7.11.2011

stolz

ivan gonçarov

stolz oblomov'la aynı yaştaydı. o da otuzun üzerindeydi. devlet memurluğu yapmış, çekilmiş, iş dünyasına atılmış, bir ev ve sermaye sahibi olmuştu. yabancı ülkelerle ticaret yapan bir şirketin yönetim kurulundaydı. sürekli hareket halindeydi. şirketin belçika'ya ya da ingiltere'ye temsilci göndermesi gerektiğinde onu gönderirlerdi. yeni bir plan yapılması gerektiğinde ya da yeni bir fikir uygulamaya konacağında bu iş için o seçilirdi. aynı zamanda sosyal bağlantılarını da koruyor, okumaya zaman bulabiliyordu. bunu nasıl yapıyordu, tanrı bilir..

ingiliz yarış atları gibi kemik, kas ve sinirden oluşuyordu. zayıftı. yanak diye bir şey yoktu. bir damla yağ yoktu. teni düz ve koyu renkti. hiçbir yerinde kırmızılık yoktu. açık yeşil gözleri anlamlıydı.

gereksiz hiçbir hareketi olmazdı. oturuyorsa sakin sakin oturur, bir iş yapıyorsa gerektiği kadar hareket ederdi. vücudunda da bir fazlalık yoktu. pratik hayatı ile manevi gereksinimleri arasında denge kurmayı amaç edinen birisiydi. iki yönü de, zaman zaman kıvrılıp bükülerek ama hiçbir zaman zorlu problemlerle karışıklığa uğramadan birbirine paralel gidiyordu. sebatla ve ciddiyetle yoluna devam etti, kendi yağıyla kavruldu. her gününü ruble harcıyormuş gibi harcadı. zamanını, işini, zihinsel ve duygusal güçlerini ciddiyetle ve sürekli olarak kontrol etti.

neşesini ve üzüntüsünü el ve ayak hareketleri gibi kontrol edebiliyor, onları iyi ve kötü hava gibi görüyordu. sıkıntısı varken çektiği acı, yağmur yağarken şemsiye açması gibiydi. ama o zaman bile ürkek bir şekilde boyun eğmeden çok gurur ve kızgınlık gösteriyordu. problemleri için kendisini sorumlu tuttuğundan bunlara sabırla katlanıyor, kimsenin üzerine yıkmaya çalışmıyordu. yol kenarından kopartılmış bir çiçek gibi sevinçlerinin tadını çıkarır ve dibindeki acı tortuyu tatmamak için daha solmadan atardı. daima basit ve gerçek bir yaşam tarzını amaçlardı ve yavaş yavaş buna ulaştıkça ne kadar güç olduğunu anlıyor, doğru yoldan sapıp tekrar yola girdiği zaman gurur duyuyor ve seviniyordu. "basit yaşamak zor ve ustalık isteyen bir iştir." derdi kendi kendine sık sık. nerede yanlışlık yaptığını, hayat ipinin hangi noktada kıvrılıp düğümlendiğini bulmaya çalışırdı.

her şeyden çok hayalcilikten korkardı. çünkü bir taraftan dost, bir taraftan düşman olan bir ikiyüzlüydü hayaller. inanmadığın sürece dost, inanıp büyüsüne kapıldığın sürece düşmandı. rüyalardan da korkardı. eğer rüyalar ülkesine girmeye cesaret edecek olsa üzerinde "ma solitude, mon ermitage, mon repos" (yalnızlığım, inzivam, rahatım) yazan bir mağaraya giriyormuş gibi hangi saatte ve dakikada çıkması gerektiğini bilerek yapardı. ruhunda rüyalara, muammalı ve gizemli hiçbir şeye yer yoktu. gerçeğin analizi ve objektif olarak doğru olmayan her şey onun için yanlış görme, bir yansıma ve kanıtlanmamış bir durumdu.

doğaüstü şeylerle ilgilenme, bin yıl sonrası için varsayımlarda bulunma gibi merakları yoktu. esrarlı şeylerin eşiğinde inatla durur ve bir çocuk sadakati ya da kuşkulu bir adam tavrı takınmadan sadece bu durumu çözecek bir yasal formül beklerdi.

