31.05.2012

uzun lafın kısası

albert camus: terör, kin dolu yalnızların insan kardeşliğine sundukları saygıdır.

moliere: bol yemekli sofralar birer cinayet sofrasıdır.

carlos fuentes: bir insanın dikkatleri kendisine çekmesinin en iyi yolu, yokluğuna dikkat çekmektir.

diogenes laertios: bayağı insanların tanrılarına inanmamak kutsala saygısızlık değil; tanrıları, bayağı insanların düşünceleriyle nitelemek kutsala saygısızlıktır.

francis bacon: talih bir pazara benzer. insan biraz beklemeyi bilirse, çoğunlukla fiyatlar düşer.

sokrates: ruhunun iyi olup olmadığını anlamak isteyen bir adamda bulunması gereken üç özellik vardır: bilgi, iyi niyet ve açıksözlülük.

lenin: sonunda devlet gücünü artırmamış bir devrim örneği yoktur.

herbert spencer: bütün tartışmalara karşı kanıt olan ve insanı sonsuz cehalette bırakmaktan vazgeçmeyen, tüm bilgilere engel oluşturan bir prensip vardır. bu, araştırmadan önceki yargıdır.

jorge amado: bir filozof için bir hayat kadınının evinden daha iyi yaşanacak yer var mı?

simone weil: kaba kuvvetle ilişkiye maruz bırakılan her şey alçalır. darbeyi indiren de darbeyi yiyen de aynı kirlenmeyi yaşar.

pauline melville: gerçek benlik yalnızca ölümde kendini gösterir.

tolstoy: eylemlerimizin kaynağı kim ne derse desin, kişisel mutluluğumuzdur. bizi harekete geçiren kişisel mutluluğumuzdur.

hayat

alfred adler

hayat kötü bir öğretmendir insan için; çünkü hoşgörü nedir bilmez, bizi önceden uyarmaz, bize doğru yolu göstermez, elinin tersiyle geriye iter bizi ve sınıfta bırakır.

hiçbir dönemde insanların bugünkü kadar soyutlanmış bir yaşam sürdüğü görülmemiştir. hepimiz daha çocukluktan başlayarak, yeterince ilişkiler örgüsü içermeyen bir yaşamı üstleniriz.

yaşamın güçlüklerinden geçerek gelen, harcadığı çabayla bataklıktan kendini kurtaran, tüm zorlukları geride bırakıp yüksek bir düzeye ulaşan biri, yaşamın iyi ve kötü yanlarını herkesten iyi bilir. bu konuda kimse su dökemez eline, özellikle doğru yoldan ayrılmamışlar kendisiyle boy ölçüşemez.

yalnızca devingen canlı yaratıklarda ruhsal bir yaşamın varlığı söz konusu olabilir. ruh, devinim özgürlüğüyle alabildiğine sıkı bir ilişki içindedir. belirli bir yere kök salmış yaratıklarda ruhsal bir yaşamdan pek söz açılamaz; zaten ilgili yaratıklar için ruhsal yaşamın gereği de yoktur. belli bir yere kök salmış bir bitkiye duygu ve düşünceler yakıştırmanın korkunçluğunu düşünebiliriz.

hayatın kapısından içeri adım atanlar gelişim sürecini tamamlamış insanlardır.

yaşamda önemli olan haklı ya da haksız sayılmak değil, ilerlemek ve başkalarının ilerlemesine katkıda bulunmaktır. insanın hep kendisine sorması gereken soru, var olan koşulların düzeltilmesine kendisinin nasıl bir katkıda bulunduğudur.

29.05.2012

sahipsizler *

bekir yıldız

ilkin kara bir yel esti günlerce. hafifi önüne kattı, güçsüzü yere yıktı. ardından ince, sonra kalın yolları sildi kar, bir bir. karadağın sivri doruğu düzleşince de, kurtlara yol göründü, meçmenbahir köyüne doğru.

bedrana, dizlerini örten yorganı kaldırdı. tandır ateşini eşeledi. yorgundu ateş.

"ben yatacağım" dedi.

naif, başını kaldırdı. bir süre baktı karısına. konuştuğunda dudakları titredi nedense.

"tandıra ataş bas" dedi. "bu gece, o mesele çözümlenecek."

bedrana korktu. şekeri suya düşmüş gibi, aceleciliğe yöneldi:

"viş" dedi. "ne meselesiymiş? he.. gözünün yağına kurban olduğum, gene indirip kaldırma."

başı öne düştü bedrana'nın. yüzü sarardı. korkudan yüreği pır pır etti.

naif, tandırdan çıktı. sıcağa alışmış ayakları üzerine dikilemedi hemencecik. keçeleşmiş bacaklarını ovaladı. bedrana'nın başı dikilmişti şimdi. kocasını izlerken, bedeni bir pençe korkuyla karılmıştı nedense. ilk gece bile böyle olmamıştı oysa. kocasının yumuşak davranışı umutlandırmıştı belki de onu. "hıı" demişti naif. "zorla olduysa, aceleye gelmesin bu iş. şehir kanunlarını belledik gayri."

naif, odanın kapısını açtı. geceyi, kar ışıklandırmıştı. bir hafta önce jandarmaya saldıkları adamın gittiği yöne doğru baktı. kurtlar uluyordu. dün geceye göre, daha beriye gelmişlerdi.

karın ak rengi kara oldu ansızın. dişlerini sıktı naif. tüm umutlarını yüzüne kapatırcasına, kapıyı çarptı.

eşitlikten bir parça tezek alıp tandıra vardı. yıkılmış ateş yavaş yavaş ayağa kalkıyordu şimdi.

naif, tandıra sokulduğunda, bedrana'nın uykudan arınmış gözleri üzerindeydi. bir süre bakıştılar. yel, odanın duvarlarını kudurgan deniz dalgaları gibi hırpalamamış olsaydı, belki de nefeslerini bile duyacaklardı birbirlerinin.

"gözlerin niye faltaşı gibi ayrıldı?" diye sordu naif ansızın.

bedrana'nın başı, kollarıyla kucakladığı ayakları üzerine düştü. tandırdan sıcak nefesi, yorganın bir tutamına yayıldı.

"senden korkmaya başlamışam" dedi. "gözlerin, benden bir şey alacakmış gibisine."

"he.." dedi naif. "ölmelisen gayri. günler var ki evden dışarı çıkamaz olmuşam. herkesin kulağı bizde. ha patladı, ha patlayacak. saldığımız adam da gelmedi. besbelli yollar kapandı."

"sabah olsun kurban olduğum. bakarsın hızır gibi çıkıp geliverir. hemin de iki candarmaylan."

naif, yüzünü buruşturdu.

"günlerin ardı yitti" dedi. "bu karda, kışta hökümat adamı kıpırdamaz yerinden. belkim de haberci ulaşamamıştır şehre. kurtlar, kuşlar ne güne.."

"suç bende mi ağam? zorla oldu. obada bilmiyen var mı işin esasını.."

naif, kuşağında sokulu olan tabancasını çıkarıp tandırın üzerine koydu. bedrana çıktı tandırdan. odanın bir köşesine gidip sindi.

