29.04.2011

uzun lafın kısası

herodotos: en değerli şey, zeki ve güvenilir bir dosttur.

adam fawer: bazen insan istatistiklerin canı cehenneme demeli ve içinden geleni yapmalı.

catherine clement: hiçbir hac yolculuğu masum değildir. 

franz kafka: sorgu yargıcına uzaktan bir kadın göster; kadını kaçırmamak için kürsüyü ve sanığı çiğneyip koşar.

jose ortega y gasset: sürekli bir göç durumu içinde olmak, sevgi içinde olmak demektir.

charles bukowski: birkaç yıl önce dinle ilişkimi kesmiştim. gerçek olduğunu varsayarsak insanları aptallaştırıyor veya aptalları çekiyordu. gerçek değilse, aptallar daha da aptaldılar.

montaigne: hiçbir kazanç başkasına zarar vermeden sağlanamaz.

ece temelkuran: bir yolculuk eğer gerçekten bir yolculuk ise yolcunun sorduğu sorulara cevap vermez. iyi bir yolculuk, yolcunun sorularını değiştirir.

peter ackroyd: mutlulukla başlarız gençlikte; sonumuz delilikle yoksulluktur.

hermann hesse: sevgi avuç avuç dilenilebilir, para pulla satın alınabilir, armağan olarak sunulabilir sana, sokakta bulunabilir; ama haydutlukla ele geçirilemez.

turgenyev: acı çekerek eğitim görmeyen insan, her zaman çocuk olarak kalır.

arturo perez-reverte: ülkesini satan bir fanatik olmayı, hayatımı "yaşasın zincirler!" diye bağırarak geçirmeye tercih ederim.

24.04.2011

benerci kendini niçin öldürdü?

nazım hikmet


ben ne köprü altında yatan
ne de atlas yakalı sarhoş sofralarında
saz çalıp arabistan fıstığı satanların şairiyim
topraktan, ateşten ve demirden
hayatı yaratanların şairiyim

duyduğum zevklerin en doyulmazıdır
yıldızlı cenup denizlerinin alevinde sabahlar gibi
sevilen bir kitap başında sabahlamak

topraktan, ateşten ve denizden doğanların
en mükemmeli doğacak bizden
ve insanlar ellerini
korkmadan
düşünmeden
birbirlerinin ellerine bırakarak
yıldızlara bakarak
"yaşamak ne güzel şey" diyecekler
bir insan gözü gibi derin
bir salkım üzüm gibi serin
bir ferah
bir rahat
bir işitilmemiş şarkı söyleyecekler
hiçbir ağaç
böyle harikulade bir yemiş vermemiş olacaktır
ve en vaat edici bir yaz gecesi bile
böyle sesler
böyle inanılmaz renklerle
sabaha ermemiş olacaktır

yaşamak ne güzel şey taranta babu
yaşamak ne güzel şey
anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
yaşamak

yaşamak
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi
hep bir ağızdan
sevinçli bir destan okur gibi
yaşamak

korkumuz yok
inmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun
bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı

hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı
demiri oya gibi işleyip hep beraber
hep beraber sürebilmek toprağı
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek
yarin yanağından gayrı her şeyde
her yerde, hep beraber

23.04.2011

dört saatlik çalışma

bertrand russell

belirli bir zaman içinde birtakım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. diyelim ki bunlar günde 8 saat çalışarak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin 2 katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş koyar ortaya. ama dünyanın 2 kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes 8 yerine 4 saat çalışır; ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. gelgelelim, içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. içinde yaşadığımız dünyada insanlar hala 8 saat çalışmakta, gerektiğinden çok sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. bunun sonunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara; ama bu defa insanların yarısı çok fazla çalışırken öbür yarısı tamamen aylaktır. işte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getirilmektedir. bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?

sıradan işçiler günde 4 saat çalışsalardı hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu hem de ortada işsizlik kalmazdı; tabii ufak çapta da olsa, aklı başında bir örgütün bulunduğu varsayılarak. bu fikir, hali vakti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez; zira onlar, yoksulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikleri inancındadırlar.

hiç kimsenin günde 4 saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan herkes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek; her ressam, tabloları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için iktisadi bağımsızlıklarını kazanmak kaygısıyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince de hem böyle büyük eserler verme iştahını hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır. meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yönetimin herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan iktisatçıların eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini geliştirebileceklerdir. tıp adamlarının, tıbbi gelişmeleri öğrenecek kadar zamanları olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda kalmayacaklardır. hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak; ama bitkinlik yaratacak kadar olmayacaktır. insanlar boş zamanlarında yorgun olmayacaklarından sadece edilgin ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir. insanların hiç değilse yüzde biri, meslek çalışmaları dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygısıyla yapılmadığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engelle karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu ölçülere uymak zorunda da kalmayacaklardır. sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden, daha sevgi dolu olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoşgörüyle ve daha az kuşkuyla bakacaklardır. kısmen bu nedenle, kısmen de uzun ve zorlu çalışmaları gerektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır.

