31.12.2010

uzun lafın kısası

feodor gladkov: en iyi memurlar budalalardır. görmeyi ve almayı bilirler.

aslı erdoğan: her şeyi yitirdiğinde elinde yalnızca hayat kalır.

edmundo paz soldan: adaleti sağlamanın pek çok yolu vardır ve hukuki yolları izlemek bunlardan biri değildir. 

felicien challaye: yaşamak için para kazanmak gerekir ama, para kazanmak için de yaşamamak gerekir.

philipp vandenberg: insanlar, gerçeklerden korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar.

g.b. shaw: biz en yüceyi gördüğümüz zaman ondan nefret ederiz; onu çarmıha gereriz, baldıran zehri içirerek öldürürüz, bir odun yığınının üstüne bağlar diri diri yakarız.

howard stern: öldüğünüz zaman gerçekleşecek olan şudur: bir kutuya konulmak ve solucanlar tarafından yenmek.

emile zola: tehlikenin gözünün içine baktın mı onun sana zararı dokunmaz.

muriel barbery: evren boşlukla el birliği yapar, kayıp ruhlar güzelliğe ağlar, anlamsızlık bizi kuşatır.

platon: felsefe, insanların ve toplumların güçlü oldukları çağlarda yararlıdır; zayıf oldukları zamanlarda ise acınacak bir şeydir.

ursula k. le guin: bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın. suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.

ernesto sabato: tüm devrimler olanca saflıklarıyla ve özellikle de öylelerse, pis bir polis bürokrasisine dönüşmeye mahkumdur; bu sırada en büyük ruhların sonu zindan ya da tımarhane olur.

29.12.2010

oz

bütün sıçanlar batan gemiden ne zaman kaçacaklarını bilirler.

eğer şairleri dinlerseniz başa gelen kötü olayların hayatı değiştirdiğini söylerler. sevdiğiniz kadını ya da bacaklarınızı kaybederseniz, içinizdeki güzelliği birden fark edersiniz. şairler işte bunu söylerler. işin aslı böyle değildir. büyük, kötü bir olaydan sonra, sadece daha fazla kendiniz olursunuz.

ihtiyacımız olan şeyi biliriz. tüm zamanımızı istediğimizi nasıl elde ederiz diye planlayarak geçiririz; kimin yardımı dokunur, yolumuza kim çıkar diye. hamlemizi yaparız ve kimi zaman şanslıyızdır. tam da istediğimizi elde ederiz ve hayat daha berbat hale gelir.

ne dilediğine dikkat et kardeşim. çok ama çok dikkat et.

lisedeki tarih hocanızın, insanlığın gidişatını büyük liderlerin verdiği kararların değiştirdiğini söylediğini hatırlıyor musunuz? sürtük yalan söylüyordu. sezar'ı siktir et, lincoln'u siktir et, gandhi’yi siktir et. dünya sizin ve benim yüzünden dönüyor, bilinmeyen kişiler yüzünden. devrimler olur çünkü yeterince ekmek yok.

"ölüm kesindir, hayat değil."

her gün yeniden doğarsın ve seçimini yaparsın.

daha fazla hapishaneye ihtiyacımız yok, daha büyüğüne, daha iyisine. daha iyi bir adalete ihtiyacımız var. kaybetmenin ya da kazanmanın önemli olmadığını söylerler, önemli olan nasıl oynadığın derler. bence bu saçmalık. önemli olan kazanmaktır kardeşim. oyunun mantığı budur.

mercier ile camier

samuel beckett

bu cennet gezegende, mercier ve camier en özgür ve en yararlı konuşmaları meyhanelerde yaptılar. sonunda düşüncelerini berraklığa kavuşturan bir ışık belirdi ve şu noktalar aydınlandı:

1. paranın yokluğu bir beladır. ama yararlı bir şeye dönüşebilir.

2. kaybolan kaybolmuştur.

3. bisiklet çok yararlı bir araç. ama kötü kullanıldığında tehlikeli olabilir.

4. insan parasız pulsuz olduğunda kafası işlemeye başlar.

5. iki gereksinim vardır: insanın duyduğu gereksinim ve bu gereksinimi duyma gereksinimi.

6. sezgileri insanı çılgınlıklara sürükleyebilir.

7. ruhun kustuğu şeyler asla kaybolmaz.

8. ceplerin her geçen gün kaynaklarından biraz daha yoksun kaldığını duyumsamak en güçlü kararlardan vazgeçmek için yeter de artar bile.

9. bir erkek pantolonu, özellikle bacak aralarına indirilip orada gözlerden ırak açılabilmeli ve testisler, mide bulandırıcı işemeyle ilgili her türlü sorundan bağımsız, kimseler görmeden dışarı çıkarılıp havalandırılabilmelidir. ardından don da aynı yöntemle değiştirilmelidir doğallıkla.

10. yaygın bir inanışın aksine, tanrı'nın yok gözüktüğü yerler vardır doğada.

11. kadınsız ne yapardık? başka delikleri keşfe çıkardık.

12. ruh: bir başka üç harfli sözcük.

13. yaşam üzerine söylenmemiş ne söylenebilir? birçok şey. götüyle iyi nişan alamadığı, örneğin.

28.12.2010

solgun bir gül dokununca

behçet necatigil


çoklarından düşüyor da bunca
görmüyor gelip geçenler
eğilip alıyorum
solgun bir gül oluyor dokununca

ya büyük şehirlerin birinde
geziniyor kalabalık duraklarda
ya yurdun uzak bir yerinde
kahve, otel köşesinde
nereye gitse bu akşam vakti
ellerini ceplerine sokuyor
sigaralar, kağıtlar
arasından kayıyor usulca
eğilip alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca

ya da yalnız bir kızın
sildiği dudak boyasında
eşiğinde yine yorgun gecenin
başını yastıklara koyunca
kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
en çok güz ayları ve yağmur yağınca
alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda
uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
solgun bir gül oluyor dokununca

ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
akşamlara gerili ağlara takılıyor
yaralı hayvanlar gibi soluyor
bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
yollar ya da anılar boyunca
alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
kımıldıyor karanlıkta, ne zaman dokunsam
solgun bir gül oluyor dokununca

dokunuşlar

güngör tekçe



elma çöpü altı ayda yok olur
cam şişe dört bin yılda
insan bir anda bir anda

kuş havai
dala konar konar kalkar
dal uçar
kuş kalır

her zaman daha hüzünlü
tren tarifesinde rakamlar
ayrılanlardan

en sabırsız tekerler
en çok mahkum toprağa

herkes kirlidir biraz
kimi çiçek tozuyla
kimi insan tozuyla

öylesi yalnız bir adam
kendi evine girmeden önce
hep zilini çalardı

büyük kuşlar toprağa düşer sonunda
büyük düşler büyük aşklar kanatlarında
gök küçük kuşlar mezarlığıdır