"korkma ulan" dedi naif, güvenilir bir sesle. "vurmıyacağım seni. söz olsun. kadoların şahin'i değilim ben. onun başına gelenleri unutmamışam. şeherde hak-hukuk var deyilerdi, oğlanı attılar içeri."

bedrana, bir umut ışığı sezinlemişçesine atıldı hemen:

"eyi ya" dedi. "zorla olduğuna göre, ben açığa çıkamam, o alçağı içeri atarlar. daha ne?"

naif bağırdı ansızın:

"hani, nerde hökümat?"

bedrana emekleyerek biraz beri geldi. yalvarıyordu.

"bakarsın geliverir kurban olduğum. gün ışısın hele.."

"allahın günü çok, gözü yassı. hem, atalarım hökümat günü mü saymış? ulan, kadoların şahin'i, hökümat eline düştün de aklımızı çeldin. eski usulün gözüne kurban, eyi ile kötü kardaş mı olurmuş? kötünün canı, şeher kanunlarıylan yola mı gelirmiş?"

sustular bir süre. birbirlerine bakmıyorlardı şimdi. bedrana, boynunu bükmüş, gözleri dalıp dalıp gidiyordu.

naif, kolunun birini uzattı yavaşça. tandırın üzerindeki tabancaya koydu elini. aldı oradan. bedrana tabancalı eli görünce hopladı yerinden.

naif'in aklına yeni bir düşünce düştü o sıra. tabancayı tekrar koydu yerine. yüzü bir yumuşadı, bir iyilikten yana oldu ki, bedrana, tuttuğu nefesini, rahatlayıp boşaltıverdi.

odanın tavanına baktı naif. tavana, önce kavak ağacından kesilmiş mertekler sıralanmış, sonra hasır ve toprakla örtülmüştü. merteklerin birinde, kalınca bir halka vardı. naif'in gözleri bu halkaya takıldı uzunca bir süre.

bedrana da halkayı gördü. o, biliyordu bu halkayı zaten. karnında birkaç ay önce oluşan çocuğu için, gönlünün bir yerini ayırmıştı ona.

naif, pamuktan yumuşak bir sesle bedrana'ya sordu:

"ister misen" dedi. "bu işten, burnumuz kanamadan kurtulak?"

bedrana, kocasına bir daha yanaştı.

"bu da sorulur mu ağaların paşası" dedi. "gözüne kurban olduğum di, kansız çıkış yolunu söyle yiğidim."

naif, gözünün birini kıstı. bir süre düşündü.

"bak, avrat" dedi. "ben iğnenin deliğinden hindistan'ı görmüşem. yaşım yiğit emme, aklım şahtır. hemin hökümata, hemin de obaya, öyle bir oyun oynayacağam ki, şaşarsan. heyyof, demelisen, aklına, cümle alem kurban olsun demelisen."

"off.. zemzemlerin kameri de çatlasın işte.. eee?"

"asılacaksan."

dışarıda yağan kar, sanki bedrana'nın yüreğine yağdı ansızın.

"bu da ölmek" dedi. "sevinmek niye?"

naif, başını iki yana salladı umut verircesine:

"yalandan kız" dedi. "yalandan asacaksan sen seni."

"sözünün önü, ardından gür gele kurbanım, demek yalandan sallanacağam."

"he.. bize göz ışığı vermediler gevvatlar. ömrümüz, kapaksız tencerede pişmiş tuzsuz aş gibi tatsızdır avradım. kadın dar bir pabuçtur, sıkınca atamazsın, vurmak düşer er kısmına. seni, ben bağışlasam baban, kardaşın sırada. bakalım onlar bağışlar mı? günlerden beri, şu bir göz dama tepilip kaldık. oba kan ister benden."

bedrana, can kulağıyla dinliyordu kocasını. o susunca nefeslendi. ama gözlerini çevirmedi hiçbir yana. naif yeni bir şeyler düşündü bir süre daha. sonra, tabancasını tandırın üzerinden alıp kuşağına yerleştirdi.

"bak bedraney" dedi. "obamızda, şehre benziyen heç bir şeyimiz yoktur. kara dağlar yol vermez ki, ne gelinsin, ne gidilsin. okur yazarımız yok ki, hökümat kapısından içeri alsınlar. obanın sesi, soluğu ancak, birisi öldüğünde duyulur. kadoların şahin'ine ne demiş yeşil yakalı adam: yeni kanunda öldürmek kalktı demiş. gönüldür, sever de sevmez de. karın, mademki başkasıyla yatmış, heç sesini çıkarmıyacaktın, karın dostuyla bir olunca gelip haber verecektin. biz de gidip basardık onları, olur biter. ne biçim yeşil yakalı vatandaştır o, dağları hesap etmemiş, candarma gelinceye dek, günler, haftalar, aylar geçer, heç bilememiş. bunlar ne demeye getirmişler işi bedraney, anlamışam ben?"

naif sustu. yerinden kalktı. çengelin takılı olduğu merteğin altına gelip durdu.

"kalın urganımız var mı?" diye sordu.

bedrana da kalktı. kocasının yanına ulaşamadan bir titreme sardı bedenini. yalandan da olsa asılmaktan korkmuştu.

"var" dedi, lif lif olmuş bir sesle. "eşeğimize geçen güz almıştın ya bolcana."

"getir" dedi naif. "endeze düzmenin gereği yok gayri. vakit epeyce oldu. yarına hazırlanmalı. küçük kuşlukta asacaksan sen seni. yalandan. şimdi bir sefer sınıyalım hele."

bedrana, ansızın kocasının bacaklarına kapandı. ağlıyordu.

"yalandan da olsa korkmuşam" dedi. "başka bir mümkünü yok mudur? biliysen ki, zorla yapmıştır gevvat. benim hiçbir suçum yok. yedi cihan bunu böyle bilsin."

naif, bacaklarına sarılı kolları çözdü.

"biliyem" dedi. "zorla olmuştur. yoksa o saat kurşunlardım seni. emme haberin olsun, zorla morla baban, kardeşin gene de razı değil yaşamana. birkaç gün önce haber salmışlar. oba homurdanmadaymış. ilk sıra bende olmasa, çoktan ölmüştün. ve de kadoların şahin'i hökümat kanunlarının hışmına uğramasaydı, şimdiye dek ben de seni öldürmüş olacaktım, bal gibi. yeşil yakalı adam, sizin usuller tarihe karıştı demiş. kadoların şahin, kanunlardan hiç haberimiz olmadı, obamızda okuryazar yoktur. yoktur emme bir aracıyla gelip obada tellal bile dolaştırmadınız, yeşil yakalı ağam, demiş."

bedrana sabırsızlandı. yargıcın tutumunda, bir umut ışığı aradı.

"yeşil yakalı ağa, nasıl cevaplamış?" diye sordu.

"'bilmemek özür değil' demiş."

"sonra, ağama kurban?"

"babası hesapladı, ihtiyarlayınca salıvereceklermiş garibi."

"eee?"

"ne esi?"

"heç.. yani.. günah değil mi diyem bana, sana, kardaşıma, babama.. eyisi mi yalandan as beni. yere girsin şeher. kanunları bize göre değilmiş. as emme, yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?"

naif, sözcükleri dışarıya vermedi. uzunca bir süre aklında tuttu.

kurtlar pek yakındaydı şimdi. kapı açılsa, ulumalarıyla birlikte içeriye girivereceklerdi sanki. ve soğuğa güç yetiremiyen tandır, ihtiyarlamaya yüz tutmuş gecenin içinde naif'in ve bedrana'nın gönlünden çoktan silinmişti.

bedrana, bakışlarını kocasının dudaklarından silmeden bir kez daha sordu.

