4.10.2010

çivisi çıkmış dünya

amin maalouf

zamanaşımı, hukukçuların icat ettiği bir kavramdır; halkların belleğinde, zamanaşımı diye bir şey yoktur.

her arap içinde düşkün bir kahramanın ruhunu taşır ve kendisini hiçe sayanlara karşı intikam arzusuyla yanıp tutuşur.

insanlık, evriminin günümüzdeki evresinde, tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıya ve bunlar yepyeni küresel çözümler gerektiriyor; yakın gelecekte bu çözümler bulunmazsa uygarlığımızı büyük ve güzel kılan şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak; kaldı ki, bugüne dek, insanların farklılıklarını aşacağını, düş gücüne dayanan çözümler geliştireceğini, ardından onları hayata geçirmek adına birleşip seferber olacağını ummamızı sağlayabilecek pek az ipucu var; hatta belirtilere bakılırsa dünyanın çivisinin çıkması sürecinde ileri bir evreye gelindiği ve bir gerilemenin önüne geçmenin artık güç olduğu düşünülebilir.

bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği, aynı evrensel değerlerle bütün haline getirilen, insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz.

bin yıl, üç yüz yıl ya da elli yıl öncesiyle karşılaştırıldığında, batı'nın kimi alanlarda hala devam eden, hatta hızlanan, göz alıcı ilerlemeler kaydettiği yadsınamaz. oysa arap alemi bugün dibe vurmuş durumda; evlatlarını, dostlarını ve aynı şekilde tarihini utandırıyor.

bir sünni militan şii ailelerin gittiği bir pazar yerini havaya uçurmak üzere bomba yüklü bir kamyonun direksiyonuna geçince ve bu katil, bazı fanatik vaizler tarafından "direnişçi", "kahraman" ve "şehit" olarak adlandırılınca, başkalarını suçlamak artık hiçbir işe yaramaz, asıl vicdan muhasebesi yapması gereken, arap alemidir. neyin savaşını vermektedir? hala hangi değerleri savunmaktadır? inançlarına nasıl bir anlam yüklemektedir?

hz. muhammed: insanların en iyisi, insanlara en çok yararı dokunandır.

ırak'ta olup biten şey, aslında, abd'nin demokrasi hayali kuran bir halka demokrasiyi getirememesidir.

cemaatçilik yurttaşlık düşüncesinin bile yadsınmasıdır ve böyle bir temel üstüne uygar bir siyasal sistem inşa edilemez. bir ulusu oluşturan çeşitli ögeleri, bir yandan her yurttaşın temsil edildiğini hissetmesi için incelikli, esnek ve örtük biçimde göz önünde bulundurmak ne kadar önemliyse; ulusu kalıcı biçimde düşman aşiretlere bölen bir kota sistemi kurmak da o kadar zararlı, hatta yıkıcıdır.

askeri bir operasyonun amaçları ne olursa olsun, onun adalet adına, uygarlık adına, tanrı ve peygamberleri adına, ezilenler adına ve elbette, meşru müdafaa ve barış aşkı adına yürütüldüğünü söylemek yeğlenir. asıl gerekçelerinin intikam, açgözlülük, fanatizm, hoşgörüsüzlük, egemen olma isteği ya da muhaliflerini susturma arzusu olduğunu söylemek hiçbir liderin işine gelmez.

batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalanına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan sürekli olarak kaçınmasıdır.

dinsel fanatizmin daha önce eşine rastlanmamış şekilde zincirinden boşanması karşısında, mandarenler de ırak'ın üstüne çullanan cani çılgınlığın kurbanı olmuşlar. felluce'de, ateşli vaizlerin etkisiyle, korku içindeki mandarenler tehdit edilerek din değiştirmeye zorlanıyorlarmış; ülkenin geri kalanında olduğu gibi bağdat'ta da mandarenler işlerinden kovulmuş, evlerinden atılmış, dükkanları yağmalanmış. zaten az olan nüfusu daha da düşmüş; 2002'de, ırak'ta olsa olsa 30.000 kadar olmalılar; 4 yıl sonraysa, nüfusu 6.000'i aşmıyor. toplulukları dağılmış, kovalanmış, altüst olmuş. artık hiçbir yerde bir araya gelemiyor, ibadet edemiyorlarmış; ölülerini nereye gömeceklerini bile bilemez hale gelmişler.

çağdaşlarımızın birçoğu öyle devletlerde yaşıyorlar ki, siyasetçiler ne dürüst bir seçimle başa geçmişler, ne saygı duyulan bir hanedandan geliyorlar, ne amacına ulaşmış bir devrimi devam ettiriyorlar ne de ekonomik bir mucizenin mimarı olmuşlar; bu yüzden de hiçbir meşruiyetleri yoktur; üstelik bütün bunlar, halkların aynı şekilde kesinlikle meşru görmediği küresel bir gücün himayesi altında sürüp gidiyor. bu saptama, özellikle arap ülkelerinin büyük çoğunluğu için geçerli. buradan hareketle, bu yüzyılın başında, akla hayale sığmaz şiddet eylemlerine kalkışan insanların bu ülkelerden çıkması rastlantı mı sadece?

halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. ondan fedakarlıklar, kısıtlamalar isteyebilir ve hatta buyurganca davranabilir; halk yine de onu dinleyecek, savunacak, onun sözünü dinleyecektir; sonsuza dek değil; ama uzun süreliğine.

