29.06.2011

uzun lafın kısası

shakespeare: hiçbir şey dikkat çekme isteği kadar sıradan değildir.

aristoteles: ışığı gözümüz bizi çevreleyen havadan alır, ruhumuz da bilgiden.

dragan babic: aşk arzuyla başlar. arzusuz aşk, düdüklemeyi beceremeyen kimselerin uydurdukları masallardır.

franz kafka: çocuklar için ana babanın yapması gereken tek şey onları bağrına basmaktır.

herman melville: kulağa garip gelecek olsa da, genç ve güzel bir kadını sigara içmek kadar çekici kılan bir şey daha yoktur.

jorge luis borges: belki de bizim insan olarak hayatımız bir ormanda sessizce yürüyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir.

tommaso campanella: her şey kendi benzerini arar ve bulur.

paulo coelho: insanlar yalnızca elde edip edemeyeceklerinden emin olamadıkları şeylere değer verirler.

thomas more: kibir için zenginliğin ölçüsü kendisinin neye sahip olduğu değil, başkalarının neye sahip olmadığıdır.

albert einstein: sadece iki şey sonsuzdur: evren ve insanın aptallığı ve ben ilkinden o kadar da emin değilim.

tomris uyar: oyalayıcı bir şey yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.

montaigne: insanın doğuşunu görmekten herkes kaçar; ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. insanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız; ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz.

27.06.2011

yazarın yaşam felsefesi

jack london

sizin, genç yazar, söyleyecek bir şeyiniz var mı; yoksa sadece söyleyecek bir şeyiniz olduğunu mu düşünüyorsunuz? eğer varsa, hiçbir şey bunu söylemenizi engelleyemez. eğer dünyanın duymak isteyeceği şeyler düşünme yetiniz varsa, düşünmenin en iyi biçimi ifade etmektir.

sarih düşünüyorsanız, sarih yazarsınız; düşünceleriniz kıymetliyse, yazımınız da kıymetli olacaktır. ama ifadeleriniz fakirse, düşünceleriniz fakir olduğu içindir; sığ ise, siz sığ olduğunuz içindir. eğer fikirleriniz karmakarışıksa, berrak bir ifadeyi nasıl umarsınız? bilginiz bölük pörçük ve sistemsiz ise, sözleriniz nasıl kapsamlı ve mantıklı olabilir? ve bir çalışma felsefesinin merkezi fikir akışı olmadan, kaostan düzene nasıl ulaşırsınız? önsezi ve kavrayışınız nasıl sarih olabilir? sahip olduğunuz her bilgi kırıntısının izafi önemini nicel ve nitel olarak nasıl algılayabilirsiniz? ve bütün bunlar olmadan kendiniz olmanız mümkün müdür? dünyanın doygun kulağına nasıl taze bir şey söyleyebilirsiniz?

bu felsefeyi elde etmenin tek yolu onu aramak, dünyanın bilgi ve kültüründen, onu oluşturan malzemeyi devşirmektir. köpüklü sathın altındaki dünya hakkında ne biliyorsunuz? kaynayan kazanın derinliklerinde işleyen kuvvetleri kavramadan, köpükler hakkında ne bilebilirsiniz?

bir sanatçı ibrani efsaneleri ve tarihini, yahudilerin karakter, inanç ve ideallerini, tutku ve zevklerini, umut ve korkularını kolektif olarak biçimlendiren ayırt edici nitelikleri bilmeden bir "ecce homo" resmi yapabilir mi? bir müzisyen germen destanları hakkında hiçbir şey bilmeden bir "ride of the valkyries" (wagner) besteleyebilir mi? sizin için de durum böyle. çalışmalısınız. hayatın çehresini kavrayışla okumayı öğrenmelisiniz. herhangi bir hareketin karakter ve aşamalarını kavramak için, bireyleri ve halkları harekete geçiren, büyük fikirleri doğuran ve yayan, bir john brown'ı astıran ya da bir kurtarıcı'yı çarmıha gerdiren ruhu bilmek zorundasınız. eliniz dünyada olup bitenlerin nabzını tutmalı. bütün bunların toplamı sizin çalışma felsefeniz olacak, o da sizin dünyayı ölçmenizi, tartmanızı, dengelemenizi ve yorumlamanızı sağlayacaktır. bireysellik, kişiliğin bakış açısı üzerindeki bu damgasıdır.

tarih, biyoloji, evrim, etik ve bilginin bin bir dalı hakkında ne biliyorsunuz? "ama" deyip itiraz edeceksiniz, "bunların bir sevda romanı ya da şiir yazmama nasıl yardımcı olacağını anlamıyorum." ah, ama yardımcı olacaklar. bunlar düşüncenizi yayar, ufkunuzu genişletir, çalıştığınız alanın hudutlarını öteye çekerler. size felsefenizi verirler; başka hiçbir felsefeye benzemeyen, özgün düşünceye doğru iterler sizi.

"ama bu muazzam bir iş" diye protesto edersiniz; "zamanım yok benim." bu işin devasalığı diğerlerini korkutmamıştı. hayatınızın seneleri sizin tasarrufunuzdadır. elbette bu yılları tam anlamıyla yönetemezsiniz; ama belli oranda yönetmeniz mümkündür; etkinliğiniz ancak böyle artar, çevrenizdekilerin dikkatini ancak böyle çekebilirsiniz. zaman! zamanın yokluğundan söz ettiğiniz zaman, onu müsrifçe kullandığınızdan söz ediyorsunuz demektir.