"yalandan olunca, elimize ne geçecek yiğidim?"

"bak bedraney" dedi. "bu çifte bir oyundur. hem yeşil yakalı adamı yaldatacağam hem de aşiretimizin üzerine çöken kara belayı silip süpürecağam. nasıl mı? küçük kuşlukta, sen kendini asmış gibi yapacağsan. ben koşup gelecağam. ve de seni kucaklayıp aşağıya alacağam. sen zaten, yalandan boynuna geçirmiş olacağsan urganı. yerde, usul usul kıpırdayıp sözde yeniden dirileceksen. bunu gören, duyan obalı, yiğit kadınmış, kendini astı emme, hüda rıza göstermedi diyecek. sonunda, atalarımızın koyduğu ölüm fermanı da kendiliğinden bozulacak. yeşil yakalı adama gelince.."

naif sustu. bedrana sabırsızdı ama.

"eee" dedi. "ya yeşil yakalı ağa?"

"onu da anlatıram. sen urganı getir. bir sefer sınıyalım hele."

bedrana duruyordu. nedense çözülmek istemiyordu yerinden. naif, omzuna dokundu yumuşacık.

"yalancak ölmeye bile nazlanisan" dedi. "deveden düşmüşsen, hop hopu arama. alt tarafı yalandan bedraney. di, nazlanma ha.."

"karayazım" dedi bedrana, duyulur duyulmaz bir sesle. sonra gidip urganı getirdi.

naif, her şeyi daha önce planlamış gibi, kaşla göz arası, halkanın alt hizasına ne kadar minder varsa yığdı.

"hadi, bedraney" dedi. "kancaya geçir. önce urganın bir ucunu boynuya göre halkala emme."

bedrana'nın ellerine bir titreme doldu. yüreği parpazlandı. o, bunun bir oyun olduğunu bildiği halde, bedeninin böylesine, süt gibi kesilmesine şaştı kaldı.

"can şirinmiş" dedi. "yalandan da olsa korkmuşam. düğümü sen at. çangala sen geçir."

"olmaz" dedi naif bilmişçesine. "her bir şeyi kendi elinlen ve de gönülden yapmalısan. oyunumuzun hüneri burda."

bedrana, urganı bir ucundan halkaladı güçlükle. sonra başını çengele doğru dikti. bu sıra naif, karısının taze bedeninin orta yerine kollarını dolayıp minderlerin üzerine hoplattı onu. bedrana, gönülsüz kalkan sağ kolunu uzatıp urganın bir ucunu halkaya geçirdi. sonra, yere inmek istedi.

"olmaz" dedi naif. "daha işin bitmedi. urgana düğüm vurmalısan."

naif, bacaklarından kavrayıp yukarıya verdi onu. bedrana bunu da başarmıştı. şimdi odanın ortasına yakın bir yerde, urgan sallanıyordu.

"iyi" dedi bedrana yumuşak bir sesle. "sabah olsun, takaram boynuma. yalandan olduktan sonra.."

naif, engel oldu karısına. şimdi titreme sırası ona sıçramıştı nedense. ama bedrana sezmedi kocasındaki bu değişikliği.

"sabah olanda asılacaktım, hani ya?" dedi bedrana, tekrardan. 

naif, sözcükleri tez tez sıraladı.

"doğru söylisen bedraney" dedi. "doğru söyliysen emme, bir sefer sınıyalım. oyunumuzu pekiştirmek gerek ceylan gözlüm."

gerçekten celanın sürmeli gözlerine benziyordu bu gözler. ve ömrünün yarısına bile bakamamıştı bu kara-ak ışıklar henüz.

bedrana, halkayı çenesinin altına getirdi.

"böyle mi olacaktı ağam?" dedi.

"biraz daha kaydır" dedi naif, çapaklı bir sesle. "boynuna iyice yapışsın. ha şöyle.."

bedrana, halkayı boynuna iyice yerleştirdi. kara gözleri aşağıya dönmüştü. naif'in bakışlarıyla buluştular.

bu sıra kurtlar, ulumalarını uzaklara taşıyorlardı küçücük adımlarıyla. naif de gün, horozların ağzına düşmeden, uzun bir süreden beri kurduğu ve bu gece oluşturduğu işini bitirmek istedi. karısının ayakları altındaki yastıklara bir tekme attı. ardından, bedrana'nın çırpınışlarına dayanamayıp gaz lambasını söndürdü.

* alıntılanan bu öykü kitapta "bedrana" adıyla yer almaktadır.

27.05.2012

yalnız

claude levi-strauss

"bir insan topluluğunu yıkıp geçebilen ve doğasını bütünüyle gerçekleştirmesini engelleyen tek bela ve tek sakatlık, yalnız kalmaktır."

insanlar artık birbirleriyle alışverişleri aracılığıyla kimlik edinememektedir. belki ekonomik yararcılığın hesabına uygundur bu; fakat emek ve yaşam, dağılım ve tüketim biçimi ekonomisinin barındırdığı ve taşıdığı simgesel için, özellikle de kimliklendirme işlevi için aynı durum söz konusu değildir. bunun içindir ki kimlik ihtiyacının bütün ağırlığı, ulusal, etnik, dinsel zeminlere, kısacası alışveriş içine girmeyen her şeye yönelmektedir.

barbar, her şeyden önce barbarlığa inanan insandır.

fransız astronom pierre-simon laplace, kendisine sistemi içinde tanrı'ya nasıl bir yer verdiğini soran napolyon'a şu yanıtı vermiştir: "bu varsayıma ihtiyaç duymuyorum."

25.05.2012

pazartesi

sait faik abasıyanık

bir pazartesi günüydü. günler, şu garip günler! uykumuzun içinde saatleri başlayan günler! uyandığımız zaman üçte birini arkada bırakmışızdır başlayan günün, kaldı mı üçte ikisi.. yap bakalım hesabını! hey gidi pazartesi hey! kaldı 16 saatin. 1 saat kavgaya say, 1 saat konuşmaya, 2 saat yürümeye, yarım saat düşünmeye koy, yemeye içmeye de 1 saat, yarım saat el yıkama, aptes bozmaya, yarım saat olduğun yerde kestirmeye, çeyrek saat bilet almaya, tünele, tramvaya, vapura binmeye.. say sayabildiğin kadar. koy bu 10 saatin içine boşlukları doldur bakalım. sevişmeye koyabiliyor musun 10 dakika?

kimine dar, kimine bolsun pazartesi! pazartesi! sanki pazar bir şeymiş gibi de onun bir de yarını, ertesi günü var.

yine çarşamba, yine perşembe, işte cuma! cumartesi.. hele bu ertesiler yok mu ertesiler? bu ertesiler, o kendilerini bir şey sanan insanlara benzerler. sanki devam ediyorlar. sanki bir bayramı, bir oh deyişi, bir sevişmeyi, bir sulhu, bir özgürlüğü, bir oyunu, bir aşkı, bir kardeşliği, bir dudak dudağa, bir anlaşmayı devam ettiriyorlar; yalancılar! pazartesi! yürü geç git! lalettayin bir mart gününün lalettayin bir pazartesisi! gideceksen git! pencereye üç beş damla insanın içini ürperten buz gibi su, mangallı odanın bir isim yazdığım, bir şekil çizdiğim camına buğudan başka güzel ne getirdin?