1967 bozgununun ertesinde geçen bir öyküde, mısırlı üst düzey bir sorumlu, olan biten karşısında öfkeden deliye dönmüş bir halde, sovyet büyükelçisine patlıyordu: "bize sattığınız silahlar beş para etmez!" diplomatın yanıtı şöyleydi: "aynı silahları vietnamlılara da verdik."

meşruiyetin olmayışı, her insan toplumu için, bütün davranışların çığrından çıkmasına neden olan bir tür yerçekimsizlik halidir. hiçbir yetke, hiçbir kurum, hiç kimse gerçek manevi inandırıcılığa sahip olmadığında, insanlar da bunun sonucunda dünyanın, en güçlü olanın borusunun öttüğü ve her şeyin mübah sayıldığı bir cengel olduğunu düşünmeye başladığında yalnızca şiddet, cinayet, zorbalık ve kargaşa başgösterir.

dünya nüfusunun % 5'ini temsil eden amerikan yurttaşlarının oylarının bütün insanlığın geleceği üstünde geri kalan % 95'ten daha belirleyici olduğu anda, dünyanın siyasal yönetiminde bir işleyiş bozukluğu var demektir.

insan, olan bitene baktığında, yaşamı neden dürüstçe çalışarak geçireyim ki, diye kendi kendine haklı olarak sorabilir; neden bir genç profesör olmak istesin, kaçakçı olmak varken; böylesi bir ahlaki ortamda, bilgiler nasıl aktarılabilir, idealler nasıl aktarılabilir, adlarına özgürlük, demokrasi, mutluluk, ilerleme ya da uygarlık dediğimiz öylesine temel ve öylesine hassas şeylerin ayakta kalması için en düşük düzeyde de olsa toplumsal doku nasıl korunabilir?

bir halkın özel yaşamı, edebiyatıdır. tutkularını, özlemlerini, düşlerini, yoksunluklarını, inançlarını, çevresindeki dünyaya bakışını, kendisini ve -buna biz de dahil olmak üzere- başkalarını nasıl algıladığını edebiyatla açığa vurur.

hz. muhammed: alimin mürekkebi, şehidin kanıyla tartılır, alimin mürekkebi ağır gelir.

"dünya öğrenen çocukların soluğuyla ayakta kalır ancak." (talmud)

karl marx: dinsel üzüntü hem gerçek üzüntünün dışavurumu, hem de bu üzüntüye karşı çıkıştır. din ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur. din halkın afyonudur.

islam aleminin yaşadığı trajedilerden biri, eskiden olduğu gibi bugün de, siyasetin sürekli olarak dinsel alana kaymasıdır.

amsterdam'da, cezayir kökenli genç bir kadın gönlünde yatan bir tasarıyı gerçekleştirmek için belediyeye gitmiş: mahallesindeki göçmen kadınlar, kendi aralarında buluşabilsinler, aile içi mikrokozmostan biraz olsun çıkabilsinler, hamamda yorgunluk atsınlar ve özgürce sorunlarından söz etsinler diye bir tür kulüp kurmak istiyormuş. bir yetkili kendisini kabul etmiş, dinlemiş, notlar almış ve belediyenin kendisine yardım edip edemeyeceğini öğrenmek üzere birkaç hafta sonra yine gelmesini istemiş. genç kadın çıkmış, belirlenen tarihte yeniden belediyeye gittiğinde, bir de ne duysun, ne yazık ki, tasarı gerçekleştirilemezmiş. "mahallenizdeki imamla görüştük, bunun iyi bir fikir olmadığını söyledi. üzgünüz!"

cemaatçilik, gençliğimde bir orta doğu kalıntısı gibi görünüyordu gözüme. bugünse olay, küresel çapta ve ne yazık ki yalnızca bir kalıntı olmaktan çok öte bir durumda. bütün insanlığın geleceğini kirletebilir bu iğrenç düşünce.

insan buraya dek hayatta kaldı
çünkü arzularını gerçekleştirebilmek için fazla bilgisizdi
şimdi gerçekleştirebiliyorken
onları değiştirmek zorunda
yoksa ölüp gidecek (william carlos williams)

bu kitabı yazmamdaki amaç, geç kalındığını; ama çok geç kalınmadığını söylemek. çöküşü ve gerilemeyi önlemek amacıyla bütün gücümüzle harekete geçmemenin bir intihar, bir suç olacağını söylemek. hala harekete geçilebileceğini, hala olayların akışının değiştirilebileceğini; ama bunun için kararsız, korkak, bayağı değil, cesur ve yaratıcı olmak gerektiğini söylemek. düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirme, hayali gerçekliklerimizi kökünden değiştirme ve öncelikler ölçeğimizi yeniden oluşturma cesaretinin gösterilmesi gerektiğini dile getirmek.

bilim ahlaki açıdan tarafsızdır, insanların bilgeliğinin olduğu kadar çılgınlıklarının da hizmetindedir. bilim, dün ya da bugün olduğu gibi yarın da, zorbalık, açgözlülük ya da arkaiklik lehine ayartılabilir, yoldan çıkarılabilir.