gerçekten nasıl okuyacağınızı öğrendiniz mi? bir yıl içinde, öykü yazım sanatını öğrenmeye gayret etmeden, eleştirel melekelerinizi işletmeden, kaç tane tatsız kısa öykü ve roman okuyorsunuz? kaç tane dergiyi baştan sona tamamıyla okursunuz? sizin zamanınız var; budalaca bir cömertlikle harcadığınız zaman -bir daha geri gelmeyecek olan zaman. okuma tercihlerinizde seçici olmayı ve akıllıca sekip geçmeyi öğrenin. günlük gazeteleri, reklamları ve her şeyi okuyan ihtiyarlara gülersiniz. peki günümüzün edebiyat dalgasını göğüslemeye çalışma gösteriniz daha mı az acıklı? ama bundan kaçmayın. en iyi olanı, sadece en iyi olanı okuyun. bir mavalı, sırf okumaya başladığınız için bitirmeyin. unutmayın ki siz önce, sonra ve daima bir yazarsınız. bunların başkalarından yapılan alıntılar olduğunu unutmayın; ayrım yaparak okursanız, işe yarar parçaları ayırabilirsiniz; hakkında yazacak başka bir şeyiniz olmayacaktır.

zaman! zaman bulamıyorsanız, dünyanın da sizi dinleyecek zaman bulamayacağından emin olabilirsiniz.

hebakuşları

nilgün marmara

16, eylül

bombalandıktan sonra, hebakuşlarının bir bölüğü akıl ve beden yaralarını resmettirip satamadılar. büyük bir bölümü yaralarıyla dilenme sayesinde unutuş duvarını ördüler. eksi sıcaklığında anımsamanın hiç ses çıkarmadan yıllardır bekliyor gizleyip yaralarını hebakuşları. öçleri uzun tutar onların; bombacıyı, her zamanın bombacısını bulduklarında açılacak vücut ve akılları katil bir öpüşle.

bileklerini çevreleyen mavi tül uçup gittiğinde kurtulabilecek küçük kız darbe arayışından, belki de!

25.06.2011

californication

kimse karşılığında bir şey beklemeden birine iyi bir şey yapmaz, özellikle bu bir erkekse.

hile nerede biliyor musun? onca hafta direndikten sonra işim hakkında ufacık bir övgü. o kadar. bir adamı kendine yaklaştırmak için bu yetiyor. çok karmaşık yaratıklar değiller.

seks dediğimiz şey bu sıkıcı, monoton varlığımızdan öteye geçmemizi ve tanrıya daha fazla yaklaşmamızı sağlar.

her zaman bir "gelecek sefer" vardır.

canı ne isterse yapan insanların memleketinde, zaman size kurnaz oyunlar oynar. bir gün hayal kurarsınız. ertesi gün, hayaliniz gerçek olur.

korkuyla yaşayan insanlar kimyasallara sığınırlar.

sınırlara ihtiyacın var. bazen, birinin "bunu yapmayalım, iğrenç bu." demesine ihtiyacın var. yoksa hepimiz üstümüzde sidik, bok ve kanlarla ortalıkta koşturup kıçımıza vibratör sokuyor olurduk.

başarılı bir oyuncu olmanın yolu, seninle çalışan herkese, hepsinin seninle yatma şansı olduğu hissi yaratmaktır.

müzisyenlerin, oyuncuların, modellerin de bazı kusurları vardır. yani, psikopat gençlerimizin hayal ettiği gibi hep bir heyecan ve gizem içinde yaşamalarına imkan yok.

24.06.2011

memleketimden insan manzaraları

nazım hikmet


denizde balık kokusu
döşemelerde tahtakurularıyla gelir
haydarpaşa garında bahar

izmir ovasını geçiyor tren
kırlarda böyle baharda
böyle ikindi üzeri
gökyüzünün aydınlığı bir sevda şarkısı gibi yumuşarken
ağaçların gölgeleri
rahat ve serin
toprakta başlarken uzamaya
daha genç
daha şehvetli
daha yeşil yaşarken
kuşları, boynuzlu hayvanları ve böcekleriyle otlar
tembel ve bahtiyar
sazan balıkları gibi kımıldanırken su birikintileri
bir saadetli hayıflanıştır insan yüreğinde
bugünkü dünyada bulunmanın kederi

sene 335
kuvayi milliyede çetedir memet
gökyüzünü almış arkasına
izmit dağlarında bekliyor nöbet
ne umutlu ne umutsuz
ikisinden de ayrı bir şey
ve ela gözlerinde ölesiye bir inat

ölümün son meydan harbidir bu
zafer aşkın ve hayatındır

sen de öyle misin süleyman
bilmiyorum
mesela vapurla inerken boğaz'dan
kandilli'ye dönüverince
karşıda birdenbire görmek istanbul'u
veyahut kalamış koyunun
yıldızlar ve su sesleriyle dolu
pırıl pırıl gecesi
yahut da topkapı dışında kırların
gözalabildiğine gündüzü
hatta tramvayda rastlanan tatlı bir kadın yüzü
hatta sivas'ta hapisanede
tenekede büyüttüğüm sarı sardunya
hasılı herhangi bir güzelliği tabiatın
çıksa karşıma
ben yeni baştan bir kere daha anlarım
değişmesi lazım geldiğini
ve değişeceğini mutlak
bugünkü insan hayatının

bir hayli kitap yazdık
bin beş yüz satıldı bazıları
bunları okuyanın yarısı kadındı hiç olmazsa
bu kadınların yarısı gençtir
bu gençlerin yarısı güzel
bu güzellerin içinde elbette bir tane vardır ki
beni sevebilir

akşam oldu yüce dağlar
uzaklar seçilmiyor
gönüldür geçilmiyor
gök dağlar morardı, gel

ihtiyar bir insanın intiharı
ihtiyar bir insanın ağlamasına benzer
ikisi de kepazece yeisli bir şey

dışarda ay vardı, deniz vardı
dışarda bir rüya yelkenlisi vardı denizin üzerinde
insana yalnız büyük
şefkatli, güzel şeyler düşündüren
dışarda denizin kıyısında
kırların ve ağaçların dünyası

dışarda ayın altında
kıyısında denizin
yapraklar ve kuşlarla yüklüydü bir ağaç

saat beşe beş var
dağlar aydınlanıyor
bir yerlerde bir şeyler yanıyor
gün ağardı ağaracak
kokusu tütmeye başladı
anadolu toprağı uyanıyor
ve bu anda kalbi bir şahin gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada
ön safta en ön sırada
şahlanıp ölesi geliyordu insanın