24.05.2012

mektup

sait faik abasıyanık


vapurun dümen yerinde çaldığım ıslık
yağmurlu güvertedeki ürküm
sana yaklaşmaya vesiledir
yoksa canım, seni unutmak için değil
senden sonra ancak anlaşılır
insanoğluna öğretilen yalanlar
senden sonra anlaşılır ancak
boşluğu her şeyin
seninle beraberdir dolu kadehler
şaraplar seninle aziz
cigaralar seninle tüter
ocaklar seninle yanar
yemekler seninle yenir

senden bahis açılmadıkça susmak isterim
senden bahis açmaya vesiledir
kınalıada, vapur, deniz, yunus
şimdiye kadar neden gökyüzü değildi
niye böyle oldu
neden kitapları severdim
bu şehirde ikimiz birden nefes alıyoruz
yoksa neye yarardı bu garip şehir
burada senin doğduğun bana malumdur
yoksa sever miydim minareleri
süleymaniye'yi
sen, gavur olduğun halde

23.05.2012

savaş

louis-ferdinand celine

sizlere sesleniyorum, insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, haraca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum; bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir. bu kesin bir işarettir. asla şaşmaz. bu iş şefkatle başlar.

alttakiler ancak, iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler; çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler.

aslında zavallı halka masal anlatmaya ilk başlayanlar filozoflar oldu. oysa halk eskiden dinden başka bir şey bilmezdi. halkı eğitmeye başladıklarını ilan ettiler. ah ah! ne de çok gerçek vardı açığa çıkarılması gereken! hem de ne gerçekler! yorulmak nedir bilmeyen! parıl parıl parıldayan! hepimizin gözlerini kamaştırıyorlardı! "hah, işte bu!" demeye başladı zavallı halk, işte bu! tam da bu! hepimiz bunun uğruna ölelim! halkın tek istediği budur zaten, ölmek! öyledir işte. "yaşasın diderot!" diye böğürdüler, sonra da "yaşa voltaire!" filozof dediğin böyle olur! sonra da yaşasın zaferleri pek de iyi örgütleyen lazare carnot! ve yaşasın herkes! işte, hiç olmazsa zavallı halkı cehalet ve putperestlik içinde gebermeye mahkum etmeyen adam gibi adamlar! onlar ona özgürlüğün yolunu gösteriyorlar! onu kurtarıyorlar! hem de işi uzatmadan!

önce herkes gazete okumayı öğrensin! selamet oradadır! haydi, tanrı aşkına! acele edin! okuma yazma bilmeyen kimse kalmasın! öylesini istemeyiz! ihtiyacımız olan tek şey asker yurttaşlardır! oy veren cinsten! okuyan! ve savaşan! ve uygun adım yürüyen! ve de öpücük yollayan!

zavallı halk işte böyle gaza getirilerek kısa sürede yeterli olgunluğa erişti. eh, oldu olacak kurtulmuş olmanın coşkusu da bir işe yarasın, değil mi? danton'un çenebazlığı boşuna değildi herhalde. ne derece sıkı olduğu hala kulaklarımızda çınlayışından belli bir iki nutuk sallayarak zavallı halkı kaşla göz arasında harekete geçiriverdi! işte ilk kez böyle yola çıktı, kurtulmuşların ilk kendinden geçmiş taburları! dumouriez [charles françois de perrier] denen adamın flandres'ta delik deşik olmaya götürdüğü ilk oy verici ve bayrak aşığı salaklar! dumouriez'in kendisine gelince, daha önce emsali hiç görülmemiş bu idealist oyuna çok geç katıldığı için, sonuçta tercihini paradan yana yaptı, safları terk etmeyi yeğledi. o bizim son paralı askerimizdi. bedava asker, işte asıl yenilik buydu. o kadar yeniydi ki, koca goethe bile, ne kadar goethe olursa olsun, valmy'ye geldiğinde bunları görünce ağzı açık kaldı. eşi benzeri görülmemiş bir vatan kurmacasının savunulması adına prusya kralı tarafından gönüllü olarak kendini delik deşik ettirmeye gelen bu çulsuz ve tutkulu birlikleri görünce, goethe daha öğrenmesi gereken çok şey olduğu hissine kapıldı. "bugünden itibaren" diye haykırdı, dehasının alışkanlıklarına uygun muhteşem bir edayla, "yeni bir çağ başlıyor!" hadi canım sen de!

ardından, bu sistem çok iyi işlediği için, seri halinde kahramanlar üretilmeye başlandı, üstelik, sistem mükemmelleştirildikçe giderek daha da ucuza mal oluyorlardı. herkes halinden pek memnundu. bismarck, iki napolyon, maurice barres, hatta süvari elsa. kısa sürede, reform hareketi tarafından çoktan havası söndürülmüş pörsümüş bir bulut niteliğine bürünüp uzun süredir ruhbanların kumparasına indirgenmiş olan semavi dinin yerini bayrak aşığı din aldı.

eskiden fanatik moda, "yaşasın isa! yakalım şu münafıkları!" diye bağırmaktı; ancak yine de azdı sayısı münafıkların ve yalnızca gönüllülerden oluşuyorlardı. oysa artık vardığımız noktada, "kurşuna dizelim lifsiz teke sakallarını! susuz limonları! masum okurları! sağcılara karşı milyonlar omuz omuza!" çığlıkları insanların azman güruhlar halinde kendilerini bu işe adamalarına yol açabiliyor. yakalayın o kimseyi öldürmek istemeyen, kimseyle hesaplaşmak istemeyen insanları, leş kokulu barışçıları, kazığa oturtun! eşek cennetine gönderin onları, her biri birbirinden daha kesin on üç değişik biçimde! onlara adam gibi davranmak neymiş diye öğretmek için önce bağırsaklarını deşip atın bedenlerinden, sonra gözlerini oyun, onları vıcık vıcık pislik yaşamlarının geri kalan yıllarından mahrum bırakın! topunu, topunu gebertin, kağıttan şablon çıkarır gibi kesip biçin, kanlarını akıtın, asitte yakın; böylece de vatan daha çok sevilsin, daha mutlu, daha sevecen olsun!

ve eğer bunların arasından bu yüce şeyleri anlamamakta direnen adiler çıkarsa da derhal gidip kendilerini ötekilerin yanına gömsünler; ama tam da aynı yere değil aslında, mezarın en ücra köşesine, ülküsüz korkaklar şeklinde aşağılık bir ibare taşıyan bir mezar taşı yazısının altına giriversinler; çünkü bu kepazeler, belediye tarafından ihaleye çağrılıp doğru dürüst ölüler için mezarlığın anayolunda dikilmiş özel anıtın gölgesinden faydalanma şerefine nail olma hakkını yitirmişlerdir; onlar aynı zamanda, önümüzdeki pazar günü yine valiye çiş yapmaya gelip öğle yemeğinden sonra da mezar başında nutuk atacak olan bakan'ın sesinin en ufak yankısını bile işitme ayrıcalığına sahip olma hakkını yitirmişlerdir.