entelektüel

edward said

antonio gramsci toplumda entelektüel işlevi görenlerin iki tipe ayrılabileceğini göstermeye çalışır. bunlardan birincisi, nesilden nesile aynı şeyi yapmayı sürdüren öğretmenler, papazlar ve idareciler gibi geleneksel entelektüeller; ikincisi ise entelektüelleri çıkarlarını örgütlemek, daha fazla iktidar, daha fazla denetim gücü elde etmek için kullanan sınıflarla ya da kuruluşlarla doğrudan bağlantılı olduklarını düşündüğü organik entelektüellerdir. nitekim, gramsci organik entelektüele ilişkin olarak şöyle der: "kapitalist girişimci kendisiyle birlikte sanayi teknisyenini, ekonomi politik uzmanını, yeni bir kültürün, yeni bir hukuk sisteminin oluşturucularını vb. yaratır. bir deterjan ya da hava yolu şirketinin pazardan daha fazla pay kapmasını sağlamak için teknikler geliştiren günümüz reklamcısı ya da halkla ilişkiler uzmanı, demokratik bir toplumda olası müşterilerin rızasını kazanmaya, tüketicinin ya da seçmenin düşüncelerini yönlendirmeye çalışan biri, gramsci'ye göre bir organik entelektüeldir. gramsci organik entelektüellerin topluma aktif olarak katıldıklarına inanır; yani bu entelektüeller sürekli insanların zihinlerini değiştirip piyasaları genişletme mücadelesi içindedirler; çoğunlukla aynı yerde kalan, yıllar yılı aynı tür işler yapan öğretmenlerle papazların tersine organik entelektüeller daima hareket halinde, oluşum halindedirler.

diğer uçta julien benda'nın, entelektüelleri, insanlığın vicdanı olan süper yetenekli, ahlaki donanımları gelişkin filozof-krallardan oluşan bir avuç insan olarak gösteren ünlü tanımı vardır. gerçek entelektüeller bir tür ruhban sınıfı oluştururlar, pek nadir bulunan yaratıklardır; çünkü bu dünyaya ait olmayan ebedi hakikat ve adalet standartlarının bayraktarlığını yaparlar. benda'nın bu insanlar için ruhban gibi dini bir terim kullanmasının, onlara her zaman bu sınıfa ait olmayan, yani maddi avantajlar edinme, kendini geliştirme ve mümkünse dünyevi güçlerle yakın ilişkiler kurma gibi dertleri olan sıradan insanlarınkine karşıt bir statü ve davranış tarzı atfetmesinin nedeni budur. "gerçek entelektüeller" der benda, "özünde pratik amaçlar gütmeyen faaliyetler yürüten, bir sanat ya da bir bilimle ya da metafizik spekülasyonla ilgilenmekten, özetle manevi avantajlara sahip olmaktan keyif alan, yani bir bakıma şöyle diyen kişilerdir: "benim krallığım bu dünyanın krallığı değil."

22.04.2011

ve ipek ve aşk ve alev

birhan keskin


sana böyle akmaktan çok korktuğum için
oldu her şey
şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni

.. dünya çok üzücü bir yerdi, savaş filmlerini ve samurayları eskisi gibi sevmiyordum. bir boşluktan aşağı mı bırakıyordum kendimi. teller tenimi çizip canımı mı yakıyordu. mutsuzluğuma mı alışıyordum seni severken. yoksa kan kaybından mı ölüyordum. daha fazla parçalanacak parçam yoktu ..

neyse
sevgilim telefonun öbür ucunda ruffles yiyordu

ben meleğimin kanatlarını kırdım
ordan geliyorum. siz yine de ikiz bardakları
kırmayın. bir deliydim, elementlerin de ruhları
olduğuna inanıyordum

aklıma suyun intiharı geliyordu hep
şelale deyince
divaneliği söylüyordum

sana böyle akmaktan çok korktuğum içindi

şelalenin sinirini bozdum az önce
ordan geliyorum

2
elveda ırmak, hoşça kal alacakaranlık
geçtim yıllar sonra anımsanacak alınganlıklardan
silahlar ve bellek gerektiren aşkın seramik
teninden, itinalı ve alıngan
yüzümün gürültüsünü unuttum
şüpheci ve med-cezir aşkından oldu böyle
acemi düştüm
yüzünün kayganlığından utanıp
saçlarının ritminden kaçacak kadar

şimdi benden bu uzak yol seslerini alsalar
hazin öyküleri ve yüzünü özlediğim zamanları alsalar
-ormandı, yağmur sonrasıydı, tazelenen yaprakların
üzerinde su damlacıkları tutunuyordu, sanki geç bir
vakit eve dönüyordum, yüzümü heidi'ye ısmarlamıştım
annem lastik tokalarımı yakıyor, annem beni rüzgara
bırakıyor bu yüzden.. gibi olmayacak şeyler
söylerim sana

anımsadıklarımın yanlış olduklarını
yine de hepsinin bir deprem olduğunu
kim bilebilir? ikimizin arasında duran
şu boydan boya ırmak, şu boydan boya
alacakaranlık
ikimizin arasındaki şu depremin bir bellek
uykusu olduğunu kim bilecek

eskiden olsaydı, tuzlu düşler anımsardım
ağzımda eriyip yok olan tadını güneşin
alevin ipekle savaşını, saçlarının altından
akan ırmaklarda yıkandığım sabahları anımsardım
tenine dokundukça bıçak sırtı bir nefeste susan
felç olan sözleri hatırlardım

elveda ırmak
hoşça kal alacakaranlık

piramit

william golding

cennet müziktir.

hayat bir trajikomedi, yönetmeni de beceriksizin biridir.

on sekiz yaş acı çekmek için iyi bir yaştır. on sekizindeki insan acıya dayanacak kadar güçlüdür; savunma sistemlerini de geliştirmemiştir henüz.

21.04.2011

iz

andre malraux

edebiyatçılardan beter tıraşçı yoktur.

napolyon: savaş basit ve bütünüyle uygulamaya dayalı bir sanattır.

