29.06.2010

uzun lafın kısası

ian mcewan: inananların pençelerinden kurtulmak pek kolay değildir.

aslı erdoğan: yalnızca kötülüğün en dibine inenler erdemin doruklarına varabilirler.

juli zeh: bir güvenlik sistemini hayattan vazgeçmiş insanlardan daha çok korkutan bir şey yoktur. bu durum onları durdurulamaz kılar.

elia kazan: insanların içine düştükleri en zararlı ve aldatıcı yanılgılardan biri, bir defada yalnızca bir kişiyi fiziksel olarak sevebilecekleri kanısıdır.

muriel barbery: nerede para varsa orada uyuşturucu da vardır.

erich auerbach: dinler, halkın saflığına dayanan kaba ikiyüzlülüklerden ibarettir; insanları, budalalıklarını istismar eden bir avuç açıkgözün boyunduruğu altına koymaktan başka bir işe yaramaz.

g.b. shaw: her erkek sevdiği şeyi öldürür. kadın dediğin de budur zaten: en iyi kemiği kapmak için birbirleriyle dalaşan köpekler.

ursula k. le guin: erkeğin istediği özgürlüktür. kadının istediği mülkiyettir. seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakır. bütün kadınlar mülkiyetçidir.

pierre assouline: eğer gülüyorsan herkes seninle güler; ağlarsan yalnız ağlarsın.

simone de beauvoir: kadın; bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz.

cemil sena: bazı mağlubiyetler vardır ki asildir; bazı galibiyetlerin de sefil olduğu gibi.

edward said: entelektüel; sismik şoklar yaratır, insanları sarsar; ama ne geçmişine ne de arkadaşlarına bakılarak açıklanabilir. sürgün entelektüel zorunlu olarak ironik, kuşkucu ve hatta oyunculdur; ama kinik değildir.

28.06.2010

cennetin arka bahçesi

habib bektaş

dünyada yapılması gereken kötü işler de vardır ve birilerinin o işleri yapması gerekir.

bazı yorgunluklar güzel yorgunluklardır.

yalnızlığınıza değer veriniz, yalnızlığınızı seviniz. yalnızlığımız, kendi ben'imize en yakın olduğumuz andır ve en kalabalık olduğumuz an, kendimizi tanıyabileceğimiz.

on ikinci gece

william shakespeare


cehaletten başka karanlık yoktur.

karşılıklı aşk güzeldir; ama daha güzeli
karşılık beklemeden kendini verendir

maskaralık, tıpkı güneş gibi dünyanın çevresinde döner, her yerde parıldar.

ey aşk, ne kadar duyarlısın her yeni düşünceye, duyguya
sevgilinin aklını çelen her yeni düşünceyi
yutmaya hazırsın aç denizler gibi
ama ne olursa olsun değeri
bir anda yitiriyor hepsini
sevgilinin kafası çeşitli hayallerle dolu
aşk ise hayal ediyor olmadık şeyleri

tasa insanın en büyük düşmanıdır.

bazıları büyük doğar, bazıları büyük işler yapar, bazılarına ise büyüklük kendiliğinden gelir.

bir kadın kendinden büyüğüne varmalıdır
ancak böylece ona uyabilir, kocasının gönlündeki yeri koruyabilir
çünkü kendimizi ne kadar översek övelim
duyduğumuz sevgi, kadınlarınkinden
daha delişmen, daha kaypak, daha hırslı, daha kararsızdır
bu sevgi daha çabuk biter, daha çabuk kazanılır

unutma, gençlik, dayanıksız bir kumaştır.

dünyada erkeği kadının gözüne sokmakta yiğitlik sıfatından daha başarılı bir çöpçatan yoktur.

öyleyse, senden genç olsun sevdiğin
yoksa yoğunluğunu koruyamaz sevgin
kadınlar gül gibidirler
o güzel çiçekleri açtıktan kısa bir süre sonra
solup dökülürler

hazırcevap olanlar için sözcükler sadece oğlak derisinden yapılmış bir eldivendir. istendiği anda tersyüz edilebilir.

biz erkekler çok konuşur, sık da yemin ederiz
ama aslında duygularımızdan üstündür gösterişimiz
çünkü her zaman yeminlerimizde cömert, sevgimizde pintiyiz

onarılmış herhangi bir şey yamalıdır; yoldan çıkan erdem günahla yamanır; yola giren günahsa erdemle yamanır.

ey dünya
şu yoksul insanların ne de büyük yetenekleri var gurura
insan av olacaksa eğer
kurdun dişlerine değil, aslanın pençesine düşmeli

zamanın çarkı döndükçe bedelini de birlikte getirir.

bir katilin suçu bile
saklanmak istenen aşk kadar çabuk göstermez kendini
öğle gibi aydınlıktır aşkın gecesi de

düşman serttir; ama sertlikten hiç hoşlanmaz.

bir insanda en nefret ettiğim nankörlüktür
yalan, gevezelik, sarhoşluk, böbürlenme
ve soysuzlaştıran etkisiyle
zayıf doğamızda barınan herhangi başka bir kötülük
bunun yanında ikinci planda kalır bence

adamakıllı asılmış bir insanın bu dünyada hiçbir şeyden korkusu kalmaz.

doğa, çoğu kez pislikleri kapatır
bir güzellik duvarıyla

akıllıyı yıkan illetler hep kaçıklara yaramıştır.

akıllı bir kaçık, kaçık bir akıllıdan yeğdir.

doğada sakatlık yoktur ruh sakatlığından başka
insafsızlıktan başkası kötü değildir
erdemse güzelliktir
oysa güzel kötülük, şeytanın süslediği
içleri boş ağaç gövdeleridir

geç vakte kadar ayaktaysanız, geç vakte kadar ayaktasınız demektir.

25.06.2010

antikacı dükkanı

charles dickens

namuslu ve şeref sahibi bir insanın tanrının en mümtaz eseri olduğunu söyleyen şairle aynı fikirdeyim. bir taraftan alp dağları, diğer taraftan arı kuşu namuslu bir insan yanında bir hiç demektir.

vicdan, pek çokları için eğilip bükülebilen elastiki bir maddeden yapılmıştır. yani uzayıp kısalabilir ve hadiselerin türlüsüne uyabilir. yine bazı insanlar zaman geçtikçe sıcak havada birer birer atılan fanila ve yelekler gibi vicdanı elden bırakmayı öğrenirler. bazıları da vicdanı arzu edildikçe giyilip çıkarılan bir elbiseye döndürürler. hepsinden elverişlisi de bu olduğu için gittikçe rağbet kazanıyor.

bazı insanlar neşelenmeyi bilir; fakat akılları yoktur. bazılarının da akılları vardır -daha doğrusu olduğunu zannederler- fakat neşe nedir bilmezler.

bu ihtiyarlar o kadar insanı günaha sokan, o kadar insafsız ve garazkâr mahluklardır ki, şayet aile içinde nüzul illeti yoksa ne kadar yaşayacaklarını hesap etmek güç bir meseledir. hatta yine de insan aldanır.