22.05.2012

bedel

murathan mungan

bir sinema yıldızı fiziğine sahip olanlar, entelektüel alanlarda varlık göstermeye çalıştıklarında, cezalandırılmaya hazır olmalıdırlar.

anne, bütün kötülüklerin anasıdır.

böyle doktorlar vardır: revir gezerken hastalarına "bugün nasılız bakalım?" diye sorarlar. neden biz? neden birinci çoğul şahıs? hasta olan benim, doktor olan sensin. niye ikimiz birden hasta ya da iyi oluyoruz ki? bu sahte hayat bağları niye?

adını yaşamak koymuşuz ya, kulak asma. bizimkisi ayak sürümek dünya toprağında.

belki de bazı soruların yanıtı yoktur ve ağırlıklarını yalnızca soru olmalarından alırlar.

dinlemeyi öğrenmezsen hiçbir şey öğrenemezsin.

unutmayın, hayat derslerinin çoğu boş geçer. günler her şeyi solgunlaştırır. acılar diner, anı olurlar bir gün.

insanların büyük çoğunluğu kendindeki kötülüğe kördür.

her insan, kendi olması karşılığında topluma bir bedel öder. bu bedel çoğu kez yalnızlıktır.

herkesin namusu yakalanana kadardır.

eskiden insanlar banka soymak için yüzlerine bir mendil takar, ellerine bir silah alır, banka kapısına dayanırlardı; şimdi banka soymak için banka kurmak yetiyor.

yedinci gün

ihsan oktay anar

allahü teala'nın adem ile havva'yı cennetten kovmasının neticeleri pek iyi olmamıştı. çünkü ademoğullarından bazıları dünyayı cennet bellemiş ve zorbalığa meyletmişlerdi. işte zevatın başında şöhretli kral sargon geliyordu. bin bir zahmetle ekip biçip süt sağmadan bu adam, beleşten geçinmenin ve ondan bundan zorbalıkla avanta koparmanın bir yolunu bulmuştu. çünkü adamın ceddi serseriydi. önce üç beş kişiyle çiftlik basıp hayvanları afiyetle yer, o devirlerde nam ve şöhret ancak zulümle yayıldığından, hatta hem zalim hem mazlum tayfasınca aynı görüldüğünden çiftçileri öldürür, sadece birini sağ bırakarak onun, zorbalıktan ibaret efsanelerini civardaki ahaliye anlatmasını sağlar, bu çiftçi de zaten olan bitenleri bire bin katıp anlattığı için adamın şöhreti çarçabuk bütün havaliye yayılırdı.

aslında kral sargon, ziraatçılardan çok şey öğrenmişti. çiftçilerin hayvanları evcilleştirdiği gibi o da çiftçileri evcilleştirdi: artık ineğin kanı değil, sütü içilecekti. böylece ceddi vaktiyle serseri iken o, krallığını genişletti. sarayında bir eli yağda bir eli baldaydı. ayrıca çoluğu çocuğu torunu tosununun istikballeri, bu krallık sayesinde teminat altındaydı. ama allah'ın sopası yok, krallığı o vefat ettikten çok sonra yıkılıverdi. işte bu yüzden, dünya hayatından ne kadar kam alıyorlarsa vefat da onlar için büyük bir korku kaynağıydı.

sargon gibi diğer bir zorbanın, ramses'in de vefat etmekten ödü patlar, bu yüzden sadece askerlerden değil, hekimlerden oluşan bir ordu da beslerdi. ama adam bu yüzden aklını oynatmıştı! bu firavun ilahlığını ilan etti ve tebaasını ölümsüz olduğuna itikat ettirdi. ancak kendisi, iman zayıflığından olsa gerek, ölümsüz bir ilah olduğuna pek o kadar inanmıyordu. bu sebeple akrabalarından, helal süt emmiş, itimat ettiği şahıslara, eğer günün birinde emri hak vaki olursa hekimler ordusunu seferber edip onların, bedenindeki ölüm denilen hastalığı iyileştirmelerini sağlamalarını, hekimler bunu başaramazlarsa onların tek tek öldürülmelerini vasiyet etmişti.

ama hekimler anasının gözüydü ve merhum firavunun akrabalarına, ölüm denilen hastalık için gereken ilaçları verdiklerini ama ilaçların tesirinin asırlar sonra görüleceğini yemin billah ede ede anlatmışlardı. böylece bir mimarlar ordusu seferber edilerek ramses'in bedeninin asırlarca muhafaza edileceği bir piramit inşa edildi. firavunları birer müşteri olarak kabul eden mumyacı hekimler ve piramit mimarlarının başı çektiği bir ahiret sanayii ortaya çıktı. önce bir talep patlaması olmuştu. ama ilmin sırlarının saklanmayıp ona buna öğretilmesiyle arz arttı ve nihayet sıradan bir köylü bile, kendini karınca kararınca mumyalatabiliyor ve mütevazı piramidine defnedilebiliyordu.

gerçi ramses kendine piramit yaptırmıştı ama, bunda kibir mibir yoktu. bu sadece sağlık sıhhat nedeniyleydi ve zavallı, ahirette selamette kalmak azmindeydi. gerçi adam ilahlığını da ilan etmişti. ama o devirdeki ilahların hemen hepsi alçakgönüllüydü ve hiçbiri "dünyayı ben yarattım!" demiyordu. ama tüccarlar yok mu! hani şu yunanlı tüccarlar! işte bu hergele takımı ne sargon'a ne de ramses'e benzerdi. para hırsları, attıkları kazıklar ve hesapları sayesinde zamanla öyle zengin oldular ki, sikkeleri kadar akılları da som ve saf oldu. işte bu akılla felsefe denilen faaliyetin mucidi oldular. eflatun nam bir feylesof, "bu dünya, fikirler aleminin bir taklididir" dediğinde, fars kralı dara, "nah! asıl fikirler, bu dünyanın bir taklididir" demişti.

yunan milletinin bir kralı bile yoktu ve bu cibilliyetsizler, menfaatlerini kollamak için reislerini rey ile seçerlerdi. zaten reislik onlar tarafından zul ve zahmet addedildiğinden, devlet meseleleriyle uğraşmayana ceza kesilirdi. bu yüzden dara, ordusunu toplayıp öfkeden ağzından köpükler saça saça yunanistan üzerine yürüdü ve taş üstünde taş bırakmadı. ama daha sonra zuhur edecek filip nam bir kral vardı ki bu diğer yunanlılara pek benzemiyordu. bu adamın parada pulda gözü yoktu. anlaşılan o ki, oğlu iskender de kendisi gibi olsun, fetihlerle krallığını genişletsin isterdi. hatta oğlunun istikbali için onun tahsilini de düşünüp aristo nam bir feylesofu iskender'e hoca tuttu. işte bu oğlan daha sonra muhteşem iskender namıyla ordusunu fars diyarına sürecek, bu diyar ahalisinin canına yasin okuyup fars krallığı'nın çırasını yakacaktı. hocası aristo ona, insanoğlu denilen çiğ süt emmiş yaratığın "düşünen hayvan" olduğunu anlatmıştı.

bu sıralarda bir hayvan, bir kurt, romus ve romulus nam rum ikizini emzirmekteydi ki, bunlardan ikincisinin zürriyeti dünyanın anasını ağlatacaktı. roma'yı da zaten ikincisi kurdu. bu şehirde "aman kimse kral olmasın da hürriyetimizi kaybetmeyelim!" diye, "senato" adı altında bir moruklar meclisi bile vardı. gayet haklı olarak o kadar ödlek, o kadar tabansızlardı ki, kendi askerlerinden bile ödleri kopardı. çünkü allah korusun, ordunun paşası şeytana uyar da elindeki askeri kuvvetle roma'yı işgal ederse al sana bir zorba! bu yüzden kendi ordularının roma'ya girmesini yasaklamışlardı. ama günün birinde sezar nam bir paşa, ordusuyla alkışlar arasında roma'ya girdi. herkes onun iktidarı alıp ona buna çatarak zorbalık yapmak istediğini zannetmişti. ama onun amacı iktidarı değil, çocukluğundan kalma gülgoncası'nı almaktı. fakat nerede ve kimde olduğunu bilmiyordu. asker olmasına rağmen sormaya da cesareti yoktu; sadece senatoda moruklar onu bıçaklarken evlatlığı brütüs'e "sende mi brütüs?" diye sorabilmişti.