24.12.2010

antonius ve kleopatra

william shakespeare



yaradılışımızın garip bir cilvesi de bu
en isteyerek yaptığı şeylerden
pişmanlık duyuyor insan

sevgide ölçü mü aranır
dilencilerin olsun öyle sevgi

kötü haber dert açar getirenin başına

işlenmeyen düşünce tarlasını yaban otları sarar
kötülüklerimizi yüzümüze vurmaksa
düşünce tarlamızı sürmek gibidir

hor görüp başından attığını
yok olunca yeniden bulmak istiyor insan
bugün en çok sevdiğimiz şey dönüp dolaşıp
en az sevdiğimiz şey oluyor yarın

durgunluğun paslandırdığı yürekler
belalı da olsa bir değişiklik özlüyor

tanrı yardımı geç gelir; ama gelmemezlik etmez

her gün hangi meseleyi çıkarırsa ortaya
onun sırası gelmiş demektir

yaş yıpratamaz o kadını
alışkanlık tüketemez sonsuz değişmelerini
başka her kadın uyandırdığı isteği doyurup giderir
o en çok doyurduğu zaman acıktırır insanı

elleri ne yaparsa yapsın yüzleri dürüsttür insanların

büyük işler ikinci adama çok görülür; bunu bil
buyruğunda olduğumuz komutan uzaktayken
bize fazla ün kazandıracak bir işi yapmamak
yapmaktan daha iyidir

gösterilmeyen sevgi, çok kez sevgi olmaktan çıkar

zaman, haber doğurma sancıları içinde
her dakika yumurtluyor bir tane

ağlama sakın, bir damla gözyaşın senin
kazanıp yitirdiğim her şeyden üstündür

kudurmuş öfke korkusuzluğa varan bir korkudur
güvercin de bu hale gelince saldırır şahine

yiğitlik akla kafa tutar oldu mu
kendi kullanacağı kılıcı kendi körletir

büyüklüğün elden gitmesi daha acı gelir
canın bedenden çıkmasından

hayır, umut istemem artık, en olmayacak
en korkunç ne gelecekse buyursun gelsin başıma
ama umut eksik olsun! acımız bahtımıza denk
bu acıyı verenin kendisi kadar büyük olmalı

ama ey tanrılar, insan kalmamız için
biraz kusur katarsınız hep mayamıza

yılan dediğin yılanlığını hiç şaşmaz, yapar

tanrılar niçin yükseltir insanları
bir gün onlara kızmaya hak kazanmak için

böyle birden yok oluveriyorsa insan, ey dünya
vedalaşmak bile gerekmez seninle

23.12.2010

cep telefonu

paulo coelho

cep telefonu dünyayı tam bir çılgınlığa götürüyor. ayda sadece 5 euro'ya, londra'da oluşturulan dahiyane bir sistem aracılığıyla, bir çağrı merkezi size 3 dakikada bir standart bir mesaj gönderebiliyor. etkilemek istediğiniz biriyle konuşacağınızı bildiğiniz zaman, sistemi harekete geçirmek için belirli bir numarayı tuşlamanız yeterli. telefon çalınca hemen açarsınız, mesajı görüntülersiniz, hızla okursunuz ve "haa, bu bekleyebilir." dersiniz (elbette bekleyebilir; ısmarlama bir mesajdır zaten). böylece, konuşmakta olduğunuz kişi kendini önemli biri gibi hisseder ve işler daha hızlı çözülür; çünkü işleri başından aşkın biriyle konuştuğunu sanır. 3 dakika sonra konuşma bir başka mesajla kesilir, baskı artar ve servisi kullanan kişi telefonunu 15 dakikalığına kapatmayı seçebilir ya da yalan atıp telefona mutlaka yanıt vermesi gerektiğini söyleyerek, konuşmakta olduğu münasebetsizden kurtulmaya karar verebilir.

tüm cep telefonlarının kapatılmasını gerektiren tek bir durum vardır. ne ki, resmi yemeklerde, bir oyunun ortasında, bir filmin en önemli sahnesinde ya da bir opera şarkıcısı en zor aryalardan birine başlarken değil; böyle anlarda cep telefonlarının çaldığını hepimiz duymuşuzdur. hayır, insanların, cep telefonlarının tehlikeli olabileceğine inandıkları biricik an, uçakta şu alışılmış yalanı duydukları andır: "uçuş güvenliğini tehlikeye sokabileceği için tüm cep telefonlarının kapatılmasını rica ederiz." buna hepimiz inanırız ve uçuş görevlilerinin isteğini yerine getiririz.

bu efsane nasıl yaratıldı peki? yıllar önce, havayolu şirketleri yolcuları koltuklarına takılı telefonları kullanmaya ikna etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. dakikası 10 dolara gelen bu konuşmalar cep telefonlarıyla aynı transmisyon sistemiyle yapılıyor. bu oyun tutmadı; ama efsane varlığını sürdürdü; uyarıyı, kalkıştan önce uçuş görevlisinin okuması gereken yasaklar listesinden çıkarmayı unutmuşlardı. kimsenin bilmediği ise, her uçuşta en az iki-üç yolcunun cep telefonlarını kapatmayı unuttuğuydu; kaldı ki, laptop'ların internete bağlanmasında cep telefonlarıyla aynı sistem kullanılıyordu. üstelik bugüne kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir uçak bu yüzden düşmedi.

şimdi yolcuları fazla ürkütmeden ve fiyatı düşürmeden bu uyarıyı değiştirmeye çalışıyorlardı. uçuş moduna geçirilebiliyorsa cep telefonunuzu kullanabiliyordunuz. bu tür telefonlar ise dört misli daha pahalı. bugüne kadar hiç kimse "uçuş modu"nun ne olduğunu açıklamış değil; ama insanlar böyle kandırılmaya ses çıkarmıyorlarsa kendileri bilirler.

özgürlük

paulo coelho

insanlar özgürlükten bahsediyorlar ve bu biricik haklarını savundukça ailelerinin isteklerine daha çok boyun eğiyorlar; yaşamlarının geri kalanını birlikte geçirmeye söz verdikleri insanlarla evliliklerine, ekonomiye, yaptıkları diyetlere, yarım kalmış projelere, "hayır" ya da "bitti" demeyi bir türlü beceremedikleri sevgililerine, hiç sevmedikleri insanlarla öğle yemeği yemeye mecbur oldukları hafta sonlarına esir oluyorlar. lükse, lüksün görüntüsüne, lüksün görüntüsünün görüntüsüne köle olanlar. kendilerinin seçmediği ancak onlar için en iyisinin bu olduğuna inandırıldıkları bir yaşantının kölesi olanlar. ve birbirinin aynı günler ve geceler geçirenler, "macera" kelimesinin sadece kitaplarda geçen bir sözcük ya da daima açık duran televizyonda bir hayal olduğu günler ve geceler; ve ne zaman önlerinde yeni bir kapı açılsa "ilgilenmiyorum. havamda değilim" diyenler. oysa hiç denemedikleri bir şey için hazır olup olmadıklarını nereden bilebilirler? ancak bunu sormanın bir anlamı yok; gerçek ise içinde büyüdükleri ve alışkın oldukları dünya düzeninin bozulmasından korkmalarıdır.

bazıları mutlu görünüyor ama bu konu üzerinde fazla düşünmüyorlar. diğerleri planlar yapıyor: bir kocam, yuvam, iki çocuğum, şehir dışında bir evim olacak. bunlara sahip olmak için uğraşırken matadora bakan boğa gibiler: içgüdüsel tepkiler veriyorlar, hedefin nerede olduğu hakkında hiçbir fikirleri yokken aptalca hareket ediyorlar. araba alıyorlar; bazen bir ferrarileri bile oluyor ve yaşamın anlamının bu olduğunu düşünüyorlar ve asla bunu sorgulamıyorlar. oysa ruhlarında taşıdıklarını bile bilmedikleri keder, gözlerinden okunuyor.

