanlar, birdenbire ortaya çıkarak birdenbire kayıp olarak, çocuklar yaşarlar. bu dünya ne zeka, ne akılla ifade edilebilir ne de analiz edilebilir.

niçin her zaman yolumuzdan çıkmamız gerekir yaşantımızın sefil ve bozuk taraflarını anlatmamız ve ülkemizin bilinmeyen ve vahşi köşelerinden yeni karakterler çıkartmamız için?

27.10.2012

kadın ve islam

leyla erbil

kadın hareketi türkiye'de hayranlık uyandırıcı bir hızla çalışıyor, düşüncelere berraklık getiriyor; kadın rolünün ne olduğunu, tarihin neden bu rolü bize biçtiğini açığa çıkarıyor. yazık ki islam, din ögesi, kadınların güçlü bir biçimde ortak bir bilinçte buluşmalarını engelleyecek kertede yükseldi. böylece birkaç yüzyıl daha geri kalacağımızı düşünüyorum. çünkü asıl toplumu yükseğe çıkaracak basamaklar kadınların o dinci kadere başkaldırmalarında yatıyor.

bundan 1500 yıl kadar önce arap yarımadasında, o coğrafyada, o iklimde, o insanların bulundukları belli koşullarda muhammed'in yaptığı birtakım düzenlemelerle -ki onların bazıları o günün insanları için ilerici sayılabilir- bugünü yönetmeye kalkmanın abesliği bir yana, islamın içinde taşıdığı etik bozuklukları görmezden gelerek onu yeni cumhuriyete de musallat etmek pek akıl karı olmasa gerek. özellikle kadınlar açısından diyorum. üstelik en ufak bir yenileştirilmeye uğratılmadan sürdürülen sünni islamın, en despot, en yasakçı ve en şedit olarak kadının karşısına çıkışını.

işte hemen sağımızda solumuzdaki ülke kadınlarının durumlarından da, kendi durumumuzdan da her gün seyrettiğimiz, geri bıraktırılmış, köleleştirilmiş müslüman kadın; sadece erkeği için, onu desteklemek, onu mutlu kılmak için dünyaya geldiğine inandırılmış kadın! erkek için de pek ayrımı yok aslında; herkes adına düşünülmüş bir düzen var, kaderimizi çoktan belirlemiş bir "levh-i mahfuz" tepede! sorumluluk merkeze aitse bağımlıların da boyun eğmekten başka yapacakları şey pek yoktur. akla ne kadar gerek var? bilime gerek var mı? kadından durmadan huylanan, elini sıkmayan muhammed, kadın eli sıkanın avcuna ateş konacağını söyleyerek huylanmayan adamı da provoke etmiş olmalı.

bu arada anlamadığım şey, bizim tesettürdeki hanımlar; hadi saçlarından günaha girecekler ve kapatıyorlar; ya yüzleri? ağızdan, gözden, dudaktan, yanaktan huylanmıyor mu islamın erkekleri? günaha girmiyorlar mı? ya kadınlar? onlarda erkeğe karşı cinsel dürtü yok mu? erkekler de çarşafa girmeli bence!

çerkez ethem

leyla erbil

ethem özellikle "çerkez" olarak anılmasının amaçlı olduğunu öne sürerek "hayatımda bir gün çerkezlik gayreti gütmedim. hepimiz osmanlı idik. eğer milliyet ve ırk ayrımı yapmaya kalkışsa idi yedi göbek şeceresi karışmamış, vatanda kim kalırdı?" der.

"ben onu ilk defa karargahta gördüm. bir gün büyük odaya girerken kendimi bir sürü silahlı adamın arasında buldum. bunlar ethem'in adamlarıydı. mustafa kemal paşa'ya bazı notlar götürüyordum. ethem'i, paşa'nın karşısında bir sandalyede buldum. ayağa kalktı, elimi öptü. aleladeden uzun boyu vardı. o hiç eti olmayan kudretli vücudu canlı bir iskelete benziyordu. tam çerkez yapısıydı. geniş omuzları, ince bel, uzun bacak ve kollar, sarışın bir kafa, kısa bir burun ve gayet solgun gözler. teni hiçbir hava tesiriyle değişmemişti. o odada istisnasız bu kocaman çerkez herkesi gölgede bırakıyordu." (halide edip adıvar)

ethem hakkında tüm anlatıcıların birleştiği bu fiziksel "kudret ve heybet"e karşı gerçekte o, bedeninde savaşlardan kalma 17 kurşun yarası taşımaktadır. sık sık kanamalara varan ülseri ve kırık kaburga kemiklerinin ciğerlerine batmasından gelen ağrı ve ateşlerle, teşhis doğruysa "kemik veremi"yle yatağa düşmektedir. ethem anılarında ismet paşa'nın, bu hastalıkları yanlış tedavi eden bir doktoru yanına yerleştirdiğini ve bu doktorun daha sonra ismet inönü'nün özel doktorluğunu yaptığını kaydetmiş.

nazım hikmet'in, bence resmi görüş çerçevesinde kalan ethem suçlamalarına katılmıyorum. nazım, "yolcu" adlı oyununda, "kancık" ya da yolsuz anlamına gelen dizelerle anmış, yorumlamıştır ethem'i. kurtuluş savaşı destanı'nda okuruz:

ve 29 kanunuevvel kütahya
dört top ve 1800 atlı bir ihanet
yani çerkez ethem
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
düşmana geçti
yürekleri karanlık
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü
atları ve kendileri semizdiler

oysa ethem'in yunan'a geçerken yanında hiçbir şey götürmediğini bütün tanıklar onaylıyorlar. nazım hikmet'in dayısı fuat paşa, "ethem'in beraberinde ne bir fert ne bir top veya makineli tüfek götürdüğünü; hatta hususi doktoru zeki hakkı bey'e, ameliyat alet ve edevatını beraberinde alarak ordu makamlarına teslim etmesini söylediğini bizzat bu zattan dinledim." der.

son anda ethem'i yunan'la kendi güçleri arasında sıkıştıran bir başka kumandan refet bele ise: "ethem vatan topraklarını terk ederken ne bir kuvvet ne de düşmanın işine yarayacak bir malzeme götürmüştür. kuvvetinden büyük bir kısmı bize iltihak etti. kuvay-i seyyare'nin elindeki silah ve muhtelif malzeme kütahya ve gediz havalisindeki muhtelif depolarda olduğu gibi durmakta idi. silahlarıyla teslim olanları sorguya çektik. bunların hemen hepsi ethem'in kendilerine, teslim olmalarını ve ordunun emrine girmelerini tavsiye ettiğini söylediler. ethem kardeşlerinden (reşit ve tevfik beyler) sonra ve yanında sadece bir kişi olarak yunan işgali altındaki hattı geçmiştir. daha sonra yunan makamları istediği yere gitmesini mümkün kılan protokolü neşrettiler. fakat yunanlılar bu protokole riayet etmemişler, hasta olan ethem'i tevkif etmişlerdir.

