18.05.2011

tepedeki ev

cesare pavese

bir kadın sana koşarsa, o çoktan hesaplarını yapmış demektir.

bir adam ne kadar başarılı olursa olsun bir köprü gibidir, belli bir taşıma gücü vardır; ama ötesini kaldıramaz.

bu dünyada tesadüfen bulunuyoruz. baba, anne, çocuklar, herkes bir rastlantı sonucu burada. insan yalnız doğar, yalnız ölür.

tepeyi köpekle dolaşmak hoştur: sen yürürken o koklar, senin için kökler, yuvalar, dehlizler, gizli bağlar bulur ve keşiflerin tadını artırır. çocukluğumdan beri, bana öyle gelirdi ki, bir ormanda köpeksiz dolaşmakla yaşamın büyük bir dilimini, toprağın gizini elden kaçırmak aynı şeydi.

adam olmak için şans ister, cesaret, istek ister. her şeyden önce de cesaret. sanki başka hiç kimse yokmuş gibi yalnız kalabilme ve yalnızca işini düşünebilme cesareti. insanlar senin yaptıklarını önemsemeseler de korkmamak gerekir. bunun için yılları verebilmek; hatta ölebilmek gereklidir. öldükten sonra, şansın varsa adam olursun, adın anılır.

artık hiç kuşku yoktu. yıllardır bütün avrupa'da yaşananlar şimdi bizde yaşanıyordu. göğün altında, ordularca ve korkunç seslerce işgal edilen kentler ve köyler acıyla kıvranıyorlardı. o günlerde ölen yalnızca sonbahar değildi. torino'da bir yıkıntı yığını üzerinde kocaman bir fare görmüştüm, güneşin altında sakin, huzurluydu. o kadar sakindi ki ben yaklaşınca bile ne kımıldadı, ne kaçtı. bacaklarının üzerinde dimdik duruyor, bana bakıyordu. artık insanlardan korkmuyordu.

bu savaş evlerimizi yakıyor. yollarımıza, alanlarımıza kurşunlanmış cesetler bırakıyor. bizi tavşan gibi o sığınaktan bu sığınağa koşturuyor. sonunda etkin bir onayımızı almak için bizi de savaşmaya zorunlu kılacak. ve öyle bir gün gelecek ki hiç kimse savaşın dışında kalmayacak -ne ödlekler, ne kederliler, ne yalnızlar. ailemin yanında yaşadığımdan beri bunu çok sık düşünür oldum. hepimiz savaşmayı kabulleneceğiz. ve belki o zaman huzura kavuşacağız.

insan utanç duyuyor; çünkü birbirini çok iyi anlıyor -gözler birbirine değsin yeter. o ölünün yerinde bizler de olabilirdik: hiç fark etmezdi ve eğer yaşıyorsak bunu o kana bulanmış cesede borçluyuz. bu yüzden her savaş sivil bir savaştır. her şehit olan ayakta kalana benzer ve ona bunun nedenini sorar.

ben bitebileceğine inanmıyorum. şimdi savaşın ne odluğunu, sivil savaşın ne olduğunu gördükten sonra, biliyorum ki, savaş günün birinde biterse herkes şöyle soracak: "peki, ya şehitleri ne yapacağız? neden öldüler?" ben ne yanıt vereceğimi bilemezdim. en azından şimdi bilmiyorum. başkalarının da bilebildiğini sanmıyorum. belki de bunun yanıtını bir tek ölüler biliyorlardır ve savaş yalnızca onlar için gerçekten bitti.

eski günlerde bile, hani deniz, orman der gibi, tepe denirdi. akşamları kararan kentten oraya dönerdim ve tepe benim için yalnızca bir yer değil, nesnelerin bir görünüm biçimi, bir yaşama tarzıydı. söz gelimi o tepelerle, çocukluğumda oynadığım, şimdi de yaşadığım bu tepeler arasında bir ayrım görmüyordum: her zaman nereye varacağı belli olmayan, yılankavi bir toprak parçasıydı, kimi yeri ekili, kimi yeriyse yabanıl; karşıma kimi yollar çıkardı, kimi mandıralar, kimi uçurumlar. sanki gece alarmlarının dehşetinden kaçarmışçasına, akşam oldu mu ben de tırmanıyordum; yollar karınca gibi insan kaynıyordu, zavallı insancıklar şiltelerini bisikletlerine ya da sırtlarına yükleyip kırlarda uyumak için toplaşırlardı: konuşurlar, tartışırlar, sevgi ve inançla kaynaşıp eğlenirlerdi.

yokuşa sardın mıydı herkes başlardı tutuklu kentten, geceden, yakındaki korkulardan söz etmeye. uzun zamandan beri yukarıda yaşayan ben, onların yavaş yavaş saptıklarını, seyreldiklerini görür, sonra da bir an gelir ve artık çalıların ve çitlerin arasından tek başıma tırmanmaya başlardım. işte o zaman yürürken dikerdim kulaklarımı, gözlerimi tanıdık ağaçlara çevirirdim, toprağı ve her şeyi derin derin koklardım. hüzünlerim yoktu, biliyordum ki gece bütün kent alev alev yanabilir, insanlar ölebilirdi. ne var ki uçurumlar, kırlar ve patikalar her zamanki gibi ve dingin bir sabaha uyanacaklardı. meyve bahçelerine açılan pencereden ben gene sabahı görecektim. bir yatağın içinde uyuyacaktım, bu kesindi. kırlarda ve ormanlarda geceleyen kalabalıklar benim gibi gene kente ineceklerdi, yalnızca onlar benden daha bitkin ve üşümüş olacaklardı. yazdı, kentte oturduğum, yaşadığım başka akşamları anımsıyordum, ben de gecenin ilerleyen saatlerinde şarkılar söyleyerek, gülerek kenti yaşardım, binlerce ışık tepeyi ve yolun sonundaki kenti ışıtırdı. kent sanki bir ışık gölüydü. o zamanlar geceler kentte geçirilirdi. zamanın bu kadar kısaldığı bilinmiyordu. dostluklar ve günler en önemsiz rastlantılarla tüketiliyordu. başkaları ile ve başkaları için yaşanıyordu ya da öyle sanılıyordu.