herkes mi mutsuz bilmiyorum. hepsi bir şeylerle meşgul; fazla mesai yapıyor, çocukları, kocaları, kariyerleri, dereceleri, yarın yapmayı planladıkları, satın almak istedikleri, başkalarından aşağı kalmadan sahip olmak istedikleri ve buna benzer şeyler için endişeleniyorlar. çok az kişi gerçekten "mutsuzum" diyor. çoğu "iyiyim. her istediğime sahibim" der. sonra ben "seni ne mutlu eder?" diye sorarım. yanıt: "bir insanın sahip olmak isteyebileceği her şeye sahibim: bir aile, ev, iş, sağlıklı bir hayat." yine sorarım: "yaşam sadece bundan mı ibaret?" yanıt: "evet, bu kadar." ısrar ederim: "öyleyse yaşamın anlamı iş, aile, bir gün büyüyecek ve sizi terk edecek çocuklar, gerçek bir sevgiliden çok, bir arkadaşa dönüşecek bir zevce ya da koca. ve elbette bir gün gelecek iş de bitecek. bunlar olduğunda ne yapacaksınız?" yanıt: yok. hemen konuyu değiştiriverirler.

hayır, aslında söyledikleri: "çocuklar büyüdüğünde, kocam -ya da karım- tutku dolu bir aşıktan daha çok arkadaşım olduğunda, emekli olduğumda her zaman yapmak istediğim şeyi yapmak için zamanım olacak: seyahat edeceğim." soru: "ama şimdi mutlu olduğunuzu söylemediniz mi? zaten hep yapmak istediğiniz şeyleri yapmıyor musunuz?" yine çok meşgul olduklarını söyleyecek ve konuyu değiştireceklerdir.

ısrar edersem, daima yokluğunu duydukları bir şeyle yanıt verirler. işadamı henüz istediği anlaşmayı yapamamıştır, ev kadını daha fazla özgürlük ve daha çok para sahibi olmak isteyecektir, aşık delikanlı sevgilisini kaybetmekten korkar, üniversiteden yeni mezun genç mesleğini kendisinin mi seçtiğini yoksa mesleğin kendisi için mi seçildiğini merak eder durur, diş hekimi şarkıcı olmak istemiştir, şarkıcı politikacı olmayı, politikacı yazar, yazar da çiftçi olmayı hayal eder. kendi seçtiği işi yapan biriyle karşılaştığımda bile, onun da ruhu hala azap içinde kıvranıyordu. henüz huzura da kavuşmamıştı.

bilmek bir şey değiştirmiyor. insanlar hatırlamak ve sahip oldukları uçsuz bucaksız büyülü potansiyeli kabul etmemek için ellerinden geleni yapıyorlar; çünkü bu, derli toplu küçük evrenlerini altüst edebilir. hepimizin yeteneği var; sadece düşlerimizin peşinden gidecek ve işaretleri izleyecek cesaretimiz yok. belki de keder bundan kaynaklanıyor.

hepimiz büyüyor ve şekil değiştiriyoruz, düzeltilmesi gereken bazı zayıflıklarımızı fark ediyoruz, her zaman en iyi çözümü bulamıyoruz; ama duvarları veya kapıları ya da pencereleri değil, içimizdeki boşluğu, içinde ibadet ettiğimiz ve bizim için en sevgili ve önemli olanı beslediğimiz boşluğu şereflendirmek için, her şeye rağmen dimdik ve dürüst biçimde ayakta kalmak için çabalamayı sürdürüyoruz. 

bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle önemlidir: onları serbest bırakmak. gevşek olanı kesmek. insanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. daireyi tamamla. gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık, onun senin yaşamında yeri olmadığı için. kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol.

mutluluğa yol açan şeyin aşk olduğu fikri modern bir buluştur, on yedinci yüzyılın sonlarından bugüne gelir. o günden beri insanlara aşkın sonsuza dek sürmesi gerektiği ve aşkın yaşanacağı en iyi yerin de evlilik olduğu öğretildi. geçmişte arzunun uzun ömürlü olmasıyla ilgili çok daha kötümser düşünülürdü. son on yılda, evlilikle ilgili beklentiler oldukça arttı, bireysel gelişimi tamamlamaya giden yol gibi görüldü, hayal kırıklığı ve doyumsuzluk da onunla birlikte arttı.

insanlar üzgün; çünkü kendi hikayelerinin tutsağı onlar. herkes yaşamın asıl anlamının bir planı izlemek olduğuna inanıyor. bu planın kendi planları mı olduğunu yoksa bir başkası için mi yapıldığını asla sorgulamıyorlar. deneyimler, anılar, diğer insanların fikirlerini ve daha birçok şeyi topluyorlar ve bu belki de başa çıkabileceklerinden çok daha fazla oluyor. ve işte bu nedenle hayallerini unutuyorlar.

22.12.2010

yayla

fakir baykurt

birçok şey sakıncasıyla güzeldir.

ben bizim köylülerin uyanacağını sanmıyorum. dünyaya buzağı gelmiş, öküz gider bunlar. oylarını götürüp yalancı dürzülere kakarlar. ulan insan yalana bir kanar, iki kanar, sürekli kanmaz ki!

nane kokusu, ana kokusu; fesleğen kokusu, oynaş kokusu.

boş oturmaktansa boşa çalışmak iyidir.

dedikleri kadar varmışsın. gönlümün ortasına kurdun tahtını!

bozuk, hem de yorgun bir yönetim bizimki! tükenmiş bir sınıf ve onun bürokrat kadroları ancak bu kadarını yapabiliyor! tükenmiş, iflas etmişler.

acı, her şeyi bastırıyor.

"sınırlarımız ve olanaklarımız içinde cipi çalıştırıp gülcan'ı hastaneye götüreceğiz, sayın hocam! size bunun için yalvarmaya geldim. altan'a baktı. kendisinin yirmi, yirmi beş yıl öncesini buldu çırpınışlarında. bir süre böyle yalvaracak, ardından saldırıya geçecek. biliyor şimdi böyle olanın az sonra nasıl olacağını. "benim bunu istemediğimi düşünmüyorsun herhalde, değil mi altan? böyle düşünürsen, yanlıştan yola çıkmış olursun. sen de, arkadaşların da, önce doğruyu bilin. biz burda bir üniversite ekibiyiz. amacımız ve sınırımız saptanık. burda sadece bir kazı yapmakla görevliyiz. bir cipimiz var. bir de hastamız. hastanın şehirdeki hastaneye en hızlı araçla gitmesi gerekiyor. yol durumu kötü. başka araç yok. üstelik her durumda en uygun araç bir land rover cip. o da bizimki. aracı verelim, sorun çözülsün. sorun + araç = amaç! mantık böyle gösteriyor. ama işin bir yanıdır bu ve görünüşüdür. öz ise değişiktir. çünkü bu cip, halkın sağlık işleri için ayrılmış değildir. kazı hizmetleri için ayrılmıştır. lastik ve yakıt giderleri kazı hizmetleri için ayrılmıştır. şoförü de bunun içindir. biz bunu, o amaç yerine bu amaç için kullanırsak, yasa önünde sorumlu düşeriz. bunu yapamam! yapmak isterim. fakat yapamam. burda iki şeyi kesin ayırmak zorundayız: duygularımızın dediğiyle, aklımızın dediğini."

"hiçbir şey candan değerli olamayacağına göre, bütün bürokratik koşulları aşıp karar vermek gerekir, hocam. sorun budur. bir aydın ve hoca olarak bizim önümüzde böyle bir sınavla karşı karşıyasınız şimdi! özür dilerim. kusurumu hoş görün; ama açık sözle anlatılmak istenirse durum budur."

