5.10.2011

ishak

onat kutlar

"avcının iyisi uçarı vurur. iyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine onu durdurmadan kalemini uydurandır. bir süre birlikte döner o çarkla. ve bir ölü noktayı geçince bırakır."

karın üstünde ay doğdu. geniş bir ova gibi uzanan yayvan vadide, küçük tepelerin ince karını tozutan rüzgar ve uzaklarda yalnızca hafif hışırtıları işitilen kuru ağaçlar dondu. çiftçi, ayak izlerinin belirsiz, uzun dikişine baktı.

"tipi durdu. artık belli oluyor." dedi.

öbürü -gocuğuna bürünmüş, şapkalı, ablak yüzlü biriydi- şaşkınlıkla çiftçi'nin yüzüne baktı:

"ne olacak? kaçıyor muyuz?"

"yok canım. kaçacak olsak mesela!"

karları gıcırtıyla ezerek yürüdüler. uzakta iki ağacın karanlık oyuğu. gökyüzü, taş bir duvarın uzak, net yankıları gibi, ara sıra duyulur duyulmaz köpek sesleri getiriyor.

"daha çok mu uzak?"

"hayır" dedi çiftçi, "geldik, şu iki ağacın altında."

gözleri parlıyordu. bıyıksız yüzü bir çocuğunkini andırıyor.

"yorulduk birader!"

ağaçların ince dalları ay'ı bölüyor.

"burası işte" dedi çiftçi.

ağaçların öbür yanında bir tek pencereyi koruyacak kadar kalabilmiş yalnız bir duvar yıkıntısı.

"işte burası!"

şapkalı, meraklı gözlerle çiftçi'nin gösterdiği yere bakıyordu. karın altında ne olduğu belli olmayan geniş bir tümsek.

"nedir bu?"

"oturalım da."

"üşüyorum yahu."

"üşümezsin. şimdi ısıtır seni."

"ne ısıtır?"

"güö biraz. şimdi anlatırım."

yıkıntıda eğri yağan karın donduramadığı iki taş aradılar. önce şapkalı buldu. getirdi. tümseğin yanına koydu. bir an ayakta durup uzakları gözetledi. sonra taşa oturmak için geriye doğru bir adım attı. çömeldi, taşı tam altında zannederek oturdu. oysa taş iki adım yanda kalmıştı. kabaları soğuk kara gömüldü. küfrederek doğrulmaya çalıştı:

"tuu! allah kahretsin. altımda sandım."

"ne oldu?" diye bağırdı çiftçi, duvarın öbür yanından.

"ne olacak. taşı altımda zannedip kara gömüldüm."

dikkatli bir gülümseyişle geldi çiftçi. bir süre baktı. düşünceli bir tavırla,

"hep böyle olur" dedi, "benim taşımın yerine oturmuşsun."

"ha?"

çiftçi yanıt vermedi. ikisi de yıkıntıyı, iki ağacı, tümseği ve beyaz, karanlık kar ufkunu önlerine alıp oturdular. şapkalı, sabırsızlanıyordu:

anlamıyorum yahu. bu kışta kıyamette bizi buralara ne diye getirdin? soğuktan donuyoruz. hele şu kılığımıza bak. bir gören olsa ne der?"

kızdı çiftçi. hırsla dişlerini sıktı.

"bir gören olsa ne der! bir gören olsa ne der! e.. sonra?"

"sonrası var mı? ne bu halin? sanki biri kovalıyormuş gibi. kardaki izimizden bile korkuyorsun. hani neredeyse tabancayı çiftlikte bırakmayıp aldığıma sevineceğim. hay allah. ben de aptal aptal ördek avlayacağız diye düşünüyordum."

"tabancayla ördek avlandığını gördün mü?"

birden donuklaştı çiftçi'nin yüzü. sessiz bir çakal gibi başını ileri uzattı. taşın üzerinde yana eğilip kulağını tümseği kaplayan kar'a yaklaştırdı. ayışığında, çelimsiz serçe ayaklarının oyduğu buzlu kar çiçekleri.

"dinle!" dedi.

"neyi?"

"gecenin ve tümseğin altından durmadan kendini hatırlatarak geleni. çok eski bir şey bu."

şapkalı, kulağını tümseğe yaklaştırdı. bir an bir şeyler duyduğunu sandı. sonra bu seslerin uzaktaki bir köpeğin uluyuşuna karışan rüzgar uğultusundan başka bir şey olmadığını düşündü. doğruldu.