şunları da ethem'in ağzından dinleyelim: "odam gayet mütevazı idi: bir karyola, bir masa, iki koltuk ve iki sandalye. karşıki gardırop boştu. içinde artık giyilmeyecek vaziyette olan meşhur kürküm vardı. bunun beyaz olan pelerinlisini mustafa kemal paşa'ya, bir diğerini sıhhatime karşı gösterdiği ve asla unutamayacağım alakanın ifade-i şükranı olarak doktor adnan bey'e (adıvar) hediye etmiştim. seferde giydiğim çerkez milli kıyafetiyle diğer zamanlarda giydiğim ve teşkilatı mahsusa'nın resmi üniformasına benzeyen kıyafetime ait de birer elbisem vardı. ayrıca yıpranmış iki çizme ve ketl pantolon. işte katır yükleriyle altın kaçırdığı iddia edilen kuvay-ı seyyare kumandanı'nın serveti bu idi. toplanan paranın kuruşuna kadar hesabını ayrıldığım gün dağıttırdığım aylıklarla birlikte cephe levazım müdürü muharrem bey'e bıraktım. bu zat şimdi birinci ordu'nun levazım zabitidir."

ankara istiklal mahkemesi'nce 15 yıl kürek cezasına çarptırılan "türk halk iştirakiyun fırkası" yöneticisi tokatlı nazım bey ise ethem'e şöyle konuşur: "sizin çok saf ve temiz bir yüreğiniz var ethem bey. sizin isteğinize uyarak dahiliye vekilliğini refet paşa'ya bıraktım. biz mustafa kemal paşa'yla onu tutan mebusların karşısında olanlar, ileride hepimizi tasfiye edecek bir burjuva devleti meydana getirmek uğruna kullanıldığımıza inanıyoruz."

ethem'in sonu bir bakıma nazım hikmet'i andırıyor: ikisi de öz vatanlarından uzak sürgünde ve yurt özlemi içinde ölüyor. nazım 1963'te moskova'da 61 yaşında ölüyor, oraya gömülü. ethem'se amman'da 1948'de 62 yaşında ölmüş, şeria nehri kıyısında bir mezarlığa gömülmüş. ikisinin de kemikleri yurda taşınamıyor.

son zamanlarında canından bezmişmiş ethem. yanı sıra "gri" adlı kurt köpeğiyle sabah çıkar, akşam dönermiş evine. evi dediğim, reşit ağabeyinin oğlu arslan bey'in yanıymış. çok yurt özlemi çekmiş. artık bağışlandığını, yurda dönmesini salık verenlere hep aynı şeyi söylemiş:

"beni bağışlamak kimin haddi, ben suçlu değilim ki. tarafsız bir mahkeme, bir halk mahkemesi isterim. yargılanmadan olmaz."

26.10.2012

seksus

henry miller

öldürücü adımı atmak, her şeyi savurup fırlatmak, başlı başına, bir kölelikten kurtuluştur; sonuçları hiçbir zaman getirmedim aklıma. kişinin sevdiği kadına kendini bütün bütüne, kayıtsız şartsız bırakması, bağların en korkuncu olan onu yitirmeme isteği dışında, bütün bağları koparması demektir.

en evcil adamın, en zayıf adamın, en layık olmayan adamın bile, kanının son damlasını vermeye hazırsa, korunması gerekir. katıksız sevgiye karşı koyamaz hiçbir kadın.

hesabı ödedim, dolgun bir bahşiş verdim garsona, müdürle el sıkıştım, müdür yardımcısıyla, kabadayılarıyla, vestiyerci kızla, kapıcıyla, çanağını uzatmış bir dilenciyle. bir taksiye atladık, araba kalkar kalkmaz bacaklarını açıp oturdu üstüme. gözü kapalı sevişmeye başladık, beri yanda araba sarsılıp sallanıyor, dişlerimiz takırdayıp vuruyor, diller ısırılmış, sıcak çorba gibi sızıyor sıvısı mara'nın. ırmağın öbür kıyısında tam şafak vakti açık bir meydandan hızla geçerken, şaşırıp kalan bir polisle göz göze geldim. "mara, şafak söküyor." dedim, yavaşça kendimi kurtarmaya çalışarak. "dur, dur" diye yalvardı, soluk soluğa, çılgın gibi bana yapışarak, sonra uzun bir orgazma girdi, organımı öğütecek sandım. sonunda yana kaydı, köşesine çöktü, öylece sıvanmış duruyordu giysisi. eğildim onu kucaklamak için, bir yandan da ıslak çukuruna soktum elimi. bir sülük gibi yapıştı bana, çılgın gibi kendinden geçmiş sarsılıyordu kalçası. sıcak sıvının parmaklarımın arasından sızdığını duyuyordum. dört parmağımı birden sokmuştum içine, cereyana tutulmuş gibi sarsılan ıslak yosunları karıştırarak. iki üç kez daha boşaldı, sonra bitkin çöktü yerine, yorgun yorgun gülümsüyordu, kapana kısılmış bir tavşan gibi.

balzac: kitaplar insanoğlunun ölmüş eylemleridir.

her gün öldürüyoruz en güçlü itkilerimizi. onun için yüreğimiz sızlıyor büyük bir ustanın eliyle yazılmış satırları okuyup onları bizim diye kabul ettiğimizde, bu satırlarda, kendi gücümüze, gerçek ve güzel konusundaki değer yargımıza inancımız olmadığı için kırdığımız taze filizleri görünce. her insan sustuğu zaman, kendine karşı tehlikeli ölçüde dürüstleştiği zaman, derin gerçekleri kekeleme yeteneğine sahiptir. hepimiz aynı kaynaktan geliyoruz. hiçbir şeyin kökeni gizli değil. hepimiz yaratılışın bir parçasıyız, bütün krallar, bütün ozanlar, bütün besteciler: açılmamız yeter, zaten orada olanı bulmamız yeter.