çocuk ve çocuklaşan ihtiyar arasındaki fark, bizi utandıracak kadar büyüktür.

hassas olan insanlar kendi kederleriyle diğerlerinin de kederlenmesini isterler.

talihi azarlamaya gelmez. yoksa yanımıza uğramaz. ben bunu çok kere tecrübe ettim.

"korkak bezirgan ne kâr eder ne zarar."

hiçbir şey üzülmeden sıkılmadan elde edilmez. hiçbir şey.

büyük ihtiyaç zamanlarında, hakiki vatanseverler; ormanıyla, deresiyle ve toprağın verdiği mahsulleriyle, sahip oldukları araziye tapanlar mı, yoksa koca ülkede bir avuç toprağa olmayanlar mıdır?

iyi olsun, kötü olsun, hayatımızda her şey bize tezatlar halinde tesir eder.

insanların iyi işlerinin hakiki kaynakları bulunacak olsa ölüm bile ne kadar güzelleşir; hayırlı işler, merhamet ve muhabbetin tozlu mezarlarda yetiştiği görülürdü.

insan kalbinde öyle garip teller vardır ki, en şiddetli ve samimi çağrılara karşı hissiz ve sessiz kaldıkları halde, nihayet en hafif ve tesadüfi bir temasa cevap verirler.

en duygusuz ve çocukça dimağlarda bile sanatın pek ender kıymetlendirdiği, liyakatin pek az yardım ettiği öyle bir düşünce zinciri vardır ki, tıpkı büyük hakikatler gibi, onu keşfeden en basit bir gaye peşinde olduğu sırada, kendiliğinden doğup gelişir.

bugün az iş olursa yarın çok olabilir. hayatı tatlılaştıran kanaattir.

adaletsizlik her alicenap ve doğru insan için en tahammül edilmez, en fazla azap veren bir ezadır. bu yüzden nice temiz vicdan sahipleri kahırlarından ölmüş; nice temiz kalpler kırılmıştır. çünkü masumiyetleri ıstıraplarını arttırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

hapis ve endişe, en cesaretli yürekleri sindirir.

on gün için bile olsa, yalnız taş duvarlar ve taş gibi hissiz çehrelerden başka bir şey görmeyen bir zavallı için, hayat dolu, büyük bir salon, insanı hayli ürkütüp irkilten bir haldir.

geniş bir halk tabakası için, perukalı bir hayat, baş üstünde tabii saçlı hayattan çok daha dehşetli ve heybetlidir.

23.06.2010

çerkez ethem

şaban iba

batı cephesinin en etkili gücü olan kuvayı seyyare komutanı çerkez ethem tbmm tarafından milli mücadelenin rütbesiz ilk milli kahramanı ilan edilmişti. güney cephesindeki milis kuvvetlerinin komutanı demirci mehmet efe ise çete reisliğinden kuvayi milliye komutanlığına yükselmiş ve bölgede halkın takdirini almış bir kahramandı.

izmir'in işgalinden sonra dağlardaki 200 adamıyla birlikte silahlı direnişe başlayan ve aydın yöresinde yunanlıları durduran, 11 temmuz 1919'da kuvayi milliye'ye katılan, 4 eylül 1919'da umumi aydın havalisi kuvayi milliye komutanı olan demirci mehmet efe, bölgede oldukça etkili olan silahlı direniş mücadelesini sürdürüyordu.

ittihatçı gelenekten gelen ve askeri bakış açısını her düzeyde sürdüren mustafa kemal ve çevresi, kendi otoritelerini sarsacak hiçbir gelişmeye müsaade etmek niyetinde değillerdi.

15-16 aralık günlerinde güney cephesi komutanı refet bey, çerkez ethem'le birleşme ihtimalini de dikkate alarak öncelikle demirci mehmet efe'ye karşı saldırıya geçti ve izmir'in işgalinden beri bölgede en etkili silahlı milis direncini sürdüren bu kuvvetleri dağıttı. demirci mehmet efe önce kaçtı, daha sonra da 30 aralık'ta teslim oldu.

8 kasım'da ali fuat cebesoy'un moskova elçiliğine atanması üzerine batı cephesi komutanlığına ismet inönü atandı. düzenli ordunun mustafa kemal'den sonra en ateşli savunucusu olan inönü, çerkez ethem'in üzerine kararlılıkla gidecek, önce ethem'in yetkilerini kısıtlayacak ve onu emir komuta düzenine sokmaya zorlayacaktı. daha sonra ise, kuvayı seyyare'nin bir tümen şeklinde örgütlenmesini ve düzenli orduya bağlanmasını isteyecekti.

bu öneri ve talepler, çerkez ethem ve kardeşi tevfik beyler tarafından reddedildi. tbmm tarafından oluşturulup gönderilen "nasihat heyeti" tarafından, çerkez ethem ve kardeşi tevfik beylerden, kuvayı seyyare kuvvetlerinin komutasını bırakmaları isteniyordu. bu konuda hiçbir uzlaşmaya yanaşmayan mustafa kemal ve ismet inönü'nün amacı ne surette olursa olsun bu kuvvetleri dağıtmak ve böylece düzenli ordunun güçlenmesinin önündeki bu tek engeli de ortadan kaldırmaktı.

anzavur, yozgat, bolu-düzce, izmit, hendek ayaklanmalarını bastıran ve batı cephesini tek başına tutan bir güç oluşturan; tbmm tarafından "münci millet" (milletin kurtarıcısı) ilan edilen; halk iştirakiyun ve yeşil ordu örgütlerinin de desteğini alan çerkez ethem bey'e karşı, batı cephesi komutanı ismet inönü, izzettin bey komutasında 2 piyade ve 7 süvari alayını saldırıya geçirtti. bir ay kadar süren saldırı ve direniş sonucunda çerkez ethem kuvvetleri dağıtıldı. bir kısmı teslim alındı, bir kısmı imha edildi, bir kısmı da çerkez ethem'le birlikte yunan hatlarını geçerek izmir'e sığındı.

22.06.2010

karılar koğuşu

kemal tahir

her karının adı birdir, karanlıkta tadı birdir.

gece ayaz, gündüz bulut; evde kışı zayi eder.
sıcak yemek, soğuk su; o da dişi zayi eder.
genç avrat, koca kişi; o da işi zayi eder.

buranın bir günü bir senedir.

dükkan bir adam için açılmaz.

"aldırma ki şair sözü elbette yalandır."