"gerçekten yapması gerekeni yapan, beklediğine kavuşur." (bhagavad gita)

insanın en yüce niteliklerinden biri, hayranlık uyandırabilmesidir.

gandhi: bir mağaraya sığınmaya ihtiyacım yok; mağaramı kendi içimde taşıyorum.

siyasette yalnızca eylem adamlarının ve budalaların turarlı bir düşüncesi olduğuna inanıyorum.

yoksullar savaşmaya kararlı olduklarında zenginleri her zaman yenerler.

ho şi minh: kapitalizm, vantuzlarından birini metropol proletaryasına, öbürünü de sömürgelerin proletaryasına yapıştırmış bir ahtapottur. hayvanı öldürmek isteniyorsa, iki vantuzunu birden aynı anda kesmek gerek. yalnızca biri kesilirse, öbürü proletaryanın kanını emmeyi sürdürecek, hayvan yaşamını sürdürecek ve kesilmiş vantuz dirilecektir.

"dostlarından birine bir ok saplandıysa, oku atanla ilgilenme, oku çıkar."

en aşırı mutsuzluk, en önemsiz yaradan bile daha az görülür bir iz bırakır.

20.04.2011

karakter aşınması

richard sennett

aynen çocuklar konusunda olduğu gibi: bir olay esnasında orada değilsen her şeyi ancak iş işten geçtikten sonra öğrenirsin.

kişi, şirkete güvenemeyeceğini anladığında kendini daha iyi pazarlar.

ona göre aile, yeni ekonominin yüzergezer değerlerinin aksine, sorumluluğu, güvenilirliği, bağlılığı ve hayatta bir hedef sahibi olmayı vurgulamalı. bunların hepsi de uzun vadeli erdemler.

kısa epizotlardan ve fragmanlardan oluşan bir toplumda, kişi nasıl bir kimlik anlatısı ve yaşam öyküsü geliştirebilir?

rutin, belirli bir noktada zararlı hale gelmeye başlar. çünkü insan kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın zihnen öldüğü anlamına gelir.

sempati kesinlikle öngörülebilir veya rutin bir duygu değildir.

işbölümünün ilerlemesiyle birlikte, emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hatta bir veya iki işlemle sınırlı hale gelir. bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen adam son derece aptal ve cahil hale gelir.

ucuz adamlar pahalı makinelere ihtiyaç duyar.

yüksek vasıflı adamlar ise alet kutusundan başka pek bir şeye ihtiyaç duymaz.

esnek bir rejimde, işin zorluğu verimsizlik yaratır.

sıradışı insanlar sürekli uçurumun kenarında yaşayarak bilenirler.

karakter özellikleri, geçmişi terk etmek ve düzensizliğin ortasında hayatta kalmak becerileri de, uçurumun kenarında yaşamanın biçimleridir.

insanlar olumludan çok olumsuz uyaranlara karşı duyarlıdır. sizi mutlu edecek birkaç şey varken, kendinizi kötü hissettirecek sayısız etken bulunur.

bu şekilde sürekli riske maruz kalmak, karakter duygunuzu iyice aşındırır.

risk almayla ilgili birçok araştırma, insanların en büyük mutluluğu bir kopuşa, ayrılışa karar verdikleri zaman yaşadığını gösterir.

oscar wilde: bütün sanat eserleri, bir yüzey ve sembolden ibarettir.

hesiodos: işini yarına veya ertesi güne erteleme; işini erteleyen ambarını dolduramaz; amaçsızca zamanını harcar. özen gösterdikçe güzelleşir yaptığın iş; işini erteleyen kendi sonunu hazırlar.

hesiodos: insan gündüzleri çalışıp didinir, geceleri acıyla kıvranır.

"çok gördüm öfkeli rüzgarın
olgun başakları kökünden kopardığını
ve uzaklara saçtığını, tam da
çiftçi arpa harmanı için yola koyulmuşken
dönen siyah bulutuyla fırtına
hem orağı hem de boyunlarından kesilmiş başakları ötelere savurdu" (vergilius)

pico della mirandola: insan karmaşık, çok çeşitli ve ölümlü bir varlıktır. ancak bu değişken koşullar altında, insana istediğini elde etme ve istediği olma şansı verilmiştir. dünyayı bize miras kaldığı biçimiyle korumak yerine, baştan şekillendirmemiz gereklidir. onurumuz da, bunu yapabilme gücümüze bağlıdır. kendinden hiçbir şey üretememek, ne büyük bir zavallılıktır.

dünyadaki görevimiz yaratmaktır ve bu yaratıların en büyüğü de kendi yaşam hikayemizi şekillendirmektir. güçlü karakter sahibi olan bir insanın temel özelliklerinden biri, deneyimlerine şekil verme gücüdür.

aziz augustinus: ellerinizi kendi üzerinizden çekin; kendini inşa etmeye çalışan insan ancak bir yıkıntı meydana getirir.

michel foucault: disiplin kişinin kendisini cezalandırmasıdır.

ruhen hepimiz birer göçmeniz.

thomas watson: sadakat insanı her gün doğru karar vermek zahmetinden kurtarır.

salman rüşdi: modern benlik, hurdalar, dogmalar, çocukluk anıları, gazete makaleleri, rastgele sözler, eski filmler, küçük zaferler, nefret ettiğimiz ve sevdiğimiz insanlardan oluşturduğumuz, sallantılı bir binadır.

biz kelimesi daha genel bir düzlemde, bir ülkedeki sorunlu etnik yapıyı veya ülkenin iç savaşlar tarihini gizleme işlevi görür. günümüzde bu kurgusal biz, kapitalizmin yeni ve şiddetli bir biçimine karşı savunma sağlamak için tekrar yaşama dönmüştür.

insanlar muhtaç olmaktan dolayı utanç duymaya başlayınca, diğerlerine karşı iyice şüpheci ve güvensiz olurlar.

kendisine ihtiyaç duyulmadığını hisseden kişi, doğal olarak, çevresine tepkisiz hale gelir.