sezar'ı öldürdükten ve gömdükten sonra harpler ve fetihler devam etti. cümle alem rum mezalimi altında inim inim inliyordu. anlaşılan bu dünya cennet falan değil, cehennemin ta kendisiydi. cennet olmasaydı onu icat etmek gerekecekti. nitekim biri etti ve onu da çarmıha gerdiler. fakat hatırası unutulmayacaktı. o, büyük bir krallığı müjdeliyordu. işte bu kralın tebaası, ölümden sonra cennette yaşayacaktı. işin tuhaf yanı, dünyada kim en çok çile çekerse bu kralın gözdesi olacaktı. rum zulmü, bu dinden olanlar için biçilmiş kaftandı. ancak konstantin nam bir kral, zahmetli bir harbi, rüyasında haç gördüğü için kazandığını zannetti ve bu dini rum diyarının resmi dini ilan etti. fakat fetihlerle akan zenginliğin getirdiği rehavet bir yandan, tokat şakladıktan sonra diğer yanağı çevirme düsturu diğer yandan, rumlar zayıflamıştı. nihayet alarik nam bir barbar roma'yı yağma etti ve odavakar adlı bir diğer barbar da, artık rum kralının bizzat kendisi olduğunu cümle aleme duyurdu.

roma'da rumlardan iz eser kalmamıştı ama bir tek şey dışında: papa! işte bu şahıs rahiplerini saf ve vahşi barbarların arasına saldı. papa'nın adamlarının anlattığı doğruysa barbarları büyük bir tehlike bekliyordu. barbar sormuştu: "nerede bu tehlikeli şey? göster de mahvedeyim onu!" bu sırada kanlı baltasını kaldırmıştı. papa'nın adamı, "işte! tam arkanda!" deyince, barbar arkasını dönmüş ama kimseyi görememişti. bunun üzerine papa'nın adamı olan rahip, "nereye dönersen dön, o her zaman arkandadır. o seni yaratan ilahtır ve şu anda canını almaya hazır! diz çök! af dile! vaftiz ol!" demişti. böylece barbarlar, papa'nın sözünü ettiği varlıktan korkmakta bir sakınca görmediler. varsın böyle bir ilah olsundu. zararı yoktu. böylece barbarlardan ezkaza kral olanların kafalarına, bizzat papa tarafından taç yerleştirildi. ayrıca sevap kazanmak için papa, bu cahillere az buçuk ilim irfan bile öğretti. ama yine de pek vahşiydiler. hele içlerinde bir piç vardı ki, vilyam adını taşıyordu. piç diye alay edilen bu adam, sonunda bismillah deyip ordusuyla britanya'yı fethetti. fespinister kilisesi'nde ingiltere tacını giyip derhal fatih vilyam diye anılmaya başladı.

vilyam'ın zürriyetinden rişar, kahramanlığıyla nam salmıştı. papa ona ve sair krallara, ilahlarının çarmıha gerildiği mukaddes toprakları fethetmeleri için fitil verince, binlerce serseri ve zorba yola revan olmuş; ama papa'nın bu şekilde kıl atmasının neticesi hüsranla sonuçlanmıştı. arslan yürekli rişar gurbetten memleketine dönemeden vefat etti. o cesur biriydi. fakat işe bak ki, ondan sonraki con, epey tıynetsiz çıkmıştı. milletine laf lakırdı dinletemedi. tebaası büyük bir kartona arzuhal yazıp adamcağızın önüne koydu. kral da bu büyük karton'a mührünü basmaya mecbur oldu. papa'nın pompaladığı harp, yine tüccarların işine yaramış, bu taife ziyadesiyle zengin olmuştu. ama bu, birçok kişinin işine geldi.

gel gör ki elalem dünya kadar para kazandıkça adamın birinin ağzının suyu akıyordu. bu zat, para ve sabit bir gelir peşindeydi. az buçuk bilgisi ve yarım aklıyla kraliçe izabella'nın huzuruna çıkan bu adam allem etti kallem etti ve kadıncağızı, kendisine üç sefine vermeye ikna etmeyi başardı. kolomb nam bu zat, sefinelerle hindistan'a varacak ve oranın valisi olacaktı. derken uçsuz bucaksız deryaya yelken açtı ve hakikaten de haftalar sonra karaya vasıl oldu. işte bu yepyeni dünya, altun ve gümüş kaynağıydı.

çok geçmeden sefineler, yüzlerce ton altun ve gümüşü limanlara taşıyorlardı. ama bu madenler ne yenilir ne de içilirdi. bu işler, zevk ü sefa içinde yaşayan krallara ve kişizadelere bırakılmayacak kadar nazikti. böylece hindistan'a ticaret yapacak şirketler kurulmaya başlandı. şark sultanlarının zenginlikleri harplerde kazanılan altun, gümüş, zümrüt, elmas gibi abuk sabuk şeylerden gelirken, hindistan kumpanyası'nın zenginliği pamuk, tütün, baharat, ipek gibi daha mütevazı mallardan oluşuyordu.

para oluk gibi akmakta, hemen herkes zengin olmaktaydı. papa bile endüljansla ihtiyacı olan günahkarlara cennetten parsel parsel arsa satmıştı. ama papazın biri bu koftiyi yutmamış ve papa'nın gazabını celp edecek şekilde, bir beyanname karalayıp bunu mabedinin kapısına çivilemişti. bu yetmiyormuş gibi bir de, ilahlarının sözlerini, kulağı olan işitsin, okuması olan söksün diye kendi lisanına tercüme ederek fitne çıkarmıştı. daha da kötüsü, papa'nın alimleri latince okurlarken, zamane alimler kitapları fırlatıp atmış, rasathanelere, tabiplerin teşrih odalarına ve laboratuvarlara girmeye başlamışlardı. artık kitaplar değil, tabiatın kendisi okunuyordu. bu da elbette küfürdü.

bütün bunlar yetmiyormuş gibi ingiltere kralı, karısını boşamak için kız tarafını tutan papa'yı yok bile saymıştı. ama bu adamın ülkesinden daha sonra, kendi dini hürriyetleri için bir grup hacı, mayısçiçeği adını taşıyan bir sefineyle yeni dünya'ya göç edip orada kendilerine, itikatlarına yaraşır bir hayat kuracaktı. zamanla bu kıtaya daha da fazla muhacir geldi. bunlar rum lisanındaki tabirle birer "kolonus" yani birer çiftçiydiler. yaşadıkları yere de koloni deniyordu.