şair yalan yazar da yalana benzetmez.

sebep olanlar sebepsiz kalsın. evleri yurtları yıkıla.

yiğidi kılıç kesmez, bir kötü söz öldürür.

dilim arkama giydirir kilim.

alacakla borç ödenmez.

insan ölümü görünce, hastalığa razı olur.

allah insanı topraktan yarattığını söyler. yalandır. insanlar asıl, allah'ı topraktan yarattılar. köylü, "bana rızkımı öküzle eşek veriyor." demeye utanmış olmalı. "allah veriyor" diye bir büyük yalan uydurmuş.

sevmek, en değersiz şeyleri, en feci sıralarda, en kıymetli şeyler haline getirdiği için mutlaka lazımdı. sevmek, işte belli bir şey, teselliden ibaretti. her şey ondan evvel ve ondan sonra diye ikiye bölünüyordu.

bu dünyada hiçbir şey mutlak değil.

"yürü güzel yürü yolundan kalma
her yüze güleni dost olur sanma
ölümden korkup da sen geri durma
yiğidin alnına yazılan gelir"

dostoyevski idama mahkum olmayı ümitsizlikten gelen faciaların en büyüğü sayıyordu.

ne halt edelim ki hacı, zamparalık bize peygamberimizden miras. mübarek de karı dedin mi şuraya yatar da ölürmüş.

on üç karısı varmış. hazreti ayşe anamızı, kendisine yemek getirdiği sırada kucağına çekmiş de öpüvermiş. o sıra ayşe kaç yaşında bakalım, yedi yaşında.

karı milleti peygamber, enbiya tanımaz. gönlüne göre iş görür. ayşe anamız ağlayarak babasına şikayete gitmiş. ebubekir hazretleti de, "vardır bir hikmeti.. sus hele.. senin aklın ermez." demiş.

bacım sen bana bak. onlarınki hiç olmazsa ele gelir. bizimki için için yanar tutuşur ya.

"sarı kavun dileyim
aç koynunu gireyim
uyu uyan sar beni
yar olduğun bileyim"

"gözümün bebeği yar
elimin emeği yar
mihnet ile kazandım
soframın ekmeği yar"

"bizim halk şiirinin bazı tarafları var. onlara artık yetişmek imkansız." (nazım hikmet?)

"yolunda durulan
zincire vurulan
insan.."

mahpuslar bir çeşit akraba oluyorlar. burası sanki ay'dır. biz başka cins mahluklarız.belki de bunun için arkadaşlar dışarı çıkınca derhal yabancılaşıyorlar.

velhasıl insanları hangi sebeple olursa olsun hapse koymak namussuzluktu.

ah bu orospular.. yüksek tahsil de görseler, böyle cahil de olsalar.. hepsi aynı matah.. bir yerden düşer gibi severler.

birisine kızmak arkadaşlık alametidir.

mahpushane, insanı demek ki farkına varmadan adileştiriyor. bizi buraya neden koyduklarını şimdi anlıyorum. adileşelim diye.. kendi kendimize karşı bile güvenimiz kalmasın diye.. aman dikkat arkadaş.. aman silah başına..

eski zaman iyi olmaz hacı.. eski zaman, yaşamaktan ümidini kesmiş ihtiyarlar için iyidir. genç adama eski zaman berbattır, bugün kötüdür, ancak yarın iyidir.

zaten marifet allah'tan korkup yahut da "cennete gideyim ne olacaksa" deyip iyilik etmekte değil ki.. allah'a, cennete, cehenneme inanmadan iyi olmak marifet.. öteki türlüsü alışveriş oluyor. pazarlık oluyor. yani allah bile, kullarına boş boşuna söz geçiremeyeceğini anlamış da, "ey kullarım, iyi olursanız sizi cennete koyarım." demiş. analarımız da bize böyle demezler miydi? "uslu dur, sana şeker alırım; yaramazlık edersen babana söyler akşama seni dövdürürüm." işte bundan da belli bir şey, allah'ı adamlar uydurmuşlar. o da tıpatıp bize benziyor. kanunları da bize benziyor, mükafatıyla mücazatı da..

eski dost, yeni kardeşten iyidir.

istanbul'un sınıfını, mevkiini aşağı doğru kaybetmiş bir orta halli ailenin sokağa düşmüş kızıyla, malatya'nın köylü kızı arasında hiçbir ruh ve şuur farkı olmadığını bir daha anladı. insanın gördüğü iş, maddi ve manevi varlığı üzerinde, belki de, orospulukta olduğu kadar hiçbir zanaatta böyle derin çizgilerle tebarüz etmiyordu.

mahpuslar, mahpushaneden çıktıktan sonra dahi, uzun müddet insanların yüzüne dik dik bakamazlar.

şeyhi şeyh eden mürididir.

"gençliğimizdeki kusurlarımızı, yaşlandıkça biz akıllandığımız için bırakmayız. maalesef onlar bizi yavaş yavaş terk eder."

kısrağa dost gibi bakacak, düşman gibi bineceksin.

herif devenin üzerinde leblebi unu yiyormuş. birisi aşağıdan sormuş, "ne yiyorsun birader?" devedeki eliyle işaret etmiş, "rüzgar böyle eserse, hiç.."

herkes bu dünyada "gözlerini kapayıp vazifesini yapıyordu." burada vazife diye anılan kuş da fevkalade mukaddesti.

mantık ve şuur, manevi varlığın, materyalizmi.. o bir adım ilerlese öteki bir adım geriliyor. öyleyse bir devir gelecek, insanlar kıskançlığı bilmeyecekler. onlara gıpta etmek elverecek. tıpkı bir gün gelecek şairler, muharrirler, sıcaklık ve amansızlık karşılığı olarak cehennem kelimesini değil "el'alemeyn" adını kullanacaklar. o günlerde yaşamak da ne zevklidir.

karılar hakikaten dövüşürken kahraman oluveriyorlar.

ben mahpusluğu hiç sevmiyorum beyim. ben karı milletine alışmışım. hem bir karıya değil.. iki tane olacak. iki yanıma yatacaklar. kımıldadıkça vücudum onlara değmeli. uykumun arasında: "ooh.. biz yaşıyoruz, hey allah'ım.." diyerek sevinçten parmağımı şakırdattığım çoktur.

"on birinde bir yar sevdim
yeni açmış güle benzer"

"evvela ol mübarek cisminin (yani resminin) gölgesi yere düşmezdi."

ara yere salavatlar serpiştirdiği ve secde icap ettirdiğinden, topluluk ruhunu süleyman çelebi'nin değme sosyologlardan ve psikologlardan iyi kavradığı belliydi.

"kocakarı bir uçurum gibi içini çekti." (benerci kendini niçin öldürdü)

mistik olan her ses, her hareket, her his allah'tan ziyade şehvete yakın yahu.

"insan siyasi hayvandır."

dünya bazen o kadar yaşanmaz bir hale geliyordu ki.. hakikat.. işte bu herifin silahıyla üç kişi ölmüştü. üç kişi.. bir genel sayımda, mesela kendisinden ve ismet paşa'dan farksız birer rakam..