19.04.2011

sünnet

ismet zeki eyüboğlu

sünnet anadolu'da, özellikle müslümanlarla museviler arasında sünnet yaygın bir inançtır. yüzyıllar boyunca uygulanan bu geleneğin islam diniyle hiçbir ilgisi yoktur. islam dininin doğuşundan çok önceki çağlarda mısırlılarda, daha sonra ibranilerde sünnet olayı uygulanıyordu. bunun kadınlara uygulandığı dönemler de vardı. afrika'da yaşayan birtakım topluluklar kadınları da sünnet ediyorlardı.

sünnet, totem inançlarının bir sonucudur. erkek çocuk belli bir yaşa gelince totem değiştirmede ağır bir sınavdan geçerdi. üreme organının bütün derisi soyulurdu. sesini çıkarmayan, acıya katlanan yiğit sayılırdı. zamanla yalnız adı geçen yerin ucundaki derinin kesilmesiyle yetinildi. islam dini bu çok eski inancı olduğu gibi benimsedi. herodotos, ünlü tarih kitabında bu olayın mısır'da uygulandığını anlatır.

kayıp sabah

gabriela adameşteanu

anlaşılmadıysam kusur benimdir.

hayatta geri gelmeyen iki şey vardır: anne-baban ve sağlık; ikisini de kaybettin mi, onları kimse geri veremez.

bazı insanlar sinirden yer, başkaları sıkıntıdan; ama kendilerini en zor tutanlar zevk için yiyenlerdir. insanın hayatta kalan son zevki de yemektir.

hayatta ne istediğini iyi bileceksin. istediklerine ısrarla tutunursan sonunda bir şeyler elde edersin.

hayatta gerçekten, kendini inanılmaz mutlu hissettiğin anlar kalıyor aklında, bunu sonra hatırlıyorsun. sonradan da aslında o mutluluk ve sükunet anlarının kısa bir süre sonra gelecek olan büyük sorunların habercisi olduğunu anlıyorsun; yine de o anlardan güzel bir hatıra kalıyor aklında.

bir evin ihtiyacı hiç bitmez.

kilolu olmanın avantajı da bu: zamanla kaslar gevşiyor ve cildi o şekilde tutan bir tek yağdır. o yüzden obezlerin teni iyidir, bu bilinen bir şeydir; maalesef her şeye sahip olamıyoruz, hem cilt hem incecik vücut. bir şeyden fedakarlık edeceksin. hayat budur.

kültürün ilk sonucu, yatay olarak yani çağdaş toplumun üyeleriyle ve dikey olarak, daha önceki nesillerle dayanışma ilişkilerini sağlamlaştırmaktır.

gün kötü başlarsa, sen ne yaparsan yap sonradan düzeltemezsin.

17.04.2011

vaiz

halide edip adıvar

solgun yüzlü, gözleri ateş saçan bir vaiz, her insanı ebedi bir cehennem ateşine mahkum ediyor ve yeryüzünde cenneti hak edebilecek kimse yokmuş gibi konuşuyordu. belki de mantık icabı, insanın son durağı -onun kanaatince- cehennem olduğu için, muhtelif yerlerini, azabın her şeklini, erişilmez ve tabii sanatkar kudreti ile çiziyordu. herhalde dünyada da ahrette de sonsuz ve çeşitli azaplara maruz ve mahkum olduğunu kalabalığın kafasına yerleştirmek istiyordu. uzun ve bol siyah cübbesinin içinde kolları bu karanlık istikbali gösteren hareketlerle inip kalkıyor, sesi bir yanardağ alevi gibi etrafa korku saçıyordu. o anda din, bana müphem ve korkunç bir şey gibi görünüyordu. bugün, söylediklerinin, hareketlerinin bir sanatkar kudretiyle ifade edilen birtakım korkunç manasızlıklar olduğuna inanıyorum.

ernest hemingway

güler dikmen nalbantoğlu

"insan yok edilebilir ama yenilmez."

hemingway, 1920'de chicago'da çalıştığı yayınevinde hikayeci sherwood anderson'la tanıştı ve 1921'de bir gazetenin avrupa muhabiri olarak amerika'dan ayrıldı.

paris'e varır varmaz, sherwood anderson'ın kendisini gertrude stein'e tanıtan bir mektubunu, miss stein'e götürdü.

öğretmenleri ezra pound ve gertrude stein'di. sonradan çıraklık yılları hakkında hemingway, "ezra'nın söylediklerinin yarısı doğruydu; gertrude stein her zaman haklıydı." demiştir.

hemingway "gençken talihim vardı" derdi, "kendimden yaşça büyük insanlarla arkadaş oldum." ve eklerdi, "şimdi yine talihim var; çünkü gençlerle arkadaşlık ediyorum."

genç bir yazara gönderdiği mektupta "karşınızda birisi konuşurken bütün benliğinizle dinleyin söylediklerini. insanların çoğu dinlemeyi bilmezler." diyordu.

hemingway sabahları erken kalkar ve saat sekizde masanın başına geçerek çalışmaya başlardı. "durmak için en uygun zaman romanın rahatça ilerlediği andır." derdi. "ondan sonra ne yazacağınızı bildiğiniz bir anda durursanız, ertesi gün devam etmekte güçlük çekmezsiniz."