toprağın kavgasını yüreğinden at
bul ki gökyüzünü, ordadır bahtiyarlık
kuşkusuz, sefaletsiz
geniş, yüksek, rahat
büyük sırrını orda çözer hayat

anlamak:
en büyük rahatlık
karşı konulmaz zoru sosyal zaruretlerin
ve kavga
akıl, yürek, yumruk
alabildiğine nefret, kin
alabildiğine merhamet
sevgi
insan insanı sömürmesin diye
ve daha adil bir dünya
daha güzel bir memleket için

mapusluk bir şey değil
ayrılık var bir yandan

gün ağarıyordu
muazzam
buzlu bir cam gibiydi gökyüzü
ve bozkır kupkuru ve kaskatıydı
kireç, kil ve kaya tuzu
ve geniş dalgalarla donmuş tepeler
hızla artan bir rüzgar gibi aydınlık
sürdü bozkırın üstüne bulutları
kırmızı
mavi
sarı

her şey çalışmaktır dedik
lakin insanlar insanların etini yiyor

hep aynı yalancılık
aynı canavarlık, aynı riya
sönmez bir inat, sarsılmaz bir ısrar ile sarmış beşeri
bunu anladığın gün
sen de monteskiyö gibi bir düstur kurar
"her millet layık olduğunun içinde çırpınır" dersin

gece, giriyorum yatağa
yumuyorum gözlerimi
ıslıkla bir beste tutturuyorum dişlerimin arasından
her seferinde kendi kendime uydurduğum
bana gayet hazin gelen bir şeyler
ve öleceğimi düşünüyorum
kederli bir yalnızlık doluyor içerime
ölümünü düşünen bir insanın yalnızlığı
sevgisiz ve nefretsiz
kopuyor insanlarla alakam
anlıyorum ki ölümde bir başımayım
sonra hesap ediyorum
kırk sekiz yaşındayım
en fazla yaşasam yetmiş beşine kadar
daha yirmi yedi senem var demek
ölçüyorum geçen kırk sekizle kalan yirmi yediyi
kepazelik

ne tuhaf şey, ne tuhaf şey
en fazla yirmi yedi sene
ve bir varmış bir yokmuş doktor faik bey

memleketimde ve yeryüzündeki insanların çoğu
mahrumdur bol bol düşünebilmek saadetinden
vakitleri ve imkanları yok
o kadar çok çalışıyor, öyle yorgundurlar ki
gece, altmış yaşında bile, yatağa girdikleri zaman
uyku kurşun gibi bastırıyor
belki uykuda rüya görülür; ama düşünülmez

ağaç yaşken bükülür
ve karargah değiştirmek kolay değildir öyle
içinde beşiğinden bir şeyler taşır insan

beyaz, sarı, kızıl, kara
ırkların ırklara
milletlerin milletlere kulluğunu
ve insanın insanı sömürmesini reddetmediler mi
insan emeğini kutsal bilen
en büyük hürriyeti mümkün kılan onlar değil midir
saygıları: çocuklara, yıldızlara, şarkılara
toprak, motor ve kitap sevgileri
ve evlerinin güneşte saadetle pırıldayan camları
ve yaratmak ihtiraslarıyla durup dinlenmeden
hayatın ve aşkın adamları
tepeden tırnağa kan içindeler
ve gözlerinde henüz şaşkın duran intikamları
hayatın ve aşkın adamları
çekiliyorlar içerlere doğru çarpışarak
yanıyor alabildiğine
yanıyor alabildiğine arkalarında toprak

beraber yaşanır
dövüşülür beraber
ama herkes kendi payına ölür

ne kendi milletimden aşağı
ne de üstün görürüm başka milletleri

sonra bir şey daha duydum
dehşetli sinirlendim
sözde, isviçre'ye deyip
almanya'ya buğday yolluyormuşuz
insan eti yiyenlere
memleketimin buğdayını yedirenlerin
allah belasını versin

güzelleştirmez tahtakurusunu
adını değiştirmek onun

yalan dediğin topal bir bite benzer
bir gecede yedi yatak dolaşır
hele fukara yataklarını

kitaba düştüm
sabahtan akşama kadar okuyorum
kitaplar akıllı
kitaplar aptal
kitaplar büyük
kitaplar çocuk
kitaplar en uzak, en güzel yolculuk
fakat kısır
fakat sensiz

23.06.2011

kusursuz cumhuriyet

john fowles

yatak odasına gitti ve hemen sonra elinde, yemeğimizi yerken masanın üzerinde duran gaz lambasıyla geri döndü. ışığın beyaz halesine yanında getirdiği şeyleri koydu. bir zar, bir çalkalama kabı, bir fincan tabağı ve de bir ilaç kutusu. başımı kaldırıp masanın diğer tarafında duran conchis'e baktım, o da ciddi gözlerle beni süzmekteydi.

"sana neden savaşa girdiğimizi anlatacağım. insanoğlunun neden sürekli savaştığını. bu ne sosyal ne de politik bir olay. savaşa giren ülkeler değil, erkeklerdir. tuz gibidir bu. bir adam bir kez savaşa gitti mi, hayatı boyunca o tuzdan kurtulamaz artık. anlıyor musun?"

"tabi."

"işte benim kusursuz cumhuriyetimde bu çok basittir. 21 yaşına gelince bütün gençlere bir test uygulanır. zar atacakları bir hastaneye giderler. altı sayıdan birisi ölümdür. eğer bunu atarlarsa hiç acı çekmeden öldürülürler. kargaşa yok. vahşi bir zulüm yok. masum seyircilerin katli yok. sadece klinik ortamda yapılan tek bir zar atışı."

"savaştan çok daha iyi olduğu kesin."

"öyle mi düşünüyorsun cidden?"

"tabii ki."

"emin misin?"

"mümkün olsaydı."

"son savaşta hiç çatışma görmediğini söylemiştin."