"dünya limanlarında bugün
ölmek kolay yusuf
yaşamak zor"

dünyada insan gibi hayvan mahluk olmaz.

mahpushanede yazdan kışa girmek de, kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. dünyada vuku bulan esaslı değişiklikler, mahpuslara, hürriyetsizliği daha gaddarca hatırlatıyordu. aynı his, bayramlarda da gelir, gırtlağa sarılır. terk edilmiş olmanın bütün biçareliği manasız bir öfke halinde, yüreğe çöker.

çileyi dağ çekemez de insan çeker.

zaten bir adam dinden, diyanetten fazla bahsetti mi, bir bokluğu vardır.

keder şüphesiz pek çirkin bir şeydi. şu çizgilerdeki iğrenç tecellisinden belli..

mahpushanede, büyük cezalılarla, az cezalıların arkadaşlığı doğru değildir. ceza miktarı mahpuslar arasında bir çeşit akrabalık -daha doğrusu hemcinslik- vücuda getirir. ağır cezalıların ümitleri, neşeleri, kederleri, öfkeleri ötekilere benzemez. kelimeler bile, iki mahpus nevi için başka başka manalar taşır. bu sebeple anlaşmaları hemen hemen imkansızdır.

ağır cezalıların koğuşunda az cezalılar bulunsa da, sık sık tahliye edilseler, koğuş, tahliyeden evvel ve tahliyeden sonra somurtkan ve sinirli olur, ümitsizliğe kapılır.

hafif cezalı, "af olacak" dese, ağır cezalı gizlice kızar, "af olmayacak" dese gene kızar. bu iki ayrı cins arasındaki münasebet çaresiz bir hastalığa yakalanmış, ölüm bekleyen bir adamla, sıhhatiyle mağrur sağlam bir adam arasındaki çekingen, şüpheli münasebete benzer. az cezalının "biz, aha geldik gidiyoruz. allah çok günü olanları kurtarsın." sözünde, bir cenaze merasiminin, henüz yaşayanlara verdiği hazin teselli vardır. bunu ağır cezalı mutlaka anlar. merhamet eğer hiçbir işe yaramıyorsa, insanları çileden en kolay çıkaran histir. işte bu his, mahpushanede can ciğer olan iki arkadaşı, birisi çıktıktan sonra, ilk ziyaret günü on dakika içinde birbirine tamamıyla yabancı hale getiriverir. dışardan gelen içerde kalanı, içerde kalan dışardan geleni yadırgar, birbirlerine karşı büyük birer kabahat işlemişler gibi mahcup bakışırlar. söz hemen tükenir. can sıkıntısı başlar. en fazla bu sebepten, mahpushane arkadaşlığı, mahpushanede doğar, orada ölür. içerdeyken, dostlarının neden kendisini sık sık ziyaret etmediğine, tahliye edilen koğuş arkadaşlarının niçin görüşmeye her zaman gelmediklerine şaşanlar, kendileri de aynı şeyi yaptıklarını, mahpusların kendi haklarında da öyle düşündüklerini, sövüp saydıklarını hatırlamak istemezler. bir de mahpushane ıstırap çekilen yerdir. insanlar ıstırap çektikleri yere devam etmekten hoşlanmazlar.

alışmak birçok iyi şeylerden bizi mahrum ediyor. birçok kötü şeyden de kurtarıyor.

ayrılmak ne tuhaf.. kalan daha çok ıstırap çektiği için, giden biraz vicdan azabı duyar. her ayrılışta galiba bir parça ölüm var, azizim..

kirli çamaşırlarınızı ortalık yerde yıkayınız.

mahpuslar için ömür uzun sürermiş.

mahpustan çıkan bir adam, uzun müddet insanların gözüne dikkatle bakamazmış.

dünyada yenilmemek lazımdı.

çirkin insanların çoğu yüreksiz olur.

"derya dediğin uyur uyur uyanır."

zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını idrak eden her insan kadar cesurdu.

birisi "cesaret bir çeşit vatandır." demiş. acaba fukaralık da mı bir çeşit vatan?

bir aşiretten cihangirane bir devlet çıkarmak kolay ama, üstat, cihangir bir lisan çıkarmak zor, anlaşılan.. terim ile siyamal rezaletini biz bugün işte bu sebepten çekiyoruz.

büyük kederler büyük sevincin içimizde birleştiği bir yer var. ikisi de bazı insanları ağlatıyor. ikisi de ağır olmalı. bu ağırlık altında kimbilir, belki insan kendisini son derece yalnız hissettiğinden..

mahpuslukta namuslu şeylerin yükü böyle hafif, pahası böyle ağırdı. namussuz şeylerin de yükü pek ağır, pahası pek hafif olmalı.

kanunu bildin mi? küçük sineklerin takılıp kaldıkları, büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı..

biz millet değiliz beyim, illetiz.

insanoğlunun rahatlaması için mutlaka biraz kan ister.

19.06.2010

okumak

roland barthes

kitap anlamı yaratır, anlam da yaşamı.

okumanın verdiği hazları -ya da haz alan okurları, türlerine göre ayırmayı hayal edebiliriz; bu ayrım toplumbilimsel olmayacaktır; çünkü haz ne ürünün ne de üretimin bir parçasıdır; ancak psikanalitik olabilir, okumadaki nevrozla metnin sanrılı biçimi arasındaki bağlantıyı devreye sokar.

fetişist okur parçalanmış metne, alıntıların, kalıplaşmış sözlerin, harflerin bölünmüşlüğüne, sözcüklerin verdiği hazza bağlanacaktır. saplantılı okur edebiyattan, ayrılmış ikincil dillerden, üst-dillerden hoşlanacaktır. paranoyak okur düzenci metinler tüketecek ya da üretecektir; akılyürütmeler biçiminde geliştirilmiş hikayeler, oyun gibi kurulmuş yapılar, gizli engeller. histerik okur da -saplantılı okurun tam karşıtı olarak- metni nakit para olarak gören okur olacaktır; dilin hiçbir temeli, hiçbir gerçekliği olmayan komedisine girecektir, eleştirel bir bakışa sahip bir özne olmayacaktır hiçbir zaman ve metnin başından sonuna doğru atlayacaktır.

