12.11.2009

efrasiyab'ın hikayeleri

ihsan oktay anar

ben, bugüne kadar kazanmak için oynamadım hiç. oyunun bana verdiği zevkle yetindim.

kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olur.

yetenek, sen çalışmadıkça bir hiçtir.

geçmişime bakıyorum da, hayat bugüne kadar bana hep güzel şeyler göstermiş: bu dünyada her şey güzel. çirkinlik diye bir şey yok; kimbilir, sadece aldanarak ve büyük bir budalalıkla, onda çirkinliği görenler çirkindir belki. ama ben, dünyayı korku duygusuyla değil, güzellikle tanıyorum. benim ona baktığım gibi, dünya da bana bakıyor ve gülümsüyor, ben ona neden gülümsemeyeyim?

hakikat, ona ulaşmak için ödediğimiz bedeldir.

zirveler yaşamak için değil, erişmek içindir.

birçok kişi için, insan olmanın zevkini ve keyfini çıkarmak değil, hayatı sürdürmek ve korumak daha önemli görünüyor. ne pahasına olursa olsun yaşamaya çalışmakla, doğrusu çok büyük bir mutluluğu kaçırıyorlar. acı ve ölüm korkuları onları yönetiyor. işin kötüsü, bu korkuya tanrı diyorlar. oysa dünyayı korkuyla değil, bir insanın gözleriyle görselerdi, tanrı'yı görmüş olurlardı.

hemen her erkek, bilip görmediği, bu yüzden hayal etmek zorunda kaldığı kadınları kendi pembe hülyalarıyla bir kez süsleyince, onlarla karşılaştıktan sonra bile gerçeği değil, bu süsleri görmeye devam eder.

kendini gerçekleştirmenin en kolay ve en akıllıca yolu, başkalarını korkutup boyun eğdirmek olduğu için, insanların kusurlarını araştırıp bularak onları ayıplama fırsatına erişmek, bu kuvvetli tehdit kozunu bir kez ele geçirdikten sonra cemaatten atılma korkusunu başkalarına yaşatmak, kasaba hayatının belki de en temel kuralıydı. öyle ki, bu hayatta güçlü olmanın bir yolu da, insanların günahları ve kabahatleri hakkında bilgi biriktirmekti. yükselmek çok zordu ama diğerleri karalanabilir, yerin dibine batırılabilirlerdi. başkalarının mahrem hayatlarını gözetleme, dedikodu ve tecessüs, ayıplanma korkusunu yaşayanların kendi çektiklerini, belki de başka herkese yaşatma ve böylece kaderlerini paylaşıp sıkıntılarını hafifletme eğilimlerinin bir sonucu olmalıydı. fiskos ve dedikodu her iki cins eşit rağbet gösterse de, teferruatı erkeklerden daha iyi sezecek kadar ince düşünceli oldukları için, kadınlar tarafından daha büyük bir başarıyla yürütülürdü.

birinin huzurunu kaçırmak için onu bilmediği bir şeyin var olduğuna inandırmak yeterliydi.

kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğunu söylerler. sevgisini kalbinde taşıdığı sürece herkes ona kavuşmuş demektir bana göre. bu nedenle, sevmenin meşketmek olduğunu düşünürüm. dünyaya bakınca gülümsememek elde değil. ben de bakarken, hem dünyayı hem de onun içindekileri seviyor ve gülümsüyorum.

her insan ancak bilmediği şeyden korkar. korkusunu yenmek için bilmek ister. fakat bilmesi için araması gerekir. işte, din de bu arayış değil midir? bununla birlikte, eğer insan bir şeyi arıyorsa, onu bulmuş ve ona kavuşmuş da değildir. kavuşamadığı şeye erişmek için can atar. eh! bu da aşktır işte! kısacası, yolumuzu şaşırmış değiliz. korkudan arayışa, arayıştan ise aşka geçtik. hikayeleri anlatırken, elimizde olmadan seçtiğimiz üsluba bakılırsa, daha önce geçtiğimiz yerlerden tekrar geçmiş bulunduğumuz kesin. çünkü bu üç duyguya da çok aşina görünüyoruz. ne korku, ne arayış, ne de aşk bizi şaşırtıyor. bu duygular, gönlümüzde çoktan dinmiş fırtınalar gibi. benim için bu durum fazlasıyla alelade. ama senin için fevkalade gözüküyor. arayış bitince, aranan şey artık bir kez bulunduğu için, korku da, aşk da biter.

cennete sadece çocuklar gider.

ebedi bir uykuda, ebedi düşler vardır. cennet, düşlerin olduğu yerde değil midir? sadece, bir düş bitip diğeri başlayacak işte.

cenneti görmemiz için gözlerimizi açmamız değil, belki de kapamamız gerekir.

ben, hikayelerin bir sonu olması gerektiğine inananlardanım. hayat da bana kalırsa böyle.

çocukluk cennetin ta kendisiydi ve cennet de seyredilmeye değerdi.