"evet."

ilaç kutusunu alıp salladı ve tüm o şeylerin arasından 6 tane azı dişi çıkardı; sararmış ve iki üç tanesi de dolguluydu.

"son savaşta, eğer sorguya çekilecek olurlarsa diye her iki tarafın casuslarına da verilmişti bunlardan." dişlerden birini tabağa koydu, sonra çalkalama kabıyla hafifçe vurarak bunu ezdi; likörlü bir çikolata gibi dağıldı. ama bu renksiz sıvının kokusu acı badem gibi keskin ve ürkütücüydü. conchis alelacele çalkalama kabını kendinden uzakta tutarak terasın diğer ucuna kadar taşıdı; sonra döndü.

"intihar hapları mı?"

"kesinlikle. hidrojen siyanür." zarı kaldırdı ve 6 yanını gösterdi. gülümsedim. "atmamı mı istiyorsunuz?"

"sana bir saniyelik süre içinde bütün bir savaş öneriyorum."

"ya istemezsem?"

"düşün bir kere. bundan bir dakika sonra ölümü göze aldım diyebileceksin. yaşam için zar attım ve onu kazandım. harika bir histir bu. hayatta kalmak."

"peki bir ceset başınıza epeyce bir iş açmaz mı?" hala gülümsüyordum; ama gitgide solan bir gülüştü bu.

"pek değil. kolayca bunun bir intihar olduğunu kanıtlayabilirim." dik dik baktı bana ve gözleri tıpkı bir zıpkının balığı delip geçmesi gibi delip geçti beni. yüz kişiden doksan dokuzunda bunun bir blöf olduğunu bilirdim; ama farklı bir adamdı ve daha karşı koyamadan her yanımın gerildiğini hissettim.

"rus ruleti."

"onun daha az hata payı olanı. bu haplar etkisini birkaç saniyede gösterir."

"oynamak istemiyorum."

"öyleyse sen bir korkaksın dostum." arkasına yaslanıp beni izledi.

"cesur adamların aptal olduğunu düşündüğünüzü sanıyordum."

"çünkü onlar zarı tekrar tekrar atmakta ısrar ederler. ama hayatını bir kere bile riske atmamış bir genç adam hem aptaldır hem de korkak."

"benden öncekiler üzerinde de denediniz mi bunu?"

"john leverrier ne aptaldı ne de korkak. mitfor bile şu ikinci dediğimden değildi."

beni ağına düşürmüştü. saçmaydı ama blöfüne de karşı koyamıyordum. çalkalama kabına uzandım.

"dur." öne eğilip elini bileğime koydu; sonra da yanıma bir diş koydu. "oyun oynamıyorum. eğer 6 gelirse hapı içeceğine yemin etmelisin." yüzü pür ciddiydi. bir yutkunma gereği duydum.

"yemin ederim."

"senin için kutsal olan her şey üzerine mi?"

duraksadım, omuz silktim ve "kutsal olan her şey üzerine." dedim.

zarı tuttu ve çalkalama kabına koydu. ben de çabucak ve gevşek gevşek sallayarak attım. zar örtünün üzerinde yuvarlanıp lambanın pirinç tabanına çarptı, ordan geri zıplayıp biraz sendeledikten sonra da yere düştü.

altı gelmişti.

conchis hiç kıpırdamadan oturmuş beni izliyordu. hemen o an asla ve asla o hapı içmeyeceğimi anladım. yüzüne bakamıyordum. belki 15 saniye geçti. sonra gülümsedim, yüzüne bakıp başımı iki yana salladım.

conchis gözleri hala üzerimde tekrar uzandı, yanımdaki dişi aldı ve ağzına koyup ısırdıktan sonra sıvısını yuttu. kıpkırmızı olmuştum. o ise gözleri halen üzerimde uzanıp zarı kaba koyarak attı. altı gelmişti. sonra yine. ve yine altı geldi. dişin boş kabuğunu tükürdü.

"şu anda vermiş olduğun karar, benim 40 yıl önce neuve chapelle'de verdiğim kararın tıpatıp aynısı. akıllı bir insanın davranması gerektiği gibi davrandın. tebrik ederim."

"peki ya demin dediğiniz? kusursuz cumhuriyet?"

"bütün kusursuz cumhuriyetler kusursuz birer saçmalıktır. ölümü göze alma arzusu son büyük sapkınlığımız. karanlıktan gelip karanlığa gidiyoruz. neden karanlıkta yaşayalım ki?"

"ama zar hileliydi."

"vatanseverlik, propaganda, mesleki şeref, birlik duygusu, bağlılık ruhu -bunlar ne ki? hileli zar." kalan dişleri kutunun içine geri koydu. "öyle renkli plastiğin içindeki meyve likörü değil yalnızca."

"peki diğer iki kişi -onlar nasıl davrandılar?"

gülümsedi. "toplumun şansı kontrol altına almak için kullandığı yollardan biri de -kölelerinin seçme özgürlüğünü önlemek adına- geçmişin şimdiden daha asil olduğunu söylemektir. john leverrier bir katolikti. ve senden de akıllıydı. aklının çelinmesine bile izin vermedi."

"ya mitford?"

"körlere bir şey öğretmek için vakit harcamam."

üstü kapalı övgüsünün anlaşıldığından emin olmak için gözlerini kısa bir an için benimkilerden ayırmadı ve sonra sanki bunu sınırlamak istercesine lambayı söndürdü. somut anlamdaki bir karanlıktan daha fazlasıyla karşı karşıyaydım. sadece bir konuk olduğuma dair son hayali görüntü de bir köşeye atılmıştı. belli ki bunların hepsini daha önce de tekrarlamıştı. anlattığı sırada neuve chapelle dehşeti yeterince inandırıcı olmuştu olmasına; ama bunların sürekli tekrar edildiğini bilmek olayı yapmacık bir hale sokmuştu. o anda yaşıyormuş gibi anlatışı bir tekniğe, provasını yapa yapa edinilen bir gerçekliğe dönüşmüştü. bu bir satıcının, bir yandan da kasıtlı olarak bunun ikinci el olduğunu ortaya koymasına benziyordu: her türlü olasılığa bir hakaretti bu. görünüşe kanmamam gerekiyordu. ama neden, neden, neden?