18.06.2010

20. yüzyıl edebiyat sanatı

hüseyin salihoğlu

t.s. eliot: paul valéry sanata bile inanmayacak kadar aşırı kuşkucu biriydi. yazdıklarını çoğu kez bir karalama olarak nitelemiştir. sonuçlarla ilgilenmeyi bırakmıştı, salt süreçlerle ilgiliydi.

t.s. eliot: konu önemsizdir, işleyiş her şeydir.

hans magnus enzensberger: çoğu yazar, özellikle de şairler, yapıtlarını güzel bir çılgınlık içerisinde, kendinden geçmişçesine ilhamla yarattıklarına insanları inandırmayı seviyorlar.

hugo von hofmannstahl: şiir, yan yana dizilişleri, sesleri ve içerikleri ile sözcüklerin meydana getirdiği, görülebilecek, duyulabilecek şeyleri hareket ögesiyle birleştiren ve bizim ahenk dediğimiz kaçamak bir ruh halini başka sözlerle apaçık anlatan, düşsel, adeta ağırlıktan yoksun bir doku gibidir.

hugo von hofmannstahl: sözcükler her şeydir.

hugo von hofmannstahl: şiirin değerini belirleyen şey onun anlamı değil (yoksa o şiir değil bilgelik, alimlik taslamak olurdu) bilakis onun biçimidir. yani dış görünüş değil, aksine ölçü ve ahengin içindeki o insanı derinden etkileyen şeydir.

hugo von hofmannstahl: en gözüpek ve en güçlü kişi, sözcükleri en özgür şekilde sıralamasını becerebilendir. zira onları yerleşmiş, yanlış bağlamları içinden çekip çıkarmak kadar zor bir şey yoktur. sözcükler arasında kurulan yeni, cesur bir anlam bağı ruhumuz için şahane bir hediyedir.

william butler yeats: yaşamda nezaket ve kişinin nefis hakimiyeti, sanatta da üslup, özgün bir kafanın belirgin özellikleridir.

saint-beuve: üslup, edebiyatta ölümsüz olan tek şeydir.

castiglione: iyi bir üslup için umursamazlık, zorunlu bir özelliktir.

ezra pound: soyutu somutla karıştırdığı ve imajı donuklaştırdığı için “barışın karanlık ülkeleri” gibi ifadeler kullanmayın. bu durum, yazarın, doğal nesnenin her zaman içi en uygun sembol olduğunu fark etmemiş olmasından kaynaklanır.

ezra pound: asla inkar etmeme büyüklüğünü gösterecekseniz, olabildiği kadar çok sayıda büyük sanatçıdan etkilenebilirsiniz.

ezra pound: ya hiç süsleme yapmayın, ya da çok iyi yapın.

ezra pound: inceleyici olmayıp bu işi kısa felsefi yazılar yazanlara bırakınız. betimleyici olmayınız. unutmayınız ki, bir ressam herhangi bir manzarayı sizden çok daha iyi betimleyebilir ve bu konudaki bilgileri sizden fazladır.

shakespeare “koyu kırmızı mantonun içindeki şafak” derken ressamın sunamayacağı bir şey sunmaktadır.

ezra pound: bir duygunun algılanışını, bir başkası ile tanımlamaya çalışarak bozmayınız.

ezra pound: en uygun ve kusursuz sembol her zaman için doğal nesnedir.

ezra pound: duygu ile ilgili yazılmış hicvi, herhangi bir duygu taklidine tercih ederim.

ezra pound: bir eleştirmenin yapacağı şey, okurun, dinleyicinin ya da seyircinin bakışını ve kulağını nerede odaklaştıracağını belirtmektir.

guillaume apollinaire: şairin tek tesellisi, insanların yalanla örtseler bile eninde sonunda gerçeklerle yaşıyor olmalarıdır.

novalis: korkunç bir savaştan sonra komediler yazılmalıdır.

hugo von hofmannstahl: komedinin malzemesi ironidir; ancak özde hiçbir şey, yerküredeki nesnelerin tümünde varlığını sürdüren ironinin kendini belirgin kılabilmesi için, felaketle sonuçlanmış bir savaştan daha uygun olamaz.

hugo von hofmannstahl: bir olgunun acı sonuyla yüz yüze gelen kişinin gözlerindeki bağ çözülür, o kişi daha berrak bir zihne sahip olur ve sanki ölüm sonrasında olduğu gibi nesnelerin ötesine geçer.

hugo von hofmannstahl: bir objeyi bütünüyle sevebilmek için, ondaki gülünç yönü görmeyi bilmek gerekmekteydi.

hugo von hofmannstahl: tüm yaşamın güzel ve dahiyane bir düş gibi, olağanüstü bir tiyatro oyunu gibi algılanması..

hugo von hofmannstahl: egemen olan akıldır. ve akıl nerede egemense, özgürlük de oradadır.

"bir şulesi var ki şem-i canın
fanusuna sığmaz asmanın" (yahya kemal beyatlı)

mayakovski: şair, şiir yazmak için bu tür kuralları bizzat yaratan kişidir.

mayakovski: “iki artı iki eşittir dört” önermesini bulan kişi matematikçidir; velev ki bu sonuca toplama yapıp iki artı iki sigara izmariti ile ulaşmış olsun. daha sonrakilerin hiçbiri, çok büyük şeyleri toplamış olsalar bile, örneğin bir lokomotif artı bir lokomotif gibi, matematikçi değildir. şairlik de buna benzemektedir. kim şiirlerini kendi bulmadığı kurallara göre yazarsa şair değildir.

yesenin 27 aralık 1925’te leningrad’daki otellerden birinde intihar eder. atardamarını açıp kanla son şiirini yazdıktan sonra kendini asar.

"bu yaşamda ölüm yeni değildir hiç
ama yaşamak da nihayet ne denli yeni ki" (yesenin)

mayakovski: bir nesneyi resmetmek için aradaki mesafenin nesnenin üç katı büyüklüğünde olması gerekir. bu yapılmazsa resmedilecek nesne tam olarak görülmez.

mayakovski: zamanın yavaş akışı mekan değişikliği ile telafi edilmeli.

mayakovski: büyük ruhsal heyecanla önemli konular üzerine yazdığım bütün şiirler bana bitirmemin ertesi günü yüzeysel, bitmemiş ve tek yönlü görünürdü; oysa bunların hepsi yazım sırasında hoşuma gidiyordu.

mayakovski: bu yüzden yeni bitirdiğim bir çalışmayı masamın çekmecesine kilitler, birkaç gün sonra tekrar ele alırım, bir solukta da daha önce gözümden kaçmış olan hataları görürüm.

bu yaşamda ölmek hiç de zor değil
yaşamayı becermek de hiç kolay değil

paul valery: dil herkesin kullanımına açık, ortak bir ögedir; bu yüzden zorunlu olarak kaba bir vasıtadır; çünkü herkes onu kendi gereksinimlerine göre kullanır, yönlendirir ve kendi kişiliğine uygun olarak değiştirir.

paul valery: oysa şair bu yaygın kullanıma dayanan vasıtadan özüne herkesin ulaşamayacağı bir yapıt yaratma yollarını bulup çıkarmayı kendisine sorun edinmelidir.

e.m. forster: öykü merak duygumuza, olay örgüsü zekamıza seslendiği halde, biçim güzellik duygumuza sesleni ve romanı bir bütün olarak görmemizi sağlar.

