2.11.2009

göçmüş kediler bahçesi

bilge karasu

korku, örtmeye en yatkın olduğumuz kirimiz, gizlemeye en çok uğraştığımız kokumuzdur.

çok bilen gezmenler vardır. bir yere gitmeden önce, haftalar, aylar boyu, o  yer üzerine edinebilecekleri her türlü bilgiyi edinir, ulaşılabilecek her türlü kaynağa başvururlar. ilk kez görecekleri o yere geldiklerinde, yıllar değil yüzyıllardan beri orada yaşamış gibidirler. sokak adlarından lokantalara, müzelerdeki resimlerle yontulardan sarayların kuruluş, yapılış sürecine varasıya her şeyi bilirler. o kentte doğup büyümüş insanların hiçbir zaman bilemeyecekleri şeyleri öğrenmişlerdir.

hermann hesse: birbirimizi anlamasına anlayabiliriz; ama kişi ancak kendi kendine kendini açıklayabilir.

stendhal: neler yapabilirmişim, bir ben bilirim. başkaları ise, çok çok, "belki yapardı" diye düşünür, o kadar.

çünkü her kambur biraz şair bir ailedendir
toparlarsak kendi kendinin çırağı da olabilir
ölü sözcüklere ve çocuklara can vermek için
hangi marş iki kez çalınırsa yeryüzünde unutmayın
hem usta hem çırak bir kambur içindir (ece ayhan)

marguerite yourcenar: dostluk, her şeyden önce, inandır; onu seviden ayıran budur. ayrıca, saygıdır, başka bir varlığın her şeyiyle kabul edilmesidir.

karşısındakinin yalan söyleyebileceği, aklına en son gelen, belki de hiç gelmeyen, şeydi. insana yalan söyletebilecek durumlar yok değildi. ölümcül hastaya "sen öleceksin, birkaç saatin kaldı" demenin anlamı yoktu. doğru olduğuna bakıp bununla yetinerek -sorulmamış bir soruyu yanıtlarcasına- tatsız şeyler söylemek gereksizdi. ama sorulduğu için, bilmediği bir şeyi de biliyormuş gibi göstermek, yalan yanlış şeyler söylemek de gereksizdi. niye yalan söylensin? her söylenene inanmaya hazırdı bu durumda. başlıca kusuru, gündelik yaşamının dilekleriyle inançlarını bir bölmeye, "bilimsel şüphe"yi ya da ruhbilimin öğrettiklerini bir başka bölmeye kapatmasıydı. arkadaşlarının -kendisine yalancı diyen ya da demeye getiren arkadaşlarının- gene büyük bir incelikle kafasına kafasına attıkları taşlardan biri de "enayilik" olmuyor muydu? bu durumda tek çıkar yol, en gerçekçi yöntemi kullanan bilime güvenmektir, diye karar vermişti bir zamanlar. bu gerçekçi bilim, elbet bir gün gelip gündelik yaşamla örtüşecekti. iyimserlik, hem de enayice, alıkça bir iyimserlikti belki bu da. ama kim, her türlü kusurdan arınabilmişti? üstünün de üstünü kişiler, vardı gerçi. kendi onlardan değildi, o kadar.

nermi uygur: canına kıyma yoluna gitmek, kendini kapalı bir dizgenin tutsağı kılmaktır. oysa yaşamak, dizgeyi ya da dizgeleri her zaman açık bırakmak, değişikliğe hazır tutmak demek.

herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. nedir zaten yaşamak dediğin?