8.03.2012

bin hüzünlü haz

hasan ali toptaş

"hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlat; sormazsan biliyorum."
(haraptarlı nafi)

bazen en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor. uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyorum bunu. kimi zaman, şöyle adamakıllı kirlenip de kim olduğumu anlayayım diye kendimi pervasızca şu şehrin alkol kokulu karanlığına vuruyor, hangi köşede bir üçkağıtçı bulur, hangi sokakta bir serseri görür ya da nerede bir ayyaşa rastlarsam hemen arkadaş oluyor, sonra onlarla birlikte hayatın el değmemiş noktalarına doğru yürüyüp kimilerinin çirkinlik adını verdiği birtakım şeylerin içinde yüzüyor, renk renk ışıklarla süslü çamur deryalarına batıp çıkıyor, postu batakhanelerin başköşesine serip yıllarca kalıyor ve bütün bunlar olup biterken, dünyada insanoğlunun işleyebileceği ne kadar suç varsa hepsini kocaman bir mıknatıs gibi varlığımda toplamak istiyorum ama, bunu bir türlü başaramıyorum. bin bir hevesle peşlerine takıldığım tilki suratlı üçkağıtçılar, pörtlek yüzlü ayyaşlar ya da kararsız bir rüzgar gibi beni oradan oraya sürükleyen düşük çeneli serseriler, herhangi bir suçun eşiğine yaklaştığımız sırada birdenbire meleğe dönüşüyorlar çünkü. ardından da, varlığımı etkileyen o karanlık varlıklarıyla, suça susamış ruhumun çevresinde şarap kızılı gözlerden, pelte gibi titreyip duran suratlardan, birbirine karışan el kol hareketlerinden ve her biri bir cümle ağırlığındaki kelimelerden, aşılması güç mü güç bir barikat oluşturuyorlar. onların meleğe dönüşmüşlüğünü geçip de ben işte o zaman suça ulaşamıyorum bir türlü. üstelik, bir yandan suça ulaşamamış eksik bir ruhun ağırlığı altında sefil bir fare gibi ezilirken, bir yandan da hiç görmediğim melek kanatlarının hışırtıları arasında gitgide boğuluyormuşum hissine kapılıp fena halde telaşlanıyorum. içimin bir köşesinden diğer köşesine, çılgınlar gibi palas pandıras koşuyorum söz gelimi, uçuyorum kendimle karşılaşıp kendime tutunabilir miyim diye, savruluyorum un ufak, sürünüyorum, canımı dişime takıp kalkıyorum ve yeniden, yeniden, yeniden yıkılıyorum. her defasında, yıkılırken çocuk oluyorum sanki; minicik ellerimi yere basıp kalkarken de, inanılmaz bir şekilde, çarçabuk büyüyorum. sonra, elimi yüzümü çizip geçen kırmızı şişe parıltılarına tutunup hırsla ileriye, meleklerin konuşmaları arasından gözüken suçların cazibesine doğru atılıyorum ama, ellerim gene boş kalıyor. çalmak istediğim eşyaların yüzünde gezinen sessiz ve anlaşılmaz bir güç, ellerimi hiç hissettirmeden tutup nazikçe geri itiyor sanki; günlerce oturup öldürmeyi düşündüğüm insanlar, akla hayale gelmedik bir nedenle tuhaf bir şekilde ölümsüzleşiyor; ıssız sokak köşelerinde çektiğim bıçaklar havada kana susamış metal bir dil gibi pırıl pırıl yanıp sönerken birdenbire kayboluyor ya da milimetrik hesaplarla özene bezene doğrulttuğum namlular hedefe doğru peş peşe, hedefin canlılığını artıran derin bir sessizlik kusuyor da, ben neye uğradığımı şaşırıyorum. herkesin gırtlağına kadar suça gömüldüğü ve orta yere fırlayan bazı çığırtkanların da, yeni bir şey keşfetmişçesine işaret parmaklarını zamanın burnuna dayayıp "suç çağı, suç çağı!" diye haykırıp durdukları bir dünyada bütün bunlar olağanmış gibi, çevremde cirit atan melekler de benim şaşırmışlığıma şaşırıyorlar o sırada.