virginia woolf: “yaşama karşı bir tavır” olarak adlandırabileceğimiz belirsiz, gizemli bir şey vardır. eğer bir an için başımızı edebiyattan kaldırıp yaşama çevirirsek –hepimizin tanıdığı, yaşamla kavga halinde, hiçbir zaman istediklerini elde edememiş mutsuz insanlar vardır. bunlar şaşkın, öfkeli, bulundukları yerden her şeyin kötüye gittiğini gören huzursuz insanlardır. bunların yanında, çok mutlu ve doygun göründükleri halde gerçekle bütün bağlarını koparmış bir başka grup insan da vardır. bütün şefkatlerini küçük köpeklere ve antika porselene yöneltir, kendi sağlıklarından ve sosyetik olayların iniş çıkışları dışında hiçbir şeyle ilgilenmezler. fakat bize asıl çarpıcı gelen, niçin geldiğini de anlayamadığımız bir başka grup daha vardır. bunlar doğalarının ya da koşullarının gereği olan öyle konumlarda bulunurlar ki, önemli konularda yeteneklerini dolu dolu kullanabilirler. bu kişilerin mutlaka mutlu ya da başarılı olmaları gerekmez; ancak o işte bulunmaktan bir haz almakta, yaptıklarına karşı bir ilgi duymaktadırlar. belki de bu durum onların içinde bulundukları koşulların, kendilerine uyan bir ortam içine doğmuş olmalarının bir sonucudur. fakat daha önemlisi, bu durum, bu insanların özelliklerinin mutlu bir iç denge içinde olmasının bir sonucudur.bu nedenle, bu insanlar, olaylara onları çarpık gösterecek garip bir açıdan bakmazlar; olayları sisli bulanık bir biçimde seyretmezler; ama açık seçik, bir oran duygusuyla, onları iyi kavrayacak bir biçimde gözleyip, eyleme geçtiklerinde kendilerini sonuca ulaştıracak hareketi yaparlar.

heinrich mann: çünkü yazılan bütün romanların ve yaşam betimlemelerinin amacı da zaten budur: kim olduğumuzu bilmek. edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar aleminin ayrıntılarını tek tek açıklamasında ve keşfetmesinde değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.

heinrich mann: büyük romanlarda üslup vardır.

heinrich mann: yüzeysel gerçekler daha bugünden unutulmuştur.

heinrich mann: yaşamın anlamı unutulmuşluk içinden ortaya çıkabilir. her gerçek büyük roman, aşırı gerçekçidir.

robert musil: toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür.

robert musil: yazar konuşurken zorlanır, hiçbir şeye kolayca karar veremez, ve bu yüzden de sözlerinde, kararlarında ve duygularında ısrarlıdır.

robert musil: sanatsal yazının bütün alanlarında sonsuzluk ve bitmemişlik hakimdir.

edgar degas: zanaatınız çok cehennemlik bir durum gösteriyor. istediğim şeyi yapamıyorum; ama fikirlerle doluyum. mallarmé: şiirler fikirlerle yapılmaz ki, sevgili degas, sözcüklerle yapılır.

thomas mann: diğer edebiyat türlerinin hepsini kendinde bütünleştiren, gerçekte edebiyatın doruğunda ya da onun tahtına kurulmuş olan oyunla eşdeğer olamaz.

goethe: ironi, bir sofranın ancak onunla lezzetlenebileceği tuz taneciğidir.

schopenhauer: bir roman iç yaşamı ne denli çok, dış yaşamı ne denli az betimlerse, o denli yüce ve soylu olur.

schopenhauer: roman yazarının görevi büyük olayları anlatmak değil, küçükleri ilginç hale getirmektir.

goethe: bitememen seni yüceltiyor.

orhan veli kanık: kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak için kullanmışlardı. fakat onda sonradan bir güzellik buldular.

orhan veli kanık: şiirin menşeinde, diğer sanatlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır.

orhan veli kanık: teşbih, eşyayı olduğundan başka türlü görmek zorudur. bunu yapan insan acayip karşılanmaz. kendisine hiç gayri tabiilik isnat edilmez. halbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri garip telakki etmektedir.

orhan veli kanık: teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü doyurmuştur.

orhan veli kanık: mümkün olsa da “şiir yazarken bu kelimelerle düşünmek lazımdır” diye yaratıcı faaliyetimizi tehdit eden lisanı bile atsak.

orhan veli kanık: ben sanatlarda tedahüle taraftar değilim. şiiri şiir, resmi resim, musikiyi musiki olarak kabul etmeli.

orhan veli kanık: güzel olanı temin edecek güçlük herhalde bu olmalı. şiirde musiki, musikide resim, resimde edebiyat bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil.

orhan veli kanık: mesela bir şiirde ahenktar birkaç kelimenin yan yana gelmesinden meydana çıkmış bir musikiyi, nağmelerindeki tenevvü ve akorlarındaki zenginlikte muazzam bir sanat olan sahici musiki yanında küçümsememeye imkan var mı?

orhan veli kanık: şiir, bütün hususiyeti edasında olan bir söz sanatıdır. yani tamamiyle manadan ibarettir. mana insanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eder.

orhan veli kanık: resmi bir aralık hicivleştirmeye kalkışmış olan picasso, bugün herhalde bu hatasını anlamıştır.

orhan veli kanık: ama tasvir şiirde esas unsur olmamalı.

paul eluard: bir gün gelecek, o sadece kafa ile okunacak, edebiyat da böyle yeni bir havaya kavuşacak.

orhan veli kanık: usta sanatkar, taklitçi değilmiş gibi görünür. çünkü taklit ettiği şey orijinaldir.

orhan veli kanık: tuğla güzel değildir. fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir. buna mukabil agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir bina yapılabileceğini farz edelim. eğer bu bina, maddelerin taşıdığı güzellik dışında bir güzelliğe malik değilse sanat eseri sayılmaz.

orhan veli kanık: halbuki erkiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazım.

stephen spender: schiller şiir yazarken çalışma masasının içinde sakladığı çürük elmaların kokusunu duymaktan hoşlanırmış. walter de la mare, bana şiir yazarken mutlaka sigara içmek zorunda olduğunu söylemişti. auden ise bardak bardak çay içermiş. kahve de benim bağımlı olduğum şeydir, yazacak olduğum zaman hemen hemen hiç eksik olmaz yanımdan; bunun yanında çok da sigara içerim.

stephen spender: insanın vücudunun dikkati başka bir yere çekerek zihinsel yoğunlaşmayı sabote etme eğilimi her zaman birazcık vardır. eğer insanın bu dikkat dağılması ihtiyacı yönlendirilebilirse, örneğin çürük elma kokusuna, tütünün tadına veya çayın tadına, o zaman diğer dikkat dağıtıcı ögeler devre dışı bırakılmış olur.

stephen spender: her şiirsel ilham ortaya çıktığında bir numara alır. kimi zaman bu fikirler bir satırı geçmez. örneğin 3 numaralı olan bir satırdan ibarettir.

a language of flesh and roses
et ve güllerden bir dil

stephen spender: belleğin zayıf noktası, onun benmerkezci oluşudur; bundan dolayı şiirlerin çoğu da narsist bir doğaya sahiptir.