22.06.2011

masumiyet çağı

edith wharton

fikirlerin yarattığı hava, nefes almaya değer tek havadır.

hepimizin gözdesi olan sıradan insanlar vardır.

düşüncesiz insanlar, her zaman iyi niyetli olurlar.

gerçek yalnızlık, insanın sadece rolünü oynamasını isteyen insanların arasında yaşamaktır.

her şey etiketlenebilir; ama herkes değil.

şiir ve sanat, yaşamın soluğudur.

birey, hemen her zaman ortak çıkar olarak kabul edilen şeye kurban edilir.

ince zevkler, sahip olunması gereken bir şeydir.

başkaları hayal kırıklığına ve mutsuzluğa uğramasın diye çok istediğimiz şeylerden kaçınmaya, onlardan vazgeçmeye değmiyorsa, o zaman eve dönmemi gerektiren her şey, diğer yaşamımın, çelişkili bir şekilde o kadar basit ve yoksul görünmesine neden olan her şey, bütün bunlar, ya bir aldatmaca ya da bir rüya olur.

dertler her zaman üst üste gelir.

en kötü aşçılara sahip olanlar bile ne zaman dışarıda yemeğe çıksalar zehirlendiklerini söylerler.

iyi bir konuşma gibisi yoktur.

yüzüğü güzelleştiren, onu veren eldir.

hiçbir şey dünyanın şimdiye kadar kat etmiş olduğu mesafenin ölçüsünü vermekten daha zor olamaz. tüm toplumsal atomların aynı düzlem üzerinde kendi etraflarında döndükleri devasa bir kaleydoskopta bir insanın geçmişinin ne önemi olabilir ki?

21.06.2011

bozgun

nezihe meriç

bozgundasınız. her bakımdan. ayaklarınız bir yere basıyordu bir zamanlar. tanımlamak gerekirse, diyelim o yer, elden geldiğince kabartılmış, taşı toprağı ayıklanıp su verilmiş, güneşi emmiş, tavlanmış bir topraktı. yaşam üzerine düşünüyordunuz. ah! ne gençtiniz. onu, yaşanır kılmak istiyordunuz. güzelliyordunuz. düşünüzde, şiirler, romanlar, yontular, öyküler, oyunlar vardı. büyük toplulukları coşturan, denizleri yenileyen, toprağın bereketini artıran. güneş daha parlak olacaktı o zaman. yağmurlar, yeraltı suları, kaynaklar, özsuyu olup damarlara yürüyecekti. evleriniz, ev sahipleriniz, kiracılarınız vardı. akşamüzerleri ışıkları birdenbire yanan büyük süslü dükkanlarıyla caddeleriniz, bolluk bereket içinde pazar yerleriniz, her zaman gittiğiniz lokantalarınız, alışık olduğunuz, güvendiğiniz eczaneleriniz, kurabiyelerine, simitlerine bayıldığınız fırınlarınız vardı. karanlığına sığınarak, başka dünyalara gitmek, serüvenlere katılmak için, gevşeyip kendinizi koltuklarına bıraktığınız sinemalarınız! yağmurdan kaçarak, ıslak şemsiyelerinizle eve koşmak. ah! evet. elleri yüzleri yıkayıp gündelik giysileri giyip rahatlamak. çocuklar için, makarnalı, köfteli, kızarmış patatesli, kendiniz, arkadaşlarınız için rakılı, balıklı, rokalı sofralar kurmak; limonu iyice sıkarak, yeşillikleri bol sudan geçirerek. arkadaşlar bir arada, oturur, sabahlara dek konuşurdunuz. tartışırdınız. şimdi yer kaydı ayaklarınızın altından.

20.06.2011

empati

adam fawer

maya angelou: insanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur; ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz.

kişinin asıl efendisi zihni değil bedeniydi.

kişi istediğini yapabilir; ama ne isteyeceğini isteyemez.

daha ilk çatışmada ölürsen savaşı kazanma şansını da kaybedersin.

o duyguyu tanımlamanın tek yolu, sevişme sonrası gibi olduğunu söylemekti: bitkin, mutlu, tükenmiş, eksiksiz.

dukkha. yaşam acı çekmektir.
samudaya. arzu tüm acıların kaynağıdır.
nirodha. acı çekmek yalnızca arzuların bertaraf edilmesiyle sona erdirilebilir.
marga. sadece asil sekiz katlı yol arzuyu bertaraf edebilir.

yin ve yang: çin felsefesinde, insanların doğadaki olayları algılayışlarında karşılaştıkları ve evrendeki her devingen nesnede bulunduğuna inanılan doğal karşıtların genel tanımlamaları. edilgeni, karanlığı, dişili, olumsuzu ve tüketimi betimleyen yin geceye, etkeni, aydınlığı, erili, olumluyu ve üretimi betileyen yang ise gündüze karşılık gelir. sürekli bir mücadele içinde olan yin ve yang birlikte bütün’ü yaratırlar.

yin ile yang, dünyadaki tüm yaratıklarda bulunan ilkel karşıt güçlerdir. yin genellikle su olarak betimlenir. üzgün, edilgen, karanlık ve dişildir; geceyi simgeler. yang ise genellikle ateş olarak betimlenir. mutlu, etken, aydınlık ve erildir; gündüzü simgeler.

doğrudan ruhunun içine bakmak..

nereden geldiğinizi bilmeden, nereye gideceğinizi de bilemezsiniz.

ouroboros: kusursuz bir daire şeklinde kıvrılmış, kendi kuyruğunu yutan bir yılan simgesi. dünyada umutsuzca hapsolmuş bir ruhun sürekli reenkarnasyonunu betimleyen gnostik bir sembol.

edison puştun tekiydi.