"hadi canım sen de" dedi. "bugün bir tuhaf halin var. hani o baykuş masalını anlattığın günden beri de, dikkat ettim, pek acayipleştin. sinirlerin bozuk. içini korku bürümüş. seni severim bilirsin. yoksa işi gücü bırakıp dağın başına gelir miydim? dinlenmelisin. ben bunu bilirim!"

çiftçi büyülenmiş gibiydi. hafif yana eğilmiş kulağı tümsekte, gözleri ölü bir noktaya dikilmiş, duruyordu. sonra kendi kendine mırıldanır gibi konuşmaya başladı. önce kesik, hızlı; sonra sakin, güvenli bir tonla döktü içindekileri:

"bilmem ki. belki gerçekten öyleyim. evet evet. dinlenmeliyim. şimdi bir hafta uyusam. uyusam uyurum bir hafta. kar çekiyor kar."

durdu. gözlerini şapkalı'ya dikip,

"bir şey soracağım sana" dedi. "ama açık konuş. benim hiç deli olup olmadığımı düşündün mü?"

öbürü irkilerek yalanlayacak oldu. hemen susturdu eliyle çiftçi:

"biliyorum. biliyorum. hiçbir şey söyleme."

sonra dalgın gözlerle konuşmasına devam etti:

"yıllardır buraya gelirim. ne zaman bir bahar günü o esinti, sessiz tilkiler gibi otların tepelerini karartıp geçtiğinde yüreğimde bir güvensizlik büyüse, kalkar buraya gelirim. ne zaman yağmurların yağmayacağından, toprağa dökülen buğdayların tuzlu kumlar arasına sığışıp sessizce öleceklerinden, arkalarında ağaçların boz kemiklerinden başka hiçbir şey bırakmayan o korkunç çekirge sürülerinden ve zaman zaman tepeme binen sebepsiz cinayet isteğinden korksam, kalkar buraya gelirim. oysa burada tanrı, çoktan yanmıştır. kendi ağırlığımı duyarım yalnızca. gene de gelmek isterim. aramızda görünmez bir bağ bulunsun, nerede olursa olsun, temelimde, yani ayaklarımı bastığım güçlü toprağın her adımında gürültüsüzce bu karanlık güveni yaşayayım isterim. nereden bileceksin sen! burada benden dinlediğin her şeyi unut. biliyorum, bana huzur veren şey, seni sadece rahatsız edecektir. sen bana deli diye bak. her şey çözülür."

gözleri parlıyordu. şapkalı üzüntüyle başını salladı. tam o anda ağacın koyu bedenine sessiz bir gölge indi. çiftçi hafifçe titredi. şapkalı yerinden kalkıp ağaca yaklaştı. ta tepede ay'ın sarı perdesine düşmüş kapkara bir gölgenin uzun kuyruğunu, dalı kavrayan ince ayaklarını gördü.

"bir kuş bu!" diye bağırdı.

çiftçi sanki bir rüyayı bölüyorlarmış gibi heyecanlı ve korkulu, ellerini kaldırdı:

"biliyorum. biliyorum. sus! gel otur. şimdi kaçıracaksın."

sonra gözlerini donmuş, küçük bir heykel gibi dalı yukarıya çeken kuşa dikip ateşli, sayıklamaya benzeyen konuşmasına devam etti:

"kimse yok. gece uzun. sana her şeyi anlatabilirim, ispat edebilirim. bütün bunlara yetecek vaktimiz var. gerilerde fırtına izimizi yontuyor. kimse duymayacak bunları. yalnız üçümüz."

"nasıl üçümüz?"

şapkalı, çevresine bakınıyordu.

"sen, ben, ishak!"

"ishak mı? o da kim?"

çiftçi gözlerini astığı ağaç dalını ve dala tünemiş kuşu göstererek gülümsedi.

"ishak. işte!"

öbürü sıkıntıyla başını salladı. çiftçi'nin yüzüne dikkatle baktı. alay etmediğini anlayınca üzüldü. zorla gülerek,

"e.. sonra?" dedi.