yazma sanatını hala öğrenmekte olduğunu söyleyen hemingway, "ben ölünceye kadar çırak kalacağım." derdi. "aptallar usta olduğumu söylüyorlar. fakat kimse bu işin ustası olmamıştır ve her yazarın sanatında daha da ilerlemesi olasıdır."

arthur koestler, "hemingway'i küçümsemeyin. basmakalıp yazıyor belki; ama yine de bugün hayatta olan en büyük yazar odur." demişti.

bir romancı arkadaşına "ulusal yazar, serüven yazarı, şu yazarı, bu yazarı diye bir şey yoktur. eğer çanağında balı varsa yazar düpedüz yazardır." demişti.

hemingway, "bir insanı sağlıklı olmak, iyi çalışmak, arkadaşlarla yiyip içmek, cinsellik ilgilendirir." diyordu.

bir alman gazeteci, "bay hemingway, ölüm hakkındaki düşüncenizi açıklar mısınız?" diye sorduğunda, "evet, o da başka bir fahişe." diye yanıtlamıştı.

yaşamı, eşinin, çevresinin bütün önleme çabalarına karşın, kendi eliyle, silahlarından birini temizlerken son buldu.

16.04.2011

kırmızı zaman

mine söğüt

suçluluk freud'a göre ben'in, üstbenin eleştirisini algılama biçimi olan bilinçli ya da bilinçdışı aşağılık duygusudur.

hayat tuhaflıklarla doludur ve katlanılabilir olmasını bu tuhaflıklara borçludur.

kader, insanın kendi hayatına hiçbir zaman gerçekten sahip olamayacağının açık tehdididir.

hayatı, baştan sona "ölüme yolculuk" olduğunu bildiğimiz halde, hevesle sürdürmemizin sırrı şeytani cazibesinde gizlidir.

insanoğlu gerçeklerden kaçar; çünkü efsanelere inanmaya meyyal doğar.

yalan, hayatı katlanılır kılandır.

ölüm ve süreklilik paralel olarak yaşamı belirler. insan bu paradoks yüzünden deliliğe bu kadar yakın yaşar.

sırlarla yaşamak büyük bir hünerdir.

met-üst: tırtılın kaderi, kelebek olmak ve güzel ölmektir.

heves, içinde tehlike olduğu hep unutulan bir lunaparktır.

gerçekler rüyalara saklanmayı sever.

yaşamanın ilk şartı bir gün mutlaka ölmektir.

cinayet işlemekle cinnet geçirmek arasında dilbilimsel bir bağ yoktur. her iki kelime de bambaşka köklerden; ancak benzer seslerden gelir ve tuhaf bir şekilde aynı yere varır.

şair, sözü kendince söyleyendir.

sıradan insanların yaşamları bile şaşırtıcı öykülerle doludur.

15.04.2011

kabile çağına dönüş

giovanni papini

"asrımız yarısına gelmeden kıtalar arası korkunç harp olacak ve insan neslinin dörtte üçünü mahvedecek. hava ve kimya savaşı taktiği, ki yeniden korkunç gelişmeler gösterecek, askerlerle sivil halk arasındaki farkı ortadan tamamıyla kaldıracaktır. en büyük şehirler imha edilecek, küçükleri ortadan kaldırılıp halkı dağıtılacak, yüksek kültür merkezleri kül haline getirilecek, endüstri bölgeleri yok edilecek. harp, daha doğrusu milletlerin bu ortak intiharı gaz ve bomba yokluğundan dolayı sonuna gelince, yeryüzünde ancak, en fakir ve en az uygar bölgelerde beş on milyon ürkek, aç insandan başka bir şey kalmayacaktır. aydınlar, şefler, mühendisler hep ölmüş olacaklar, yarı barbar vaziyette sağ kalmış olanlar da, ancak dış tarafını bildikleri bir uygarlığı, yeni baştan yaratamayacaklardır. kumanda kolları yok edilmiş, iktidar ve bilimin sırları bilinmez veya unutulmuş olacak. geriye kalanlar, kiliselerin ve fabrikaların harabeleri arasına çömelerek, ısınmak için, yangınlardan arta kalmış kütüphaneleri yakacaklardır. yavaş yavaş, son aletler de harap olacak ve insanlar yenilerini yapacak yetenekte olamayacaklardır. parçalanmış makinelerin paslanmış enkazı yeni çöllerde sürünüp duracak; ama kimse onları eski hallerine getirebilecek bilgiye sahip olamayacaktır. ne de onlar gibilerini yapmaya! ve bu asır, sonuna gelmeden, ölenlerin eserlerini diriltmeyi başaramayacak, sağ kalanlar kafile halinde vahşete döneceklerdir. artık sürülmeyen tarlaların yerlerinde üreyecek ormanlar arasında, birbirlerine düşman kabileler, bir parça yiyecek peşinde dolaşıp duracaklardır. elli yıla kalmaz, kültürü ile o kadar iftihar eden avrupa ile servetiyle mağrur amerika'da, medeniyetin o yedinci asırla yirminci asır arasındaki geçici gelişmesini unutmuş 'neoprimitif' kabileler bulunacaktır. o zaman, uzun ve zorlu bir yeni dünya tarihi devresi başlayacaktır."

uçurum

cemil meriç

bu ülkenin tapu senetleri kanla yazıldı. kuruluş çağının osmanoğulları at sırtında yaşadılar. sonra saray bir uçurum oldu. ülkenin bütün hayat kaynaklarını yutan bir uçurum. imparatorluklar bir hamlede çökmez. parça parça, duvar duvar, taş taş yıkılır. rical-i devlet-i aliyye boğaziçi'ndeki kasırları, köylünün iskeleti üzerinde yükseltti. o kasırlarda yuvarlanan kadehler ya kanla doluydu, ya alın teriyle.