başkalarını sevindiremezsiniz yalnızca sevinçli olmakla. insanın kendi içinde üretmesi gerekir sevinci, ya vardır ya da yoktur. anlaşılıp iletilemeyecek kadar derin bir temele dayanır sevinç. sevinçli olmak üzgün hayaletlerle dolu bir dünyada deli olmaya benzer.

senin zorun, şimdiye kadar yeteneklerine yakışır bir amaç gütmemiş olman. daha büyük sorunlar gerek sana, daha büyük güçlükler. gereğince işlemezsin iyice zorlanmadığın sürece. ne yaptığını bilmiyorum ama şimdiki yaşamının sana uygun olmadığına inanıyorum. tehlikeli bir yaşam sürmek için yaratılmışsın sen, başkalarından daha çok şeyi göze alabilirsin, çünkü.. kendin de biliyorsun belki bunu.. çünkü korunuyorsun. yaşadığın sürece korundun. biraz düşün bak.. ölüme yaklaştığın olmadı mı birkaç kere.. sana yardım edecek birini bulmadın mı her keresinde, bir yabancı çoğunlukla, tam her şeyin yittiğini düşündüğün sırada? daha şimdiden birkaç suç işlemedin mi, kimsenin senden kuşkulanmayacağı suçlar? çok tehlikeli bir tutkunun göbeğinde değil misin tam şu sıra, iyi bir yıldızın etkisi altında doğmuş olmasaydın senin yıkımın olacak bir serüvenin ortasında? aşık olduğunu biliyorum. bu tutkuyu doyurmak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu biliyorum.

can sıkıcı bir şeyi güzelleştirebilir sanat. canavarca bir yaşamdan iyidir canavarca bir kitap. acı vericidir, bıktırıcıdır, yumuşatıcıdır sanat.

baştan çıkarma gücünü kullanarak saptamaya çalışma erkek olduğunu. bu çeşit güce ve çekiciliğe aldanmaz kadınlar. kafaca ele geçirilmiş olduklarında bile durumu yöneten kadınlardır. bir kadın cinsel yönden tutsak edilebilir, yine de üstün gelebilir erkeğe.

bir kadına sahip olmak daha doğrusu herhangi bir şeye sahip olmak hiçbir şey değildir. önemli olan yaşamaktır bir insanla ya da sahip olunan şeylerle. sonsuza kadar tutkun kalınabilir mi insanlara ya da nesnelere? suç değildir sevmek ya da sevilmek. gerçekten suç olan şey, bir insanı, sevdiğiniz, sevebileceğiniz tek kişi olduğuna inandırmaktır.

insanın başı dertte oldu mu, en iyi tek nitelik, çılgınca acılı olmak, tutulacak en iyi yol, en görülmedik, bilinmedik olanıdır.

tek gerçek bağımız budur işte: ölümün sürekli varlığı, hepimizin içinde, her zaman.

yanıma gelip sarıldı. hemen kucaklayıp kaldırdım, divana götürdüm. giysisini sıvayıp kaldırdım, bacaklarını açıp dilimi daldırdım deliğinden içeri. bir anda üstüne aldı beni. kamışımı çıkarmıştı, iki eliyle amcığını açtı sokuvereyim diye. neredeyse girer girmez boşaldı, sonra bir daha, bir daha. kalkıp yıkandı çabucak. o bitirince ben de yıkandım. banyodan çıktığımda divanda yatıyordu, dudağında bir sigarayla. oturdum orada birkaç dakika, elim bacaklarının arasında, yavaşça konuşarak.

sürekli olarak mutlu olmak, dünyayı ateşe vermek demektir. dünyayı güldürmek başka, mutlu etmek başka. şimdiye kadar hiç kimse başaramadı bunu. dünyayı iyi ya da kötü etkileyen bütün büyük adamlar acılı kimselerdi.

kendini koyverip bütün bütüne kaptırmış bir adam kadar iyi hissedemez kimse kendini. akıllı olmak çok büyük bir sevinç olabilir ama bütünüyle güvenir, budalalık ölçüsünde aldanabilir olmak, hiçbir şeyi sakınmadan teslim olmak, yaşamın en üstün kıvançlarından biridir.

yaptığın şeyin karşılığını almasan bile yapmanın verdiği doygunluğu duyarsın. acınılacak bir şey, yaptığımız işlerin karşılığını almayı bunca önemsememiz.

sanırım benim en büyük derdim, hiçler arasında bir hiç olduğumu kendime yedirememek.

anlamsız bir şeydi bütün yaşamım -seni buluncaya kadar.

seviyordum. sevmekti benim tutkun olduğum. sevmek! insanın bütün varlığıyla teslim olması, kendini kutsal görüntünün ayaklarına sermesi, binlerce düşsel ölümü ölmesi, benliğin bütün izlerini yok etmesi, bir başkasının yaşayan görünümünde bütün evrenin kapsandığını görmesi. delikanlılık deriz. saçma! gelecek yaşamın çekirdeğidir bu, gizlediğimiz, içimize gömdüğümüz, ezerek, sararak boğduğumuz ve deneylerden geçtikçe, çırpınıp aranıp yolumuzu yitirdikçe yok etmek için elimizden geleni yaptığımız tohumdur bu. 

bana banyoyu hazırlamasını söylerdim. karşı koyacakmış gibi yapar ama gene de getirirdi isteğimi yerine. birgün küvette oturmuş sabunlanırken havluları bırakmayı unuttuğunu fark ettim. "ida" diye seslendim, "havlu getir bana!" banyoya kadar getirdi havluları, ipek bir sabahlıkla bir çift ipek çorap vardı üzerinde. havluları küvetin üstündeki askıya asmak için uzanınca kayıp açıldı sabahlığın önü. dizlerimin üstüne kayıp bacaklarının arasındaki tüylere gömdüm kafamı.öyle çabuk oldu ki, ne karşı koymaya ne de karşı koyuyormuş gibi yapmaya vakit bulabildi. göz açıp kapatıncaya kadar aldım onu da küvetin içine, çoraplarıyla falan. sabahlığını çıkarıp attım yere. çorapları bıraktım -daha şehvetli bir görünüşü oluyordu böyle, daha bir cranach havası veriyordu bu ona. arka üstü uzanıp onu üstüme çektim. iyiden iyiye kızışmış bir yosmaydı tam, her yanımı ısırıyor, soluyor, hırlıyor, olta iğnesine geçirilmiş solucan gibi kıvranıyordu. kurulanırken eğildi, kamışımın ucunu çiğnemeye başladı. küvetin ucuna oturdum, o da diz çöktü bütünüyle ağzına alarak. bir süre sonra ayağa kaldırdım, öne doğru eğdim, sonra arkadan verdim. küçücük sulu bir amcığı vardı, bana eldiven gibi uyan. ensesini ısırdım, kulak memelerini, omuzundaki aşırı duyarlı yeri, çıkarırken de dişlerimin izini bıraktım güzel beyaz kıçında. tek söz edilmedi. bitince odasına çekilip giyinmeye başladı. hafiften bir türkü mırıldandığını duydum. şaştım kaldım böyle bir duyarlılık belirtisi gösterebilmesine.