stephen spender: etken bir hayat aslında seçici hatta olumsuz bir hayattır. eylem insanı, bir veya birkaç işi birden yapar; çünkü o başka şeyleri yapmamayı tercih eder. genellikle göz kamaştırıcı şeyler yapan insanlar sıradan insanların yaşamını oluşturan sıradan şeyleri yapmakta tamamıyla başarısızdırlar.

stephen spender: insan diğer insanlarla uğraşır; ama şiirde insan tanrı ile güreş tutar.

bertolt brecht: shakespeare’in kaderlerinin yıldızını göğüslerinde taşıyan yalnız kahramanları, sonuçsuz ve öldürücü amok koşularını engellenemez biçimde gerçekleştirirler. kendi kendilerini yıkıma sürüklerler. onların yıkımlarında ölüm değil, yaşam tiksindirici olup çıkar. yıkımın eleştirilebilmesi ise olanaksızdır.

albert camus: çelişki şurada yatıyor: insan dünyayı mevcut haliyle reddediyor; ama oradan kaçmak da istemiyor. gerçekten de insanlar dünyaya değer veriyorlar, onu terk etmek istemiyorlar. hiçbir şekilde onu dikkatlerinden kaçırmıyorlar. buna karşın kendilerini orada çok az yuvada hissetmenin acısını çekiyorlar. kendi vatanlarında sürgün yaşayan garip dünya yurttaşları. dolu dolu yaşanan parlak anların dışında bütün gerçekler onlara eksik geliyor. eylemleri başka eylemler içinde kayboluyor, beklenmedik bir görünümle geri dönüyor, yargılıyor.

stendhal: beni sadece yüce karakterli kadınlar mutlu edebilirler.

shelly: yazarlar, dünyanın kabul edilmemiş yasa koyucularıdır.

friedrich dürrenmatt: hiç kimse başsızlar kadar rahat kelle uçuramaz.

friedrich dürrenmatt: öncelikle atom bombasının var olması nedeniyle dünyamız yerinde duruyor. çünkü ondan korkuyor.

arno schmidt: querulant-mızmız: belagat düşkünlüğü, korku zoruyla yapılan bitmek tükenmek bilmeyen gelecek tartışmaları. düğümlenmelerin en uzak bir belirtisini algıladığında (genellikle sınırlı ve kişisel tarzda) sahte bir rakiple hemen uzun söz düelloları icat eder; o da bir savzı edasıyla sertliğini ve hükümranlığını ortaya koyar. kendi kendine konuşan bir tip, geniş ölçüde sözcüklere bağlıdır. güvensizlik, sürekli tehlikede olma duygusu. en temiz gelişim için yeteneklidir. tarihi bir eseri okuduktan sonra büyük friedrich’in bile huzuruna çıkabilecek gücü kendinde görür. daima doğruyu söyleyeceksin. sadece memur tarzı gelişme, erken terfiler, amirle iktidarsız çatışmalar.

nietzsche: büyük olayları yaratabilmek için, onları istemek yeterlidir.

alfred andersch: nasıl hareket edeceğiniz sizin sorununuzdur; bunu yapmanız kaçınılmazdır.

alain robbe-grillet: oysa dünya ne anlamlıdır, ne de saçma. o sadece vardır. işte zaten dikkate değer niteliği de bu olsa gerek.

ingeborg bachmann: ona hemen orada aşık oldum; çünkü bazen bir kadını sevebilmemiz için onun bize küçümseyerek bakması, bizim hiçbir zaman ona sahip olamayacağımızı düşünmemiz yeterliyken, bazen de onun bize dostça bakması ve bizim, bir gün gelip onun bize daha da yakınlaşabileceğini düşünmemiz yeterli olabilir.

mahood: bir çiçek saksısının içinde yaşamakta ve soru sorabilmek için dikkatini toplamaya, düşünmeye çalışmakta –iyi de ne soracak, zaten sorun da budur!- işte böylece soru sorarak hayatta kalmaya çalışmaktadır. o sadece kişiliğini, hatta kimliğini, belirgin değerlerini, özgeçmişini, çevresini ve geçmişini yitirmekle kalmamış, suskunluğa olan tutkusu onu ortadan kaldırıp mahvedecek bir tehdit oluşturmuştur.

max frisch: yaşantılar insanı yazmaya zorlar.

yaşar kemal: insan yüzünün bir genelleme olarak insan psikolojisini yansıttığına inanmıyorum. anlık psikolojiyi, öfkeyi, kıskançlığı insan yüzü verebilir. ama genel olarak, örneğin bir cani tipinin olduğuna inanmıyorum. insanın davranışlarının natüralistlerde olduğu gibi bir eksen yöresinde döndüğüne de inanmıyorum. insan ne kadar güçlü olursa olsun, koşullara göre değişmek zorundadır.

yaşar kemal: urfa’da yaşlı bir adam bana bir fıkra anlattı. bir adam urfa’ya gelmiş bilmem kaç yıl önce, yirmi yaşında bir delikanlı, hayran kalmış urfa’ya; herkes evine çağırıyor, herkes selam veriyor, herkes kardeş gibi davranıyor, inanılmaz bir güzellik. sonra bu adamı urfa’nın ahırlarına götürmüşler. dünyanın en güzel atları tabi. urfa tarihten bu yana çok ünlüdür atlarıyla. asurlular devrinde her yıl asurlulara 360 tane at verirmiş çukurova. bir ay kaldıktan sonra memleketine dönmüş, sonra doksan yaşına gelmiş, yahu şu dünyada zaten ölüp gideceğiz, demiş, ağzımın tadıyla ayrılayım şu dünyadan deniş, yeniden gitmiş bakmış ki selam verse kimse yüzüne bakmıyor. yıkılmış, bir de atlara bakayım demiş. bir sütü at, derisi kemiğine yapışmış, dağlarda yayılıyor. şaşırmış kalmış adam, keşke gelmeseydim buraya demiş. bir hanın önünden geçerken yaşlı bir adam uyukluyormuş, ağzına, yüzüne sinekler dolmuş. uyandırmış, hele kalk, demiş, yahu, demiş, burada bir zaman çok iyi insanlar, çok güzel atlar vardı, ne oldu? demiş. “o iyi insanlar o güzel atlara bindiler, çektiler gittiler.” ben bunu bir türlü unutamadım. bir yok olmayı anlatıyor. değişmemiş ama yok olmuş. ben bunu aldım. “o iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler”i aldım, bunu bir değişimin timsali olarak verdim.

yaşar kemal: güçsüz ile güçlünün kapışması: ölümü göze aldıktan sonra her güçsüzün hatta bir hiçin, ölümü göze alamayan en güçlüyü bile yenebileceği.

yaşar kemal: öldürmenin ölmekten farkı yok psikolojik olarak. bir adam öldürülmeye giderken nasıl bir psikoloji yaşıyorsa, aşağı yukarı ona benzer öldürenin psikolojisi.