bu rical osmanlı bile değildi, bizans'tı.

on beşinci louis'ye atfedilen "benden sonra tufan" sözü osmanlı ricalinin besmelesiydi. ah bu çöküş devirleri! mustafa kemal yüz elli sırtlanı kovdu memleketten. tek kusuru ameliyatı yarıda bırakması. süleyman nazif kara günü sömürgeci devletlerin suratına tükürürken bu beyefendiler ingiliz zabitlerine sefahat sofraları hazırlıyorlardı. yurdu kazurattan (dışkıdan) kurtaran adam mustafa kemal. ama mikrobu öldüremedi.

bunlar osmanlı hanedanının beynini rakı sofralarında meze yaptılar. en adi sokak köpeğinin sadakatinden mahrum. yıkılan vatanın çatırtısını kadeh şakırtıları ile boğdular ve defoldular.

14.04.2011

gazap üzümleri

john steinbeck

bu dünyada emin olduğum bir şey varsa, o da kimsenin başkasının yaşamına karışmaya hakkı olmadığıdır.

keşke neyin günah olduğunu bilseydim. hiç durmaz yapardım.

bir ayaklanmada topraklarını ellerinden kaçırma olasılığı ile karşı karşıya olan bütün toprak sahipleri tarihi okuyabilir, şu önemli gerçekleri öğrenebilirdi: mülkiyet bir avuç adamın elinde toplandığı zaman, daha çabuk yitirilir. ve bunu tamamlayan gerçek: halkın çoğu aç ve çıplak olduğu zaman kendisine gereken şeyleri zorla alır. ve çığlığı tüm tarih boyunca yankılanan bir gerçek: baskı ezilenleri daha da güçlendirmeye ve onları bir araya getirmeye yarar yalnızca.

bir adama görmediği, elini bile değdirmediği, ayağını basmadığı bir toprak ver, o zaman o mülk insanlaşır. istediğini yapamaz, ne istediğini bilemez. toprağı ondan daha güçlü olur. büyümez, tam tersine, küçülür. insanın yalnızca malları, mülkleri büyüktür, kendisi ise malının uşağı olur. bunu iyi bil.

"sensiz boş bu şehir, kalmadı hayatın anlamı
yıllar geçti aradan, almadım sokakların tadını"

insan hep akıllı geçinip başkalarına öğüt vermek istiyor.

bir değişim zamanı vardır ve o zaman gelince ölüm, ölümün bir parçası; dayanma, dayanmanın bir parçası; ölüm ve dayanma aynı şeyin parçaları oluverirler. işte o zaman hiçbir şey o kadar yalnız değildir. acı insanı fazla üzmez; çünkü tek başına katlanılan bir acı değildir.

insan kendi günah duvarını kendi örer.

insan toprağa ve üstünde yetişenlere ne denli bağlı, onlar için ne denli sevgiyle dolu olursa olsun, iyi bir tüccar değilse asla yaşayamaz.

hiç ordunun bir işi doğru dürüst yaptığını işittiniz mi? yürümeyi bile bilmezler. yüz kahraman insanı öldürmek için üç tümen harcarlar.

kendinizden daha iyi olan bir şeyi mahvetmişsinizdir. üzülmek onu geri getirmez. çünkü onu öldürmekle kendi içinizde bir şeyi öldürmüşsünüzdür ve onu bir daha diriltemezsiniz.

kadının yaşamı kollarında, erkeğinki ise kafasındadır.

banka insandan çok farklıdır. bankada çalışan herkes bankanın yaptıklarından nefret eder ama banka yine de yapar bunu. banka insanlardan çok daha üstün bir şeydir. canavardır o. insanlar tarafından kurulmuştur ama onların denetiminden çıkmıştır.

13.04.2011

berlin alexanderplatz

gömleğinde ilk delik açıldığında yeni bir takım alma vaktinin geldiğini bilirsin.

yasalar demek baskı demektir; yani, yönetici sınıfın uyguladığı kaba kuvvet demektir.

bir kadın için en hoş şey giyinirkenki halidir. bir kadın giyinirken öyle güzel hareketler yapar ki! soyunurkenki halinden bile daha güzel.

ölüm herkes için erkendir.

tüm hayatın kendini korumakla geçti. korumak: insanoğlunun en korkulu arzusudur bu. böylece her şey olduğu gibi kalır, değişmez.

fikirler gerçekte çok basittirler.

gerçekleri görmekten yoksunken başkalarını nasıl yargılayabilirsin? hem körsün hem de kendini beğenmiş.

hayat duyguların sonsuzluğu için çok kısadır.

bu dünyanın farklı insanlara ihtiyacı var. daha zeki insanlara. aklı başında insanlara. şekerden yapılmamış, şeker ve çamur dışında her şeyi ihtiva eden insanlara.

aşkın bedeli ağırdır.