hayalgücünü olduğu gibi kalbini de dikkatle izlerdi. içine kapandığı dönemlerden sonra, duygu dünyasının kendisi için hala terra incognita (bilinmeyen toprak) olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. süslü yalanlarla soluk gerçekler arasında doğru ayrımı yapabildiği zamanlarda talihine şükrederdi. çiçekler arasında başarıyla gizlenmiş bir yalana aldandığında, düşmeyip sendelediği, kalbi kan ağlamayıp hızla çarptığı, hayatını kara gölgeler kaplamadığı, sadece soğuk soğuk terlediği için sevinirdi. hep belirli bir düzeyi koruduğu için kendini şanslı sayar, duygularının peşinden sürüklendiği zamanlar, duygu dünyasını aşırı duyarlılık ve yalan dünyasından, doğruluk dünyasını anlamsızlıklar dünyasından ayıran ince çizgiyi geçmezdi. ters yöne giderken bile sert fikirlerin, ukalalığın, kalpsizliğin, güvensizliğin çölüne sürüklenmezdi. sürüklense bile bunun üzerine fazlaca düşmez, kesinlikle gerekli olduğu durumlarda özgürlüğünü elde edecek kadar güçlü olduğunu hissederdi. güzellik gözünü kör etmez, bir erkek olarak asaletinden asla taviz vermezdi. hiçbir güzel kadının kölesi olmadı ya da "ayaklarına kapanmadı" ama ateşli zevkler de yaşamadı. hiç kimseye tapmadı, bu yüzden de ruhunun ve bedeninin gücünü korudu, hem iffetli hem de gururlu kaldı. en gösterişli kadını bile kıskandıracak kadar diri bir adamdı.

bu, az bulunan, güzel niteliklerinin değerini biliyor ve kullanırken öylesine cimri davranıyordu ki duygusuz bir bencil izlenimi uyandırıyordu. felaketin içine tepetakla dalıp hem kendinin hem de başka insanların hayatını mahveden insanlar beğenilip kıskanılırken, o kendini kontrol edebilmekle, akılcı davranabilmekle ve ruh özgürlüğünü koruyabilmekle suçlanıyordu. etrafındaki insanlar "tutku her şeyi affettirir, sen bu bencilliğinle hep kendini düşünüyorsun, bakalım bunu kimin için yapıyorsun, göreceğiz." derlerdi.

"birisini buluruz herhalde" derdi düşünceli düşünceli, sanki uzaklara bakıyormuş gibi. tutkunun şiirselliğine inanmaz, fırtınalı kanıtları ve yıkıcı sonuçları kabullenmezdi. ciddi bir yaşam tarzı, idealiydi. insanlar onunla tartıştıkça daha da inatçı oluyor, bütün tartışmalarda aşırı bir fanatikliğe kapılıyordu. "insan hayatının amacı dört mevsimi de ani değişimler olmadan yaşamak, hayat bidonunu tek bir damla bile dökmeden en uzağa kadar taşımaktır. ağır ağır yanan bir ateş, alev alev bir yangından daha iyidir." derdi her zaman. bunları gerçekleştirebildiği zaman çok mutlu olduğunu ama çok zor olduğu için yapabileceğinden pek umutlu olmadığını söylerdi. kendi çizdiği yolu sebatla izlerdi. onun hiçbir şey için kara kara düşündüğünü gören olmamıştı. vicdan azabı çekmezdi. kalbi sıkışmazdı. yeni, karmaşık ya da zor durumlarda soğukkanlılığını kaybetmez, sanki bildik olaylarmış gibi davranırdı. kendi hayatını tekrar yaşıyor, eski, tanıdık yerleri tekrar ziyaret ediyor gibiydi. belinde asılı duran anahtar tomarı içinden kapıyı açacak olan doğru anahtarı seçen bir kahya gibi her acil durumda doğru yöntemi uygulardı. belli bir amacın peşinden gösterilen sebat en değer verdiği şeydi. bu, gözlerinden belli oluyordu. amaçları ne kadar önemsiz olursa olsun sebatlı insanlara hep saygı duyardı. "işte erkek diye buna denir!" derdi. amaçlarının peşinden korkusuzca, yolundaki her engeli atlayarak koşar, ancak önünde tuğla bir duvar yükselir, ayaklarının dibinde geçilmez bir uçurum belirirse geri dönerdi. belki başarırım diye gözleri kapalı uçurumdan atlayacak, kendini duvara doğru atacak cesaretteki insanlardan değildi. önce duvarı ya da uçurumu ölçüp biçer, engeli aşmanın hiçbir yolu yoksa, başka insanların ne söyleyeceğine aldırmadan geri dönerdi. onunki gibi bir karakter ancak onun yaşadığı şartlarda meydana çıkardı.