"gene aynı tezi savunacağım. duygularımla gülcan'ın tam yanındayım. ama devletin resmi cipini başka bir iş için kullanma konusunda aklımı duygularımın yanında bulamıyorum. duygularım o yanda, aklım bu yanda kalıyor. üstelik cip yalnız benim sorumluluğumda. sizin için burda sadece görüş ileri sürmek var; sorumluluk yok. yarın bir kovuşturma yapılırsa, sorular bana sorulacak. böyle bir soruşturma olabilir; iki kez iki dört! adım asım al gibi biliyorum bunu."

"daha çok gençsin! çok saf, çok arısın! herkesi kendin gibi arı, duru sanıyorsun. ama üniversitenin genellikle ne çirkin bir kurum olduğunu bilirim. yükselebilmek, daha iyi pozisyonlar ele geçirebilmek için yaparlar. başka hesapla yapanlar da çıkar. bunları bilirim ben. sizin bilmeniz gerekmez. keşke bilmeden kalsanız. bizim üniversitemizin bozulmuş yanından bütünüyle haberiniz olmasa, çok daha iyi. ülke için iyi, halk için iyi, üniversite için iyi. çünkü bu kötü özellikler yayılgandır. hemen geçer sizlere de. böylece hastalığı oluşturan mikroplar bu jenerasyondan öteki jenerasyona ulaşmış olur."

elindeki dereceyi silkti altan. "vakit geçiyor, hocam! oysa saniye yitirecek durumda değiliz! anlıyorsunuz değil mi? şehir uzak üstelik. geçten geç karar verirseniz, korkarım, işe yaramayabilir!"

"buraya kadar getirdiğim düzgün bir sicilim var. yarın dekan olmam söz konusu. rektör olmam söz konusu. bu sicili şu ya da bu duygusal gerekçeyle bozamam. söylenecek şeyleri söyledim altan, bundan sonrası söylenenleri yinelemek olur. kanımca buna gerek yoktur."

halka yarayışlı olmayan bilim, bilim değildir. bilimse bile, bizim istediğimiz bilim değildir.

"insanlar bir isteği kafalarına taktı mı, işte böyle saplantı oluyor. birden dallanıp budaklandı, sadece öğrencilerin şehre ulaştırılmasına ayrıldı, vermek yüzde yüz zorunlu; ama ben vermiyorum! görevle ilgili bir kurala uymak istediğimi kimse anlamıyor. bir kızın sağlığını kurtarmaya yardımcı olurken, bütün akademik geleceğimi sakıncaya atmamı istiyorlar. bir bilim adamının kolay yetiştiğini sanıp, kendimi harcamamı bekliyorlar. basit halkın idrakine, hele bizdeki bozkır felsefesine hiçbir zaman güvenmedim. bir parça sağduyu gösterdikleri zaman bile yalınkat ve sığ oluyorlar."

"serpil, kızım! seni ne kadar sevdiğimi, pek çok olan özelliklerini ne kadar yürekten takdir ettiğimi söylememe gerek yok, sanırım. çok duygusal davranıyorsun evladım. şu anda senin ve arkadaşlarının hocanız olarak, insan olarak, gülcan çakır'a ben hepinizden çok üzülüyorum. bay çakır kendisi de, gerçekten erdem sahibi, sevdiğim bir kimse. kızı da ayrıca çok takdir ediyorum. onlar ne güzel gözler öyle! bir insan olarak o güzel gözlerin şu dağ başında ölümün eline terk edilmesine gönlüm razı olamaz. fakat bir bilim adamı, her şeyden önce serinkanlı olur. soruna serinkanlı yaklaşır. ekibimiz buraya gelmeseydi, gülcan gene burda olacak ve sancılanacaktı. o zaman ne yapacaktı bay çakır? türkiye'de her sancılanan çocuğun yanında bir kazı ekibi bulunamaz. türkiye'nin bugünkü durumunda, yurttaşların sağlık sorununa henüz çözüm yoktur. başka ülkelerde yönetimler, bir yandan gagarin'i, titov'u, bir yandan aldrin'i, armstrong'u aya, uzaya gönderir, merih'e araç indirirken, biz daha yerleşme alanlarımızın hepsine yol götüremedik ve doktorlarımızı dürüst bölüştüremedik yurda. yüzeyden çözümlerle kendimizi tatmin olmuş sayamayız, serpil kızım! bırakalım şimdiye kadar böyle gelmiş olanı; ama birer aydın olarak, böyle gitmesin diye ne yapılması gerekiyorsa, onun savaşımını verelim. gülcan çakır konusu, duygularımızla tartılıtsa, acıdır. ama aklımızla tartılırsa, 'bütün'ün yanında bir küçük noktacıktır."

altan sürdürdü konuşmasını: "bizim daha gerçek anlamda 'gerçekçi' olabilmemiz için biraz daha deneyime ihtiyacımız var. hoca bey'i her durumda bizim gibi düşünür, davranışları da bizimki gibi olur sanıyoruz. olanak var mı? o şimdi bütün maddesel, sosyal, kültürel yaşamıyla bizlerden ve gülcan'dan ayrı bir insan. fakülte'de bir kürsünün şefi. onu elinden kaçırmak istemez. altında arabası, önünde dekanlık, rektörlük gibi parlak gelecekler var. bunları yitirmek istemez. biz genç aydınlar çok farklıyız hocamızdan. onun için, biz yaparız; onlar konuşur. biz korkmayız, onlar çekinir. onlar her zaman hesaplı davranmayı seçer. biz belki biraz paldır küldürüz; ama gerekli olanın üzerine hızla yürürüz. şimdi deöyle bir durumun içindeyiz. hiç vaktimiz yok. bu cümle çok söylendi; fakat gene de çok vakit yitirildi. hemen önerilerime geçiyorum. eğer bir şey yapacaksak. iyi düşünelim ve karar verelim. kazı işine el koyuyoruz, bir! hoca bey'i ve ali şirin bey'i, planımız sonuçlanıncaya kadar çadırlarında kapalı tutuyoruz, iki! cipe ve şoföre el koyup gülcan'ı şehre götürüyoruz; üç! eğer gerçekçiysek, yapılacak iş budur!"

şehirde çarşısı, kırda yönetimi bozuk bir ülkenin orman yolu düzgün olabilir mi?

hangi dediğini tuttum öğretmenlerimin? yaşam nereye çekerse, oraya gidiyorum.

"ben de haklıyım! elimde yetki yok! işçi sigortası'na kayıtlı, hem de karnesi yanında olmadı mı, şu kapıdan içeri babamı sokamam!"

zeke gelin'e bakıp yutkundu. "onca yolu uykusuz tüketti! günlerdir uyumadı doğru dürüst! nasıl dayandı? acıya bunca dayanıklı olması iyi mi bir halkın? acaba halkımızı anlatmak için bilmem gerekenleri biliyor muyum? acaba altan biliyor mu? halkım biliyor mu sonsuz sabırlı olmanın kötülüğünü? öbür dünyada cennet var diye başını hep eğmesi, eğmesi; başını kaldırmaktan korkması, hep korkması.."

senin onları anlayabilmen için, onların seni anlaması gerekir!

fazla mı telaşlı yüzü, yoksa kanıksadı mı? biliyor mu her yüzün anlatmakla bitmez öyküleri olduğunu? yoksa öyküleri olsa ne olacak diye geçiştirmek mi istiyor bıkıntıyla?