"tuhaf bir yaratıktır bu ishak. yıllardır bir işi var. aylı gecelerde ağaca konup yeryüzünü gözetler. tahtakuruları gibi alışkanlıklarının alçak duvarları arasında yaşamayı seven bir yığın insanın çekip iyimser bir çamura batırdığı teraziyi dengede tutmaya çalışıyor. bugüne kadar oldukça başarıyla yürüttü işini. hep bu garip gözleri. o iki parıltı, sarsıntısız görünen hayatımızın gizli bir köşesinde karanlık iki iğne deliğidir. öbür yanına sonsuz bir görüntü evreni iletiyor. bir anlam piresi gibidir ishak. uzak yerlere atlar. ama hep bu daldan yeryüzünü gözetler. onu çok eskiden buldum. kolayca tanıştık. bir tümseğin eski günlerini de biliyor. bana anlattı. dinlemek istersin değil mi? yo.. yo.. gülme! hakkımda neler düşündüğünü biliyorum ama açıklamanı istemem. biliyorum. neyse. bu tümseğin eski günleri. o çürümüş eski bir kıta gibi buraya gömüldü. bu çizgi, geniş bir çöküntünün ve kar'ın altını dolduran boz toprak, uzun bir yangının artığıdır. bu felaketler, bu görünmeyen nehir nice zaman yakınımızdan gürültüyle geçti. kimse duymadı onu. işte şimdi bu batık evren, boynuzunun ucu görünen dev bir öküz gibi, toprağın altında derin soluklarını deniyor! dinle! duyuyor musun?"

şapkalı, gülümseyerek kulağını yaklaştırır gibi yaptı.

"evet, evet! duyuyorum. demek kocaman bir öküz ha! eee, sonra?"

çiftçi yorulmuştu. sık sık soluk alıyordu.

"yoruldum. üşüyorum. üstelik dinlemiyorsun. ama sana anlatmam gerek. yorulmadım zaten. bu güven de beni ısıtıyor. bak! yeraltından eski halkın sakin gürültüsü sızıyor. hey gidi ishak.. fırtına yaklaşıyor mu?"

gülümsüyordu. şarkı söyler gibi başını kaldırdı:

"dipsiz bir kuşku kuyusudur ishak. bir ağaç gibi oyuyor beni. oy bakalım.. oy!"

sesi gittikçe azaldı. bir mırıldanma durumunu aldı. şapkalı usanmıştı.

"yeter be! donduk artık. bırak şu uğursuzu da gidelim."

birden sustu. çiftçi'nin gözleri şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmıştı. kekeleyerek:

"ne? uğursuz mu? ne uğursuzu? çabuk geri al sözünü!"

şapkalı bozuldu. bir çocuğu azarlar gibi, "kızdırma kafamı. şimdi çeker vururum. sen de kurtulursun ben de!" dedi.

çiftçi'nin gözlerindeki şaşkınlık korkuya dönüştü. ishak'ı birinin öldürebileceğini şimdiye kadar hiç düşünmemişti. ne korkunç bir şeydi bu. içi garip bir önsezi ile doldu. hareketlerindeki heyecan o ürkütücü sonucu uzaklaştıracağına yaklaştırıyordu. uzun bir sabun üstünde kayan mantığı kurnaz dönüşler yapamıyordu. kör noktalardan bilinçsizce dönüyor, kayıyordu.

"neden öyle bakıyorsun? gene bir ses mi duyuyorsun?"

şapkalı az önceki yargısından kuşkulanmaya başlamıştı. şu anda bir çılgınlık yapabilirdi çiftçi. ortam da buna o kadar elverişliydi ki. kar sessiz, gece uzundu. ishak dalda gökyüzünü oymaya, orada, kendisi uçup gittikten sonra da hep kalacak bir boşluk bırakmaya çalışıyordu. inatçı, sevimsiz bir kuştu. çiftçi deliler gibi çoğalıyor, hiç konuşmaksızın korkuyla bakıyordu. iki adamın düşünceleri aynı anda, yuvarlanan bir şeyi durdurdular. sonra hızla çektiler kendilerine. ve tam o gerginlik anında, daha zayıf olanı tabancasını çıkarıp ishak'a ateşledi. gene aynı anda adamlardan biri öbürünün üstüne atladı. sessiz bir boğuşmadan sonra biri kalktı. yorgun tavırlarla ağaca gidip orada ishak'la konuştu. ay batımına yakın ağır ağır yıkıntıdan uzaklaştı. ortalık ağarıyordu. gerisinde bir tümsek, iki ağaç ve dallardan birine sıkışmış kuş biçiminde bir taş bıraktı. sonra bir de.. kan. tümseği ısıtıyordu.