yaşar kemal: bu kadar zor bir dünyada niye bu kadar ödümüz kopuyor ölmekten, yok olmaktan.

homeros: insan en çok acı çeken yaratıktır; çünkü o öleceğini bilen tek yaratıktır.

yaşar kemal: bence türkçeyi en iyi yazan iki kişi var: biri nazım hikmet, öbürü sait faik. sait iyi türkçe bilmez, der edebiyatçılarımız. türkçeyi nüanslarıyla yazabilen, derinlemesine nüans kullanabilen tek adam bence.

yaşar kemal: doğayı anlatmak insanı nasıl zenginleştirirse, insana nasıl öğrenme, düş görme, kurma, yeni bir dünya kurma için büyük olanaklar sağlarsa, halkın dilini öğrenmek de büyük olanaklar sağlar.

yaşar kemal: ağrı dağı efsanesi bütünüyle benim yaratmam. halk efsanesidir diyenler oldu, halkta öyle bir şey yok.

yaşar kemal: demirciler çarşısı cinayeti’nde bir cümle bir sayfaydı diyorsun. ne halt edeyim ben duran bir dağın karşısında? dağın gölgesini, bulutunu nasıl keseyim ben? nasıl keseyim de nokta koyayım? anlattığın şeyin devinimi senin cümleni de yaratır.

yaşar kemal: çizgiden ne kadar korktuğumu biliyorsun, adnan. ama ben doğal, normal insanlarda çizgiden korkarım. hastalıklarda çizgi vardır. delilik bir çizgidir, anormallik çizgidir. hangi büyük psikoloji kuramına baksak, hepsinde de anormallikler, doğal dışılıklar çizgidir.

milan kundera: tarihte ilk kez dünya savaşı denmiştir. yanlıştır oysa bu adlandırma. savaş yalnızca avrupa’yı (ayrıca bütün avrupa’yı da değil) kapsıyordu. ama dünyada olup biten hiçbir şey sınırlı kalmadıkça, felaketler bütün dünyayı sardıkça ve dolayısıyla insanlar, kimsenin kaçamayacağı ve onları gittikçe birbirlerine benzeten durumlardan ve dış koşullardan etkilendikçe “dünya” sözcüğü korku ve yılgınlığı çok daha güzel ifade ediyor.

gombrowicz: ben’imizin ağırlığı dünya üzerindeki nüfusun niceliğine bağlıdır.

milan kundera: şefkat bize olgun yaşın esinlediği ürküntüdür.

milan kundera: şefkat başkasının bir çocuk muamelesi göreceği yapay bir ortam yaratmaktır.

milan kundera: baş dönmesi nedir peki? sersemletici, karşı konulmaz bir düşme isteği. insanın başının dönmesi, kendi zayıflığıyla sarhoş olması demektir.

milan kundera: şair, annesi tarafından, giremediği dünyanın karşısına çıkmaya götürülen delikanlıdır.

milan kundera: bilardo masasındaki topun izlediği çizginin oyuncunun kol hareketinin uzantısından başka bir şey olmaması gibi, tereza’nın tüm yaşamı da annesinin yaşamının uzantısından başka bir şey değildi.

fritz j. raddatz: bir zamanlar her röportajın “neden yazıyorsunuz?” sorusuyla başladığını söylemiştiniz. ben bu soruyla başlamıyorum. [sahi, neden yazıyorsunuz?]

friedrich dürrenmatt: ben nesnelerin, şahısların, yazgıların yaratıcısıyım. bunlar için neden hıçkırayım? tanrı hıçkırıyor mu?

friedrich dürrenmatt: bir hikaye en kötü olanaklı dönüşümünü aldığı zaman sonuna kadar düşünülmüş olur.

friedrich dürrenmatt: insanın keşfettiği ilk şey ölüme mahkum olduğudur. o zamandan beri insan şok içindedir, onu metafiziğe zorluyor, onu dine zorluyor, onu sanata zorluyor, onu her türlü hileye zorluyor. ölümlü olmasının bilinci ile ölümlülüğünden kaçma arzusu uyanır içinde, yaratıcı olur, tanrı olur: yaratıcı ya da yıkıcı. insanın ikilemi, ölümlü olduğunu biliyor; ama ölmeyecekmiş gibi yaşıyor olmasında yatar.

friedrich dürrenmatt: brecht, “artuo ui”de hitler’i canlandırmayı denedi. en zayıf oyunu. hitler, stalin, bugün humeyni, toplumun akıl dışı yanından gelen yansımalardır.

friedrich dürrenmatt: eylem ortakları için hitler ve stalin sadece ortak eylemde bulunmanın bahanesidir, onlar suç ortağı olmasalardı bir hitler ya da bir stalin olmaz mıydı? sadece eylem ortakları canlandırılabilir.

friedrich dürrenmatt: beni brecht’ten ayıran şudur: o değiştirilebilecek bir dünyaya inanıyor. slogan: doğru bilim-doğru siyaset-doğru insanlar. ama ne insan doğrudur, ne bilim, ne de siyaset. dünya insanlar sayesinde değişiyor; ama insan değişmiyor ve kendini değiştiren dünyanın kurbanı oluyor.

friedrich dürrenmatt: biraz önce insanın ölmesini en büyük konu olarak belirttiniz. diğer konular nelerdir?

modern tiyatro tartışmalarına giriyor musunuz?

friedrich dürrenmatt: hayır. ben hem tüketen hem de üreten olamam aynı zamanda. yazmak, konsantre olmaktır.

friedrich dürrenmatt: “godot’yu beklerken” benim için dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.

friedrich dürrenmatt: bilgi edinmek tehlikeli olur. ben onların tiyatrosunu değil, kendi tiyatromu yapmak istiyorum.

friedrich dürrenmatt: oyuncular paletteki renkler gibidir. ihtiyaç olursa kullanırsınız. kimi zaman bir renk, kompozisyonu parlatacak biçimde belirleyici olur.

friedrich dürrenmatt: bizzat kendim seyirciyim. kendim için yazıyorum.

friedrich dürrenmatt: gala seyircisi seyirci değildir. çok fazla sosyete ve her şeyden önce –af edersiniz- eleştirmen. eleştirmen en kötü seyircidir, öyle olmasa eleştirmen olmazdı. temsil bir olaydır. bir olayı yaşamak, aslına bakarsanız aynı zamanda yaşamak ve eleştirel olmak mümkün değildir.

friedrich dürrenmatt: ebediyen tarafsız kalma denemesi bana bir kadının hem kerhanede para kazanıyor olmasını, hem de bakire kalmak istemesini hatırlatıyor.

friedrich dürrenmatt: kuşkusuz dünyanın en karanlık komedi yazarı benim. / ben dünyanın en karanlık komedi yazarıyım.

friedrich dürrenmatt: ben bu dünyayı grotesk olarak hissediyorum, absurd olarak değil.