"başınız sağ olsun! gerek kalmadı!"

ne çok öğrendim kısa zamanda!

öksüz mıstık pınarı'nda durdular. suyunun çok güzel olduğunu biliyor uzatmalı. hemen indi. doldurup boşalttı ciğerlerini; salladı kollarını havada. sonra içti dinlene dinlene. izin verdi; jandarmalar da içti. dinlenip birer daha içtiler. uzatmalı, "sen direksiyonun başında bekle!" dedi nuri'ye. topladı erleri çevresine. fısfıs ederek yukardaki görevle ilgili buyruklarını söyledi. "şakşuk! göz açtırmak yok! karşı gelene dipçik! hem de şakşuk yere toza! iki dakikanın içinde birbirine bağlayacağız itleri! hiç yüz vermeye gelmez anarşiklere! hımmm! ulan siz devleti ne sanıyorsunuz puştlar?"

uzatmalı, yukarı düzlüğe çıkardı öğrencileri. ileri geri biraz gezindi önlerinde. ellerinin birini manevra kayışına takıp konuşmasını sürdürdü: "bütün sorun nedir, bilir misiniz sayın öğrenciler? yasaları egemen kılmak! anladınız mı? açık söylüyorum, hiçbirinizin saçında, sakalında öğrenciyi andırır görünüş yok; anlaşıldı mı? fakat şimdi bunlar söz konusu değil! çadırlara girip beş dakika içinde eşyanızı toplayın! yalnız beş dakika izin verdim, altı değil! haydin, marş marş!"

19.12.2010

16 yaş

duygu asena

şu 16 yaş berbat bir yaş. ne büyükler arasındasın, ne küçükler. hiçbir özgürlüğün yoktur, her şeyine ailen karar verir; ama kafan en az 18'indeki kadar çalışmaktadır. bedenin ise aynı bir büyüğünki gibi. memelerin çıkmış, boyun iyice uzamış, kalçaların, belin son şeklini almış. erkekler sana bakıp iç geçiriyor ve sen küçük olduğun halde derli toplu giyinip derli toplu oturmak zorundasın. çocuk doğurabilirsin, sevişebilirsin, orgazm olabilirsin. ama bunların hiçbirini yapman uygun görülmez; sen küçüksündür. ama aslında sen büyüksündür de; çünkü sokaklarda oynaman doğru değildir, bacaklarını açarak oturamazsın, lunaparklarda eğlenmene bile garip bakılabilir.

josef mengele

isabel fonseca

meşhur nazi doktoru josef mengele, çingenelerle özel olarak ilgileniyordu. toplu olarak öldürülmeleri emri geldiğinde yıkılmıştı; çünkü onlarla ilgili araştırmalarına tutkuyla bağlıydı. yine de, bir tanığın anlattığına göre, saklanmış tek bir çocuk bile kalmaması için tüm kampı karış karış aramıştı. bir önceki gecenin nakliyatından kaçanları kendi arabasına koyup gaz odalarına götürmüştü. çingene çocuklar da isteyerek onun arabasına binmişlerdi; çünkü bu adam onları çok seviyor, onlara her zaman kurabiye veriyordu; mengele'yi çok seviyor ve ona güveniyorlar, "pepi amca, pepi amca" diye bağırarak arkasından koşturuyorlardı.

mengele'nin kliniğinde bulunanlardan biri, onun "tuhaf insanlardan oluşan dehşet verici bir koleksiyonu" olduğunu söylemiştir. bu koleksiyonda bir grup cüce, devler, bir gözü mavi bir gözü kahverengi olan insanlar ve doktorun özel olarak ilgilendiği ikizler vardı. mengele'yle çalışmak zorunda bırakılan hapishane doktorlarından birine göre "çingene kampından alınma saç, göz [ikizlerin gözleri] örnekleri saklıyor; el, ayak ve parmak izi almak için aletler bulunduruyordu. "insanlarla işi bittikten sonra, vücutlarının bazı parçalarını bir kenara ayırıp berlin'deki eski enstitüsüne gönderiyor, geriye kalanını krematoryuma yolluyordu. ikizler üzerindeki otopsiler, krematoryumun yanındaki özel laboratuvarda gerçekleştiriliyordu. ikizlerin çoğu çingene'ydi. çingene ikizlerden bazıları da gerçekten ikiz değillerdi. ikizlerin özel muamele -daha iyi yemekler yiyor, daha iyi ranzalarda yatıyor, dövülmüyorlardı- gördüklerini anlayan bazı kadınlar, aynı boydaki iki çocuğu ikiz diye gönderiyorlardı.

çingenelerde suç işleme oranlarıyla ilgili araştırmalar için "genetik olarak sonraki kuşağa geçen özdeş nitelikler"e ilişkin çalışmalar yapılıyordu; ikizler bu araştırmaların paha biçilmez denekleriydiler. ikizlerin diğer mahkumlardan daha iyi koşullara sahip olduğu doğruysa da bu tüm ikizler için geçerli değildi. bir gece mengele, vücutları parçalara ayırmaya başlamak için sağlıklı 14 ikiz çocuğun kalplerine kloroform enjekte etmişti.

eğer doktorlar arasında hangi hastalığın hastalara daha çok zarar verdiği konusunda bir anlaşmazlık varsa hasta hiç vakit kaybedilmeden incelenmek üzere parçalara ayrılıyordu. mengele, en sevdiği ikizlerini, "muhteşem bir ikili olan" yedi yaşındaki çingene çocuklarını böyle bir "tartışma"yı çözüme kavuşturmak için vurmuş ya da kendi deyişiyle "feda" etmiştir. (çocuklarda tüberküloz olduğundan şüpheleniliyordu.) kesinlikle tüberküloz olmalı, demişti mengele, tutsak doktorlardan birine; bir saat sonra geri dönmüş, "sakin bir şekilde" şunları söylemişti: "haklısın. hiçbir şey yokmuş." aradan geçen sürede iki çocuğu da öldürmüş, akciğerlerini ve diğer organlarını incelemişti.

17.12.2010

risale

cemil meriç

said nursi'nin risalelerini okumak için toplanan üç beş vatandaşın tevkifi, tabii hukuk bakımından hamakatle (ahmaklıkla) kaynaşan bir cinayettir. ahlaksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferman olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlaktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire layıktır.

soğuk ve süprüntülüklerden devşirme, maddeci, sözde maddeci yayınlardan tiksinen, kendilerine insaniyetçi süsü veren bir alay züppenin sapıklıklarına iğrenerek bakan ve bir kurtuluş arayan samimi çocuklar.. davranış bakımından kendimi onlara çok yakın buluyorum.

yazılı kağıt bezirganları, odalarında kitap okuyan bu, belki gafil ama hiç şüphesiz tertemiz insanların tevkifini adeta alkışlayarak ilan ediyorlar. vicdan hürriyetine indirilen bu ağır darbe gerçi bizim için ebedi bir maceradır. yarı münevver, sadizmini, kendi tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline getirmiştir.

sonra 142. maddenin kaldırılması için imza toplayan bir zat, 142. maddenin hışmına uğrar, asil üniversitemiz kutuplar kadar sessiz karşılar hadiseyi.

fakir memleketin sunduğu ulufeyi bir nevi fetih hakkı telakki ederek, üniversiteye eski ve huysuz bir kapatmayı ziyaret eder gibi, ayda yılda bir uğrayan şımarık, küstah ve züppe bir doçent, mahzar üç beş kuruş kazanmak ve adeta devlete meydan okumak için, murdar üslubu ile manevi buluğa ilelebet erişemeyecek olan şebban-ı vatana marx'ı anlatmaya kalkışır, hayli zaman takibata uğramaz. nihayet yakalanınca medrese feryadı basar.