biraz daha bağır, çin’de seni duyamayan yaşlı bir keşiş var.

yüzünde kanarya kapmış kedi gülümsemesi vardı.

atom, bir elemanın tüm kimyasal özelliklerine sahip en küçük parçasıdır. atomlar üç atomaltı parçacığa bölünebilir: elektronlar, protonlar ve nötronlar. protonlar ve nötronlar atomun merkezinde ya da çekirdeğinde çok yoğun halde sıkıştırılmış olarak bulunurken, elektronlar da aynı çekirdeğin etrafında bir bulut halinde döner. elektronlar negatif yüke, protonlar pozitif yüke sahiptir; nötronlar yüksüzdür.

yeteneklerinizi sakladığınız sürece ne kadar dostunuz olursa olsun hep yalnız kalıyorsunuz.

schopenhauer pek mutlu bir kişi değildi. yaşamı acılarla dolu bir süreç olarak görüyor ve kurtuluşun sadece iradenin egemenliğinden kaçarak elde edilebileceğini düşünüyordu.

schopenhauer tüm sıkıntı ve üzüntülerin kaynağında iradenin arzuları olduğuna inanır; çünkü tatmin edilmemiş bir arzu bizi özlemle dolu olarak bırakır, tatmin edilen bir arzunun yerini bir yenisi alıncaya kadar da can sıkıntısı yaşarız. iradenin egemenliğinden kurtulmanın tek yolunun, estetik beğeniye layık bir nesnenin üzerinde derinlemesine yoğunlaşmak olduğunu düşünüyordu. schopenhauer o tür nesnelerin kendi benliğimizi içlerinde kaybedeceğimiz, kişiliğimizi unutacağımız ve nesnenin aynası haline dönüşeceğimiz özel bir algısal bilinç halini tetiklediğini söylüyordu.

schopenhauer müziğin yapısının doğal dünyayı kopyaladığına inanır: bas sesler cansız maddeleri, armoniler hayvanlar dünyasını, melodiler ise insan düşüncesini betimler. müzik, evrensel iradenin kopyasıdır. müziğin öteki sanat türlerinden farkı, kendi kendini içermesidir.

hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi önyargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsinizdir.

unicorn: alnının ortasında tek bir boynuzu olan mitolojik bir hayvan.

hume, imgelemeyi iki kaynağa ayırdı: fantezi ve anlama. sonra fanteziyi de dört tip fikre böldü: bütünleştirici, değiştirici, artırıcı ve indirgeyici.

zihnin ve bedenin arasındaki bağlantı tam bir muamma.

zihnin beden üzerindeki etkisi, sana zihnimle dağları yerinden oynatabileceğimi söylememden daha akıl dışı değil.

tüm fikirler deneyimlerden gelir ve bizi tanrı’ya inanmaya itecek hiçbir deneyim yoktur.

ockham’ın usturası: en az varsayımı olan teori genelde doğrudur. ve tanrı da oldukça büyük bir varsayımdı. 

ögeler gerekenin ötesinde çoğaltılmamalıdır.

tanrı her zaman en doğru olanı seçtiğine göre, üstünde yaşadığımız dünya, olası dünyalar içinde en iyisi olmalıdır.

yüz binde birlik oranda yer alan kimilerinin yetenekleri o kadar güçlüdür ki, davranış bozuklukları sergilerler. etraflarındaki insanların duygularını algılamayı engelleyemedikleri için onların altında ezilirler. bazıları zihnini perdelemeyi öğrenir. ama çoğu bunu yapamaz. cinnet geçirirler. intihar ederler. ve bunu sadece beyinlerinde duydukları o son derece gerçek seslerden dolayı yaparlar. geleneksel bilimin ve toplumun inanmadığı sesler nedeniyle yani.

tüm duyuların merkezi olan beynin acı hissetmeyen tek organ olması ona hep garip gelmişti.

19.06.2011

john d. rockefeller

john reader

sanayi devrimi'nin kuzey amerika'ya getirdiği ekonomik ve sosyal gelişmelerin birleşiminden faydalanmak açısından, cleveland'dan daha elverişli konumlanmış çok az şehir vardı. kereste, kömür ve demir cevheri; nehir, kanal, göl ve demiryolu ulaşımı; dev finansal yatırımlar ve hevesli bir göçmen emeği havuzu. tüm bunlar, rastlantısal konumunun, onu modern dünyadaki refah ve nüfuzun öncül kaynaklarından olacak petrolün merkezi haline getirdiği 1860'ların başı itibariyle, cleveland'ı amerika'nın yükselen sanayi şehirlerinin ön sırasına yerleştirdi.

cleveland'ın doğusundaki allegheny dağlarında ham petrol binlerce yıl boyunca kayalardan sızmış ve nehir yüzeylerinde salınır olmuştu. yerel olarak kullanılmaktaydı; ama daha geniş potansiyeli ancak 1859'dan sonra, edwin drake dünyanın ilk petrol kuyusunu kazarak dünyaya ham petrolün büyük miktarlarda üretilebileceğini göstermesiyle fark edildi. benzinli motorun icadından evvelki o günlerde, ham petrolün en önemli potansiyeli kerosene alternatif bir kaynak olarak görülmesinde yatıyordu ki, bu da zamanın evlerinin lambalarına satışını zorlaştıracak bir maliyetle; ancak kömürden çıkarılıyordu. bu, o sıralarda yoğunlukla balina yağının kullanıldığı bir pazardı. ucuzladığı takdirde kerosenin lamba yakıtı olarak balina yağının yerini alacağına inanan üç clevelandlı girişimci 1860'ta drake'in kuyusundan 10 varil ham petrol satın aldı; kömürden çıkarma yönteminden daha düşük maliyetle ve balina yağından da ucuza mal ederek kerosen üretmeyi başarana dek denemeler yaptı.