birdenbire kalktı, banyoya gitti, bir küçük şişe getirdi. birazını eline döküp organlarımı ovmaya başladı, sonra birkaç damlasını kıllarıma döktü. ateş gibi yaktı. şişeyi kapıp her tarafına sıvadım, tepeden tırnağa. sonra koltukaltlarını yalamaya başladım, önündeki kılları çiğnedim, dilimi yılan gibi soktum bacaklarının kıvrımı arasına. hop oturup hop kalkıyordu çırpınarak. böylece gitti, öyle bir sertleşti ki kamışım sonunda, içine koca bir yük boşalttıktan sonra bile çekiç gibi dikiliyordu. korkunç heyecanlandırdı bu onu. her çeşit duruşta denemek istiyordu, denedi de. birkaç kere boşaldı arka arkaya, neredeyse bayılıyordu. küçük bir masanın üstüne yatırdım, tam patlamak üzereyken kucakladım, odanın içinde dolaşmaya başladım öylece tutarak; sonra çıkarıp elleri üstünde yürüttüm, kalçalarından tutup arada bir dışarı kaydırıyordum daha çok heyecanlansın diye.

insanlarda en hoşlanmadığım şey, görünüşteki ağırbaşlılıklarıdır. gerçekten ağırbaşlı olan insan neşelidir, umursamazdır biraz. en hoşlanmadığım insanlar, gerçek bir ağırlıkları olmadığı için, dünya sorunlarını üstlenenlerdir. durmadan insanlığın durumuyla tedirgin olan adamın ya kendi sorunları yoktur ya da onlarla yüz yüze gelmekten kaçınmaktadır. büyük çoğunluktan söz ediyorum; her şeyi iyice düşünüp taşındıktan sonra kendilerini bütün insanlıkla özdeşleyip kurtarmış olan, en büyük rahatlığın, hizmetin tadını çıkaran birkaç ayrıcalıklı kişiden değil.

şimdiye kadar okuduğum bir tutam kitaptan gözlemlediğime göre, yaşamın iyice içinde olan kişiler, yaşamı yoğuran kişiler, yaşamın ta kendisi olan kişiler, az yiyorlar, az uyuyorlar, ya pek az şeyleri oluyor, ya hiçbir şeyleri olmuyor. görevmiş, hısım akrabalığın sürdürülmesiymiş, devletin korumasıymış, böyle boş kavramlar yok kafalarında. gerçekle ilgileniyorlar, yalnızca bir tek eylem tanıyorlar: yaratmak. yaptıkları işte kendilerine buyuranlar yok; çünkü yalnızca kendi verdikleri sözü yerine getiriyorlar. tek gerçek verme yolu o olduğu için karşılık beklemeden veriyorlar.

batan bir gemi yavaş yavaş çöker; direkler, serenler, bayraklar, armalar su üstünde dağılır. kanayan tekne ölüm okyanusunun dibinde mücevherlerle donatır kendini, pişmanlık bilmeyen çözülüşü başlar yaşamın. adsız bir yokedilmezlik olmuştur artık gemi.

gemiler gibi insanlar da batar tekrar tekrar. anılarıdır onları tam bir dağılmadan kurtaran. şairler ilmiklerini bırakırlar: dokuma tezgahlarına bakıp giden insanlara, tutunmaları için uzatılan saman saplarıdır bunlar. hortlaklar tırmanırlar su içindeki basamaklara, imgesel çıkışlar yaparlar, baş döndürücü düşüşler yaparlar, sayıları, tarihleri, olayları ezberlerler, ağır sıvıdan gaza, gazdan sıvıya geçerler. değişen değişmeleri kaydedebilecek yetenekte beyin yoktur. hiçbir şey olmaz beyinde hücrelerin ağır ağır çürümesi ve çözülmesi dışında. ama kafalarda adlandırılmamış, belirlenmemiş, sınıflandırılmamış dünyalar oluşur, parçalanır, birleşir, erir ve karışırlar durmadan, düşünceler, iç yaşamın değerli taşlarla bezenmiş yıldız burçlarını yaratan, yok edilemez ögelerdir us dünyasında. bunların yörüngelerinde yürürüz, karmaşık çizgilerini izleyerek istediğimiz gibi dolaşabiliriz; ama ele geçirmek istediğimiz zaman onların tutsağı olur, onlar tarafından yönetilmeye başlarız. dışarıdaki her şey us makinesinin yansıttığı görüntülerdir.

sınır çizgisinde oynanan sonsuz bir oyundur yaratmak; kendiliğinden ve zorlanarak; yasalara boyun eğerek. aynadan uzaklaşır insan, perde açılır. séance permanente. yalnızca "akıllarını yitirmiş" dediklerimiz. çünkü bunlar, düş kurduklarını düşlemekten vazgeçemezler. gözleri açık, aynanın karşısına geçerler ve derin bir uykuya dalarlar; anının mezarına kapatırlar gölgelerini. yıldızlar söner içlerinde, hugo'nun "güneşin göz kamaştırıcı, yırtıcı hayvanları, aşk yüzünden, kendilerini yüceliğin finoları yaparlar." dediği duruma düşerler.

en mutlu halklar, tarihi olmayanlardır. tarihi olanlar, tarih yapanlar, çatışmanın sonsuzluğunu kuvvetlendirmekten başka bir şey yapamazlar başarılarıyla. sonunda bunlar da ortadan kalkar, hiçbir çabaya girişmeyip gününü gün edip eğlenenler gibi.