medrese haklıdır, kelepçe erkeğe takılır. kelepçe bazen bir lejyon donör nişanının kordonundan çok daha kutsaldır, bir kozmopolitin efemine bilekleri kirletir onu.    

kanun karşısında eşitlik düsturu! her cinayete fetva veren, fikir hürriyetini menfaatlerine dokunduğu anda ayaklar altına alan insanların bu hürriyetperverlikleri, kendilerini imtiyazlı bir zümre, adeta devlet içinde devlet saymalarının ifadesidir. hiçbir mukaddesleri olmadığı ve memleketin hiçbir derdiyle ilgilenmedikleri için, kozmopolitliğin, yani, insanlardan kopuşun yeni bir şekli olan salon sosyalizmi ile flört etmeye kalkışmaktadırlar.

breaking bad

bir uyuşturucu bağımlısına asla güvenemezsiniz.

kendinden nefret etmek hiçbir halta yaramaz. sadece gerçek değişime engel olur.

kumarı mantıklı kılmak için kendinize anlattığınız hikayeler çok hayret vericidir. sizi son bir el daha oynamaya, ruleti son bir kez çevirmeye, zarı son bir kez yuvarlamaya iten yalanlarınız.

her hayat yanında bir ölüm cezasıyla gelir.

cüzdanın delinmeye başlayınca başının dertte olduğunu anlarsın.

bazı insanlar parlak şeylere bağımlıdırlar.

bilimde "neredeyse" diye bir şey yoktur. doğru cevaplar ve yanlış cevaplar vardır. insanlar ay'a "neredeyse" gitmedi.

bazen yasak meyvenin tadı en güzeli oluyor.

polisler kasap gibidir. tartı ağır çeksin diye çaktırmadan parmak basarlar.

gerçek şu ki, geçmişi değiştiremeyiz. olan olmuştur. hareketlerimizi kabullenmeliyiz; ancak kendimizi yargılamaya kalkmak; kendi yargıcımız, jürimiz, celladımız olarak davranmak çözüm değil. çünkü çoğu zaman, kendimizi yargılayarak döngüyü tekrarlayışımızı garanti altına almış oluruz.

16.12.2010

mutluluk

zülfü livaneli

aptallık bu memlekette o kadar yaygın ki, kapıyı pencereyi sıkıca kapamazsan havayla bile içeri girer. dünyanın en bulaşıcı hastalığıdır aptallık.

insanların, toplumun kendilerine yüklediği bütün ön yargıları ahmakça taşıdıkları bir deve dönemleri vardır; sonra aslan dönemi gelir, ön yargılara karşı aslan gibi savaşırlar ama bir de bazılarının geçebildiği bir çocukluk aşaması vardır. en üst aşamadır bu. hayata bir çocuk safiyetiyle bakmak ve oyun oynamak; her türlü etkiye açık hale gelmek. yitirilen safiyeti tekrar bulmak.

solcu gençler komünist bulgaristan'da doğmuş olsalar jivkov'a, romanya'da doğmuş olsalar çavuşesku'ya başkaldıracaklardı; başlarını örtmek için çırpınan genç kızlar da iran'da yaşıyor olsalar, başlarını açmak için mücadele edeceklerdi.

gerçek hayat bazen hollywood klişelerine rahmet okutacak kadar kitsch'tir. hatta çoğunlukla böyledir.

"dünyadaki kötülüklerin kaynağı olumsuz düşünmektir."

bütün orta doğu ayinlerinde insanlar, dakikada 124 kez vurulan daire eşliğinde allah diyordu; bu da rakseden bir insanın kalp atışlarına denk düşen sayıydı; böylece her kalp atışında bir kez allah demiş oluyor ve bir süre sonra trans haline giriyorlardı.

paranoyak olman, düşmanların olmadığı anlamına gelmez.

rüyalar! hayatının en büyük gerçeği; kendin olduğun ve gerçek bir insana dönüştüğün tek an. yaşamındaki en samimi varoluş anı.

dersim isyanı

uğur mumcu

1937 yılında çıkan dersim isyanı'nın, hiç şüphesiz, çeşitli ve karmaşık nedenleri vardır. bu çeşitli ve karmaşık nedenlerin iki tanesi önemliydi. hükümet, umumi müfettişliklere hazırlattığı raporlardan sonra tunceli yöresinde aşiretlerin ellerindeki silahların toplanması kararı almıştı. aşiretler, bu karara karşı direndiler.

ayaklanmanın nedenlerinden biri de aşiretlerin tunceli'den alınıp batı illerine sürgüne gönderilmek istenmesiydi. aşiretler 25 aralık 1935 tarihinde çıkarılan tunceli kanunu ile başlayan uygulamalara karşı çıktılar.

2884 sayılı tunceli kanunu, bölgede umumi müfettişlikler kuruyor, tunceli ilinin yönetimini korgeneral rütbesindeki bir askeri valiye bağlıyor ve görevlilere olağanüstü yetkiler tanıyordu. bu yasa, 1935 yılından 1946 yılına kadar uygulandı.

ibrahim tali öngören, abidin özmen, general kâzım dirik, tahsin uzer ve korgeneral abdullah alpdoğan'ın hazırladıkları raporlarda, bölgede bayındırlık işleri başta olmak üzere reform niteliğinde dönüşümler yapılması öngörülmekteydi. bakanlar kurulu, umumi müfettişlik raporları doğrultusunda şu kararları almıştı:

1. silahların toplanması

2. aşiret ağalarının ve aşiret ağası olabileceklerin dersim'den uzaklaştırılmaları

3. dersim'de ve toprak ağalarının etkisinde olan yerlerde köylülere toprak dağıtılması

4. yol ve okul yapmak

bu önlemlerden, aşiret ağalarının sürgün edilmeleri elbette antidemokratiktir. kimse bugün bu tür önlemleri savunamaz. ancak yoksul köylülere toprak dağıtmak, yörede okul ve yol yapmak, toprak aşiretlerinin etkilerini azaltacak önlemlerdi. yoksul köylülere toprak vermek ve yörede okul ve yol yapmak gibi önlemlerin antidemokratik olduğunu da kimse söyleyemez.

hükümet, dersim'de bir ayaklanma bekliyordu. başbakan ismet inönü, bu nedenle doğu gezisine çıktı. bu ayaklanmayı önlemek için başvurulması gerekli önlemler düşünüldü. 1935 yılının eylül ayında bu amaçla çeşitli toplantılar yapıldı. bu toplantılarda dersim bölgesi işlerini yakından ve tam yetki ile ele alacak kuvvetli bir makam oluşturulması kararlaştırıldı. toplantılara, 4. ordu müfettişi orgeneral kazım orbay, bu "kuvvetli makama" getirilmesi düşünülen korgeneral abdullah alpdoğan ve abidin özmen katıldı. 1935 yılında çıkarılan tunceli kanunu ile dersim'in adı tunceli olarak değiştirildi.

bakanlar kurulu, 1936 yılında dördüncü umumi müfettişliği kurdu ve bingöl, tunceli, elazığ illerini bu müfettişliğe bağladı. korgeneral alpdoğan "genel müfettiş, tunceli vali ve komutanı" yetkisiyle bu göreve atandı. abidin özmen de diyarbakır, urfa, mardin, siirt, bitlis, muş, van ve hakkari illerini kapsayan 1. umumi müfettişliğe atandı.

yapılan toplantılar sonucunda çeşitli raporlar verildi. olası bir ayaklanmadan kuşkulanan hükümet, tunceli'de "yol yapmak, okul açmak, türklük propagandası yapmak, topraksız köylülere toprak dağıtmak" ve başta yukarı abbasuşağı aşireti reisi seyid rıza olmak üzere aşiret reislerini batı anadolu'ya sürmek gibi kararlar almıştı. tunceli ayaklanması tam bu sırada başladı.

dersim ayaklanması, yusufan aşiretinin elindeki silahların toplandığı günlerde patlak verdi. ayaklanma 21 mart 1937'de, bir nevruz gününde başladı. darboğaz deresi üzerindeki köprü ve telefon hatları demanan ve hayderan işaretleri tarafından saldırıya uğradı. aynı hafta içinde sih ve hozat'ta da karakollara saldırdılar.

sonrası biliniyor.