şayet birinin dilinde "ölüm" kelimesi varsa kimse onu söküp atamaz. ağzında döndürüp durur; sonra da bir taşa, sert bir taşa dönüşür. ve ondan hiçbir gıda yetişmez.

değişim

ivo andriç

dünyanın kurallarını, hayatın ve insan ilişkilerinin temellerini belirten, yüzyıllardır. ama bu, değişmeyecekler demek değildir. yalnız insan hayatıyla ölçülünce, sonsuz gibi görünürler. onların devamı ile bir insan ömrü arasındaki ilişki, tıpkı bir ırmağın yüzündeki dalgalı su ile dibindeki durgun görünen suya benzer. biri dalgalı, hareketli ve hızlı, öteki hissedilmeyecek kadar ağır akar. ve bu merkezleri değiştirme düşüncesi bile zararlı bir şeydir. bu, büyük ırmakların kaynaklarını, dağların yerlerini değiştirmeye benzer.

ani değişiklikler isteği ve onları kuvvet zoruyla gerçekleştirmek düşüncesi, insanda çoğu zaman bir hastalık gibi belirir, daha çok kafasında güçlenir. yalnız şu var ki, bu kafalar iyi düşünemezler. sonunda bir sonuca varamaz. çoğu zaman da omuzları üstünde kalamazlar. çünkü dünyayı yürüten ve idare eden insanların istekleri değildir.

istekler, rüzgara benzer. tozları bir yandan alıp öbür yana götürür, bazen bütün ufku karartır. ama sonunda sakinleşir. yatışır ve arkasından dünyayı yine o sonsuz biçimiyle bırakır.

yeryüzündeki sürekli eserler allah'ın iradesiyle meydana gelir. insan, ona körü körüne boyun eğen bir aletten başka bir şey değildir. arzudan, insanoğlunun isteğinden doğan bir eser ya gerçekleşemez ya da sürekli olamaz. demek ki iyi değildir.

gece kapiya'da, karanlık gökyüzünün altında söylenen bütün bu coşkun ve cüretkar sözler de bir şey değiştirecek değildir. onlar da dünyanın büyük ve sürekli gerçeklerinin üstünden aşarak, gidip arzuların ve rüzgarların sükunet buldukları o yerlerde kaybolacaklar.

gerçek şu ki, büyük adamlar ve büyük yapılar insan gururunun o boş ve geçici istekleriyle bir ilgisi olmayarak daima tanrısal iradenin onlara belirttiği yerlerde yetişip yükseleceklerdir.

10.04.2011

mektuplar

platon

iki ruh tarafından planlanan ve düşüncenin de doğru kabul ettiği bir şey, hiçbir şekilde başarılamaz değildir.

insanlar ya da krallar ne kadar zengin olurlarsa etraflarında bu zenginliklerin insanı küçük düşürecek zevklerini paylaşmaya hazır o kadar çok sayıda dalkavuk ve iftiracı ortaya çıkar. zenginliğin ortaya çıkardığı en büyük kötülük budur.

insanlara hoş görünmeye çalışmak devlet yönetiminden sayılır, büyüklük ise yalnız kalmaya neden olur.

filozof olmayan insanlar tıpkı güneşin tenlerini yaktığı insanlar gibidirler. öğrenilecek bir sürü şey olduğunu gördükleri, çok çalışmak gerektiğini ve ancak bu şekilde davranıldığı takdirde başarıya ulaşılabileceğini fark ettikleri zaman, bunun imkansız bir şey olduğunu iddia ederler. bazı insanlar ise öğrendikleri şeyleri yeterince kavradıklarını, artık fazladan bir şey öğrenmeye gerek olmadığını belirtirler.

her şey yönetenin çevresinde olup biter. her şeyin başı ve sonu odur. ikinci olanın çevresinde ikinci şeyler, üçüncü olanın da çevresinde üçüncü şeyler bulunmaktadır. insan ruhu kendisine yakın olan şeylerin özünü bilmek ister; ama hiçbir bilgi onu tatmin etmez. yöneten ile onun yanındakilere benzeyen hiçbir şey yoktur.

devletler ya da insanlar yaşamlarını bilgelikle geçirmezlerse, hiçbir şekilde mutlu olamazlar.

bir varlık hakkında bilgi edinmek isteyenlerin bilmesi gereken üç şey vardır. bilgiyse dördüncü şeydir. beşinci noktaysa gerçekten var olanın ta kendisidir. bu üç şeyin birincisi isim, ikincisi tanım, üçüncüsü de imgedir.

ne ölümlülerin hayatlarında bulamadıkları altınlar
ne mücevherler
ne insanların çok değer verdikleri gümüş döşekler
ne sonsuz ovalarda kendi kendilerine olgunlaşan ağır başaklar
erdemli insanların düşünceleri kadar parlaktır (euripides)

bizler sadece kendimiz için doğmadık; aynı zamanda varlığımızın bir parçası ülkemize, bir parçası ailemize, bir parçası da dostlarımıza aittir. ancak en büyük parça yaşamın karşımıza çıkardığı durumlar için harcanmalıdır.

insana ait olan hiçbir şey devamlı değildir.

ilkellerde din

edward evans-pritchard

zina yasağı kültürün kökenidir; çünkü kültür vazgeçmeden doğar.

nasıl olur da akıl sahibi varlıklar, akla aykırı inançlar kabul edebilirlerdi ve ediyorlar, nasıl bunu hâlâ uygularlardı?

eğer insanlar aptal ve kötü idiyse, bunun nedeni, kurumların kötü olmasıydı. eğer insanlar kötü kurumlara sahipse, insanlar bilisizdi ve boş inançları vardı. eğer insanlar bilisiz ve boş inançlara sahipse, bunun nedeni din adına sömürülmüş olmalarıydı. bu sömürünün başında kurnaz ve açgözlü papazlarla, bunlarla dayanışma içinde olan utanmaz toplumsal sınıflar vardı.

bir antropolog için inanç, sosyolojik bir olgudur, teolojik değildir.