her soruna doğrudan doğruya ulaşmak istiyor başlangıçta insan. yaklaşım ne kadar dosdoğru ve zorlayıcı olursa, ağa tutulmamız da o kadar çabuk ve kesin oluyor. hiç kimse kahramanca davranan birisinden daha zavallı değildir. kimse bir kahraman kadar çok trajedi ve karışıklık yaratamaz. çabuk ve kesin kurtuluşlar müjdeler, gordion düğümüne kılıcını şaklatarak. bir kan denizinde sonuçlanan bir aldanma.

ona veremeyeceğim bir sevgi bekliyordu benden. onunla bir çocuk gibi oynamamı, kulağına sevimli saçmalıklar fısıldamamı, okşamamı, şımartmamı, eğlendirmemi bekliyordu. sapık bir biçimde kucaklayıp okşamamı istiyordu. onun bir amcığı, benim de bir kamışım olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordu. sevgi dolu sözler, sessiz, gizli sıkıştırmalar, elle yoklanmalar bekliyordu. ben ona göre çok açık ve hayvancaydım.

hiçbir kadın ilgisiz görünmeyi sürdüremezdi, geleceği tehlikedeyken. hele hele kendini suçlu bulan bir kadın.

yalnızca köle olarak kalmayı istediğimizi kabul etmekten nefret ederiz. hem köle, hem de efendi! köle, sevgide bile her zaman kılık değiştirmiş bir efendidir. kadını ele geçirmesi, elinde tutması, isteklerine boyun eğdirmesi, bir biçime sokması gereken adam -kölesinin kölesi değil midir?

korkak olduğunu kendi kendine kabul eden bir adam, korkusunu yenmek için gereken ilk adımı atmıştır; ama bunu herkese açıkça söyleyen, başkalarının da görmesini isteyen, kendisiyle ilgili ilişkilerde bu durumu kolayca kabullenen adam artık kahraman olma yolundadır. çetin deney anı gelip çattığında hiç korkmadığını gördüğü zaman, kendi de şaşar kalır çoğunlukla. kendini korkak olarak görme korkusundan kurtulduğu için korkak değildir artık; değişimini belli edecek bir olay gereklidir yalnız. sevgide de böyledir bu. yalnızca kendi kendine değil, başkalarına, taptığı kadına bile, kadının parmağının ucunda oynayabileceğini, karşı cins söz konusu olunca güçsüz olduğunu söyleyen bir adam, çoğu zaman gerçekte güçlü olanın kendisi olduğunu görür. kadının bütün direnişlerini tam bir boyun eğişten daha çok kıran bir şey yoktur. karşı koymaya hazırlanmıştır kadın, kuşatılmaya hazırlanmıştır, böyle davranmak üzere yetiştirilmiştir. hiçbir dirençle karşılaşmayınca tepeüstü düşer tuzağa. insanın kendini olduğu gibi vermesi, yaşamın sağlayabileceği en büyük rahatlıktır. gerçek sevgi işte bu erime noktasında başlar. kişisel yaşam bütünüyle bağımlılık üstüne kuruludur, iki yönlü bir bağımlılık. herkesin birbirine bağlı olduğu bir insan yığınıdır toplum. büyük aşık, mıknatıs ve katalizör olmak, dünyanın körleştirici odak noktası ve esin kaynağı olmak için tam bir aptal olmanın derin bilgeliğini yaşamak gerekir.

çevreme bakındım, localar dizisine baktım; pirinç direklerin arasında sallanan kadife kordonlar, birbiri ardına oturmuş kuklalar, gözleri sahneye dikili, anlamsız yüzlerle, aynı maddeden yapılmış: alçıdan, adi alçıdan. bir gölge dünyasıydı, tüyler ürpertici bir biçimde mıhlanmış. hepsi birbirine yapıştırılmıştı -sahne, seyirciler, oyuncular, perde, müzik, duman- iç sıkıcı, anlamsız bir tabut örtüsüne. boğulacağım andım. of tanrım, çok sıkılmıştım. böyle sıkılmamıştım hiç. hiçbir şeyin olmayacağını fark etmiştim. hiçbir şey olamazdı, bir bomba fırlatsam bile. ölüydü hepsi, kokmuş ölüler, işte bu kadar. pis kokulu boklar içinde, bokların buharları içinde oturuyorlardı. bir saniye daha dayanamadım. dışarı fırladım.

insanın kendini kısıtlamadan şehvet serüvenlerine dalması tehlike duygusunu uyandırıyordu. kalabalık bir metroda parmaklarının erişebileceği bir yerde duran baştançıkarıcı bir kıçı okşamanın ya da bir memeyi sıkmanın baskısına boyun eğen bir sapığın çok iyi bildiği korkuyu ve büyülenmeyi yaşadım birçok kere.

kaç yüz kadının peşinden koşmuştum, kayıp bir köpek gibi izlemiştim onları, gizemli bir özelliği öğrenmek için -birbirinden ayrık duran bir çift göz, kuvarsla yontulmuş bir kafa, ayrı bir yaşamı varmış gibi duran bir kalça, bir kuşun ötüşü gibi ezgili bir ses, bükülmüş ince camlar gibi düşen bir saç çağlayanı, lastik esnekliği verilmiş bir gövde. dişinin güzelliğinin dayanılmaz oluşu tek bir nitelikle açıklanabilir. bu nitelik, fiziksel bir kusurdur çoğunlukla, öyle gerçek olmayan boyutlar kazanır ki, sahibinin kafasında kadının şaşkınlık veren güzelliği yok olur.

çözüp bırakırsın her şeyi, makaradaki bir milyon metreyi. ve her zaman, çok değişken, renkli bir taşkınlıkla bakışlarını birinden öbürüne kaydırırken derinin altına işleyen şey, çekiciliğinin açıklanamaz doğasıdır. çekiciliğin gizemsel yasası! gizemsel bütünün olduğu gibi ayrı ayrı parçaların da ta dibine gömülü bir giz.

karşı cinsin dayanılmaz yaratığı, çiçekleşmekte olan bir canavardır. kadın güzelliği durmak bilmez bir yaratıştır, bütün benliği göğe doğru döne döne fırlatan kesintisiz bir ihtilaldir (çoğunlukla imgesel) bir eksiklik için yapılan.