bizim işadamlarımız hep beş altı basmakalıp modele uymaktadır. yarı açık gözlerle uykulu uykulu etrafa bakarlar, devlet motoruna ellerini koyup herkesin gittiği yolda uyuşuk uyuşuk iterler, ataların ayak izlerinden ayrılmazlar. ama gözlerinin açılacağı ve ciddi adımlar atmaya başlayacakları günler uzak değil.. rus adları taşıyacak kaç tane stolz olacak acaba?

stolz'un oblomov gibi, tüm varlığıyla, her özelliği, her adımıyla kendisinin temsil ettiği şeylere ters düşen bir adamla nasıl bir dostluğu olabilirdi? demek ki zıtlık, karşılıklı bir sevgi yaratmıyorsa da öyle düşünüldüğü gibi bu sevgiye engel de olmuyordu. üstelik onların çocuklukları ve öğrencilikleri birlikte geçmişti, bu da çok önemli iki bağdı. oblomov ailesi bu alman çocuğuna, bol bol dağıtılan bir sevgi sunuyordu, sonra stolz hem fiziksel hem de ruhsal olarak daha güçlüydü. ayrıca oblomov'un doğasında, iyi, saf ve güvenilir olan her şeye karşı sevgi besleyecek bir özellik vardı. onun saf ve çocuksu ruhuyla şu ya da bu şekilde karşılaşan herkes -ne kadar kötü niyetli ve katı olursa olsun- onu sever, eğer şartlar dost olmalarını engelliyorsa, asla unutamazdı.

andrey işlerinden, kalabalıktan, partilerden ya da balkonlardan kaçıp oblomov'un geniş kanepesine kendisini atar, yorgun kalbinin dertlerini açıp dolmuş ruhunu rahat bir sohbetle dinlendirirdi. bu evde, şahane salonlardan kendi sade evine gelen, güneyden, çocukluğunun kayın ormanına dönen bir adamın yaşadığı sakinlik duygusunu yaşardı.

andrey duygularına gem vurmazdı; hatta hayallerinin dizginlerini serbest bırakacak kadar ileri giderdi. sadece ayaklarının yerden kesilmemesine dikkat ederdi o kadar. bu hayallerden uyanınca, ya alman doğası sayesinde ya da başka bir sebeple hayati problemlere pratik çözümler bulurdu. ruhsal olarak güçlü olduğu için bedensel olarak da güçlüydü. çocukken afacan ve oyun meraklısıydı. oyun oynamadığı zamanlarda babasının nezaretinde ciddi işler yapardı. hayallere kapılacak zamanı yoktu. hayalgücüne ve kalbine kötülük işlememişti. annesi hem hayal gücünün hem de kalbinin saf ve temiz kalmasına dikkat etmişti.