15.12.2010

elden düşmeci

ayn rand

elden düşmecinin temel ihtiyacı, beslenebilmek için diğer insanlarla olan bağlarını sağlamlaştırmaktır. ilişkileri birinci sıraya koyar. insanoğlunun başkalarına hizmet etmek için var olduğunu söyler. kendini feda etmekten, hizmet ve yardım etmekten söz eder. bu düşünce, insanın başkaları için yaşamasını, başkalarını kendinden ön plana almasını gerektiren bir doktrindir.

hiç kimse başkaları için yaşayamaz. vücudunu paylaşamadığı gibi ruhunu da paylaşamaz. ama elden düşmeci, yardım etmeyi bir sömürü silahı olarak kullanmakta, insanoğlunun ahlaki ilkelerini değiştirmektedir. insanlara yaratıcı kişiyi mahvetmenin bütün yolları öğretilmektedir. bağımlılığın bir sevap olduğu öğretilmektedir onlara.

başkaları için yaşamaya kalkan kişi bir bağımlıdır. amaçları açısından bir asalaktır, hizmet ettiği kimseleri de asalak haline getirir. bu ilişkiden doğabilecek tek şey, birlikte yozlaşmaktır. kavram olarak imkansız bir şeydir bu. gerçek hayatta buna en yakın olan şey, başkalarına hizmet etmek için yaşayan kişidir ki o da köledir. kendini kendi isteğiyle köle haline getiren, bunu sevgi uğruna yaptığını söyleyen adam, yaratıkların en aşağılığıdır. insanlığın onurunu düşürmekte, sevgi kavramını küçültmektedir. ama hizmet, hayır ve yardım doktrininin altında yatan budur.

insanlara en yüce sevabın başarmak değil vermek olduğu öğretilmiştir. bir yardım, bir hayır olayını överiz. bir başarı karşısında omuz silkip geçeriz. insana başkalarıyla aynı görüşte olmanın da bir sevap olduğu öğretilmiştir.

kişisel lüks kavramı çok sınırlı bir şeydir. onların istediğiyse gösteriş. göstermek, şaşırtmak, eğlendirmek, etkilemek. hep başkalarına dönük. bunlar da elden düşmeci. kültürel girişim dedikleri şeylere bak. adamın biri konferans veriyor, birinden ödünç aldığı, kendisi için hiç önem taşımayan şeyler söylüyor. dinleyenler için de önemsiz şeyler. ama kalkıp gitmiyorlar. dinliyorlar. sonradan dostlarına, ünlü birinin konferansını dinledik diyebilmek için. hepsi elden düşmeci.

gerçekten bencil olan insan, başkalarının onayından etkilenmez. buna hiç ihtiyacı yoktur. kendi egon en sert yargıçtır. onlar bundan kaçıyor. bütün ömürlerini kaçarak geçiriyorlar. kişisel standartlarına, kişisel başarılarına dayanarak özsaygı duymaktansa bir hayır derneğine birkaç bin toslayıp kendini soylu saymak o kadar kolay ki! işini iyi yapmanın yerine başka ikameler aramak basit. kolay ikameler tabii. sevgi, cazibe, iyi yüreklilik, sadakat. ama işini iyi yapmanın yerine, başka bir şeyi ikame edemezsin.

elden düşmecilerde bir gerçekçilik duygusu yoktur. onların gerçeği kendi içlerinde değil, bir insanı diğer insandan ayıran o küçük boşluğun içinde bir yerlerde. kimlik değil, ilişki. hiçbir yere bir çabayla tutturulmamış ilişki. işte insanlarda anlayamadığım boşluk odur. karşıma bir komite çıktığı anda beni durduran şey odur. egosu olmayan adamlar. rasyonel süreci olmayan kanılar. freni ve motoru olmayan hareket. sorumluluğu olmayan güç.

elden düşmeci de eyleme girişir; ama onun eyleminin kaynağı, yeryüzünde yaşayan bütün insanlara dağıtılmıştır. hem her yerde hem de hiçbir yerdedir. onunla karşılıklı akıl yürütemezsin. o mantığa açık değildir. ona laf söyleyemezsin. duyamaz. seni yargılayan, boş bir kürsüdür. başıboş kalmış kör bir kitle, senin peşine düşmüş, akıldan ve amaçtan yoksun biçimde seni ezmeye kalkmıştır. elden düşmeci.

mutluluğun her türü kişiye özeldir. en büyük anlarımız kişiseldir, kendimizden kaynaklanan bir motivasyondan gelir, ona el sürülemez. bizim için kutsal olan, değerli olan şeyler, herkesle paylaşılamayan, orta malı olmayan, çekip kurtardığımız şeylerdir.

çevremizdeki insanlara bir bak. neden acı çektiklerini, neden hep mutluluk arayıp bir türlü bulamadıklarını merak ediyorsun. bir insan şöyle bir durup kendi kendine, benim hiç gerçek anlamda kişisel bir arzum oldu mu, diye sorsa, cevabı hemen bulur. bütün isteklerinin, çabalarının, rüyalarının, ihtiraslarının hep başka insanlardan gelme bir motivasyon olduğunu görür. aslında çabaları maddesel zenginlik uğruna bile değildir, elden düşmecinin hayali sayabileceğimiz saygınlık içindir. bir onay arar. kendinin olmayan bir onay. ne o mücadeleden bir keyif alır ne de başardığı zaman bir sevinç duyar. bir tek şey için bile, "bunu isteyişim, kendim istediğim içindir; yoksa komşularım bana imrensin diye değil" diyemez. ondan sonra da neden mutsuzum diye merak eder.

14.12.2010

angel dayı

panait istrati

ancak sıradan şeyler paylaşılır ve ortaklaşa yaşanır. insanoğlu çok mutlu olduğu anda, yalnız kalır; çok mutsuz olduğu zaman da öyle. küçük bir çukura herkes seninle birlikte atlayabilir; ama hiç kimse ardından uçuruma gelemez. eksiksiz mutluluk da bir tür uçurumdur.

hiçbir şeyden tat almaz olduğun an ölüsündür.

iyilik pek bir işe yaramaz; yeryüzü iyilikbilmezlerle dolu olmasa bile, tek bir kötünün eli, yüz erdemli kişiye baskın çıkar, bir de bakarsın kötülük kol geziyor.

insanoğlu anasının karnındayken alnına yazılıyor mutlu mu mutsuz mu olacağı. olabildiğince az şey duyan ya da hiç duymayan kişiye ne mutlu! istediği azıcık şeyi yaşam ona verir. yaşadığını duyan ve bir şeyler isteyense mutsuzdur; hiçbir zaman elindekiyle yetinemez.

tutkularla duyular, getirebilecekleri rahatlıktan çok daha fazla gürültü patırtıya yol açarlar.