cleveland'daki ilk kerosen üretiminden gelişen petrol rafineri ve arz sanayisi, kısa sürede kendine sağlam bir devinim yaratırken, petrol tetkik ve kazı sanayisinin gerektirdiği finansman, teknoloji ve çelik, cleveland'ın talihine ayrı bir canlılık kattı. şehrin nüfusu istikrarla arttı. girişlerin çoğu yabancı göçmen işçiler tarafından gerçekleştiriliyordu; ama bunlara bankacılar, inşaatçılar, otelciler, tüccarlar ve pek çok kendi talihinin peşine düşmüş insan da dahildi. son kategorinin en kararlıları arasında, cleveland ticaret kolejinde iş araştırmaları seminerine 40 dolar yatırmış, aynı yılın güzünde 17 yaşındayken kendini şehrin iş piyasasına atmış ve dünyanın en zengin adamı titrini edinmek üzere işe koyulmuş genç bir adam vardı: john d. rockefeller.

rockefeller ve cleveland, tarihte yetenek ve konumun birbirini tam anlamıyla destekleyişinin bir örneği olarak kabul edilebilir. rockefeller'ın iş yetenekleri, kerosen işine bir ortakla girişerek cuyahoga düzlüğündeki tren terminaline makul yakınlıktaki 1.2 hektarlık alana excelsior works rafinerisini kurduğu 1863'te ona çoktan bir servet edindirmişti. rockefeller, ham petrolün allegheny kuyularından günde 10.000 varil hızla aktığı 1865'te ortağının payını satın aldı. rockefeller, geleceğini petrolde gördü. cleveland'ın geleceğinin büyük bir kısmı rockefeller'ın vizyonuna bağlıydı ve göründüğü üzere, bu new york'un, kuzey amerika'nın ve dünyanın ekonomik geleceğinin büyük bir kısmı için de geçerliydi; çünkü rockefeller excelsior works'u, dünyanın çokuluslu dev şirketlerinin ilkine, standart oil esso'ya dönüştürmüştü.

1872'ye gelindiğinde cleveland, birleşik devletler'in petrol merkeziydi. kerosen, yakma, ısıtma, pişirme işlemlerinin can damarıydı; ama saf vazelin, yağlayıcı maddeler, parafin mumu ve gaz gibi yan ürünler dahil, çikletten vazeline kadar hepsi rockefeller'ın harcıydı. bu arada nakliye hizmetlerinin ve demiryollarının kontrolü, boru hattının ve depolama imkanlarının neredeyse tekelciliği standart oil kasalarına daha da fazla para akıtmaktaydı. benzinli motorun, otomotiv gücünün ve uçakların gelişmesiyle beraber kar beklentisinin resmen sınır tanımadığını ve bunların rockefeller'ın gözünden asla kaçmadığını söylemeye gerek yok. john d. gününün marco datini'siydi; olayların nasıl geliştiğine her zaman yakın ve kişisel bir ilgi duyan bir adam. her şey kayıt altındaydı; örneğin 1912'deki kişisel hesap defterinin son satırında kayıtlı 302.713.419 dolar ve 83 cent'lik net varlık değeri.

18.06.2011

bağışlanmış küheylan

hildegard knef

hayat bazen yabancı bir kentte geçirilen pazar günlerine benzer. insan kime danışacağını, kime sığınacağını bilemez.

yetenekli kişiler kuşkusuz güzelliğe erişiyorlar. yetenekleri onları güzelleştiriyor. oysa yeteneksiz bir güzellik bence çirkindir. heinrich george bütün şişmanlığına rağmen ne kadar güzel bir adamdı!

aslında insanlar yeni bir savaş bekliyorlar. yenisi patlayınca da eskisini düşünerek zaman öldürüyor, saygı duymadıkları kişilerle yatıyorlar. hiçbir şey hatırlamıyorlar, hiçbir şey bilmiyorlar; böylece de yaşamın en olağan ve basit yolunu seçiyorlar. yalancı ilahlara taptıkları için utanç içinde yaşıyorlar.

dönüşler, değişiklikler, gelişmeler insan için iyi bir temeldir.

insanlar köşeli yanları ve karşılarındakilere karşı çıkmaları sayesinde olgunlaşırlar.

alçak gönüllülük çok değerli bir erdemdir.

oğlak burcundan olanlar hiçbir zaman memnuniyet duymaz ve doymak nedir bilmezler.

insanlar yeteneksizliklerini örtbas etmek için başarısızlıklarından kaderi sorumlu tutarlar. çirkinliğin gerçek, güzelliğin rastlantı olduğunu söylerler.

insan düşmanlarını bile dikkatli seçmelidir. 

"shakespeare'den sonra kimsenin yazı yazmaması gerekirdi. yazmaya devam edenler ise yürekli olduklarını gösterenlerdir."

17.06.2011

kahraman

julian barnes

her zaman yıkanacak yeni çamaşırlar vardır.

küçük, önem taşımayan bir eylem, bir gün son derece makul bir davranış ve ertesi gün tamamen delice bir şey olarak görünebilir.

çocukların öğrenebildiği en iyi dersler kendi başlarına öğrendikleridir.

"hiç kimse kendi uşağı için bir kahraman değildir."

yaşam önce komedi, sonra trajedidir.

mutlu insanlar mutsuz insanlardan daha sağlıklıdır. insanları mutlu kılın, böylelikle ulusal sağlık hizmeti üzerindeki yükü azaltmış olursunuz.

bazı yalanlar ötekilerden daha dürüstçedir.

depresyonun kurnazca yanı, dıştan bağdaşmaz görünen bir şeyle bağdaşabilmesidir.

güven insanı ihanete götürür. güven ihaneti davet eder.

insan ancak kendisini dünyadan uzaklaştırarak onu açık seçik olarak görür. dünyayı anlamak için dünyayı terk edersiniz. bilgiye doğru kaçarsınız.

genelde, olağanüstü işler yapan orijinal düşünürler başarısızlığa uğrarlar.

yetenekli bir amatörün çalışması, yapıldığı tuval kadar bile para etmez.

ben, yeşil panjurlu evinde oturan bayan mutlu değilim.