bu çiftçiler aralarından azalar seçip onları meclise yolluyor; ama mecliste daima, ingiltere kralının valisi söz sahibi oluyordu. üstelik bu adamlar ingiltere'ye dünyanın vergisini veriyorlardı. nihayet vergiler bellerini büktü. şimdi ve burada seçme ve seçilme hakları olduğu halde dağa çıkanlardan farklı olarak bu çiftçilerin, ingiltere meclisinde kendilerini temsil etme hakları yoktu. buna tahammül edemeyip isyan ederek bir bağımsızlık beyannamesi kaleme aldılar. fransa kralı lui'den de yardım görüp galip geldiler.

ama fransa kralı hem bu harp hem de zevcesi mari antuanet'in müsrifliğiyle milletini fakir düşürmüştü. zaten ekmek derdinde olan insanları "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" sözü galeyana getirmişti. baldırı çıplaklar böylece bastil denilen kaleye yürüdüler ve burayı zapt ettiler. derken bu namussuzlar, kendi krallarının kafasını kesti. demek ki kralların da kafaları kesilebiliyordu. haydi bu bir derece haklı görülebilirdi. ama "ihtilalin alimlere ihtiyacı yok!" dedikten sonra tabiat aliminin kellesini uçuran donsuz serseriye ne demeliydi? derken ortalıkta kan gövdeyi götürmeye başladı. baldırı çıplak ahali birbirlerine, krallarının onlara yaptığından çok daha fazla zulmettiler. çünkü mağlupken mazlum, galipken zalimdiler.

kralın kafasının koparılmasının ardından, ortalıkta sargon'dan ve hatta firavun'dan bile daha zalim bir canavar peyda oluverdi. bu canavar, leviathan, halk yığınlarının ta kendisiydi. asırlardır kendilerinden emilen kanı, bir anda iştahla ondan bundan, hatta birbirlerinden emmek istiyorlardı. ardından napolyon nam bodur bir topçu bu keşmekeşe son verdi. canavarlarını kavmiyetçilikle ta rusya'ya sürüp telef etti. kleopatra'nın burnu iki santim kısa, topçunun da boyu on santim uzun olsaydı tarihin akışı değişirdi.

derken iştirakiler payitahtta barikatlar kurdular. kendilerinin köle olduklarını da söylüyorlardı. oysa cemahir-i müttehide'deki köleliğe son vermek için çıkan dahili harpte ölen beyazların sayısı neredeyse orada bulunan zenci kölelerin sayısına eşitti. öte yandan karl nam bir germen, "kral değil köleyim" diye bağırıp haysiyet kazanan amelelere dünya cenneti vaat edince çılgına döndüler. bu germen, onlara imalattan gelen kudretlerini kullanmalarını tembih ediyordu. oysa kitleler üretimden çok yıkıma yarıyordu. şehirlerin sokaklarına barikatlar kurup iştiraki bir hayat için muharebe ettiler. medeniyet adına ne varsa, silmesinin bizzat kendilerinin mamulü olduğunu, dolayısıyla başka hiçbir şahsın bu kalemler üzerinde hak iddia edemeyeceğini söylüyorlardı.

evet! kitleler baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silahtı. onları artık krallar değil, halk avcıları kullanabilirdi. çünkü kitleler dalkavukları severlerdi. tek iken sefil, zavallı ve haksız, bir araya geldiklerinde ise şerefli, kuvvetli ve haklı oluyorlardı. bu, on pezevengin bir araya gelince bir aziz etmeleri kadar akla havsalaya sığmaz bir şeydi. derken büyük harp çıktı da biraz susar gibi oldular. yine ölen de öldüren de onlardı. ama şimalde bir memlekette çar'ın da çariçe'nin de çocuklarının da çırasını yaktılar. ardından kıtlıktan milyonlarca insanın vefatına yol açtılar. şahlanan bu canavarı dizginlemenin bir yolu olmalıydı. işte vaktiyle onlara ölümden sonra da olsa bir cennet vaat eden ilahlarının gerildiği haç, kırıldı ve bu kez gamalı olarak onları tekrar şahlandırdı. "hayl hitler!" diye bağırıyorlardı. sene 1934 idi.

21.05.2012

the sopranos

bildiğimizi yeniden yaşama ihtiyacı duyarız. kötü olsa da.

her istediğini almak çocukluktur, yetişkinlik değil.

insanlara tavsiyelerde bulunmak çok kolay. "boş ver, hayatına devam et" vesaire. ben böyle söylemeyeceğim. acı çekmek bir süreçtir. bazen cesaretin değeri yoktur.

iyi bir eşin varsa milyonersin demektir.

neyin neden öyle olduğu bizler için büyük bir gizemdir.

zaman her derde devadır.

sevdiğin bir köpek kuduz olursa acısına son verirsin.

"hiçbir iyilik cezasız kalmaz."

joe e. lewis: bir yere dayanmadan uzanabiliyorsanız sarhoş değilsinizdir.

belli bir yaştan sonra her sabah uyanmak yeterince sürprizdir.

depresyon öfkenin içe dönmüş halidir.

her şeyin kendi momentumu vardır. kararsız kalarak kaybettiklerin, yanlış kararla kaybettiklerinden çok olur.

''intikam duygusu en iyi soğuk servis edilir.''

sıcak bir duş her şeyi yoluna koyar.

kurtuluş sadece ölümden sonra cehennemden kurtulmak değildir. aynı zamanda yaşarken kendinden kurtulabilmektir.

bir şişe kan, bir varil altından daha pahalıdır.

"bazen kendimize acıdığımız olur ama biliriz ki, büyük bir rüzgar taşır bizi." (kızılderili sözü)

insanlar artık o kadar çok bilgiyle donatılıyorlar, her tarzdan o kadar çok şey görüyorlar ki, doğal olarak, gerçek yetişkinlik biraz gecikiyor. sosyologlar şu an 26 yaşında olmanın eskiden 21 yaşında olmayla eşdeğer olduğunu söylüyor.

inan bana, ölüm yatağında kimse daha fazla "iş" yapmış olmayı istemezdi.

"hatırlıyor musun?" muhabbeti en yavan sohbet şeklidir.

dünya, kederden geçilmeyen berbat bir yer. bu hayattaki adamların çoğunda onur denen şey yok. düşmanlarını bırak, dostlarına bile güvenemiyorsun. bütün toplum berbat durumda. yarısı uyuşturucu bağımlısı, kalan yarısı da psikopat. ciğeri beş para etmez insanlarla dolu bir dünya.

20.05.2012

ay sarayı

paul auster

jules verne: hiçbir şey bir amerikalıyı şaşırtmaz.

ilk: insanların ay'a ilk ayak bastığı yazdı.

ad, en kolay saldırılacak şeydir.

herkes kendi yaşamının yazarıdır. senin yazdığın kitap henüz bitmedi. onun için, müsvedde sayılır.

bu adların tanınmamış olması bile, ölümsüz olmaları için yeterli.

beyin, maddenin üstesinden gelemez; çünkü beyinden kaldıramayacağı kadar çok şey talep edilmeye başlandı mı, beynin kendisi de madde olur.

insanlar, inanmaları istenilen şeylere inanırlar.

kendime acıma duygusu aşırılıklara neden oluyordu ve dürtülerime boyun eğdiğim için de kendimden iğreniyordum.

ama benim işim var. herkes gibi sabahları kalkıyorum ve bir gün daha yaşamanın yolunu arıyorum. hem de "full time" bir iş bu. ne kahve molası var, ne hafta sonu, ne ikramiyesi, ne yıllık izni. gerçi yakınmıyorum; ama ücreti az.