bazen yaşam iksiri öyle bir dolup taşar ki görkemle, ruh dört bir yana saçılır böyle anlarda. ruhun canı sel gibi kapladığı görülür madonna'ların meleksi gülümseyişlerinde. dolgunlaşır yüzün ayı, denklem kusursuzdur. bir dakika, yarım dakika, bir saniye sonra geçmiştir mucize. anlaşılamayan, açıklanamayan bir şey verilmiştir dışa ve bir şey alınmıştır. bir insanın yaşamında ay hiç dolun olmayabilir. bazı insanların yaşamlarında da gözlemlenebilen tek gizemsel doğa olayı, sürekli bir ay tutulmasıdır. dehaya tutulanlarda görülür bu durum, ne biçime girerse girsin, ayın sürekli olarak parlatılıp sararmasından başka bir şey olmadığını görmek ürkütür bizi. sayıları daha da az olanlar kural dışında kalanlardır, dolgunlaştıktan sonra bu mucizeden dehşete kapılarak, kendilerini doğurup can veren şeyi söndürmeye çalışırlar artık yaşadıkları sürece. bölünen ruhun öyküsüdür usun savaşı. ay dolunayken, küçülerek solup gitmeyi, küçültülerek anlayışsız bir ölümle ölmeyi kabul edemeyenler vardı; kendi cennetlerinin doruğunda pırıl pırıl asılı kalmaya uğraşıyorlardı. yaşamın işleyişini tutuklamaya uğraşıyorlardı. yaşamın işleyişini tutuklamaya çalıştılar, kendilerini, kendi doğum ve ölümlerini, başarılarını ve değişimlerini etkileyen, varlığını böylece saptayan işleyişi. gelgite yakalanıp parçalandılar. gövdeden ayrıldı ruh, bunun savaşını zihinde sürdürmeyi, bölünmüş bir benliğin gerçeğe benzemeyen görüntüsüne bırakarak. kendi saçtıkları ışıkla kavrulmuş, hiç bitmeyen boş bir arayışla güzeli, doğruyu, uyumu arayarak yaşarlar. kendi parlaklıkları ellerinden gitmiş; onları kendilerine çekenlerin ruhlarını ele geçirmeye uğraşırlar. yakalarlar her bir ışını, yansıtırlar aç varlıklarının her bir yüzeyiyle. ışırlar hemen, ışık onlara yöneltildiğinde, aynı hızla da sönerler. üstlerine vuran ışık ne kadar yoğun olursa o kadar parlak -ve göz kamaştırıcı- olurlar. özellikle ışık saçanlar için tehlikelidirler; bu parlak ve tükenmez ışık kaynaklarının çekimine kapılırlar en çok, tutkulu bir kaptırışla..

ancak doğruya gömülebilir yalanlar. ayrı bir varlıkları yoktur, doğruyla birlikte yaşarlar. iyi bir yalan, doğrunun hiçbir zaman çıkaramayacağı kadar çok şey çıkarır açığa. doğruyu arayan görür bunu. böyle bir insan yalanla karşılaştığında, kızacağı ya da suçlayacağı bir şey olamaz hiç. acı bile; çünkü her şey apaçık, çıplak, açığa vurucu olur.

çocuklar, namus duygusuyla doğmazlar, özellikle şehir çocukları. bu çocuklar yeni yetişen haydutlardır. onlar büyümüş haberci çocuklardır. onları parmaklıklar ardına koyarsan gerçek hükümlülerle aralarındaki farkı ayırt edemezsin. allahın belası şehir, sadece dolandırıcı ve haydutlardan oluşmuş, başka bir şeyden değil. işte budur bir şehir: bir suçlu yetiştirme yeri.

yaşama dönüşün acı ve üzüntülü olduğu günler vardır. insan, isteği dışında çıkar düş aleminden; asıl gerçeğin biliçsizlik dünyasına ait olduğunun anlaşılmasından başka bir şey olmamıştır.

bazı maya tabletleri bana klee'nin tablolarını anımsattı. eskilerin yazıları, sembolleri, modelleri, sanat eserleri çarpıcı bir şekilde, çocukların yuvalarda yaptıkları şeylere benziyordu. aslında, deliler, en bilgilice yapılmış eserleri yaratanlardır.

yarım düzine iyi kitap, hayatının sonuna kadar ruhunu besleyecek yeterli gıdaydı. düşünceler yaşayan şeylerdi.

konuşma, daha ince ilişki biçimleri için bir bahaneden ibarettir. ikincisi olmazsa konuşma ölür. eğer iki kişi birbiriyle bağ kurmaya niyetlenirse, konuşma ne kadar sersemce olursa olsun, bu hiç önemli değildir. açıklık ve akıcılık üzerinde duran kişiler çoğu zaman anlaşılır olmaktan uzaklaşırlar. daima daha mükemmel bir anlatım biçimi ararlar, fikir değiş tokuşunda aklın tek araç olduğu düşüncesine kapılarak. insan, gerçekten konuşmaya başlayınca kendini iletir. kelimeler düşünmeden atılır; para gibi sayılmaz. kişi, dilbilgisi yanlışlarına, çelişmelere, yalanlara ve benzerlerine aldırmaz. kişi konuşur. dinlemeyi bilen birisiyle konuşuyorsa bile. bu konuşmalar azalırsa, evlilik huzuru ortaya çıkar. ister erkekle ister kadınla konuşuyor ol. erkekle konuşan erkeklerin de kadınlarla konuşan kadınlar kadar bu tür bir evliliğe ihtiyaçları vardır. evli çiftler, bilinen nedenlerden ötürü, bu tür konuşmanın tadına seyrek olarak varabilirler.

bir analizci olmak için insanın önce kendisinin analiz edilmesi gerekir.

şişman adamlar genellikle daha dinamik, içten, çekici ve duygulu olurlar. tembellik ve gevşeklikleri aldatıcıdır. beyinlerinde çoğu kez pırlantalar taşırlar; ve zayıf adamların tersine, tekne dolusu yiyeceği yuttuktan sonra düşünceleri ışıldar. açlıkları giderildiğinde en iyi durumdadırlar. diğer yönden, zayıf kişiler, çok yemek yedikleri zaman, sindirim organı çalışmaya başlayınca, miskin ve uykucu olurlar. bunların en iyi oldukları zamanlarsa, karınlarının boş olduğu anlardır.