gençken güçlerini içgüdüsel olarak korumuştu, böylelikle de neşesini ve canlılığını koruyabileceğini, ruhunun güçlenip, her ne şekilde olursa olsun hayat şartlarına teslim olmayacağını anladı. hayata bir yük olarak değil, görev olarak bakıp seve seve mücadele etti. kalbini ve karmaşık kurallarını derin bir merakla inceledi. güzelliğin hayalgücü üzerindeki etkisini, izlenimlerin duygulara dönüşmesini, belirtilerini, rolünü ve sonuçlarını bilinçli ya da bilinçsiz gözlemledikçe, etrafına bakıp deneyimlendikçe, aşkın dünyayı arşimed'in kaldıracı gibi yerinden oynattığını anladı. aşkın içinde yalanlar ve çirkinlikler olduğu kadar, evrensel ve inkar edilemez doğrular olduğunu gördü. iyi nedir? kötü nedir? aralarındaki ayırıcı çizgi nedir? "yalan nedir?" sorusunda geçmişindeki ve bugünündeki renkli maskelerin geçit törenini izledi. bir gülerek, bir kızararak, bir kaş çatarak aşkın kahramanlarını seyretti: çelik zırhlar içindeki don kişot'lar, elli yıllık ayrılıktan sonra bile sadık kalan ideallerindeki sevgilileri, gül yüzleri, yapmacıksız, iri gözleriyle çobanlar, kuzular, pudralı perukları, dantelli giysileri, zekayla parıldayan gözleri, çapkın gülüşleriyle markiler, kendilerini asan, vuran werther'ler, gözyaşları döken, manastırlara kapanan soluk yüzlü bakireler, gözlerinde vahşi pırıltılar olan bıyıklı kahramanlar, hem saf hem bilinçli don juan'lar, hem aşkın en küçük bir kuşkusundan bile korkan, hem de hizmetçilerini seven uyanıklar.. hepsi.. hepsi.

"gerçek nedir?" sorusuna cevap verebilmek için bir kadına aklıyla ya da gözleriyle, sıradan, dürüst, derin ve koparılamaz bağlarla bağlanmış insanları aradı ama bulamadı. bulduğunu sandığı zamanlar oldu ama sonradan gözleri açıldı. bu onu melankoliye, hatta ümitsizliğe sürükledi. "bu nimetin tamamen bahşedilmediği çok açık" diye düşündü kendi kendine "ya da böyle bir aşkın parlak ışınlarını alan biri utangaç ve ürkek olur, insanlarla tartışmaktansa onlardan saklanmayı tercih eder, belki de sığ topraklarda kök saldıkları için dallarını yayan kocaman ağaçlara dönüşemeyecek olan çiçeklere basıp çamura batıran bu aşksız insanları sırf kendi mutlulukları adına bağışlayıp onlar için üzüntü duyarlar."

evliliğe, kocalara ve karılarına karşı olan davranışlarına bir baktı, hepsinde gizemli bir taraf gördü. bunlarda hep anlaşılmamış, konuşulmadan geçiştirilmiş bir şeyler vardı. erkekler karmaşık problemlerle kafalarını yormuyorlar, evlilik hayatında sanki keşfedilecek ve çözülecek hiçbir şey yokmuş gibi emin ve ağır adımlarla ilerliyorlardı. bazı erkeklerin aşkı evliliğin alfabesi ya da bir çeşit yiğitlikmiş gibi gördüklerini ve bir odaya selam verip girer gibi aşka dalıp sonra da başka konulara atladıklarını görünce, "acaba haklı olabilirler mi? belki de gerçekten başka bir şeye ihtiyaç yoktur." diye düşünürdü kuşkuyla. onlar hayatın baharını sabırsızca harcarlar, içlerinden pek çoğu ömürlerinin geri kalanını sanki onlara aşık olmakla yaptıkları aptallığı asla bağışlayamıyormuş gibi eşlerine yan gözle bakarak geçirirlerdi. bazıları da vardı ki aşk onları uzun yıllar, yaşlanana dek bırakmazdı ama çapkın bir gülümseme de yüzlerinden hiç eksik olmazdı. çoğunlukla insanlar bir çiftlik alıp onu keyfini sürer gibi evliliğe giriyorlardı. kadın evi mükemmel bir şekilde çekip çeviriyordu. ev kadınıydı, anneydi, mürebbiyeydi. aşka, kıvrak zekalı bir çiftçinin güzeller güzeli arazisine baktığı gibi bakıyorlar, bu güzelliğe hemen alışıp bir daha fark etmiyorlardı.

"peki neden böyle?" diye sordu stolz kendi kendine. "doğanın kanunlarına bağlı olarak doğuştan gelen bir güçsüzlük mü, yoksa eğitim eksikliği mi? doğal büyüsünü hiç yitirmeyen, gülünç durumlara düşmeyen, değişikliğe uğrayan ama asla yok olmayan sevgi nerede? bu her yerde var olan nimetin, hayatın özünün doğal rengi ne?"