beni sevenler olduğunu öğrendim. öylesine sevilmek her şeyi değiştiriyor. uçurumdan düşmenin dehşetini azaltmıyor; ama o dehşete yepyeni bir anlam boyutu getiriyor. uçurumdan atlamıştım ve son anda bir şey uzandı, beni havada yakaladı. o bir şeyin adına sevgi diyorum. insanı düşmekten alıkoyacak tek şey, yerçekimi yasalarını yok edecek kadar güçlü tek şey sevgidir.

hiçbir şey yapmadım, şimdi bu hiçliğin içinde yaşamam gerek.

başının üstünde bir dam olmadan yaşanabileceğini, ama iç ile dış arasında denge kurmaksızın yaşanamayacağını keşfettim.

yaşamını rüzgarın esintisine bıraktığın zaman, daha önce hiç bilmediğin, başka koşullarda öğrenilemeyecek şeyleri keşfediyorsun. açlıktan yarı ölü gibiydim; ama ne zaman iyi bir şey olsa, bunu şansa yormuyor, belirli bir düşünce tarzına bağlıyordum. istek ile kayıtsızlık arasında bir denge kurabilirsem, dünyanın şu ya da bu biçimde bunun karşılığını vereceğini hissediyordum.

zamanla, iyi şeylerin, ancak onları fazlasıyla istemekten vazgeçtiğimde olduğunu, gerçekleştiğini fark ettim. bu doğruysa, tersi de doğru demekti: yani bir şeyi çok fazla istemek, onun olmasını engelleyecekti. bu, teorimin mantıki sonucuydu. dünyayı kendime çekebileceğimi kanıtlamışsam, dünyayı kendimden uzaklaştırmam da doğaldı. bir başka deyişle, istediklerini, ancak onları istemeyerek elde edebiliyordun. bu hiç akla yakın gelmiyordu; ama fikrimin mantıksızlığı onu çekici kılıyordu.

ne zaman bir fincan kahve içmek için kafeteryaya gitsem, avuç dolusu kürdan alıyordum. bunlar, öğün aralarında ağzıma atıp çiğneyeceğim bir avuntu oluyor, dahası bana kendine yeten, dingin, serinkanlı bir hava veriyordu.

ben, sistemin başarısızlığının canlı kanıtı; bolluk ülkesinin oburluktan çatlayışının somut örneğiydim.

sesim, "korkma" diyordu. "insan yalnızca bir kez ölür. bu komedi yakında sona erecek ve onu bir daha yaşamak zorunda kalmayacaksın."

ilk söylediğinde de duydum. yinelemek, ne demek istediğini anlatmaya yetmiyor.

o kadar kansız cansızdım ki, doktor kolumda tek bir damar bile bulamadı. iki üç kez iğneyi sapladı, tenimi yırttı; ama tüpe kan akmadı.

yaşamımızı bir yığın rastlantı belirliyor ve biz dengemizi koruyabilmek için her gün bu şoklar ve rastlantılarla mücadele etmek zorundayız. iki yıl önce kişisel ve felsefi nedenlerle, bu mücadeleyi bırakmaya karar verdim. kendimi öldürmek istediğim için değil -böyle düşünmenizi istemem- kendimi dünyanın karmaşasına, olayların gelişine kapıp koyverirsem, sonunda belki dünya gizli bir uyumun yolunu gösterir, kendimi aşmama yardımcı olacak bir örnek, bir kalıp gösterir diye düşündüm. her şeyi olduğu gibi kabul edecek, evrenin akışına kendimi koyverecektim. bunu pek becerdiğimi söyleyemem. daha doğrusu, hiç beceremedim. ama başarısızlık, girişimin içtenliğini yok etmez. ölüme yaklaştımsa da, eskisinden daha iyi bir insan olduğuma inanıyorum.

iç duvarların yıkılması, yalnızlığın tam yüreğindeki bir deprem..

nikola tesla: güneş geçmiş, dünya bugün, ay gelecektir.

rastlantı diye bir şey yoktur. bunu yalnız cahiller söyler. ister canlı, ister cansız, dünyadaki her şey elektrikten yapılmıştır. düşünceler bile elektrik yükü yayar. bu elektrik yükü yeterince güçlüyse, insanın düşüncesi çevresindeki dünyayı değiştirebilir. bunu hiç unutma oğlum.

edison, değişken akımın tehlikesini kanıtlamak için elektrikli sandalyeyi icat etti, sonra da bunu sing sing hapishanesi'ne sattı. onlar da hala kullanıyorlar. harika, değil mi?

her şeye hazırlıklı olmazsan, hiçbir şeye hazırlıklı değilsin demektir.

sen bir düşseversin evlat! aklın ayda, görünüşe bakılırsa da hiçbir zaman oradan inmeyeceğe benzer. hırsın yok, parayı umursamıyorsun, felsefi yanının ağır basması yüzünden sanatçı da olamazsın. ne yapacağım seninle ben?

kurulamamış ilişkiler, yanlış zamanlamalar, karanlıkta el yordamıyla araştırmalar bu sonucu hazırlamıştı. hep yanlış zamanlarda doğru yerde, doğru zamanlarda yanlış yerlerdeydik. hep kıl payı kaçırmıştık birbirimizi.

her ölüm farklıdır, eşi yoktur.

evrendeki tüm nesnelerin içinde, dünyadan ufağı yoktur.

sohbet

maurice blanchot

bende birisi kendisi ile sohbet ediyor.

seni duymamı istiyorsan konuşmayı bırak.

gecenin düşünceleri, hep daha parlak, daha anonim, daha acı verici. sürekli sonu gelmeyen acı ve neşe ve aynı zamanda huzur.

öyle bir şey yap ki seninle konuşabileyim.

şehrin baskısı, her yönden. evler, içlerinde yaşamak için değil de sokaklar olsun diye, sokaklar da şehrin hiç bitmeyen hareketliliği olsun diye var.

beklemeyi bilmek iyi bir duvara özgüdür.

gizem hiçtir hatta hiç, gizemli olduğunda bile. dikkat nesnesi olamaz. dikkat, eşit ve kendisine mükemmel denklik olarak her türlü merkezin yokluğu olduğunda, gizem dikkatin merkezidir.

dikkat başıboştur ve ikamet edilmeyendir. boş, boşluğun berraklığıdır.

gizemli, örtüsünü kaldırmadan kendisini gözler önüne serendir.

19.05.2012

din

pascal

kesin bildiğimiz şeyler haricinde hiçbir eylemde bulunmamamız gerekseydi, din için hiçbir şey yapmamamız gerekirdi; çünkü din kesin değildir. fakat kesinlik içermeyen ne çok fiile girişiyoruz: deniz yolculukları, muharebeler.. şu halde hiçbir şey yapmamamız gerekirdi; çünkü hiçbir şey kesin değildir ve üstelik dinde, yarına çıkacak olmaktan daha büyük bir kesinlik vardır.

nitekim yarına çıkacağımız kesin değildir; fakat çıkmayabileceğimiz kesindir. bunu din için de söyleyemeyiz. dinin hak olduğu kesin değildir; ama hak olmadığının kesin olduğunu söylemeye kim cüret edebilir?

yarın için çalışırken, kesin olmayan şeyler için çabalarken akla uygun davranmış oluruz; çünkü göstermiş olduğumuz olasılık kuralına göre, kesin olmayan şeyler için çalışmamız gerekir.