insanların korunma yolları, aynı bir hayvan ve böcek dünyasındaki, somut korunma mekanizması gibi işler. insanın, benliğin yasak bölgelerini anlamaya başladığında fark edeceği gibi, fiziki yığınakların da bir dokusu ve maddesi vardır. en zor olanlarıysa, diyelim ki demir, çelik, teneke ya da bakırdan yapılmış, bir zırh arkasına saklananlar değildir her zaman. bunlar o kadar zorlu da değillerdir aslında; daha çok karşı koyanlar, kendilerini koruyanlar ve mirabile dictu, ruhun delikli engellerini kapama sanatına sahip görünenler olmalarına karşın. en çetin olanlar, benim "piscean hastaları" diye adlandırdıklarımdır. bunlar, bayat benliklerinin rahim bataklığında sessizce, bir dölüt gibi yatan sulu benliklerdir.  su torbasını patlattığınızda, bunu bir düşündüğünüzde, ah! yakaladım sizi en sonunda! bence işt bunlar dönek olanlardır. sürrealist düşün'ün "erimeye yatkın balıkları"dır. belkemiksiz doğarlar, istek üzerine de erirler. yakayalabileceğimiz tek şey, erimeyen, parçalanmayan çekirdek -yani hastalık tohumlarıdır. insan, bu tür kişilerin, beden, kafa ve ruh açısından mikroptan başka bir şey olmadıklarını düşünür. ders kitaplarının sayfalarını işaretlemek üzere doğmuşlardır. ruhsal alanda ise tek yaşantısı laboratuvar rafında duran salamuranınki gibi olan, jinekolojik canavarlardır bunlar.

en başarılı gizlenmeleri şefkattir. ne kadar da yumuşak olabilirler! ne kadar düşünceli! ne kadar cana yakın! ama onlara şöyle bir bakmaya kalkarsanız -gelişigüzel bir bakışla- ne büyük megalomanlar olduklarını görürsünüz. dünyadaki bütün ağlayanlarla birlikte kan ağlarlar -ama hiçbir zaman paralanmazlar. çarmıha gerilirken susuzluğumuzu giderir, sarhoş inekler gibi ağlarlar. eski devirlerdeki profesyonel yasçılardır bunlar; ortada ağlanacak hiçbir nedenin olmadığı altın çağ'da da öyleydiler. üzüntü ve acı, alışkanlıklarıdır. gündönümlerinde yaşamın bütün değişkenliğini tozlu bir zamk durumuna sokarlar.

herkes, kişiliğini unuttuğunda, başkaları için kurtarıcı olabilir! çevremizde algıladığımız ve suçunu yaşama yüklediğimiz hastalık, acı ve tiksinti, gerçekte içimizde taşıdığımız kötülüğün bir sonucudur. korunmalar bizi hiçbir zaman yeryüzü hastalığından kurtaramaz. çünkü dünyayı içimizde taşırız.

insanoğlu ne kadar üstünleşse de, tümüyle, acı ve eksikliklerle dolu bir dış dünyaya teslim olmaktan kaçınamaz. kişiliğimizin ne denli bilincinde olursak, çevremize yenik düşme olasılığımız da o kadar artar. gerçekle yüzleşmek için ölüm gerekli değil. gerçek, bizim elimizin altında, her yerde, her algıladığımız şeyde vardır. toplum daha ciddi tehlikelerle karşı karşıya kaldığında, hapishanelerin ve akıl hastanelerinin boşaltıldığı, düşman yaklaşırken, siyasi sürgünlerin bile yurdu korumaya çağrıldığı görülür. ancak böyle durumlar, kalın kafamıza hepimizin aynı et ve kemikten olduğunu sokacak niteliktedir. insanın kendi yaşamı tehlike ile karşı karşıya kalmadan, yaşamanın ne demek olduğunu anlayamaz, ruhsal sorunları olanlar bile ancak böyle anlarda kendilerini kurtarırlar. tüm yaşantısı boyunca kavruk benliğini yaşayan insanlar için en büyük mutluluk, kendinden daha önemli şeylerin varlığını anlamaktır. çünkü o, benliğini yakan ateşi kendi elleriyle körüklemiş, can suyunu kendi elleriyle sağmıştır. kendini içindeki şeytanlar için kolay yutulur bir lokma durumuna getiren yine odur. işte, yeryüzü denen gezegen üstünde yaşam, bu kadar. nevroz; herkesin ortak özelliği, yeryüzündeki her dişi ve her erkek için bu böyle. onları sağlığa kavuşturacak kişi ise hepsinden beter. deva bulmak için mezarlarımızdan kalkmamızın gerekliliği ortada. kimse bir başkası için bu işi beceremez; ama beraberce çözülen özel bir sorun olarak görülebilir bu. bencilliklerimizle ölmeli, çevresiyle ilişkili bireyler olarak yeniden doğmalıyız.

gerçekten büyük olanların hiçbiri, bildiği konuda ne büro açar, ne konferans verir, ne de kitap yazar. bilmek, susmayı da beraberinde getirir ve gerçeği anlatmak için en etkili propaganda, kişinin kendini örnek olarak ortaya koymasıdır. böyleleri, kendine inanacak ve fikirlerini yayacak insanları kolaylıkla bulur. "büyük" olanlar en gerçek anlamıyla sıradandır, ilgisizdir. sizden inanmanızı istemez; fakat bu sonucu, davranışlarıyla elde ederler; uyarıcı ve uyandırıcıdırlar. miskin hayatınızı nasıl kullandığınız onları hiç mi hiç ilgilendirmez. çünkü bunun kendi uğraşınız olduğunu bilir görünürler. kısacası, yeryüzündeki görevleri, yalnız ve yalnız teşvik etmektir. bir insandan daha ne beklenir ki?

gelişmede acı ve uğraşı bulunur, başarıda neşe ve coşkunluk, tatminde ise huzur ve sağlamlık vardır. dünyevi olan ve olmayan varoluş düzlük ve küreleri arasında, merdivenler ve kafesler vardır.  yükselen, şarkı söyler. sarhoş olmuş ve beliren görüntüler tarafından yüceltilmiştir. emin adımlarla iner aşağıya; ayağı kaysa ya da tutunamasa, aşağıda onu nelerin beklediğini düşünmez de, ileride neler bulunduğunu merak eder. her şey ileridedir. yol sonsuzdur ve ilerledikçe de genişler. bataklıklar, pislikler, yosunlar ve çukurlar, tuzak ve kapanlar.. bunların hepsi kafada. ilerlemeyi bıraktığınız anda sizi yutmaya hazır bir şekilde pusuda beklerler. manevi dünya tamamen keşfedilmemiştir henüz. geçmişin dünyasıdır, hiçbir zaman geleceğin değil. geçmişe dayanarak ilerlemek, mahkumların ayaklarına bağlanan küreyi sürüklemelerine benzer. mahkum, suç işlemiş olan değildir, suça bağlanıp tekrar tekrar onu yaşayan kişidir. yaşama her yönüyle katılmadığımızdan, hepimiz suçluyuz; ama eylemlerimizde bağımsızız. yapmayı başaramadıklarımızı düşünmekten cayabilir ve gücümüz içindekileri yapabiliriz. içimizdeki güçlerin ne olduğunu sanırım gerçekten kimse düşlemeye cesaret edememiştir.