dünyaya baktım. vardığım sonuçlar çok özgün olmayabilir ama yine de bana aitler. insan ancak hem dışımızdaki hem de içimizdeki dünyaya ait olduğu biçimiyle bakarak olgunlaşır.

hepimiz kayıbız. en çok kayıp olanlar da bunu bilmeyenler.

tayyip erdoğan

zülfü livaneli

2002 yılında türkiye'nin kaderini değiştiren bazı olay ve kararlara tanık oldum. 19 aralık günü saat 15.15'te ankara'da cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer'le uzun bir görüşme yapmıştım. sezer, tayyip erdoğan'ı başbakan yapacak anayasa değişikliğine karşı çıkıyordu. oradan çıkıp doğruca mehmet sevigen'in evindeki akşam yemeğine gittim. o yemekte deniz baykal, önder sav, eşref erdem, bülent tanla, yaşar nuri öztürk ve elbette ev sahibi olarak mehmet sevigen vardı.

chp önemli bir karar öncesindeydi. ya anayasa değişikliğine destek vererek tayyip erdoğan'ı meclis'e sokacak ve ona başbakanlık yolunu açacaktı ya da seçimden önce halka söz verdiği gibi, milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılmadan bu anayasa değişikliğine onay vermeyecekti.

bu işin ince noktası şuydu: o tarihte recep tayyip erdoğan hakkında 54 yolsuzluk davası sürüyordu. dokunulmazlıklar kaldırılmadan meclis'e girerse, bir zırha kavuşacaktı ve davalar ertelenecekti. ben dokunulmazlık maddesinin şart olarak öne sürülmesinde ısrar ettim. cumhurbaşkanı sezer'in de böyle düşündüğünü aktardım. deniz baykal, "o işimize niye karışıyor?" diyerek sezer'e büyük bir tepki gösterdi. baykal'la iki saate yakın tartıştık. tayyip erdoğan'ı başbakan yapmak istediğini, çünkü o günün ekonomik koşullarında iki ay bile dayanamayacağını söylüyordu. ben de bunun tarihi bir dönüşüm olduğunu, erdoğan'ın, bırakın iki ayda gitmeyi, o odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirebileceğini savunuyor, rejimin değişeceğini belirterek dokunulmazlık maddesinde ısrar edilmesini istiyordum. tayyip erdoğan oy aldığı için meclis'e girebilirdi elbette; bu onun demokratik hakkıydı ama bizim halka söz verdiğimiz dokunulmazlık şartından vazgeçmemizi gerektirecek bir neden yoktu ortada.

baykal bunu kabul etmedi ve o akşam laik cumhuriyetin idam fermanını imzalamış oldu. daha sonra, deniz baykal'ın, tayyip erdoğan'la bir öğleden sonra beylerbeyi'nde bir lokantanın üstündeki otel odasında kimselere duyurmadan buluşarak 4 saat gizli pazarlıklar yapmış olduğunu öğrendik. 2007 yılında bütün bunları vatan gazetesindeki yazılarımda açıkladım. deniz baykal bir basın toplantısı yaparak bu iddiaların hepsini reddetti ama sonra tanıklar ortaya çıkınca kabul etmek zorunda kaldı ve erdoğan'la gizli buluşmasında ırak meselesini görüştüklerini söyledi. bu konuyu ankara'da açık açık görüşmek yerine niçin istanbul boğazı'ndaki bir mekanda gizlice buluştuklarını ise izah edemedi. ayrıca bu görüşmeyi basın önünde defalarca yalanladıktan sonra kabul etmek zorunda kalması da onun adına çok üzücü bir durumdu.

bu tartışma sırasında chp resmi internet sitesi bir nazi yöntemine başvurup benim resmimin üstüne çarpı işareti koyarak genel başkanını korumaya çalıştı. ne var ki buradaki önemli nokta tartışmada kimin haklı olduğu değil, deniz baykal'ın o akşam türkiye'yi rejim değişikliğine götüren yolu açmış olduğuydu. laik cumhuriyet, atatürk'ün kurduğu partinin başkanının yaptığı gizli pazarlıklar sonucunda tehlikeye giriyordu.

16.06.2011

düşünmeyi öğrenme ve öğretme

zehra ipşiroğlu

bizim öğretim sistemimiz skolastik öğretime dayanır.

en büyük beceri, bir konuyu herkesin, kültür düzeyi düşük olanın bile anlayabileceği bir açık seçiklik içinde, ancak düzeyi düşürmeden dile getirebilmektir.

kişisel olarak bana her zaman güç insanlar ve okuyucusu az olan zor anlaşılır kitaplar çok çekici gelmiştir.

edebiyat tarihinin kronolojik bir sıralamaya göre soyut bir bilgi yığmacası olarak verilmesi sorunu, klasiklerin bizim gerçeklerimizden uzak bir dünyayı yansıtmaları, geçmişte kalan ölü bir dünyayı, çağ farkının getirdiği bu kopukluğa bir de dil sorunu, kültür ayrılığı gibi etkenlerin eklenmesi.. yazın tarihinin bugünden geriye giden bir çizgi içinde verilmesi, bugünle geçmiş arasındaki bağlantıyı kurabilmek amacıyla başvurduğumuz bir yöntemdir.

iyi eleştiri yazabilmenin dört koşulu: nesnellik, temellendirme, açık seçiklik, esneklik.

dil ve düşünce birbirinden ayrılmaz bir bütünü oluşturduğuna göre, ben iyi düşünüyorum ama anlatamıyorum görüşü bir yanılmacadır.

sorunları işin içinde olanların kolay kolay göremeyecekleri bir bakış açısından dile getiren keskin bir gözlemci, iyi bir düşünürdür.

yenme yenilme diye bir şey yoktur düşünsel etkinlikte, aşamalar vardır.

üniversitelerimizde ders veren seçkin aydın kesimin acaba yüzde kaçı düşünen, okuyan, araştırma yapan, mesleğine bağlı insanlardan oluşuyor?