özgürlük içinde yaşanan bir yıl, bir ömürlük köleliğe bedeldir. ömür dediğinse, üst üste eklenen yıllarla değil, şiddetten uzak yaşanan saatlerle oluşur. özgür adam için, özgürlüğün dışındaki her şey ölüm, hem de sonsuz bir ölüm demektir. köle olmaktansa ölmeyi yeğ tutarım.

varlığı yere sermeden bir tutkuyu önleyecek bilgi yoktur yeryüzünde.

sevdiğimiz birine içerlediğimiz zaman yapılacak en iyi şey, o küçük kini başımızdan atıp hemen sevgiye dönebilmek üzere, kızdığımız insanı yatırıp dövmektir; çünkü insanın içini kemiren öfke, sevgi dolu yumruktan çok daha yaralayıcıdır.

tutku konusunda köpekler bize denk ama bilgelikte bizden ileridirler.

kutsal kitap'taki kişiler tarihin denetimi dışındadırlar. kutsal kitap, inananlar için yazılmış, kökünü inançtan alan bir kitaptır; senden aramanı değil, inanmanı ister.

"kedi evden uzaklaşınca sıçanlara gün doğar."

her insanın yüreğinde uyuyan bir kurt vardır. yumuşakbaşlı adamda bu kurt hiçbir zaman uyanmaz ya da pek ender olarak uyanır, esner, yeniden uykuya varır; böylesi, aynı taşa günde 10 kez çarpan, kızıp küfreden; ama taşı kaldırmayan kişidir ya da kapısı gıcırdadığı zaman, "hay dinine yandığımın kapısı!" demekle yetinendir -alıp kapının menteşelerine azıcık yağ damlatmak aklına bile gelmez. bu, tanrı'nın, akıl erdiremediğim bir nedenle, hafta sonunda, beyni insanoğlundan önceki sayısız harikayı yarattıktan sonra ortaya çıkardığı insandır-.

çılgınlık insanın yaşayışında bilgelikten daha büyük bir yer tutar.

bizi doğdurun demediğimize göre, kimseye borcumuz yok demektir. tek bir görevimiz var şu yeryüzünde: kendimize iyi bakmak. kendimize iyi bakmak içinse 3 güzel şey yapmamız gerekir: iyi yemek, iyi içmek ve iyi yellenmek!

13.12.2010

derin araştırma laboratuvarı

adnan gerger

tem (terörle mücadele) şubesi'nde bulunan dal'ın (derin araştırma laboratuvarı) ilk ünlenmesi 1980 yılında oldu. özellikle 12 eylül askeri darbesinde dal işkencenin, korkunun, nefretin merkezi haline geldi.

dal binasının hemen yanında, şimdi bir alışveriş merkezi haline gelen yerde et-balık kurumu'nun kesimhanesi bulunurdu. buradan gelen kan ve çürümüş et kokusu, bu binanın üzerinden sanki hiç eksik olmazdı. faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmadığı dönemlerde bu kadar çok gencin militan olarak kamuoyuna tanıtılmasında; hatta örgüt üyesi olmasa bile sonradan örgüt üyesi olmasında bu yerin katkısı büyüktü. hiçbir şeyden habersiz gençler, işkencelerden kurtulmak için her türlü suçlamayı kabul eder hale gelir; hatta birçok eylemi gerçekleştirdiklerini kabul etmekten başka çareleri kalmazdı.

bu "laboratuvar" kadar, görev yapan polisler de yaptıkları işkencelerle özdeşleşmişler, aldıkları unvanlarla ünlenmişlerdi.

bu şubede "taşakçı", "zalim", "mengene", "yumurtacı", "askıcı", "mezarcı", "copçu", "itfaiyeci" gibi, yaptıkları işkenceyle isimleri özdeşleşmiş polisler çalışıyordu. aralarında rütbelilerin de olduğu bu polislerin birçoğu yaptıkları işkence yöntemlerini kendileri icat ettikleri için aldıkları lakaplar da patent gibiydi. örneğin:

"taşakçı" lakabı, gözaltına alınan erkeklerin taşaklarını sıkmasıyla ve fiske vurmasıyla bilinen emniyet amirine;

"zalim" lakabı, dal'ı "allah'ın bile giremediği yer" olarak adlandırılmasına neden olacak şekilde acımasızlığıyla ve işkence yapmaktan zevk alışıyla bilinen polise;

"mengene" lakabı, sorguladıkları insanların el ve ayak parmaklarını iki kalemin arasına sıkıştırarak kırmasıyla bilinen polise;

"yumurtacı" lakabı, haşlanmış kızgın yumurtaları gözaltına alınan kız çocuklarının koltukaltlarına koymakla bilinen kadın polise;

"askıcı" lakabı, gözaltına alınanların kollarını arkadan bağlayarak kalın bir kalasa asmakla bilinen ve filistin askısı denilen yöntemi geliştirdiğini (!) sanan komisere;

"mezarcı" lakabı, gözaltına alınan insanları oturacak ve sağa sola dönecek kadar genişlikte olmayan daracık yere koyarak sabırla, günlerce, inatlarının kırılarak istedikleri yanıtları alana kadar bekleyen polise;

"copçu" lakabı, gözaltına alınanları cinsiyet ayrımı yapmadan copla tecavüz etmekle tehdit eden polise;

"itfaiyeci" lakabı, gözaltına alınan insanları çırılçıplak soyarak buz gibi suyla ıslatmaktan zevk alan polise;

"sulu" lakabı da, "tabutluk" adı verilen ve gözaltına alınan kişinin oturmasına izin vermeyecek kadar daracık hücrelere konulan kişilerin kafasına saatlerce hortumla su damlatan polise verilmişti.

bir zamanlar siyasi şubenin operasyon ve işkence timlerinden başka kimsenin giremediği, il emniyet müdürünün bile zaman zaman içeri girmesine izin verilmeyen bu yer, sonunda uluslararası üne bile kavuşacaktı. ne var ki uluslararası ün başına bela olacaktı. uluslararası insan hakları örgütü başta olmak üzere uluslararası mahkemeler ve birçok ülke, hükümet düzeyinde bu yerin bir an önce kaldırılmasını istiyordu. aksi takdirde türkiye'ye büyük yaptırımlar uygulanacak; hatta ikili ilişkiler bile askıya alınacaktı. türkiye, yalnızlaşan bir ülke olacaktı. bu nedenle dal'ı şehrin ortasında dokunulmazlığı olan, giderek kontrolden çıkan ve herkesin bilmesine karşın görmezden geldiği bu izbe, bu karanlık yeri normal bir devlet kurumu haline getirmekten başka çare yoktu. avrupa parlamentosu'ndan ve avrupa insan hakları örgütü'nden birer heyet gelip burada inceleme yapmak için türkiye hükümetinden onay bile almıştı.

işte bu inceleme için ilk iş olarak terörle mücadele şubesi'nin binasına makyaj yapıldı. bina tamamen yıkılmamış ama sanki yeniden inşa edilmişti. polisteki yenilik, binanın yenilenmesiyle özdeşleştirildi. gelecek heyetler de böylelikle türkiye'nin geliştiğine, uygarlaştığına inanacaklardı.