düşlemenin her şey demek olduğunu onayladığımız gün, bunların sonsuz olduğunu anlayacağız. düşleme, karşı koyuşun sesidir. tanrı'da tanrısal bir şey varsa eğer, o da budur. her şeyi düşlemeye cesaret etmesi!

kadınlar gerçeği nasılda bulandırırlar! sık sık bir yalanla, zararsız küçücük bir yalanla başlarlar işe; iskandil gibi bir şey. bilirsiniz canım, rüzgarın nereden estiğini ölçmek için. pek alınmadığınızı, incinmediğinizi fark ettiler mi, bir parçacık gerçeği tehlikeye sokar, birkaç kırıntıyı bir yalanlar örtüsüyle sarıp sarmalarlar.

yağmur damlaları kabuğuna damladığında, salyangoz da şaşırır. kendi yokluğunda garnizonunun yok olduğunu öğrenen general de şaşırır. insan denen hayvanın nasıl ahmak ve hissiz olduğunu gördüğü zaman, tanrı'nın kendisi de şaşırır. ancak meleklerin -kaçıkların önünde bile- şaşırdıklarına pek ihtimal vermiyorum.

seks, evrimi incelemek için arada sırada ziyaret edilen bir hayvanat bahçesine kapatılmış bir hayvandı.

düşünmek kişiyi asla bir yere götürmez. hayalden başka bir şey değildir. düşünmek insanı hastalıklı yapar.

umut zararlı bir şeydir, iktidarsızlık demektir. yüreklilik de yararsızdır! herkes yürekli olabilir; ama yanlış şeyler uğruna.

bir zamanlar buna sahiptik. bir zamanlar bütün insanların paylaştıkları doğal, ortak bir gelecek öngörüsü vardı. sonra akıl girdi işin içine ve onunla birlikte her şeyi tam olarak; hatta olduğunun da ötesinde görmemizi sağlayan o gözü beyin yuttu; ve bu kez bir başka şekilde dünyanın ve birbirimizin bilincine vardık. sevgili küçük egolarımız tomurcuklandı; kendi kendimizin bilincine vardık ve bunu hayal, yüzsüzlük, körlük izledi; daha önce körlerin bile tanımadığı bir körlük.

hayat her sahada daima piramit şeklinde yapılar inşa etmektedir. dipte isen, şeylerin ayrılığını vurgularsın; ama eğer tepede ya da ona yakınsan, şeyler arasındaki farkın bilincine varırsın. ve eğer bir şey -ve özellikle bir insan- karanlık ise, bütün iradene karşın çeker seni. boş bir kovalamaca olduğunu, orada bir şey bulunmadığını fark edebilirsin; ama gene de..

arada sırada olur bu. aniden insan yanıldığını fark eder ve bir zamanlar nefret ettiği şeyi çılgınca sevmeye başlar. öteki aşırı uca gider.

insanoğlu acayip, hayret verici bir çiçektir! elinde tutarsın ve sen uyurken büyür, şekil değiştirir, uyuşturucu bir koku salar.

birkaç saniye içinde tapacak duruma geldim. sürekli olarak suratına bakmak tahammül edilmez bir hal almıştı. ardımdan eve geleceğini, kendisine sunduğum yaşantıyı kabul edeceğini düşünmek, inanılmaz bir şeydi. bir kadın istemiştim; oysa bir kraliçe vermişlerdi.

su hayat iksiridir. eğer dünyayı ben yönetsem, yaratıcı insanlara yalnızca su ve ekmek verirdim. ahmaklara ise istedikleri her türlü yiyecek ve içeceği serbest bırakırdım. arzularını tatmin ederek zehirlerdim onları. yemek ruhun zehiridir. yiyecek açlığı, içki susuzluğu gidermez. cinsel ya da öteki türlü yiyecek, insanların iştahını tatmin eder. açlık ise başka bir şeydir. açlığı hiç kimse gideremez. açlık ruhun barometresidir. insanın kendinden geçmesi kuraldır. "öğlen saat 12'yi 1 dakika geçti mi, gece başlar." derler çinliler.

tek kurtuluş yolu çıldırmaktır.

seks, ruhun ölümden sonra bedene dönüşünün dokuz nedeninden biridir. geri kalan sekizi önemsizdir. seks üremeyi sağlar. üreme ise başarısızlığa yol açar. dünyanın seks gücü en yüksek insanları delilerdir derler. cennette yaşarlar; fakat masumiyetlerini kaybetmişlerdir.

eğlenmeyi bıraktığınız anda melankoliye saplanıyorsunuz. hayatınıza siz değil oranız yön veriyor. kalkmış bir organın merhametine kalmışsınız.

yeni ve değişik olan hiçbir şey yoktur. her şeyi daha önce en az bin kez görmüşsünüz gibi gelir size. her şey, görmekten gına getirdiğiniz bir kancık gibidir -her kıvrımını ve her buruşuğunu ezbere bildiğiniz. o kadar usanmışsınızdır ki içine tükürmek istersiniz. oh evet, ara sıra insanın aklından ateş etmek, bir makineli tüfeği adamlara, kadınlara ve çocuklara çevirip karınlarını kurşunla doldurmak geçer. bazen bir çeşit baygınlık gelir; kendinizi yere düşüyormuş ve yerde fıstık kabukları arasında yatıyormuş gibi hissedersiniz. bırakın, insanlar yağlı, pis kokan, boklu ayakları ile üzerinizden geçsin.

dans, ikinci açlık duygusunun, seksin ifadesidir. açlık ve seks, ölüm kalım savaşında kenetlenen iki yılandır. başı sonu yoktur bu savaşın. biri ötekini, yenisini yaratmak için yutacaktır. bu işlem de ete dönüşecektir. kendi kendine işleyen amaçsız bir makine; ama üretmek, daha fazla üretmek ve neticede daha az yaratmak.

kedi bağımsız, anarşist ve serbesttir. geceleri kümesi yöneten kedidir.