apollon daphne'yi seviyordu. daphne ondan kaçtı ve defneye dönüştü. eğer aslında apollon'un bir güneş tanrısı olduğu ve daphne'nin de -yunancada defne- "şafak" anlamına geldiği bilinmiyorsa, bu efsanenin hiçbir anlamı yoktur. bu bize mitin anlamını açıklıyor: "güneş şafağı kovalıyor."

büyü, amaca varmak için pratik olanaklar olmadığında, onun yerini alan bir etkinliktir; yatıştırıcı ya da uyarıcı bir işlevi yerine getirir ve insanlara cesaret, rahatlama, umut ve direngenlik verir.

insanlar fizyolojik edimlerde bulundukları zaman özellikle zayıf durumdadırlar -diğer bir deyişle, yedikleri ya da cinsel ilişkide bulundukları zaman-.

din korkunun, kuşkunun, girişim yokluğunun, bilisizliğin ve ilkel insanın deneyim eksikliğinin bir ürünüdür.

nevrozlu insan da, ilkel insan gibi, düşüncesiyle dış dünyayı değiştireceğine inanıyor.

9.04.2011

sevdan beni

ahmed arif



terk etmedi sevdan beni
aç kaldım, susuz kaldım
hayın, karanlıktı gece
can garip, can suskun
can paramparça
ve ellerim kelepçede
tütünsüz, uykusuz kaldım
terk etmedi sevdan beni

house m.d.

bağımlıların çoğu aptaldır.

insanlara öleceklerini söylemenin güzel yanı, önceliklerine odaklanmalarını sağlamasıdır. onlar için neyin önemli olduğunu, neyin uğruna canlarını bile vereceklerini öğrenirsiniz. ne uğruna yalan söylediklerini öğrenirsiniz.

yalan söylemek, yaratıcı bir süreç gerektirir. gerçeği söylemek çok daha basit bir işlemdir.

peşinde biri varsa paranoyak değilsindir.

hata yapıp bir insanın ölümüne sebep olmak tıbbın doğasında vardır. bu gerçeği kaldıramıyorsanız, başka bir meslek  seçin. ya da okulu bitirdikten sonra öğretmen olun.

insanlar ameliyathaneye ne kadar yakın otururlarsa hastalarına o kadar iyi baktıklarını zannederler.

insan doğasının en temel gerçeği, herkesin yalan söylemesidir. tek değişken, yalanın konusudur.

cerrahın birine bacağınızı kesmenin mahzuru olmadığını söylerseniz, bütün geceyi testeresini bilemekle geçirir.

insanlar dedikoduya bayılır. kendilerini üstün görürler. daha güçlü hissederler.

eğer sonsuzluğa inanacak olursan hayatın bir önemi kalmaz. tıpkı kainata karşı duran bir böcek kadar önemsiz olur.

yirmi yaşındakilerin aşık olup unutma sıklığı, yağ filtrelerini değiştirme sıklığından çok daha fazladır. kaldı ki daha sık değiştirmeleri gerekir.

20 yaşında evlenirsen 30'unda kiminle yaşadığına inanamazsın.

8.04.2011

hava parası

memduh şevket esendal

davacın kadı olursa, yardımcın allah olsun! 

bu ordu müslüman ordusu imiş, diyorlar. müslümandan hayır gelse bize arabistan'da gelirdi. bizi arkamızdan vurdular.

o günlerde rakı yasak edilmişti. bu kadar üzüntülü kimselerin yaşadıkları yerde rakı içilmez olur mu? bir kanun çıktı ama gene rakı içildi. posta müdürü rakı çektirir, satar, para da kazanırdı. herkes de bunu bilirdi. hocaların zoru ile çıkarılmış olan bu kanun yürümedi, hocalar da hiçbir şey yapamadılar. bu kanundan sonra rakı içimi arttı denilse, yanlış olmaz.

birçokları halkımızı olduğundan çok dinci sanır. birtakımı da halkı dinci gösterip bundan faydalanmak isterler. "halk bunu çeker mi? halk şöyle olur mu, böyle olur mu?" derler. bu, halkı öne sürüp kendi sözlerini geçirmek içindir. bunlar din işleri değildir. bunlar dini öne sürüp kendi işlerini çevirmek içindir. bu rakı yasağı da bu işlerden biridir. rakı yasağı çıkınca yalnız hocalar kendi sözlerini geçirmiş oldular. rakı da gene içildi. rakıyı bırakmış olanlar bile, yeniden başladılar. birisi de çolak. "bu zıkkım haramdır, insana zararı da vardır ama alışılmış, içmeden duramıyorum." dediler, bol bol da içtiler. 

insan ne kadar da insanlaşmış olsa, gene içinde bir vahşilik kalmıştır. 

çarşıların sokakları dar, dükkanları loşça, biraz da sıkıntılı ise de, eski bir kentte, bir güncük olsun geçirmek isteyen bir adam için sevimliliği de yok değildir. öyleleri vardır ki, yapılmış da benzetilememiş, melez bir şehirde yaşamaktansa, bu kasabacığın, her evi, her sokağı geçmişten bin hikaye düşündüren bu yerde yaşamayı daha hoş bulurlar. böyleleri azdır, azdır ama gene de vardır.

insanın kendi eliyle bir kabak, bir turfanda salatalık yemesindeki zevki, dünyada başka ne verir?

geçim darlığı ileri sürülüp uçan kuştan rüşvet alınan bir yerde soygunculuk etmemek elbette bir iyiliktir. herkesin oturup dedikodu ettiği, en büyük rütbeli devlet adamlarının bile hükümeti çekiştirdiği bir ülkede, oturup bağ, bahçe yaptırmak da bir iyiliktir.